
کارگر
Rehber’in Hac hakkındaki bir kitabı okuduktan sonra düştüğü notlar
Bu kitab beni yeniden Beytullah’ı ve Resulullah (S)’in haremini ziyaret için hasret ve heyecana gömdü. Artık umudumun kalmadığı bir heyecan ve iştiyak... Uzun yıllar öncesindeki gençlik döneminden beri gönlümü asla bu iştiyak ateşinden uzak tutmadığımı hatırlıyorum. Ancak, hatta her ma’rifet sahibi ya da marifetsiz ruhaninin arzuyla ya da gezinmek amacıyla kolaylıkla hacca gidebildikleri eski rejimin karanlık dönemlerinde bile ben gidemiyordum ! Daha açık konuşayım; hiç bir hacc kafilesi başkanı Şah’ın Savak gizli örgütünden duyduğu korkular nedeniyle benim ismimi de hacılar listesine eklemeyi göze alamıyordu. Evet, hatta o çetin dönemlerde bile gönlüm Kabe’yi ziyaret ve peygamberimiz (S)’in Mekke ve Medine’deki ayak izlerini öpebilmek arzusuyla dopdoluydu. Ve bu ümit, her ne kadar on günlük bir sefer halinde olsa da inkılaptan bir yıl kadar sonra şehid Mahallati sayesinde gerçekleşti ve fakat beni yakan bu coşku daha da alevlendi. Cumhurbaşkanı olduğum yıllarda, bu dönem sonrasında gerçekleştirilebilecek bir ziyaret için umutlar taşıdım durdum. Bugüne gelince ? Sürekli yükselen bir heyecan ve iştiyak ve fakat neredeyse tamamen eriyip giden umutlar... Tek tesellim, işte bu tür sefer izlenimlerini okumak ya da bu coşkuyu daha da arttıran hacc hatıralarını dinlemek...
ABD’nin İran’a yönelik tavırlarında bir değişiklik yok!
İran Düzeninin Maslahatını Teşhis Konseyi Sekreteri “Mevcut şartlarda ABD’nin İran’a yönelik tavırlarında bir değişim görmüyoruz” dedi.
Düzeninin Maslahatını Teşhis Konseyi Sekreteri Muhsin Rezai muhabirimizle konuşurken, mevcut şartlarda ABD’yle müzakerenin gündeme getirilmesi konusuyla ilgili bir soru üzerine “Bizim ABD’yle mücadelemiz gerçekte kendi değer ve prensiplerimizi savunma gayesini taşıyor. Yani biz savunma halindeyiz. Fakat ABD bizi kendi isteklerine teslim etme hedefiyle bize karşı mücadele veriyor” dedi.
Rezai daha sonra bu mücadelenin mantıklı bir sonuca bağlanması gerektiğinin altını çizerek “Yani ilk önce Amerikalıların bir takım insani prensipler, uluslararası güvenlik ve barışı ve ülkelerin bağımsızlığını kabul etmesi gerekiyor. Böyle bir şey gerçekleştiği takdirde o zaman İran’ın da tutumu ve tavrı değişir” ifadesini kullandı.
Düzeninin Maslahatını Teşhis Konseyi Sekreteri Rezai ayrıca “Halihazırda ABD’nin İran’a yönelik tavırlarında bir değişim görmüyoruz” dedi.
Rezai açıklamalarının devamında ABD’nin İran karşıtı yaptırımlarına değinerek “Bu bağlamda bir başka neden, İran halkına haksızca dayatılan bu yaptırımlardır. Amerikalılar önce şu soruya cevap versinler: Acaba bu yaptırımları kaldırabilecekler mi? Onlar önce gerçek barış ve adalate doğru hareket ettiklerini somut olarak göstersinler” şeklinde konuştu.
Hadis Şerhi
Yüce peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) şöyle buyurdu:
من اكل ما يشتهي ولبس ما يشتهي وركب مايشتهي لم ينظر اللّه اليه حتى ينزع او يترك
‘İstediğini yiyen, istediğini giyen ve istediği işi gören insan, bu istekleriyle mücadele etmez ve onları terketmezse, Allah ona teveccüh etmez.’
Cümledeki rakebe ma yeştehi ibaresi, ihtimalen kelimenin hakiki anlamında istek ve murad demektir. Yani arzulanan her fiilin seçimi. Muhtemel olarak rakebe kelimesi burada iş ve eylem anlamındadır. Yani insanın, gönlünün istediği her işi yapabilmesi.
Her halükarda, tüm hayırların başında yer alan ve varlık alemindeki tüm insani yüceliklerin mayası durumundaki ilahi teveccüh, insanın bu fiilleri işlemesiyle yitirilir. Bu fiillerin terkedilmesi ise gönüllü olarak riyazete girilmesi ve heves edildiğinde gerçekleştirilebilen fiillerin bir kenara bırakılmasıdır.
Tüm arzularına ulaşabilme gücüne sahip olmayan insanlar, bu durumun kadrini bilmelidirler. Zira insanın heva ve hevesleri karşısında meydanı boş bulmaması, büyük bir nimet sayılmalıdır. Gerçi, bir işe muktedirken onunla mücadele edenlerin sevabı, oldukça fazladır.
Resul-ü Ekrem (sav) şöyle buyurur:
الدنيا دُوَل، فما كان لك أتاك على ضعفك وما كان منها عليك لم تدفعه بقوّتك ومن انقطع رجاءه مما فات، استراح بدنه ومن رضي بما قَسَمه اللّه قرّت عينه
‘Dünya, elden ele dolaşır. İstediğin şeyler, zaafına rağmen seni bulur ve senin kudretin, istemediklerinin seni bulmasını önleyemez. Gelip geçenlere aldırmayıp, dünya malın umut bağlamayanlar, rahatlığa kavuşurlar. Allah’ın kendilerine verdiklerine rızayet gösterenlere göz aydınlığı vardır.’
Duvel kelimesi devlet kelimesinin çoğulu olup, elden ele dolaşan anlamına gelir.
Dünyalıkların doğasında sürekli değişim vardır. Sahip olduğumuz mal, makam, imkanlar, sağlık ve afiyetin ömrümüzün sonuna dek baki kalacağını sanmamalıyız. Durum böyle değildir ve bunların elimizden alınması mümkündür.
Dünyadan kasdedilene gelince... Ondan ümitlerini kesen, ona umut beslemeyen herkes kendini rahatlatmıştır. Dünya, kınanmıştır. Yani, insanın egosu için, heva ve hevesleri için istediği şeyler; yoksa, eylemlerde yücelik kazanmak veya uhrevi hayırlar değil... Görevde ilerlemek veya dünyayı mamur etmek değil... Dünyadan ve dünyalıklardan kasdedilen bunlar değildir.
Nebiyyi Ekrem (sav)’den şöyle rivayet edilmiştir:
ثلاثٌ من كنّ فيه استكمل خصال الإيمان: الذي إذا رضي ، لم يُدْخِله رضاه في باطلٍ وإذا غَضِبَ لم يخرجه الغضب من الحقّ وإذا قدر لم يتعاط ما ليس له
‘Şu üç özelliğe sahip olan bir insanda imanın hasletleri tamamlanmış demektir: Bir insana olan muhabbetin, onun Batıl eylemlerine rıza gösterilmesine yol açmaması; öfke anında hakka riayet edilmesi ve kudretliyken, hakkı olmayan fiillere başvurulmaması.’
Bu rivayet, ‘iman üç haslete sahiptir’ şeklinde anlaşılmamalıdır. Kasdedilen mana şudur ki, bu üç haslet eğer bir kimsede bulunursa, imanın hasletleri onda toplanmış demektir. Çünkü, bunların her biri kendi içerisinde çok sayıda iyi sıfatları içermektedir.
Bir insanı sevip ona muhabbet beslemek, sevgi sahibi kimseyi Batıl’a sürüklememeli ve haksız yere o insanın savunulmasına yol açmamalıdır. Ayrıca, öfke, o insanı yanlış tutumlara ve hak dairesinden çıkmaya sevketmemelidir. Bu arada, insan güç ve kudret sahibi iken, kendi hakkı olmayan fiillere girmemelidir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’den şöyle nakledilmiştir:
الحياءُ حياءان، حياءُ عقلٍ وحياء حُمْقٍ، وحياء العقل العلم وحياءُ الحُمقِ الجهل
‘İki tür edeb ve haya vardır: Aklın hayası ve ahmaklığın hayası. Aklın hayası, ilimdir ve ahmaklığın hayası ise cehalet.’
Aklın hayası, insanın akla dayanarak haya duygusuna sahip olmasıdır. Tıpkı, günahın işlenmesi sırasında duyulan utanç veya saygıdeğer insanlar karşısındaki terbiyeli davranışlar gibi. Bu, ilmin hayasıdır; yani bilinçli bir utangaçlık. Cehaletin hayası ise, sormak, öğrenmek, ibadet etmek ve benzeri fiillerden çekinmektir. Tıpkı, bazı insanların kimi çevrelerde namaz kılmaktan utanıp çekinmeleri gibi. Bu çekingenlik, cahili bir davranıştır.
Hatem’ül Enbiya Muhammed Mustafa (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
خياركم أحسنكم أخلاقاً، الذين يَألفون ويُؤلفون
‘Sizin en hayırlınız, ahlakça en iyi olanınızdır. Onlar, insanlara ülfetle davranır ve başkaları da onlara ülfetle yanaşırlar.’
Sizin en iyi olanlarınız, halkla olan davranışlarında herkesten daha iyi hareket edenlerdir. Güleryüzlü oluşları, halkın onlara sevgi beslemesine neden olur.
Rivayet, şer’i mükellefiyetlerini yerine getirmeyen ve fakat güleryüzlü davranan herkesin, dini görevlerini yerine getiren ve fakat güleryüzlü olmayan kimselere tercih edildiği anlamına gelmemektedir. Hadisde, görevlerini yerine getiren mü’min bir insanın yumuşak huylu olması durumunda, güleryüzlü olmayan mü’minlerden evla olduğu vurgulanmaktadır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’le ilgili olarak şöyle bir rivayette bulunulmuştur:
“İslam peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (sav)’in yanına gelen biri, peygamberimizin kendisine bir tavsiyede bulunmasını ister. Resul-ü Ekrem şöyle buyurur:
وقال رجلٌ اَوْصِنى، فقال صلى الله عليه وآله وسلّم: لاتَغضَب، ثم أعادَ عليه، فقال: لاتَغضَب، ثمّ قال: ليس الشّديد بِالصّرَعَةِ، انّما الشديدُ الذي يَملكُ نفسه عند الغضب
‘Öfkelenme, öfkelenme...Güçlü olmak, başkalarını yere sermekle değil, öfke anında nefsine sahip çıkmakla ispatlanır.’”
Öfke, insanın sinirlenmesi, iradi olmayan bir eylem değildir. İrade dahilindedir. Demek ki, sinirli davranmamak ve öfkeyle hareket etmemek zorundayız.Öfke anında başkalarını yere sermek yiğitlik değildir ve öfkesini yenebilen insan yiğittir.
Burada sinirli hareket etmekten kasdımız, geçici sinirlenmeler olmayıp; bir insandan rahatsız olan bir kimsenin, hayatın çeşitli kesimlerinde onu izleyip durması ve uygun bir fırsatta ondan öcünü alması şeklindedir.
İnsan, öfke ve şehvetini gemlemesini bilirse, bunun etkilerini hayatı boyunca hisseder.
Resul-ü Ekrem (sav) şöyle buyuruyor:
عجباً للمؤمن لايقضي اللّه عليه قضاءً إلا كان خيراً له، سرّه او ساءه. إن ابتلاه كان كفّارةً لذنبه، وإن اعطاه وأكرمه كان قد حباه
’Allah’ın mümin için mukadder buyurduğu her şeyin onun hayrına olması ilgi çekicidir. İstediği ya da istemediği her şeyin. Hastalığı, günahının keffaretidir ve kerem ve nimeti de onun için bir ödüldür.’
Allahu teala mümin kulları için her şeyin iyi ve güzelini ister. Gerek hastalıklar gibi onu rahatsız eden ve gerekse onu sevindiren olaylarda...
Müminin hüznüne yol açan hadiseler, onun günahlarının keffaretidir ve onu sevince boğan gelişmeler de ilahi birer lütuftur.
Hafız’ın şiirlerinde de buna benzer mazmunlara rastlanmaktadır : ‘Tarikatta salikin başına gelen her şey, onun hayrınadır.’ Ancak, Hafız bu anlamı yalnızca salike özgü olarak söz konusu etmektedir. Oysa bu hadis-i şerifde mutlak olarak müminden söz edilmektedir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’den şöyle nakledilmiştir:
ودّ المؤمن المؤمن فياللّه من أعظم شعب الإيمان ومن أحب فياللّه وأبغض فياللّه وأعطى فياللّه ومنع فياللّه فهو من الأصفياء
’Müminin mümine Allah için meveddet göstermesi, imanın en büyük şubelerindendir. Allah için dostluk, Allah için düşmanlık, Allah için bağışlamak ve Allah için bağışlamamak... Böyle biri, seçkinler zümresindendir.’
Dostluklar, düşmanlıklar, bağışlamalar ve bağışlamamanın lazım geldiği yerlerde de bağışlamamak... Bunların hepsi eğer Allah için olursa, insanı, müminlerin makamından da yüksekte yer alan seçkinler derecesine yükseltir.
Rehberin fetvası Türkiye için yeter
FHA- Türkiye'nin Tahran Büyükelçisi Ümit Yardım, Türkiye, İran ile dostluğunu hiç bir şekilde kaybetmeyeceğini vurguladı.
FHA- Muhabirimize özel demeç veren Yardım, Erdoğan'ın Seul ziyaretinden sonra hemen İran'a gelmesinin İran'ın Türkiye için önemini ortaya koyduğunu belirtti.
Erdoğan'ın İran karşıtı son sözlerine de temas eden Yardım, Türkiye İran'ın nükleer programını barışçıl bildiğini, özellikle bu konuda İslam inkılabı rehberi Ayetullah Hamanei nükleer silahların haram olduğuna dair fetva yayınladığını, bu fetva bizim için yeterli olduğunu ifade etti.
Yardım, bazı açıklamaların iki ülkenin ilişkilerinin bozulduğu anlamına gelmediğini vurguladı.
Yardım, Türkiye İran ile dostluğunu hiç bir şeyin pahasına kaybetmeyeceğini belirterek, görüşmeler ve müzakereler sürerse hiç bir sorun yaşanmayacağını ifade etti.
Esmaül Hüsna isimlerinin açıklaması (1)
“Allah’ın 99 İsmi Var Kim Onları Sayarsa Cennete Girer”
İmam Ali, Allah Resulünün şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Allah Tebareke ve Teâlâ’nın doksan dokuz, yani yüzden bir eksik ismi vardır. Kim onları sayarsa, cennete girer."[1]
Hakeza şöyle buyurmuştur: "Allah Azze ve Celle’nin doksan dokuz ismi vardır. Kim Allah'a bu isimlerle dua ederse, duası kabul olur. Kim o isimleri sayarsa[2], cennete girer."[3]
Burada Allah’ın 99 isminin tamamını açıklamalarıyla birlikte veriyoruz:
*ALLAH, İLÂH*[4]
Allah ve ilâh, ibadete müstahaktır ve sadece O ibadete lâyıktır. “O, her zaman ilâhtı” sözünün anlamı O’nun ibadete hakkı olduğudur. Dolayısıyla Müşrikler sapıklığa düştüklerinde, putlara ibadet etmelerinin gerekli olduğunu sanmışlar ve onları “ilâhlar” olarak adlandırmışlardır. Onun aslı “el- ilâh”tır ve ibadet anlamındadır. Onun “elehe” kökünden türediğini ve “Elihe’r reculu ye’lehu ileyhi” yani başına gelen işten dolayı ona sığındı, şeklinde söylenmektedir. “elehehu” yani onu barındırdı. Bunun örneği “el- İmame” kelimesindeki gibidir. Kelimede iki hemze olup bir çok kullanım alanı vardır. Kelimeye iki hemze ağır geldiğinden kelimenin kökündeki hemzeyi hazfettiler. Çünkü diğer hemze onun için yeterli delâleti sağlamaktaydı. Sonra kelimenin başında geriye iki sakin “lâm” kaldı. Dolayısıyla öteki “lâm”la idgam ettiler. Sonra “Allah” sözündeki şeddeli halini alarak “Allah” oldu.
*EL- VAHİD, EL- İLÂH*
El- Ehed’in anlamı zatında birdir. Parça, cüz ve organları yoktur. Sayı ve çeşitlilik onun için mümkün değildir. Çünkü şeylerin çeşitliliği Onun vahdaniyetinin nişanesidir. Onların aracılığıyla kendisine kılavuzluk eder. Bunun için “Allah her zaman birdi” söylenir. İkinci anlamı ise O, birdir ve benzeri yoktur. Vahdaniyetinde ortağı yoktur. Çünkü her kimin bir benzeri olursa bu onun gerçekte bir olmadığına delâlet eder. Bunun için “Bu adam insanlar içinde bir tanedir.” Söylenir. Yani kendisinde olan özelliklerden dolayı bir benzeri yoktur. Allah birdir, ama sayıyla değil. Çünkü Allah Azze ve Celle cinslerle sayılmaz. Bilâkis benzeri olmayan tektir.
Bir grup hekim “vahid” (bir) ve “ehed” (tek) hakkında şöyle demişlerdir: “Deniyor ki “bir”, tek ve ilk olduğundan onun için ikinci yoktur. Sonra Allah tüm yaratıkları bir birlerine muhtaç olarak yarattı. “Bir” hesap açısından sayıyla, ondan önce bir şey yoktur, bilâkis o tüm sayılardan öncedir. “Bir”i her nasıl çevirirsen veya bölüp parçalara ayırırsan onda bir şey artmaz ve ondan bir şey eksilmez. Denir ki bir kere bir, birdir. Ona bir şey izafe olmadı ve bir kelimesi değişmedi. Dolayısıyla bunun kendisi “bir”den önce bir şeyin olmadığına delâlet etmektedir. Ondan önce bir şeyin olmadığına delâlet ettiğinde de bir şeylerin icat edicisi olduğu anlamına da gelmektedir ve başka şeylerin yaratıcısı olduğuna delâlet ettiğinde de onların yok edicisi olduğu anlamına da gelmektedir. Her ne zaman bir şeyleri ortadan kaldırıyorsa ondan sonra bir şeyin olmayacağına delâlet eder. Ondan önce ve sonra bir şeyin olmaması onun ezeli ve sonsuz olduğuna delâlet etmektedir. Bundan dolayı O’na “bir” ve “tek” denir.
“Ehed”de (tek) “Bir”de olmayan özellikler vardır. Örneğin “Evde bir (varlık) bile yok” denildiğinde yani hatta evde dört ayaklı hayvan, kuş, vahşî hayvan ve insanın bile olmadığı anlamındadır. “Bir” insan ve insan dışı varlıklar için kullanılır, ama eğer “Evde bir tek (kişi) bile yok” denirse o zaman bu diğer varlıklar için kullanılmaz ve sadece insana mahsus olur. (Ehediyet) “Tek” kelimesi çarpma, saymak, çıkarma ve hesaplamalarda kullanılmaz bu sadece “tek”te geçerlidir. Ama “vahit” (bir) kelimesi sayıda, kesirli sayılarda ve bunun dışındaki hesaplamalarda kullanılır. Bir, iki, üç… dersin. “Bir” sayıların sebebidir, sayı dışıdır ve ayrıca sayı değildir. İki kere bir veya üç kere bir veya bunların üstünü diyebilirsin. Veya ikide bir, üçte bir dersin yani ikinin yarısının biri veya üçün üçte biri anlamındadır işte bu kesirli sayımdır. Ama Ehet (tek) kelimesinde bunların hiçbiri söz konusu değildir. Örneğin: “Tek, iki, üç veya tekte bir veya birde tek diyemezsin. Aynı şekilde ikide tek denilmez. Ehed ve vahid (Bir ve tek) ve bu kelimelerden türeyen diğer kelimeler “vahide” kelimesinden türemiştir.
*ES- SAMED”
“es- Samed”in anlamı efendi demektir. Her kim samed’i bu anlamda bilirse “Allah her zaman efendi idi” diyebilir. Kendi topluluğu arasında itaat edilen ve onun emri olmadan bir iş yapılmayan kişiye de efendi denir. Şairin burada dediği gibi:
Kılıcı yukarı kaldırdım ve ona dedim ki
Onu galip ilân etki sen efendisin
“Samed”in başka bir anlamı daha vardır. O da şudur ki her türlü isteklerde kendisine saldırılan (başvurulan) örneğin şöyle denir: “samedtu samede haze’l emri” yani bu konuyu kast ettim. Ve her kim “samed”i bu anlamda bilirse “O, her zaman samed’ti” diyemez. Gerçi dediği doğrudur, ancak böyle biri Allah Azze ve Celle’yi fiili sıfatlarından biriyle nitelendirmiş olur.
Samed kelimesini cismi olmayan şeylerde kullandıkları gibi boşluğu bulunmayan anlamında da kullanmışlardır. Bu kitapta “Kul huvellahu ehed…”in anlamı babında samed için başka bir anlamda getirmiştim. Onu burada tekrar getirmeyi uygun bulmuyorum.
* EVVEL, AHİR*
Evvel ve Ahir’in anlamları yani: Allah başlangıcı olmayan ilktir, ahir ise sonu olmayan demektir.
*ES- SEMİ*
Semi’nin anlamı yani eğer duyulacak şeyler varsa duyan demektir. İkinci anlamı ise duaları duyandır, yani duaları kabul edendir. “es- Samî”nin anlamı ise duyulacak şeylere ihtiyacı olan ve duyulacak şeylerin zorunluluğu anlamındadır. Allah hususunda bu anlam ezeli değildir ve kullanılmaz. Adları izzetli olan Allah zaten duyandır.
*EL- BASİR*
Basir’in anlamı yani eğer görülecek şeyler varsa gören demektir. Dolayısıyla Allah için şöyle denilebilir: “O her zaman görendir.” Ama “O, her zaman mubsir bakandır.” Denilmez. Çünkü mubsir’in (bakan) bakılacak şeylere ihtiyacı vardır ve birilerinin olmasını gerekli kılmaktadır. “Besaret” lügatte “Basir”in mastarıdır. “Besure besareten” denildiğinde yani Allah Azze ve Celle zaten görendir. Bizim Allah Tebareke ve Teâlâ’yı duyan, gören olarak nitelendirmemiz Onun bunlara âlim olduğu anlamında değildir, bilâkis dediğimiz gibi Onun idrak edici olduğu anlamındadır ve bu sıfat yaşayan tüm salim varlıklar için geçerlidir.
*EL- KADİR, EL- KAHİR*
Kadir ve Kahir yani hiçbir şeyin ona engel olmaya gücünün yetmeyeceği ve onlardan istediği şeyleri yaptırabileceği anlamındadır. Onun için Kadir: “Yapılabilir hükmünde olan her fiilin onun tarafından yapılması” demektir. “Kahir” galebe çalmak anlamındadır. Kudret ise mastardır. “kedere kudreten” dediğinde yani malik oldu anlamındadır. Allah kadir, muktedirdir. Allah’ın icat olmamış şeylere kudreti, icatlarına olan iktidarı Onun onlara karşı kahır ve malikiyetidir. Şanı yüce Allah şöyle buyurmuştur: “maliki yevmiddin” yani kıyamet gününün sahibi. Ancak kıyamet günü fiilen olmuş değildir. Ayrıca şöyle denir: “Allah Azze ve Celle her zaman kahir idi.” Yani hiçbir şeyin ona engel olmaya gücünün yetmeyeceği ve onlardan istediği şeyleri yaptırabileceği anlamındadır. Varlıklar olmasa bile her zaman onlara muktedirdi. Şurada söylendiği gibi: “maliki yevmiddin” kıyamet gününün sahibidir. Kıyamet günü gelmemesine rağmen O kıyamet gününün sahibidir.
*ALİYYU’L A’LA*
Ali’nin anlamı kahir demektir. Dolayısıyla Allah Ali ve iktidar sahibidir. Ala-i ve Teâlâ yani kudret, kahir ve iktidar sahibi demektir. “Kral has kudrete sahip oldu” denilmekte ve ayrıca “Her şeye kudreti var.” Denildiğinde şu kastedilmiştir: “Ala ye’lu uluvven ve aliyyun ye’la elaen” ve her kim şerafet sahibi olursa ona “Meali” kökünden olan “M’eletun” denir. Her şeyin üst kısmında olan şeye “ilv ve uluv” denir. Örneğin “Falan toplumun üst tabakasındandır.” Denir. Ali isimdir. Allah Tebareke ve Teâlâ’nın yükseklik, yukarı ve aşağı inişi söz konusu olmaz. Ali’nin ikinci anlamı ise Allah’ın bir benzeri ve denginin olmaması ve cahillerin dönüp durduğu vesveselerinden ve sapıkların düşüncelerinin ona ulaşmasından yücedir. Dolayısıyla O, zalimlerin dediklerinden yüce, ulu ve büyüktür. “A’la”nın anlamı âli ve kahirdir. Bunun teyidi Allah Azze ve Celle’nin – Hz. Musa’ya (aleyhi selâm)- buradaki şu sözüdür: “Korkma, hiç şüphe yok ki sen, daha üstünsün. (Ta-ha, 68)” yani kahirsin. Ve Allah Azze ve Celle’nin Müminleri savaşa teşvik etmek için buyurduğu bu sözü: “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz. (Al-i İmran, 169)” ve yine Allah Azze ve Celle’nin şu sözünde olduğu gibi: “Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde büyüklük tasladı. (Kasas, 4)” yani onlara galip geldi ve musallat oldu. Aynı şekilde şair de şöyle demiştir:
Onlara üstün gelip musallat olduktan sonra
Onları leş yiyenlere ve kartallara terk ettik
İkinci anlamı ise Allah benzeri ve dengi olmaktan yücedir. Yani münezzehtir. Allah’ın buradaki sözünde olduğu gibi: “O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Yunus, 18)”
*EL- BAKİ*
Baki, yani sonradan oluşturulmadan ve sonu olmayacak olan demektir. Beka yokluğun zıttıdır. “O şey iyi kaldı”. Denir ve aynı şekilde “Ondan geriye bir şey kalmadı.” Ve “Hiç bir koruyucu onları Allah’ın (azabından) koruyamadı.” Denir. Sıfatındaki devamlılık ise yok olmaz ve fani olmaz baki anlamındadır.
*EL- BEDİ’İ*
Bedi’i’nin anlamı yeni şeyleri, benzeri olmadan ve örnek almadan yaratan, icat eden demektir. Bedi’i kelimesi “Feil” vezninde gelirse yapan anlamındadır. Allah Azze ve Celle’nin buradaki sözündeki gibi: “azabun elim” yani acı azap demektir. Araplar şöyle demektedirler: “darbu’n veciu’n” yani acı verici darp anlamındadır. Şair de aynı anlamda şöyle demiştir:
Acaba güzel kokunun getiricisi ve haber vericisi
Beni yaprak yaprak ediyor,
Hâlbuki tek yardımcım uykudadır
“Bid’u’ş şey” yani tüm şeylerde ilk olan demektir. Allah Azze ve Celle’nin buradaki sözünde olduğu gibi: “De ki: Ben peygamberlerin (içinde bir türedi) ilki değilim. (Ahkaf, 9)” yani ilk peygamber değilim. “Bidat” din ve din dışında icat edilen şeydir. Şairde aynı anlamda şöyle demiştir:
Ellerin bağışlamak için yaratılmamıştır
O ikisinin cimrilikleri yeni bir şey değildir
Hayırdan sonra elini çekti
Yüz yerine yediye kanat ettiği gibi
Öteki el, onun üç bin dokuz yüzünü geçer
Denir ki: “Bed’yi” bir şeyi getirdin. Yani şaşırtıcı bir şey yaptın.
*EL- BARİ’*
Bari yaratanların yaratanı, yani haliklerin haliki demektir. “bereehum yebreuhum” yani onları yarattı ve yaratıyor. Bariye yaratan demektir. Arapların çoğu ondaki hemzeyi kullanmazlar. Bariye “faile” vezniyle “Mefule” ve yapılmış anlamındadır.
Bazıları bu kelimenin, bilâkis “bereytu’l ude” yani “ağacı budadım” kelimesinden türediğini söylemişlerdir. Bazıları bu kelimenin “toprak” anlamındaki “beri”den türediğini iddia etmiştir. Yani “onları topraktan yarattım” bundan dolayı hemzesiz okunduğunu iddia etmişlerdir.
*EL- EKREM*
Ekrem, kerim anlamındadır. Yani asil ve seçkin demektir. Bazen “Efe’l” vezniyle “feil” manasında gelir. Allah Azze ve Celle’nin buradaki sözü gibi: “Bu O'na göre pek kolaydır. (Rum, 27)” yani kolay ve basittir. Ayrıca Allah Azze ve Celle’nin buradaki sözü: “La yaslaha illel'eşka” (Ona, ancak en bedbaht olandan başkası yollanmaz. (Leyl, 15)” ve yine şu sözü: “Ve seyucennebuhel'etka.” (Sakınan ise, ondan uzak tutulacaktır. Leyl, 17) buralarda geçen “eşka” ve “etka” kelimeleri “şeki” ve “teki” anlamındadır. Şair de burada aynı anlamı kast etmiştir:
Bizim için gökleri inşa eden
Sütunları değerli ve yüksektir
*EZ- ZAHİR*
Zahir, yani Allah’ın Kudretine şahit olmaları, hikmetinin sonucunu ispatlamak ve yaratıklarının tümünün en küçük bir şeyi yaratmaktan, en basit ve en hakir bir şeyi inşa etmekten aciz olduklarını beyan etmek için ayetlerini apaçık aşikâr etti. Allah Azze ve Celle’nin burada dediği gibi: “Sizin, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için bir araya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. (Hac, 73)” Dolayısıyla Allah’ın birliğine tüm yönlerinden şahit olmayan hiçbir yaratık yoktur. Allah Tebareke ve Teâlâ kendi zatını nitelendirmekten yüz çevirdi, çünkü O ayetleriyle, kudretinin şahitleriyle apaçık ve bellidir. Ama zatı gizlidir. Zahir’in ikinci anlamı ise her istediği şeye galip ve kadirdir. Allah Azze ve Celle’nin buradaki sözü bu anlamda kullanılmıştır: “Böylece üstün geldiler. (Saff, 14)” yani onlara galip geldiler.
*EL- BATIN*
Batın, yani Allah vehimlerden gizlidir. Dolayısıyla O, ihata olunmayan gizlidir. Kuşatanlar O’nu kuşatamazlar. Çünkü O, düşüncelerden öncedir. Bilinenlerden önce olduğu için onu kuşatamazlar. Vehimlerden önce olduğu için O’nun künhüne eremezler. Gözler O’ndan aşağı indiği için O’na erişemezler. Dolayısıyla O, tüm gizlilerin gizlisi, tüm saklıların saklısıdır. Zatıyla gizli, ayetleriyle açık ve üstündür. Bundan dolayı O, örtüsüz gizli; yakınsız aşikârdır.
İkinci anlamı ise tüm şeyleri bilmesidir. Yani gizleyenlerden, açık edenlerden, tüm yayılanlardan ve yaratılanlardan haberdar ve onları görendir. Kişinin içinin derinliklerine ve kavminin ona ve onun kavminin işlerine karışmasına vakıftır; şöyle ki Allah onların sırlarına âlimdir, Allah Azze ve Celle kendisini bir şeyde saklayarak gizli olduğu anlamında değildir.
*EL- HAY*
Hay, yani Allah faal ve müdebbirdir. Kendi zatında diridir. Ölüm ve yokluk O’nda söz konusu değildir. Onun aracılığıyla yaşaması için her hangi bir hayata ihtiyacı yoktur.
*EL- HEKİM*
Hekim’in anlamı Allah’ın âlim olmasıdır. Hikmet lügatte ilim demektir. Allah Azze ve Celle’nin buradaki sözünde olduğu gibi: “Allah hikmeti dilediğine verir. (Bakara, 269)”
İkinci anlamı ise Allah sağlamdır ve işleri sağlam ve fesattan uzaktır. (hekemtuhu ve ehkemtuhu) kelimeleri yani “onu sağlam yaptım” ve gem vurmaya da bundan dolayı (hekemtuhu) demişlerdir ki (hayvanı) hızlı gitmekten alıkoyarak onun gemini kavrar.
*EL- ÂLİM*
Âlim, yani Allah zatıyla âlimdir. Sırları bilen, kalpleri algılayandır. Hiçbir gizli ona gizli kalmaz ve zerre miktarı ondan saklı olmaz. Eşyayı oluşmasından önce bilir; oluşmasından sonra, gizlisini, açığını, zahirini ve batınını bilir. Allah Azze ve Celle’nin eşyaya olan ilminin yaratılanların ilmiyle farklı olması Allah Tebareke ve Teâlâ’nın tüm anlamlarda onlardan farklı olduğunu gösterir. Allah kendi zatına âlim ve sağlam iş yapanlara âlimdir. Bundan dolayı O’nun için eşyayı ilmiyle bilir denilmez, aynı şekilde onunla birlikte başkasının kadimliği ispat edilmez. Bilâkis şöyle denir: kuşkusuz O, zaten âlimdir. Öteki tüm zati sıfatları içinde aynı şekilde söylenir.
*EL- HALİM*
Halim yani O’na itaat etmeyene karşı sabırlı ve azap etmekte acele etmeyen demektir.
*EL – HAFIZ*
Hafız, koruyan demektir. “feil” vezninde fail ve yapan manasındadır. Anlamı ise her şeyi korur ve belâlardan uzak tutardır. Allah, ilim anlamında hıfzla nitelendirilmez. Çünkü bizler de eğer Kur’an hafızı veya ilimlerin hafızı olarak nitelendiriliyorsak bu mecazi anlamdadır. Bundan amaç, bir şeyi sakladığımızda bizden uzaklaşmadıkları gibi; her ne zaman onları öğrenirsek bizden gitmemeleri anlamındadır.
*EL- HAK*
Hakk’ın anlamı gerçeği gösteren dile getiren demektir. Mastar olduğundan anlamında genişleme söz konusudur. “ğiyasu’l musteğisin” (yardım isteyenlerin sığınağı) kelimesinde olduğu gibi. İkinci anlamı ise Allah’ın ibadeti hak, Ondan başkasının ibadeti ise batıldır. Bunun teyidi Allah Azze ve Celle’nin buradaki şu sözüdür: “Bu böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O'nun dışındaki taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. (Hac, 62)” yani batıl olur ve yok olur gider. Hiç kimse için ne bir sevap ve ne de bir azap verir.
*EL- HASİB*
Hasib, tüm şeyleri sayan, onları bilen, O’ndan hiç bir şeyin gizli kalmaması demektir. İkinci anlamı ise Allah, kullarının hesabını yapan, onların amellerini hesaplayacak ve onlara mükâfat verecektir. Hasib, “feil” vezninden ama “mufail” manasındadır. “Celis”, “mucalis”te olduğu gibi. Kelimenin üçüncü anlamı ise Allah kâfi ve yeterlidir. Allah sana ve bana yetendir. Yani bize yeterlidir ve bu şey benim için kâfidir. “ehsebtuhu” yani ona o kadar çok bağışta bulundum ki en sonunda bu bana yeterlidir, dedi. Allah Azze ve Celle’nin burada buyurduğu gibi: “Bunlar Rabbinin yeterli bir bağışı, mükâfatıdır. (Nebe, 36)” yani yeterlidir.
*EL- HAMİD*
Hamid’in anlamı yani övülmeye / methedilmeye değer demektir. “feil” vezninden ama “meful” anlamındadır. Hamd, suçlama ve kınamanın zıttıdır. Eğer bir kişinin davranışından razı olur ve halk arasında bunu yaymak istersen şöyle dersin “hemidte fulanen” (Falancayı övdün.)
*EL – HAFİ*
Hafi’nin anlamı âlim demektir. Allah Azze ve Celle’nin buradaki sözünde olduğu gibi: “Sanki senin ondan haberin varmış gibi sana soruyorlar. (A’raf, 187)” yani sanki senin onun vaktinden haberin varmış gibi senden kıyamet vaktini soruyorlar. Kelimenin ikinci anlamı ise Allah lâtiftir demektir. “el – hifayetu” mastardır. El- Hafi yani senden haberdar lâtiftir; iyiliklerini ve lütuflarını bilir, demektir.
*ER – RAB*
Rab, malik ve sahip demektir. Her kim bir şeyin sahibi olursa onun rabbidir. Allah Azze ve Celle’nin buradaki sözünde olduğu gibi: “Rabbine dön…(Yusuf, 50)” yani efendi ve sahibine dön demektir. Huneyn savaşında bir adamın şu sözünde olduğu gibi: “Kureyş’ten bir kişinin benim rabbim olması “Hevazin” kabilesinden birinin rabbim olmasından benim için çok daha sevimlidir.” Onun kastı yani benim malik ve sahibim olması anlamındadır. Yaratılanlar için elif ve lâmlı olarak “er-rab” denilmez. Çünkü elif ve lâm genele delâlet eder, bilâkis yaratılanlar için falancanın rabbi denir ve tamlamayla bilinir. Çünkü onun dışında ona malik olan kimse yoktur. Dolayısıyla malik olduğu şeye nispet verilir. “Rabbaniyyun” Allah’a “te’lluh” ve ibadet, yani Allah’ın yetiştirmiş olması anlamındadır. Bunlar enbiyalarla birlikte sabır gösteren kişilerdir.
*ER- RAHMAN*
Rahman’ın anlamı rızık ve nimeti de içine alacak şeklinde rahmeti kullarını kuşatmıştır, demektir. Bu isim kitaplarda Allah Tebareke ve Teâlâ’nın isimlerinden bir isimdir ve bu anlamda onun için bir ad yoktur, denmiştir. İnsanlar için “rahimu’l kalp” denir, ama “rahman” denmez, çünkü rahman belâ ve zorlukları gidermeye gücü yeten demektir, ama kulları arasında buna güç yetiren yoktur. Bazıları insanlara rahman denilmesine cevaz vermiştir. Bununla rahmet ve şefkatte zirveyi kast etmişlerdir. Ama bu yanlış bir görüştür. Rahman tüm âlemler için, rahîm ise sadece müminlere hastır.
*ER- RAHÎM*
Rahîm’in anlamı yani Allah müminlere çok şefkatlidir. Allah, kulların yaptıkları işlerin sonunda rahmetini onlara has kılar. Allah Azze ve Celle’nin burada buyurduğu gibi: “Allah, müminlere karşı çok merhametlidir. (Ahzab, 43)” “rahman” ve “rahîm” kelimeleri “nedman” ve “nedim” vezninden “rahmet” kelimesinden türeyen iki isimdir. “rahmet”in anlamı nimet, “rahîm”in anlamı nimet verendir. Allah Azze ve Celle’nin Resulüne burada buyurduğu gibi: “(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik. (Enbiye, 107)” yani onlara nimet olarak gönderdik. Kur’an için şöyle denir: “hidayet ve rahmet” yağmura da nimet anlamında rahmet denir. Rahmetin anlamı yumuşaklık değildir, çünkü yumuşaklık Allah Azze ve Celle için nefyedilmiştir. Bundan dolayı kendisinde çok nimetler görülen yumuşak kalplilere rahim denir. Bağış ve nimet veren kişiye şöyle denir: “falan kişi ne kadar da rahmete yakındır.” Merhamet kelimesi de rahmet anlamındadır. Bu anlamda şöyle denmektedir: “rahimtuhu merhameten ve rahmeten” yani ona nimet verdim.
*EZ- ZARİ*
Zari, yaratan anlamındadır. “zere’e Allah-ul ğalke ve bereehum” dendiğinde yani onları yarattı, demektir. “Zürriyet” isminin bu kelimeden türediği söylenmiştir. Sanki onlar bu sözleriyle, Allah Azze ve Celle’nin kişinin zürriyetini o kişiden yarattığına inanmaktadırlar. Arapların çoğu “el- beriye”, “beri” ve daha bir çok kelimede bulunan hemzeyi kullanımının çok olduğundan dolayı terk etmiş ve kullanmamışlardır. Burada da hemze atılmıştır. Bazıları kelimenin “zerevtu” veya “zereytu”dan alındığını iddia etmiştir. Maksatları ise yani Allah, onları çoğalttı ve yeryüzünde yaydı. Allah Azze ve Celle’nin burada buyurduğu gibi: “ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan… (Nisa, 1)”
*ER- RAZİK*
Razık yani Allah Azze ve Celle, iyi ve kötü kullarına rızık verir. “Rezek” kelimesi de Arap dilindeki nakillerin birinde rızık anlamındadır. Eğer rezek kelimesinden kasıtları mastarsa rızık derler. “orduya bir defa rızık verildi. Denildiğine yani bir defa rızıklarını almışlardır, anlamındadır.
*ER- RAKİB*
Rakib yani koruyucu demektir. “fail” anlamında “feil” veznindendir. Eğer birine “rekibu’l kavm” denirse maksatları o topluluğun koruyucusudur.
*ER- RAUF*
Rauf’un anlamı rahîmdir. Re’fetten maksatsa rahmettir.
*ER- RAİ’*
Rai’nin anlamı âlim demektir. Ru’yet yani ilimdir. Rai’nin ikinci anlamı ise Allah görendir. Ru’yet ise bakmak anlamındadır. İlim anlamındaki rai kelimesi için şöyle denebilir: “Allah her zaman raidir (âlimdir.)” Ama gören anlamındaki rai için böyle şey söylenmez.
*ES – SELÂM*
Selâm’ın anlamı Müslim demektir. Kelimenin anlamında bir çeşit genişlik vardır. Çünkü selâm mastardır. Yani selâmet onun tarafındandır. Selâm ve selâmet, “rıza” ve “rıza’e” veya “lezaiz” ve “lezaize” gibidir. Selâmın ikinci anlamı kullarda olan kusur, eksiklik, yokluk, bir yerden bir yere gidip gelmek, fena ve ölüm gibi sıfatlardan Allah’ın esende kalmasıdır. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Rableri katında onlara esenlik yurdu vardır. (En’am, 127)” dolayısıyla selâm Allah Azze ve Celle’dir, yurdu ise cennetidir. Cenneti selâm (esenlik) olarak adlandırmak uygundur. Çünkü dünyadaki hastalık, ölüm, yaşlılık gibi şeylerden orada güvendedir. Dolayısıyla orası afet ve hastalıklardan uzak esenlik yurdudur. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Artık, "Ashab-ı Yemin"den selâm sana. (Vakıa, 91)” onlardan senin için selâm yani sana onlardan esenlik haberi verir. Selâmet sözlükte doğruluk ve sağlamlık anlamındadır aynı zamanda. Allah Azze ve Celle’nin burada buyurduğu gibi: “Cahiller onlara lâf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler. (Furkan, 63)” yani doğru ve açık bir söz söylerler. Bundan dolayı kusur ve günahtan salim olduğundan doğru söze selâm derler.
*EL- MÜMİN*
Mümin, tasdik eden demektir. Sözlükte iman tasdik anlamındadır. Allah Azze ve Celle’nin Kur’an’da buyurduğu Hz. Yusuf’un (aleyhi selâm) kardeşlerinin sözü de buna delâlet etmektedir: “Her ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmazsın” dediler. (Yusuf, 17)” bundan dolayı kul, mümin ve Allah’ın birliğini ve ayetlerini tasdik edendir. Allah, vaat edip yerine getirdiği şeylere mümin ve kabul edendir. İkinci anlamı ise Allah, kulları arasında ayetleriyle kendi vahdaniyetini ispat etmiş ve kendi alâmetleriyle aşikâr edip, açıklamaları, mucizevî tedbirleri ve takdirinin incelikleriyle kendi hakikatini onlara tanıtmıştır. Üçüncü anlamı ise Allah onları zulüm ve sitemden güvende kılmıştır. Bu konuda imam Sadık (aleyhi selâm) şöyle buyurmuştur: “Allah Azze ve Celle mümin olarak adlandırılmıştır, çünkü O’na itaat edeni azabından güvende kılar. Kul da mümin olarak adlandırılmıştır, çünkü şüphesiz kul, Allah Azze ve Celle’den güven talep eder ve Allah da onun isteğini kabul eder.” Ve yine imam Cafer Sadık (aleyhi selâm) şöyle buyurmuştur: “Mümin, komşusu onun zararından güvende olan kimsedir.” Ve yine İmam Sadık (aleyhi selâm) şöyle buyurmuştur: “Mümin, Müslümanların can ve mallarının onun elinden güvende olan kimsedir.”
*EL- MUHEYMİN*
Muheymin’in anlamı şahit demektir. Allah Azze ve Celle’nin burada buyurduğu gibi: “Onları doğrulayıcı olarak… (Maide, 48)” yani onlara şahit olarak. İkinci anlamı ise mebni bir isim ve “el- Emin” kelimesinin kökündendir. El- Emin ise Allah Azze ve Celle’nin isimlerinden bir isimdir. Sonra “mubeytir” kelimesinin “beyter” ve “beytar” kelimelerinden oluşturulduğu gibi muheymin kelimesi de ondan oluşturuldu. Sanki kelimenin aslı “mueymin” idi ki sonra hemze “ha”ya dönüştürülerek “muheymin” oldu. “ereket” ve “eyhate” kelimelerindeki hemzelerin “ha”ya dönüşerek “hereket” ve “heyhate” kelimelerine dönüştüğü gibi. Emin, Allah Azze ve Celle’nin isimlerindendir. Her kim kelimedeki “elif” (e) harfini çekerek telâffuz ederse gerçekte “ey Emin” demek istemiştir. Buradaki söz gibi: “ezeyd” yani “ey zeyd.” Ayrıca muheymin, Allah Azze ve Celle’nin geçmiş kitaplardaki isimlerinden bir isimdir demişlerdir.
*EL- AZİZ*
Aziz, yani hiçbir şey Allah’ı aciz bırakmaz ve hiçbir şey O’nun iradesine engel olamaz. O, her şeye galip ve önünde durulmaz üstündür. Bir Arap atasözünde şöyle denmiştir: “men ezze, bezze” yani her kim üstün gelirse yağmalar. Allah Azze ve Celle’nin davalı iki tarafın sözünü naklettiği şu sözünde olduğu gibi: “Tartışmada bana üstün geldi… (Sad, 23)” yani karşılıklı tartışma sırasında bana galip geldi. İkinci anlamı ise yani Allah meliktir (padişahtır) ve melik’e aziz derler. Hz. Yusuf’un (aleyhi selâm) kardeşlerinin Yusuf’a (aleyhi selâm) dedikleri şu sözdeki gibi: “Ey aziz! (Yusuf, 88)” bu sözden maksatları yani ey meliktir.
*EL- CEBBAR*
Cebbar, yani erişilmez galip demektir. “tecebbur” ve “ceberut” yani büyüklük ve azamet ona mahsustur. Ulaşılmaz hurma ağaçlarına “cebbaretun” denir. Cebr, yani hoşlanmadığı bir şeye birisini zorlamaktır. Bu durumda şöyle dersin: “onu bu işe zorladım.” İmam Cafer Sadık (aleyhi selâm) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Ne cebir ne de tefviz (tam serbestlik.) Doğrusu, bu ikisinin arasındaki bir çizgidir.” Bununla imam (aleyhi selâm) şunu kastetmiştir: “Allah Tebareke ve Teâlâ, kullarını günah işlemeye zorlamamış ve dinin işlerini de onlara bırakmamıştır ki kullar onda kendi görüş ve ölçülerine göre hareket etsinler. Dolayısıyla Allah Azze ve Celle hudutları belirlemiş, görev taksimi yapmış, yasalar koymuş, farzları belirlemiş, müstahapları karar kılarak onlara dinini kâmil etmiştir. Hudutlar belirlenmiş, görevler taksim edilmiş, yasalar konulmuş, farz ve sünnetler belirlenmiş ve dinde kâmil olmuşsa artık tefvize yer yoktur.
*EL – MÜTEKEBBİR*
Mütekebbir, Kibriya’dan alınmıştır. Tekebbür ve azamet için bir isimdir.
*ES- SEYYİD*
Seyyid’in anlamı sultan ve hükümdardır. Her topluluğun hükümdar ve büyüğüne o topluluğun seyyidi derler. Onlara hükümdarlık etmiş ve etmektedir. Kays b. Asım’a şöyle soruldu: “Hangi vesileyle kavmine hükümdarlık ettin?” Kays dedi ki: “Mal bağışlamakla, kötülük etmemekle ve dostlara yardımla.” Bu konu hakkında Hz. Nebi (sallallahu aleyhi ve âlih) şöyle buyurmuştur: “Ali, Arapların seyididir.” Ayşe dedi ki: “Ey Resulullah! Acaba Arapların seyidi sen değil misin?” Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlih) şöyle buyurdu: “Ben Âdem oğullarının seyidiyim, Ali de Arapların seyididir.” Sonra Ayşe dedi ki: “Ey Resulullah! Seyit ne demektir?” Resulullah şöyle buyurdu: “Bana itaatin farz olduğu gibi, itaati farz olan demektir.” Bu hadisi “Meaniu’l Ahbar” kitabında senetleriyle birlikte zikrettim. Dolayısıyla bu hadise göre “seyid”in anlamı itaati farz olan hükümdar demektir.
*ES- SUBBUH*
Subbuh kelimesi “fu’ul” vezninden ve mebni bir kelimedir. Arap dilinde anlamları aynı olan “Subbuh” ve “Kuddus” kelimeleri dışında bu vezinde başka bir kelime yoktur. “Subhanallah” Allah’ı uygun olmayan her türlü nitelemelerden münezzeh bilmektir. Subhan kelimesi “tesbihen lillahi” anlamında fiil yerinde kullanıldığından “fethe”li olarak okunmaktadır. Bu kelimeden maksat ise Allah’ı tesbih etmektir. Kelimenin fetheli okunmasının sebebi zarf olduğundan da olabilir. O zamanda anlamı şöyle olur: “Allah’ı tesbih ediyoruz ve Allah’ı tesbih ediyorlar.”
*EŞ- ŞEHİT*
Şehit, yani tüm mekânlara yaratan ve idare eden olarak şahit olmak demektir. Şöyle ki mekânın olması, yaratmasıyla ve tedbiriyledir, yoksa Allah’ın yeri olması için değil, çünkü Allah Azze ve Celle mekân olmadan var olandır.
*ES- SADIK*
Sadık, yani Allah vadesinde sadıktır ve ahdine vefa eden kişinin mükâfatı konusunda cimrilik etmez.
*ES- SANİ*
Sani, tüm yapılmış şeyleri yapan demektir. Yani yaratılan tüm varlıkların yaratanı, tüm yoktan var edilen şeylerin var edicisidir. İşte tüm bunların hepsi yarattığı varlıkların hiç birinin ona benzemediğine delâlet eder. Çünkü biz her ne kadar müşahede edersek onun yapıcısının bir benzeri işi görmemekteyiz. Çünkü yapanlar cisimdirler ve onların işleri cisim dışı işlerdir. Allah, yaptığı işlere benzemekten münezzehtir. Et, kemik, kıl, kan, sinir, damar, organ, uzuv, ecza, ışık, karanlık, yer, gök, taş, ağaç ve bunun dışındaki şeylerin tümü Allah’ın yarattığı yaratma işlerindendir. Tüm bunların hepsi Allah Azze ve Celle’nin işlerinden ve yapmalarındandır. Tüm bunların hepsi Allah’ın birliğine delâlet etmekte ve O’nun tekliğine, yaratıklarından farklı olduğuna ve ortağının olmadığına şahitlik etmektedir. Bu anlamda bazı bilge kişiler nergis gülünün vasfında bu tür açıklamalarda bulunmuşlardır.
Devamı var…
ABNA.İR
--------------------------------------------------------------------------------
[1] -"Bu isimler ve üç yüz altmış sayısını buluncaya kadar diğer en güzel isimler" sözü, yüce Allah'ın isimlerin doksan dokuz sayısı ile sınırlı olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu rivayetler olsa olsa şuna delil olur. Yüce Allah'ın isimleri içinde doksan dokuz tanesi özel bir nitelik taşır ve kim bunlarla dua ederse duası kabul olur... Kur'ân'da Esma'ul-Husna'nın sayısını belirleyen bir delil yoktur. Tersine "O kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. En güzel isimler O’nundur." (Tâhâ, 8), "En güzel isimler Allah'ındır; O'nu onlarla çağırın (ibadet edin)." (A'raf, 180), "En güzel isimler O'nundur. Gökteki ve yerdeki bütün varlıklar. O'nu noksanlıklardan tenzih ederler." (Haşr, 24) ayetleri ile bunlara benzer diğer ayetler gösteriyor ki, varlık âlemindeki anlamca en güzel isimler yüce Allah'a aittir. Buna göre Esma'ul-Hüsna hiçbir sayı ile sınırlanamaz. Kur'ân'da zikredilen Esma'ul-Husna'nın sayısı yüz yirmi yedidir. [el-Mîzan, c.8, s.509, 507, 499, 500]
[2] - Şeyh Saduk (r.a) konu hakkında şöyle buyurmuştur: Allah Resulünün “Allah Tebareke ve Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa, cennete girer." Sözünün anlamı şudur: “Sayması onu kavraması, anlamlarına vakıf olması demektir. Saymanın anlamı onları saymak demek değildir.”
[3] —Kim o isimleri sayarsa, cennete girer." şeklindeki sözünden kastı, yüce Allah'ın o isimlerin bütün içerikleri ile hiçbir istisna söz konusu olmaksızın sıfatlandığına inanılmasıdır. (el- mizan, c.8 s. 502)
[4] - Burada zikredilecek isimlerinin tamamı Şeyh Saduk (r.a) tarafından kaleme alınan “Tevhit” adlı kitaptan alıntıdır.