
کارگر
Özetle Filistin Tarihi
İslam’ın Zuhuruna Kadar ki Filistin Tarihine Bir Bakış Eski adı “Ken’an” olan Filistin’in yüzölçümü 25000 km. karedir. Akdeniz’in doğu sahillerinde yer alan bu ülkenin komşuları Mısır,Suriye, Ürdün ve Lübnan’dır. Verimli toprakları olan Filistin’in ılıman bir iklimi vardır. Bu bölgede Hz. İsa(A) Hz. Musa(A) gibi büyük Peygamberler zuhur etmiş ve Hz. İbrahim(A) yaşamıştır; Jeopolitik açıdan da çok hassas ve stratejik bir bölgedir.
Eski adı Beytul Mukaddes olan Urşelim şehri Murya dağında yer alan Yahudilerin mabedinin bulunduğu tepede vaki olmuştur. Sahyun(Sahyun veya Siyon lügatta güneşli veya kurak dağ anlamındadır; bazen de Sahyun kelimesinden bütün Urşelim kastedilmektedir ki bu ad Ahdı Atik ve İncil’de de geçmiştir.) ve Zeytun dağlarının kuşattığı Beytul Mukaddes Filistin’in en önemli şehirlerindendir.
Filistin’in maceralı tarihi eski peygamberlerin adıyla başlar. Hz. Yakub’un ismi “İsrail”di. İsrailoğulları Hz. Yakub’un çocukları olup milattan yaklaşık 13 asır önce o topraklarda yaşamış, Firavun’un Mısır’a hakim olduğu dönemlerde ve Hz. Musa’nın (A) zuhurundan önce kalabalık bir kavim haline gelmişlerdir. Hz. Yakub(A) Mısır’a önce kalabalık bir kavim haline gelmişlerdir. Hz. Yakub (A) Mısır’a geldikten 430 yıl sonra Hz. Musa(A) İsrailoğulları’nı Allahu Teala’a için vaadettiği topraklara Filistin’e götürmek için Mısır’dan çıkardı; ancak o topraklara kırk yıl sonra girebildiler ve bu arada bir çok olaylar vuku buldu; mesela, Hz. Musa(A) kavmine hidayet levhalarını getirmek için onları kırk gün yalnız bırakınca kavmi eski putperestliklerine geri döndüler ve işte bu itaatsizlikleri yüzünden kırk yıl çöllerde başı boş dolaşıp durdular ve Hz. Musa (A) bu süre boyunca bir an olsun kavmini hidayet etmekte kusur göstermedi, ama kavmi defalarca ona isyan etti. Hz. Musa’dan sonra yerine geçen Hz. Yuşa b. Nun ve İsrailoğullar’nı Ürdün’den geçirmek üzere hareket etti. İsrailoğulları yeni şehirlere ulaşınca şehirleri yağmalamaya ve ahalisini öldürmeye başladılar. Bunun üzerine Urşelim Padişahı diğer beş şehrin padişahıyla bileşerek yuşa ve İsrailoğulları’yla savaştılar; ancak hepsi bu savaşta yenik düşerek İsrailoğulları tarafından asıldılar. Fakat Filistin kavmi onların karşısında direndi ve nihayet İsrailoğulları’nı bozguna uğrattılar. Birkaç kanlı savaşta Filistin kavmi onları yenilgiye uğrattı; ancak uzun savaşlardan sonra İsrailoğulları güçlenerek şehirleri ele geçirdiler ve yaklaşık milattan bin yıl önce Hz. Davud(A) Urşalim’i Filistinlilerin elinden alarak orada Beytul Mukaddes’in temelini atmaya Ka’be’nin Mekke’de Hz. İbrahim (A) tarafından bina edilmesinden yaklaşık 1100 yıl sonra ve Matta’nın İncil’inde rivayet edildiğine göre Hz. İsa’nın soyu(A) yirmi sekiz göbekten Hz. Davud’a (A) ulaşmaktadır. Dolayısıyla Ka’be tevhid ehlinin birinci haremi ve Mescidul Aksa(Kudüs) ise ikinci haremi oldu.
Ahd Tabutu: Rivayet edildiği üzere Hz. Musa’nın (A) annesinin Musa’yı içine bırakarak Nil nehrine bıraktığı ve daha sonra Hz. Musa’nın (A) levh, zırh ve peygamberlik alametlerini içine bıraktığı, hiç kimsenin el sürmeye hakkı olmadığı sandıktır. Bu sandığı Hz. Davud(A) zamanında içini ve dışını altın kaplayarak Sahyun dağına götürdüler ve kamuflaj edebilmek için de bir kurban yeri bina ettiler. Bu sandık bir müddet zafere ulaşmış olan Filistinlilerin eline geçti; ancak daha sonra onu tekrar İsrailoğulları’na geri verdiler ve Hz. Süleyman’ın(A) zamanına kadar Sahyun dağında tutuldu; fakat Beytul Mukaddes’in binası tamamlanınca sandığı Beytul Mukaddes’e intikal ettirdiler. Hz. Süleyman’ın(A) saltanatı kırk yıl sürdü ve Kudüs’te huzur ortamı yarattı. Ancak Hz. Süleyman’dan (A) sonra İsrailoğulları tekrar zulüm ve yağmacılığa başladılar. Yaklaşık milattan 730 yıl önce Şalemnasr, İsrailoğulları’na saldırdı ve Onlardan bir bölümünü esir alarak yerlerine Babiler’i yerleştirdi. Milattan önce 586 yılında Buhtnasr’ın zamanına Yahudiler bir kez daha Aşuriler’in saldırısına uğradı. İsrailliler dağıldılar ve Babil’e esir düştüler. Bu arada Hz. Süleyman’ın (A) mabedini de yerle bir ettiler.
Kudüs’ün binasından 470 yıl önce (yaklaşık milattan 1300 yıl önce) İsrailoğulları ve Yahudilerin Filistin’e girmesiyle bu bölge huzur yüzü görmedi ve bugün ondan 3300 yıl geçmesine rağmen henüz huzura kavuşmuş değildir.
Armiya, Aşiya, Danyal (mezarı İran’ın Şuş şehrindedir) vb… gibi Urşalim’in yıkılmasına ve Yahudilerin perişan ve esir olmalarına tanık olan ve onlara teselli veren diğer Peygamberleri devamlı kurtuluşu ve büyük kurtarıcının zuhurunu vaad ediyorlardı ki onların bu konudaki Şiir ve konuşmaları ahdi Atik’de kaydedilmiştir. Bu arada Hehamenişi padişahı Kuros’un doğudan kıyam ederek torakları fethetmesi İsrailoğulları’nı sevindirdi. Nihayet Kuroş Babil’i de fethederek İsrailoğulları’nı kurtardı ve onları Filistin ve Urşalim’e geri çevirdi. Kuroş bütün kavim ve mezheplerle iyi geçiniyordu; onun emriyle Beytullah tamir edildi. Urşelim 3. Daryuş’un saltanatının sonuna kadar huzur içindeydi. Nihayet milattan önce 323 yıllarında Büyük İskender, İran, Mısır, Suriye, Fenike ve Filistin’e saldırarak yakıp yıktı, katliamlar yaptı, İran’ın hazinesini yağmaladı ve Haşayar Şah’ın Atina’yı yıkmasına karşılık İntikam almak için Cemşid tahtını yaktı ve şehirlere kendi hakimlerini yerleştirdi.
İskender’den sonra onun yerine geçenler Filistin’e egemen oldular. Milattan önce 63 yılından itibaren Romalı'’ar'’n sultası başladı; uzun savaşlardan sonra Ermenistan'’ Asya’nın bir bölümüne, Afrika’ya ve sonra da Suriye ve Filistin’e saldırdılar. 1200 Yahudiyi öldürdüler, şehrin duvarlarını yıktılar.
Bu ortamda Yahudiler Hz. İsa’nın (A) zuhur ederek kendilerini kurtarmalarını ümitle bekliyordu. Hz. İsa(A) öğrencileriyle birlikte Celil ilinde vaki olan Nasire’den (kendisiyle ailesinin yaşadığı şehirden) Urşelim’e doğru hareket edince İncil’de tafsilatı geçen bir çok kerametler gösterdi. Hz. İsa(A) mabede giderek eğitimöğretime başladı; Yahudi bilginleri kıskandırdıklarından onu ortadan kaldırmak istediler. Nihayet Yahudi bilginleri şurasının verdiği fetva ve hazırladıkları ortam üzere Hz. İsa’nın(A) asıldığını reddederek şöyle diyor: “Biz Allah’ın Resulü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük demeleri nedeniyle de onlara böyle bir ceza verdik Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara onun benzeri gösterildi.”(Nisa/157)
Her haluklarda Hz. Mesih(İsa)(A) ebedileşti ve bir çok izleyicileri oldu. Hz. İsa’yı (A) seven Roma hükümdarları ondan sonra Yahudilere sert davranmaya başladılar; sonuçta Yahudiler defalarca ayaklandılar; onlardan bir çoğu Romalılar tarafından öldürüldüler.
Milattan sonra yetmiş yılında Roma İmparatorunun oğlu Titus 80000 askerle Urşelim’i kuşattı. Yahudiler birkaç ay direnmelerine rağmen sonunda Romalılara yenilerek tekrar perişan bir duruma düştüler. Hz. İsa’nın göklere yükselmesinden yaklaşık üçyüzyıl sonra Roma imparatoru Kostantin’in (Büyük Kostantin, m.s. 306337)
Hıristiyanlığın kabul ederek resmi din ilan ettikten sonra tekrar dikkatler Urşelim’e toplandı. Zira Beytul Mukaddes Hz. İsa’nın (A) doğum ve kabrinin olduğu yer olarak tanınmaktaydı. Bundan sonra Urşelim Hıristiyanlığın merkezi haline geldi, orada bir çok kiliseler kapıldı. M. 135 yılından beş yılı aşkın bir zaman süresinde Beytul Mukaddes’te Yahudilerin sadece küçük bir azınlığı yaşıyordu.
Sasan padişahı ikinci Husrov’un zamanında İran İmparatorluğuyla Roma imparatorluğu arasında savaş patladı. Bu savaş 404 yılında 430 yılına kadar sürdü ve devamlı İran İmparatorluğu, Roma İmparatorluğunu yenilgiye uğratıyordu, Sonuçta İran’la işbirliği yapan Yahudilerin sayesinde İran İmparatoru Urşelim’i (Filistin’i) fethetti; ancak Husrov’un ölümünden sonra Urşelim tekrar Hrıstiyanların eline geçti.
İslam’dan Sonra Beytul Mukaddes
Hz. Muhammed’in (A) Bi’setinden sonra Mekke’de bulunduğu 14 yıl boyunca Beyt’ul Mukaddeste vaki olan Mescidul Aksa Müslümanların ilk kıblesiydi. Hicretten iki yıl sonra Medine‘de Mescid’ul Haram’a (Ka’be’ye) doğru değiştirdiler. Bunun önemli sebeplerinden biri Yahudileri susturmak olabilir. Çünkü onlar Müslümanları kendi kıblelerine doğru namaz kıldıklarından dolayı sürekli tahkir ediyorlardı.
Resulullah’ın(S) irtihalinden sonra Birinci Halife’nin zamanında Suriye ve Filistin’in üzerine bir ordu gönderildi. Birinci halifenin ölümünden sonra ikinci halifenin zamanında Suriye ve Filistin Müslümanların eline geçti ve Romalılar o bölgede yenilgiye uğradılar. Şehir halkının çok direnmesine rağmen kuşatmanın uzun sürmesinden, yemek sorunu, hastalıkların yayılmasından vs. olarak ki nihayet teslim olmak zorunda kaldılar. İkinci halifenin çok sade bir elbiseyle şehre girmesi şehrin ahalisine karşı davranışı çok yumuşaktı ve ondan sonra (hicretin 15. Yılından itibaren) Müslümanların elindeydi. İkinci halifeyle Yahudiler arasında imzalanan antlaşmaya göre Yahudiler kendi dinlerinde baki kalmakta serbesttir. Bu şehrin halkını genelde müslüman Araplar teşkil ediyordu. İlk kıble olduğu için Kudüs Müslümanların yanında çok aziz ve kutsaldı.
Miladi 1095 yılında (H. K. 488) Avrupalıların Müslümanlara karşı saldırısıyla Haçlı savaşları başladı ve yaklaşık iki yüz yıl kadar sürdü. Gerçi bu savaşın; hrıstiyanlık dünyasının; Müslümanların batıda ilerlemelerinden intikam almak istemeleri, doğunun zengin servetlerine göz dikmeleri, Hz. İsa’nın doğduğu topraklara ulaşarak cennete girme inancı… vs. gibi sebepleri vardıysa da bazı tarihçiler bu savaşın en önemli sebeplerinden birinin de Filistin ve Beytul Mukaddes şehrinin özel konumu, bu şehirdeki hrıstiyanların Müslümanlara haraç vermesi ve ihtimalen onlara kötü davranılmasının teşkil ettiğine inanmaktalar. M. 395’de, yani Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Roma’ya ayrıldığı zamandan itibaren başlayan ve m. 1453 yılında Bizans’ın (bugünkü İstanbul’un)Fatih Sultan Mehmen vasıtasıyla fethedilmesiyle biten Orta Çağda Avrupa kilisenin zorba hükümranlığının merkezi halindeydi. Papa Müslümanlarla savaşı başlatmak için hileye başvurdu ve papazlar Filistin’de Hz. İsa’nın zuhurunun belirtilerinin görüldüğünü yaydılar. İşte bu yüzden hristiyanlardan bir çoğu Hz. İsa’nın(A) zuhurunu müşahade etmek için Beytul Mukaddes’e doğru Hareket ettiler ve bu arada papazlar her yıl Hz. İsa’nın Zuhurunu vadini gelecek yıla erteliyorlardı ve böylece ziyaretçiyle birlikte Beytul Mukaddes’e giden papazlardan birisi Kıbrıs’tan Avrupa’ya geri dönerek Müslümanların kendisinin Beytul Mukaddes’e girmesine engel oldukları yalanını yaymaya başladı. Bu gibi düzmeler neticesinde savaş patlak verdi ve yaklaşık iki yüzyıl kadar bir süre kurbanlar aldı. Bunun peşinden fakir halk kitlelerinden yediyüzbin kişi bir grup şövalyeye birlikte Kudüs’e doğru yola çıktılar; yol boyunca sayıları gittikçe artıyordu; bir rivayete göre sayıları milyonları geçti ancak üç yıl savaş, yağma ve tedrici ilerlemeden sonra o kalabalık kitleden sadece kırk bin kişi beytul Mukaddese ulaşabildi; gerisi ya Müslümanlara savaşta öldürdü veya hastalığa tutularak öldü. Uzun kuşatma ve amansız savaşlardan sonra nihayet haçlılar Beytul Mukaddes’e girerek katliam yapmaya başladılar, buldukları her şeyi ganimet götürdüler. Sonraları Filistin kralı komutan Godafer, Papaya verdi raporda şöyle diyecekti: “Beytul Mukaddes’te elimize geçen düşmanlarımıza ne yaptığımızı bilmek istiyorsanız şunu söyleyeyim ki, askerlerimiz Hz. Süleyman’ın mebedinde Müslümanların kan pıhtıları içinde düşmana saldırıyordu; kanlar atların dizlerine ulaşıyordu.” Hristiyanlar böylece 90 yıl Filistin’i yönettiler. İkinci Haçlı savaşlarının son merhalelerinde H: 542544(m: 11471149) Selahaddin Eyyubi, Haçlılar’ı bozguna uğratarak beytul Mukaddes’i geri aldı ve onları Suriye, Mısır ve diğer beldelerden dışarı sürdü. Avrupa’dan sel gibi yardım güçleri gelerek Haçlılar’a kavuşuyor ve savaş sürdürülüyorlardı. Nihayet Üçüncü Haçlı savaşları başladı(m: 11891192/h.k: 585588) Beytul Mukaddes’İn Müslümanların eline geçmesiyle hristiyanların tahkir olacağına inanan papa cihad fetvası verdi. İmparatorlar ve papalar bu yenilgiden sonra kendi aralarındaki ihtilafları bir kenara bırakarak Fransa ve İngiliz kralları hep birlikte savaşa katıldılar. Zaferler elde ettiler ve bir kez daha Müslümanları katliama başladılar ki işdekileri bütün bu cinayetler başta Albrmale Tarihi ve Gustavlubun Tarihi, vb… olmak üzere Avrupa Tarih kitaplarında tafsilatlı bir şekilde geçer.
Selahaddin Eyyubi’nin ölümünden sonra Eyyubi hanedanı duraklama devrine girdi ve Avrupa’da da papazlarla kralların uzun uzadıya çekişmelerinden sonra nihayet papa 3. Anyusnan, kralların kafir olduğuna fetva vererek Müslümanlara karşı cihad fetvası çıkardı ve üç yılı aşkın bir barıştan sonra savaş tekrar başladı. Haçlılar Kostantaniyye’yi fethederek buraya bir kral seçtiler ve dördüncü savaş da böylece son buldu.
Beşinci savaş (m: 12171221/h.k: 614618)Papa Anyusa ve onun yerine geçecek olan papanın tahrikiyle yeniden başladı. Papalar Avrupa krallarından Beytul Mukaddes’i kurtarmalarını istedilerse de onlar kabul etmediler. Bunun üzerine papalar Müslümanlara karşı yeniden cihad hükmü verdiler. Beşinci savaşta Haçlılar yenik düşerek topraklarına geri döndüler.
Altıncı savaş ise papa Üçüncü Anuryus’un tahrikiyle vuku buldu. Alman padişahı Fredrik önce papanın daveti kabul etti, ancak daha sonra bu kararından dönünce papa tarafından tekfir edildi. Fredrik sultanları arasındaki sıkı ihtilaflar yüzünden müslümanlar Beytul Mukaddes’i onlara bırakacaklarına ancak Mescidul Aksa’nın Müslümanların elinde olacağına dair Haçlılarla barış anlaşması yaptılar.
Yedinci Haçlı savaşı(m: 12481254/646652)Sen lui’nin m. 1248’de Mısır’a saldırmasıyla başladı. Haçlılar Gazze’de yenik düşerek esir oldu ve Müslümanlara ödenen ağır bir fidye karşılığında serbest bırakıldı. Yedinci Haçlı savaşından ve en son Eyyubi Padişahının ölümünden sonra köleler yaklaşık üçyüz yıl hüküm sürdüler ve Beytul Mukaddes’i de ellerinde tuttular. İslam topraklarına saldıran ve Beytul Mukaddes’in üzerine yürüyen Moğollar’la savaşarak onları yenilgiye uğrattılar. Haçlılardan geriye kalanları Akada da ortadan kaldırdılar. Diğer taraftan, uzun savaşlardan sonra ve Osman Gazi’nin, Moğollar ve Yunanlılar’la yaptığı savaşlarda bir çok zaferler elde etmesiyle birlikte Osmanlı silsilesi kuruldu. Osman h. K: 727,m:1326’da öldü. Ondan sonra diğer Osmanlı sultanları tahta geçti. Fatih Sultan mehmet m: 1453, h. K: 857 yılında haçlı iktidarının en önemli merkezi halinde ve doğu Roma’nın başkenti olan Kostantaniyye’yi fethederek Haçlılar’ı Avrupa kapılarına kadar sürdü ve fetihlerine Avrupa, Afrika ve Asya’da devam etti. Kostanniye’nin Bizans fethi Avrupa tarihinde bir dönüm noktasıydı. Haçlı savaşlarıyla Müslümanların bilgi ve medeniyeti Avrupa’ya geçti. Bu olay da orta çağların bitiş noktası, Rönesans ve ondan sonraki büyük değişmelerinin kaynağı oldu. Kostantaniyye beş yüzyıl kadar uzun bir zaman TürkOsmanlı imparatorluğunun başkenti haline geldi. Ondan sonra Osmanlı topraklarında sanat, ilim, kültür, edebiyat ve devlet yönetiminde, imar, mimarlık, bayındırlık vb… önemli gelişmeler oldu ve bu müddet zarfında Avrupa Ülkeleri daima Osmanlı korkusuyla yaşadılar.
Şia Mektebini resmi din olarak ilan eden safeviler’in İran’da ortaya çıkması ve Avrupa ülkelerinin; özellikle de İngilizlerin açık ve gizli komploları sonucu İran ve Osmanlılar arasında kanlı savaşlar patlak verdi ve bu savaşlar ikiyüz yıldan fazla sürdü. Avrupa, Osmanlı İmparatorluğu’yla barış antlaşması imzaladıktan sonra ilmi ve kültüler çalışmalarını(rönensas) başlatığı sırada İslam dünyası bir tefrika ve parçalanma yaşadı; bu uzun savaşlar boyunca Müslümanların güçleri gittikçe zayıfladı, İslam medeniyetini savunacaklarına iç savaşlara ve mezhebi kinlere kapılmıştı müslüman milletler…
20.yy.’da Beytul Mukaddes ve Filistin
Teknoloji devriminden sonra Avrupanın çehresi her an değişiyor ve Avrupalılar muhtelif ilim dallarında Müslümanlardan önce geçiyorlardı. Bu arada doğu derin bir uykudaydı, Avrupa ise teknoloji, fazla üretim ve iç pazarı doyurduktan sonra ürettiği fazla malları ihraç etmek ve ham madde temini için dış pazara gereksinim duydu; dolayısıyla sömürü ve diğer ülkelere tecavüze başladı.
İsrail’i Ortaya Çıkarmak İçin Ön Girişimler ve Filistinlilerle Arapların Tepkisi
19. Yüzyılın sonlarında Filistin’de ayaklanmalar başladı. O zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklemekte olan İngiltere ansızın politikasını değiştirerek Osmanlı İmparatorluğuna karşı ayaklanan Filistinlileri desteklemeye başladı. Çünkü O dönemlerde Hindistan İngiltere’nin en önemli sömürü güç kudret ve servetinin kaynağıydı dolayısıyla Hindistan’ı kaybetmek için Asya Ülkelerine hakim olmak Rusya ve Fransa’nın (Avrupa’da iki güçlü rakip) Hindistan’a saldırma tehlikesini önlemek zorundaydı. Bu amacına ulaşmak için de Osmanlı İmparatorluğunun elinde olan Süveyş kanalını ele geçirmesi gerekiyordu. İngiltere Arapları Osmanlı Türklerine karşı tahrik ediyordu. Örneğin Osmanlı İmparatorluğunu Hicaz’daki temsilcisi ve aynı zamanda makam düşkünü bir kişi olan Mekke Emiri Hüseyin’i Britanya kraliyetini özel himayesiyle Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmaya tahrik etti. 1916 (H.K:1334) yılında Avrupa’nın üç temel gücü olan Rusya, Fransa ve Britanya arasında “SaykosPeyko” ve “Sazonuf”anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğundan ayrılan topraklarını kendi aralarında paylaşacaklardı. Ama İngiltere bir müddet sonra bu anlaşmanın kendisini Suveyş kanalına Sultasıyla çeliştiğini görünce 1917(h.k: 1335)yılında Rusya’nın zaafından ve Bu Ülkede vuku bulan inkılaptan istifade ederek bu anlaşmayı bozup Filistin’i kendi sultası altına aldı.
Bütün bu olaylar Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak ve zayıf düşürmek için uygulanan milliyetçilik düşüncesini yayma ve destekleme yoluna İngiltere tarafından yaratılan bir ortamda vuku buldu bir çok Müslüman ülkede İslami hüviyetin yerine geçen milliyetçilik düşüncesi o zaman İngiltere’nin öncülüğünü yaptığı sömürü hareketinin en büyük darbesi olarak sömürge politikalarının menfaatlerini hizmetindeydi ve bu olay Müslüman ülkelerde bilhassa Osmanlı İmparatorluğuna bağlı topraklarda kavmiyetçilik ve ırkçılığın gelişmesi tefrika ve bölücülük tarafından hareketlerin körüklenmesiyle sonuçlandı işte bu arada hiçbir tarihi gerçeği olmayan “Dünya Yahudilerinin bir ırktan olduğu” görüşü İngiltere de ortaya atılarak hızla körüklendi. Bu olaydan sonra bazı “Yahudilerin tek millet olduğu”! görüşünü ortaya atarak Yahudilerin hepsinin bir arada olması için müstakil bir ülke kurma doğrultusunda bazı girişmelerde bulundular ve onların bu girişmeleri İngiltere tarafından ciddi bir şekilde desteklendi. Bu grup zengin Yahudilerden mali yardımlar almaya başladı amaçlarını yayabilmek için Filistin’de bir darın adı olan (Hz. Davud’un Hz. Süleyman’ın ve İsrailoğulları Peygamberinden bir kaçının mezarı bu 19. Yıllarının sonlarında (18821898) nasyonalist Yahudiler dünyanın her yerinden Yahudileri toplayarak Filistin’e yerleştirme doğrultusunda girişimlerde bulundular ancak Yahudi din adamları bu Partinin siyaset hedeflerinden ve bu hareketin sömürü devletlerinden Programlarıyla ilişkisi olduğunu bildiklerinden söz konusu harekete karşı çıktılar ve sonuçta bu “Sahyoni” hareket muvaffak olmadı ancak 20. Yüzyılın başlarında İngiltere’nin Filistin’e hakimiyetinden yararlanarak dünya Yahudilerinin zulme uğradığı iddiasıyla Yahudi bir ülke kurmayı söz konusu ettiler çünkü İsrail ülkesini kurma rüyası Siyonizm’in en büyük arzusuydu İngiltere’de bu arada bu bölgede hakimiyetini sürdürmek için bir üsse muhtaçtı Siyonist partisi bu projeyle diğer Yahudi teşkilatlarının muhalefetleriyle karşılaştıysa da Avrupa da Ülkelerinde oluşturduğu Örgütlerle onlara karşı direniyordu. Birinci dünya savaşı cereyan ederek savaş bittikten sonra Almanya’yla müttefik olan Osmanlı İmparatorluğunun yenik düşmesi halinde Amerika ve İngiltere’den Filistin’in bir Yahudi Ülkesine dönüşmesini istediler; Çünkü birinci dünya savaşından önce Beytul Mukaddes Resmen Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyetindeydi Yahudilerin bu çabası faydalı oldu ve İngiltere dışişleri bakanı “Lord Balfour”un ve Amerika ileri gelenlerinin dikkatini çekmeye muvaffak oldular sonunda 1917 kasımında İngiltere kabinesinde Filistin topraklarında “Milli Yahudi Ocağı” Kurulma Planının kabulü doğrultusunda bir bildiri yayınlandı. İngilizlerle müttefik olan Mekke kralı Hüseyin’in bu konuda İngiltere’den açıklama istemesi karşısında “Yahudilerin Filistin’e geri dönmesi yardımcı olmak Filistinlilerin hukuk ve özgürlüğüyle çelişmiyor” cevabı verildi. Bu cevapta İsrail devletini kurulmasından hiç bahsedilmiyordu. 1. Dünya savaşı sonlarında Filistin’in bir bölümü Siyonist teşkilatında bağlı olan Yahudi ordusu tarafından işgal edildi ki bu olay Araplar arasında tepki yarattı. Daha önce de Filistin’e yerleştirmiş olan küçük Yahudi grupları yerli Arapların topraklarını satın alarak Yahudi taraftarı oluşturuyorlardı. 1920’nin 25 nisanında müttefikler ve birleşmiş milletler Filistin’in yöntemini resmen İngiltere’ye bıraktılar ve bu ülkeyi Milli Yahudi Ocağı’nın kurulması ve Balfour deklarasyonunun uygulanmasını sağlamakla görevlendirdiler. O zaman Filistin’de sadece 50 bin Yahudi vardı, ancak İngilizler tarafından bir Yahudiye bırakılan yeni hükümet vesilesiyle Yahudi göçleri için kapılar açıldı ve Filistin’deki Yahudilerin sayısı git gide artmaya başladı; işte bu olay Arapların ayaklanmasına ve buna karşı çıkmasına sebep oldu. İngiltere sömürge bakanı Churechill bunun karşısında ilk önce derhal bir bildiri yayınlayarak Filistin topraklarının tamamını bir Yahudi devletine dönüştürmeyi istemediklerini ve göçlerin “Milli Yahudi Ocağı” kuracak kadar olacağını ve bunun da, Filistin’in iktisadi gücü kapsamınca gerçekleştirileceğini söyledi. Bağımsız Yahudi ticari, iktisadi, içtimai ve hatta terörist teşkilatları büyük bir hızla Filistin’de kuruluyordu ve zengin Yahudiler dünyanın dört bir yanından onlara yardım ediliyorlardı.
Bu arada, Araplar yekdiğeriyle anlaşmazlık ve tefrika içerisindeydiler; slogan dışında Filistinliler’e başka bir yardımları dokunmuyordu. Filistinli Araplarla hrıstiyanlar, aralarındaki ihtilafları bir kenara bırakarak ortak düşmanları karşısında birleştiler. 1929 yazında Filistin Araplarıyla göçmen Siyonistler arasında ilk kanlı çarpışma vuku buldu; Siyonistler İngilizlerle birlikte Filistinliler’e ateş açarak yaklaşık 351 kişiyi şehid ettiler, çok sayıda Filistinli’yi yaraladılar, birçoğunu da tutuklardılar, çoğu müebbet hapisle cezalandırılırken, çoğunu da idam ettiler. 1920 sonlarından 1936’ya kadar şeyh İzzeddin Kassam’ın silahlı kıyamı vuku buldu; şeyh İzzeddin, İngiliz ve Siyonist güçleriyle savaştı ve nihayet arkadaşlarıyla şehid oldu, bir grubu da tutuklandı.
1937 yılında Abdulkadir Hüseyini Filistin direniş hareketini yönlendirdi ve nihayet o da bir çok savaştan sonra adamlarıyla birlikte şehir oldu. 1944 yılında İngiliz Siyonist ortak güçleriyle savaşı Hasan selame sürdürdü, ama çok geçmeden o da şehadet şerbetini içti. Kırkıncı yıldan sonra Filistin meselesi olarak uluslararası meselelerin başında yer aldı. İngiltere, bu mücadeleler ve Arapların siyasi tepkileri karşısında nihayet Yahudi göçünü sınırlandırdı ama bu kez de Siyonistlerin muhalefetiyle ve terörist hareketleriyle karşılaştı. İkinci dünya savaşı boyunca Filistin’de huzur hakim saldırdı, ancak 14 Mayıs 148’de(H. K. 1367) İngiltere, işgaline son verip askerlerini Filistin’den çıkardıktan sonra aynı gün Telaviv’de milli Yahudi şurası toplantı ve İsrail Devleti’nin varlığını ilan etti. Önceden yapılan bir anlaşma üzerine olaydan birkaç saat sonra Amerika Cumhur başkanı Truman yeni İsrail hükümetini resmen tanıdı ve İngilizler de Filistin’i terk edince bütün teçhizatlarını Yahudilere bıraktılar Ondan sonra birleşmiş milletler Filistin Konusundaki göstermelik girişmeleri ve Siyonistlerin Filistinlilere saldırmasını önleme çabaları etkisiz kaldı. Gasıp Siyonistler şehir ve köyleri işgal ederek Filistinlileri evbarkların çıkarmaya başladılar. Fakir ve Mazlum halkın direnişleriyle çıkarmaya başladılar ve bu da zavallı Filistinliler’in korku ve dehşetinin daha da fazlalaşmasına ve Ürdün sınırlarına kaçmalarına sebep oldu. Filistinlileri savunmak amacıyla Arap orduları harekete geçti, ancak gönderdikleri silah ve uçaklarla Araplara karşı savaşmaya başladılar, fakir ve mazlum halkın direnişiyle karşılaşınca da 1948 Nisanında Diryasi ve Kefelkasım köylerinde olduğu gibi korkunç katliamlar yapmaya başladılar ve bu zavallı Filistinlilerin korku ve dehşetinin daha da fazlalaşmasına ve Ürdün sınırlarına kaçmalarına sebep oldu. Filistinlileri savunmak amacıyla Arap orduları harekete geçti. Ancak İsrailliler Avrupa ve Amerika’nın himayesiyle ve onların cömertçe gönderlikleri silah ve uçaklarla Araplara karşı savaşmaya başladılar. Bu savaşta bir milyondan fazla Filistinli evsiz, barksız kaldı hükümetin birleşmiş milletlerin Filistin’i bölme projelerine hiç önem vermiyordu. Bu plana göre Filistin Arap ve Yahudi olmak üzere iki bölgeyi ayırmak olacak Urşelim hiçbirisine ait olmayacak ve uluslararası bir idareyle yönetilecekti. Diğer tarafta Filistinliler doğal ve kesin haklarını savunmak için muhtelif direniş grup ve teşkilatları oluşturuyorlardı. 28 mart 1964’te Kudüs şehrinde Filistin kongresi teşkil oldu ve “Filistin kurtuluş örgütü”nün kuruluşu ilan edildi ve böylece FKÖ oluşturdu. Sonuçta direnişler yeni bir şekil aldı ve ondan sonra Filistin’in bağımsızlığı için binlerce şehit verildi. Bu arada hiç durmaksızın Yahudi göçlerine rağmen yeni de Yahudi cemiyeti Araplarla Müslümanlar karşısında azınlıktaydılar.
“Altı Gün Savaşları”
5 Haziran 1967(h.k:1387) de İsrail; Mısır, Suriye ve Ürdün gibi Arap ülkelerinin hava limanlarına ansızın saldırarak onları gafil avladı ve altı gün süren bu savaşta Ürdün nehrinin batısıyla Ürdün’e ait Gazze Şeridi’ni, Suriye sınırında ki Golan tepeleri ve Mısırdaki Sina çölünü işgal etti ve bu savaş “altı günlük ArapYahudi savaşları” adıyla meşhur oldu. Arapların bu yenilgiden aldıkları ilk ders şuydu: Arap rejimlerinin klasik savaşıyla İsrail’i yok etmek imkansızdır, İsrail; Amerika ve Avrupa’nın en gelişmiş silahlarıyla destekleniyordu, dolayısıyla Gerilla gruplarını güçlendirerek onunla savaşmak mümkündü ancak.
Birleşmiş milletler bir bildiri yayınlayarak İsrail’i işgal edilmiş topraklardan geri çekilmeye zorladıysa da İsrail buna aldırış etmedi. Ardından, İsrail hükümetinin onayladığı bir bildiriye göre Ürdün’ün elinde olan Beytul Mukaddes’i, Beytul Lahm’i ve 27 köyü kendi topraklarına kattı ve Beytul Mukaddes’teki 3000 Yahudi azınlığını çoğunluğa çıkarmaya çalıştı ve nihayet bu sayıyı 190 bine ulaştırdı. İsrailliler 11 Ağustos 1969’da Mescidul Aksa’yı yaktılar ve bu yangının elektrik kablolarındaki bir kontaktan kaynaklandığını ileri sürdüler. İşgal edilmiş bölgelerde büyük bir hızla Yahudi kasabaları kuruluyordu ve Beytul Mukaddes gibi şehirlerin İslami çehresine Yahudi şehri görünümü verilmeye çalışıyordu. İsrail hükümeti; peygamberlerin ve geçmiş kavimlerin mezar taşlarını, yazılarını ve eserlerini arama bahanesiyle Mescidi Sahra ve Mescidul Aksa’nın etrafında bir çok kazılar yaptı ve bu yolla daha bir çok Filistinli’yi yeniden yurdundan ederken bu kutlu mekanları yıkıp yeniden yapmak için ortam hazırlamaya çalışıyordu. İsrail, Amerika, İngiltere ve Avrupa’nın himayesiyle hızla ilerledi ve uzun bir çabadan sonra Arapların, hatta birleşmiş milletler dahi onca muhalefete rağmen nihayet başkenti Telaviv’den Urşelim’e (Beytul Mukaddes’e) aktardı.
Kerame Savaşı (1968)
Haziran 1968’de Arapların tahkir edilmesine sebep olan Altı gün Savaşları’ndan sonra Ürdün, Suriye ve Lübnan karargahlarından eğitim gören ve orada yerleşen Filistin direniş teşkilatları eylemleri daha bir şiddetlendirdiler. Filistinli savaş avarelerinin yaşadığı Ürdün’ün başkenti Umman’ın 25 kilometre ötesinde Ürdün Deresi’nde yer alan Kerame şehri Araplarla İsrail arasında vuku bulan Haziran 1967 savaşında Siyonistlerin yeni ateşkes hattının 4. Kilometresinde ve atış alanında yer almış ve buradaki savaş avarelerinin sayısı 25000’den iki katına çıkmıştı.
ElFetih teşkilatı, Kerame Siyonist güçlerin bulunduğu bölgeye yakın olması sebebiyle orayı kendisi için üs edindi. Siyonist rejimin savunma bakanı Kerame şehrinin Filistin direnişinin merkezi durumuna geldiğini ve İsrail’in tehditleri karşısında Filistinliler son nefeslerine kadar direnmeye karar verdiklerini açıkladı. Bu konudaki izahlarından biri şöyleydi: Kerame’de direnerek orada Filistinliler’in kanının dökülmesi onlara orada kalma hakkı ve Ürdün deresinden silahlı eylemlerini genişletme imkanı vereceğini Ürdün rejimine anlatacaklardı.
Tam teçhizatıyla İsrail zırhlı birliklerinin Kerame’ye saldırması üzerine 300 Filistinli gerilla şehri savunmak zorunda kaldı. Birçok siyonistin öldürüldüğü bu kanlı çarpışmada İsrail birlikleri bozguna uğrayarak geri çekildiler. Bu direniş Filistin haklı için taptaze bir kan olmuş ve birçok Filistin gencinin Elfetih gerilla teşkilatına üye olmasını sağlamıştır.
Kerame savaşında Filistin direnişi, Ürdün başta gelmek üzere çeşitli Arap ülkelerinden yardım görmüşse de; İsrail’in kof tehditleri ve direniş birliklerine katılan Filistinli gerillaların hızla artması sonucu bu rejimi, Filistinli gerilla saldırarak 1970 “Kara Eylül” faciası yaratılmıştı.
Ramazan Savaşı(1973 Ekimi)
Mısır ordusu 1973(H. K. 1393) Eylül’ünde ansızın “Allahu Ekber”sloganlarıyla Süveyş kanalından geçerek o gün yenilmez savunma hattı adıyla meşhur olan Barlıow savunma hattını kırarak hava desteğinin himayesiyle Sina çölüne ve İsrail topraklarına girdi; aynı zamanda diğer taraftan doğudan da Suriye hava güçleri İsrail’e karşı saldırıya geçti. Daha ilk günlerde onlarca İsrail uçağı yok oldu ve binlerce İsrailli öldürüldü, bir o kadarı da esir edildi ve böylece İsrail’in yenilmezlik efsanesi ortadan kalktı. Ancak sonraki günlerde Amerika ve Avrupa’nın çok hızlı askeri himayesiyle savaşın tablosu aniden değişti ve diğer Arap ülkeleri mısır ve Suriye’ye yardım etmekten sakınırken İsrail ordusu Süveyş kanalının batısında küçük bir bölgeyi işgal etmeyi başardı. Sonunda Kahire’nin 601 kilometre yakınlarında savaşa son vermek üzere müzakere edilmeye başlandı ve bir barış anlaşması yapılarak savaşa son verildi. Ramazan savaşından sonra Mısır’ın milli rehberi Cemal Abdunnasır’ın yerine geçen Enver Sedat cumhurbaşkanlığı makamına oturan Enver Sedat Amerika ve Avrupa’yla uzlaşma yöntemine başvurdu.
1974 Yılında FKÖ’nün Resmen Tanınması
Birleşmiş Milletler Teşkilatı 1974(h.k:1394) yılında Filistin kurtuluş teşkilatını Filistin halkının tek temsilcisi olarak resmen tanıdı ve Yaser Arafat bir elinde makinalı tüfeği ve diğer elinde barış sembolü olan Zeytin dalı olduğu halde birleşmiş milletler teşkilatına katıldı. Üçüncü dünya ve modern Ülkelerin temsilcileri tarafından iyi bir şekilde karşılandı.
Filistinlilerin Lübnan’da Çatışması
Filistin direnişinin 1970 Eylülünde Ürdün rejimi tarafından bastırılmasından sonra ikinci defa Lübnan’daki Filistin kampları, İsrail eliyle desteklenen Lübnan Falanjistleri ve sağcılar tarafından saldırıya uğradı. İlk önce 1975 Mayısında Ketaib partisi(Hıristiyan) falanjistleri Aynu’rRumman’da gerillalarla sivil Filistin halkını taşıyan otobüsü kurşun yağmuruna tutarak onlarca insanı şehid edip bir o kadarını da yaraladılar, çatışma Lübnan’ın diğer bölgelerine de yayıldı, savaşın en şiddetli olduğu Bölgede yiyecek ve ilaç azlığı yanısıra binlerce kişi öldürülmüş ve yaralanmıştı. Bundan sonra Lübnan’da iş savaş devam etti bu iş savaş Lübnan hükümetini ve toplumun siyasi yapısını derinden etkiledi.
Camp David Anlaşması
Filistin inkılabı tarihinde vuku bulan en önemli olaylardan biri ve Arap İsrail ilişkisinin dönüm noktası 1978’de(H. K. 1398) vuku bulan Camp David Anlaşmasıdır. Mısır; Cemal Abdunnasır’dan sonra 70’li yılların ilk başlarında özellikle Ramazan savaşından sonra uzlaşma tavrı göstermeye başladı. Enver Sedat 1972 yılında SSCB’nin müsteşarlarını Mısır’dan çıkarmıştı. 1975 yılında da İsrail’le Sina anlaşmasını imzaladı ve nihayet 1978’de Camp David’in bulunduğu yerde İsrail başbakanı Menahem Begin ve Amerika Cumhurbaşkanı Jimmy Carter eşliğinde İsrail’le barış anlaşması İmzaladı. Mısır, gasıp İsrail rejiminin mevcudiyetini resmen tanıyan ve Araplar arasında çatlak yaratan ilk Arap rejimidir. Bu olay İran İslam İnkılabı’nın zafere ulaşmasının hemen eşiğinde vuku buluyordu…
Önceki olaylar ve Camp David ihaneti Araplarla müslümanlar arasında ümitsizlik yaratmışsa da İran İslam İnkılabı’nın 1979(H. K. 1399, H. Ş. 1357)de zafere ulaşmasıyla Batı’nın bölgedeki en güçlü jandarması, İsrail’in Sadık ve güçlü hamisinin yıkılması siyonizme karşı mücadelelere yeni bir canlılık kazandırarak, Lübnan ve Filistin’de olağanüstü bir sevinç yarattı; özellikle “Bugün İran, Yarın Filistin” sloganı İran İslam İnkılabı sloganlarının en başında yer almadaydı.
Siyonist Rejim ordularının Lübnan’da Filistinlilere Saldırması
6 Haziran 1982(H. Ş. 1362)de siyonist İsrail rejimi FKÖ’yü ortadan kaldırma amacıyla kara, deniz ve hava yoluyla Lübnan’a geniş çapta bir saldırı düzenledi. Siyonistler ilkin bu saldırıların sadece Filistinliler’e yönelik olduğunu, kırksekiz veya yetmişiki saat süreceğini, Lübnan’da bulunan Suriye güçlerine saldırmaya veya Lübnan topraklarını işgal etmeye niyetleri olmadığını ve operasyondan sonra Lübnan’ı terkedeceklerini bildirdilerse de bu iddiaların tam aksine davranarak Beka vadisindeki Suriye füze üslerine saldırdılar ve operasyonları seksen gün sürdü. Bu olay vuku bulunca Arap ülkeleri ve SSCB Filistinliler’e yardım etmekten sakındılar; diğer taraftan Siyonistler saldırı için en iyi fırsatı seçmişlerdi, Yani İranIrak savaşının tam kızıştığı bir zamanda harekete geçmişlerdir. Böylece daha önce Bölgedeki olayların vuku merkezi olan Filistin meselesi önem açısından ikinci dereceye düţmüţ ve Arap mürtecileri Irak’ı himayet etme ve Irak Iran savaţının esas olduğu bahanesiyle FKÖ ve Usriye’yi savunmaktan kaçınmışlardı. Siyonistlerin operasyonu ve FKÖ’nün içindeki kanlı çatışma neticesinde Filistinliler Beyrut’u terkederek yedi Arap ülkesine dağıldılar FKÖ’nün askeri bünyesini zayıflatmakla kalmadı, aynı zamanda onun siyasi gücünü de baltaladı ve neticede Filistin liderlerinden bazıları uzlaşmacı yollara başvurarak Mısır ve Ürdün’e yaklaştılar.
Bu savaşın en önemli sonuçlarından biri de FKÖ’de görülen iç ihtilafların ve özellikle FKÖ’yü oluşturan ve onun omurgası sayılan ELFetih teşkilatının içindeki ihtilafların şiddetlenmesidir ki bu ihtilaflar FKÖ’nün uluslar arası itibarına önemli bir darbe indirdi.
FKÖ’nün içindeki çelişkiler 9 Mayıs 1983’te Beka vadisinde Fetih’in iç ayaklanmasıyla başladı ve Fetih teşkilatında Yaser Arafat’ın muhalifleri Suriye’nin himaye ve teşvikiyle FKÖ’nün merkezi komitesi ve Fetih’in İnkılabı şurası üyelerinden olan Albay Ebu Musa ve Ebu Salih’in önderliğinde Arafat’a başkaldırarak Fetih’in siyasi alanda görüşlerini yenilemesini ve Libya, Suriye ve Cezayir ülkeleriyle ilişkilerinin düzeltmesini istediler. Bu grubun Arafat’a başkaldırması Arafat ve taraftarlarının Lübnan’dan çıkarılmasıyla sonuçlandı. Arafat taraftarları Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın bayrağını taşıyan ve Fransa Deniz kuvvetleri tarafından himaye edilen beş yunan gemisiyle Trablus’u Yemen, Tunus ve Cezayir’e doğru terkettiler. Ayaklanan Fetih güçleri baştan beri Libya ve Suriye’nin Yaser Arafat’ın muhaliflerini himaye etmesi Arafat’ı; Suriye ve Libya’yla ilişkileri bozuk olan Ürdün ve Mısır’a daha fazla yaklaştırdı ve bu da FKÖ’de yeni bölünmelere sebep oldu; bunların en başta geleni Fetih teşkilatından ayrılan Ebu Musa’nın önderliğindeki Fetih Kıyam Teşkilatı’dır.
Beyrut’taki Amerika ve Fransız Kuvvetlerinin Karargahlarının Bombalanması
İsrail kuvvetlerinin Lübnan topraklarından geçerek Beyrut’un çeşitli noktalarından sızdığı 6 Haziran 1982 tarihli saldırı Birleşmiş Milletlerin üç ülkesi Amerika, Fransa ve İtalya’dan oluşan askeri kuvvetlerin Lübnan topraklarına girmesinin önemli etkenlerinden biriydi. Siyonistler bu saldırıda ilkin amaçlarının Lübnan topraklarının 4045 km derinliklerinde bir emniyet bölgesi oluşturmak olduğunu bildirdiler, ancak daha sonra İsrail hükümeti Lübnan’da muhasara edilen FKÖ’nün silahlarının alınmasını ve FKÖ’nün Lübnan’dan geri çekilmesini istedi ve hedefine ulaşmak için de Beyrut’un batısını sürekli bombaladı, Sabra ve Şatilla Karargahlarında binlerce Filistinli’yi katletti.
Sonunda Lübnan hükümeti ve FKÖ Filistinli gerillaların çıkarılmasını kabul etmek zorunda kaldılar, bunun üzerine 800 Fransız ve Amerikalı’yla,400 İtalyan askerinden oluşan bir BM askeri gücünün FKÖ’nün geri çekilmesini kontrol etmesi kararlaştırıldı. 21 Ağustos 1982’den 1 Eylül 1982 arasında FKÖ kuvvetleri yavaş yavaş geriye çekilerek Lübnan’dan çıkmaya başladılar.
29 Eylül’de ilk Amerikan askerleri Beyrut’un İsrail tarafından boşaltılan bölgelerine yerleştiler.
Savaş halindeki olan tarafların barış müzakerelerinin güvenliği ve bizzat barışı koruma, Beyrut’taki ihtilafları yatıştırma ve halletme bahanesiyle Lübnan’da varlıklarını sürdüren, devamlı ilerlemekte ve güçlenmekte olan müslüman güçlere karşı korku ortamı yaratmaya çalışan Birleşmiş Milletler’e bağlı kuvvetler 23 Ekim 1983 Pazartesi günü İnkılapçı “İslami Cihad Teşkilatı”nın şehadet saldırısına hedef oldular ve Beyrut’taki Amerikan birliklerinin karargahını ve ondan 6 dakika sonra da Fransız askerlerinin karargahını bombalayarak 241 Amerikalıyla 58 Fransız paraşütçüsünü öldürdüler. bU patlama Vietnam savaşından sonra Amerika için ve Fransa’nın Cezayir’le savaşından sonra Fransa için en ağır askeri ve siyasi darbeydi. BM. Güçlerinin tabu ve kudretinin yıkılmasının yanısıra Müslümanlarda, Bilhassa Lübnanlı ve Filistinli inkılapçılarda direniş ve mücadele moralini yükseltti.
Karargâhlar Savaşı
19 Mayıs 1985’ten 1987’nin başlarına kadar Lübnan Şiilerine ait bir teşkilat olan Emel hareketi ile Filistin gerillaları arasında Beyrut’taki Filistin karargahlarının bulunduğu bölgede bir buçuk yıl süren bir savaş başladı, bu savaş birbirlerinin karargahlarını kuşatma biçiminde oluyordu. Bu nedenlerle Filistinlilerin vahdeti ve Filistinli teşkilatların görüş farklılığında ters etkiler yarattı.
1982’de Filistinlilerin Lübnan’da olmasını ve Lübnan topraklarından yararlanarak onların İsrail’e karşı girişmelerde bulunmasını bahane eden İsrail’in Lübnan’a saldırışını unutmayan Emel teşkilatı Filistinliler’in Lübnan’da kalmalarına karşıydı; Filistinliler ise, bunun doğruluğunu kabul etmelerine rağmen topraklarına geri dönmeleri için kendilerine yardım edilmesi gerektiğini savunuyorlardı.
Bu tartışmaları Filistinlilerle Lübnan Şii güçlerinin önemli bir bölümü arasında kanlı çatışmalara yol açtı ve neticede bu olaydan Kudüs’ü işgal eden İsrail güçleri yararlanmış oldu. Bu çatışma Muhtelif Filistinli kolların Emel teşkilatına karşı ortak tutumlar almalarına sebep oldu, işte bu yüzden Arafat’la arası en çok açık olan Fetih Kıyam Teşkilatı Arafat’ın siyasi inzivadan çıkmak için kamplar arasında savaş başlattığını ilan etti. Emel Teşkilatı’nın içinde de Emel rehberlerinin tavır ve tutumlarının doğruluğu hakkında tenkit ve şüpheler ortaya çıktı ve böylece İsrail’e karşı mücadele konusunda daha kuvvetli hedeflerle yeni cihad grupları şekillendi.
80’li yıllardan sonra Lübnan’da vuku bulan olaylar genel olarak İsrail’e karşı mücadele cephesini karşılıklardan temizlenmeye doğru sürükledi. İran İslam İnkılabı tecrübesinden de oldukça etkilenen bu hareket; İsrail’le mücadeleye İslami ve itikadi bir vazife olarak bakan uzlaşma kabul etmez. Samimi kuvvetlerin yeni bir güç kazanmasına sebep oldu ve uzlaşmacı hareketlerin en sert muhalifleri olarak şimdiye kadar Amerika ve İsrail’in bölgeyle ilgili heveslerini kursaklarında bırakabildi.
Lübnan’da yeni “Hizbullah” teşekküllerinin ortaya çıkış ve ilerlemesi bu cereyanın en bariz örneğidir; düşmanın bu teşekküllere karşı propagandasının ve haince planlarının hacminin genişliği de yine bundan dolayı rakip kamplara hakim olan ciddi korku ve dehşeti doğrulamaktadır. Uzlaşmacı projelerin geçici muvaffakiyetleri doğrultusunda bir takım ihtimaller de hesaba katılacak olursa Lübnan’da İslami direniş tohumunun yeşerdiği ve direnişin iç cephesi işgal edilmiş topraklarda da devam edip gerekli kıvama sahip olması halinde düşmanın yenilgiye uğramasının kaçınılmaz olduğu görülür.
Filistin Halk Kıyamının Ortaya Çıkışı:İntifada
Seyyid Cemaleddin Esedabadi’nin İslami beldelerde çabasıyla ve yine İran’da Tömbeki hareketinin ortaya çıkışıyla yeni bir merhaleye giren İslami diriliş hareketi Mısır’da Muhammed Abduh ve Seyyid Kutup vasıtasıyla devam edip, Hindistan’da Müslümanların İngilizlere karşı kıyamına sebep oldu, Pakistan’da İkbal lahuri vasıtasıyla devam ederek Cezair’de 1962 yılındaki inkılabı oluşturdu… 1347(1979)’daki İran inkılabı da İslami diriliş hareketinin devamıdır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: İran İnkılabından yirmi yıl önce İslam beldelerinde İslami diriliş duraklama dönemiydi, çünkü bu fikir hareketi bir taraftan İslam beldelerine hakim olan zalimlerin zulmünden kaynaklanıyordu ki sonuçta işlerin pratiğe dökülmesine öncelik tanımaya, zulme karşı siyasi mücadeleye, teoriden pratiğe geçişe, diriliş ve uyanışa sebep oluyordu ve diğer taraftan da İran İnkılabından önceki yıllarda Arap nasyonalizminin etkisi altında kalınmıştı. Halbuki bizzat, Arap nasyonalizmi de Suriye ve Irak Baas partisinin Hristiyan Mişel Eflak tarafından ortaya çıkıp bölgenin en güçlü siyasi partisi haline gelişi, İsrail hükümetinin ortaya çıkıp bölgenin en güçlü siyasi partisi haline gelişi, İsrail hükümetinin ortaya çıkışı, Filistin meselesinin Arapları ilgilendiren bir mesele olarak sözkonusu edilmesine sebep olan Arapİsrail savaşları gibi birkaç etkenden türetmişti.
1979 yılında gerçekleşen İran İslam İnkılabı, İslami diriliş hareketinde bir dönüm noktasıydı; çünkü bir taraftan ona yeni bir ivme hareketinde bir dönüm noktasıydı; çünkü bir taraftan ona yeni bir ivme verirken diğer taraftan da siyasi içerik kazandırdı, çünkü ondan önce diriliş hareketi öze dönüşe, İslami hüviyetine ve İslam ümmeti arasında alınması gereken ortak değerlere davet eden bir fikri, kültürel ve dini aydınlık cereyanıydı.
Bu durumda, İran İslam İnkılabı’nın mesajı elbette ki Müslümanları harekete geçirecek, onların duygularını tahrik edecek, İran inkılabı rehberliği, İmam Humeyni’nin (K) tutumları mücadeleci dünya Müslümanlarının, özellikle Filistin mücahitlerinin dikkatini çekecek ve İslami ihya edecekti. Filistin halkı, İran İnkılabı’ndan önce de müslüman idi, ancak o zaman onları birbirlerine bağlayan faktör, yani vahdet ve birliklerinin etkeni “Arap olmak”idi, İslam ise ikinci derecede yer alıyordu. İşte bu yüzdendir ki, Filistinliler muhtelif İslami, hristiyan ve Marksist inançlarla bir grupta veya bir teşkilatta yer alıyorlardı. İran İslam İnkılabı’ndan sonra İslam’ın vahdet ve zafer yolunda güçlü olduğu düşüncesi ikinci kez müslüman mücadelecilerin dikkatini topladı.
İran İslam İnkılabı’yla Filistin arasındaki bağlar İsrail’le savaşın ortak cephelerinde zafere ulaşmadan yıllar önce İran gerillalarının, Şaha karşı mücadele için Filistin kamplarında eğitim gördükleri zamandan başlamaktaydı. Bu bağ ve birlik yıllar önce oluşmuştu; o zamanlar İmam Humeyni (K) hums ve imam hakkının üçte birinin ve yine bütün zekatın Filistin hareketini savunma yolunda harcanabileceğine dair fetva vermişti.
İran İnkılabıyla birlikte gündeme gelen “bugün İran, yarın Filistin” sloganı Siyonistlere korku, Filistinliler’e ise ümid veriyordu. Bunun en bariz tanığı da İran İslam İnkılabının zafere ulaştığı ilk yıllarda Filistin rehberlerinin ve FKÖ’nün merkez kadrosunun İslam İnkılabı ve İmam Humeyni (K) hakkındaki beyanatlarıdır. Bu beyanatlar iç ve dış basında yazılıyordu.(Bkz: Sahifei Nur, Filistin rehberlerinin İmam Humeyni ile müzakere ve konuşmaları.)
İsrail’le mücadele sadece İran İslam İnkılabı’na mahsus değildir, İran İslam İnkılabı’ndan önce de doğu bloku. SSCB öncülüğünde ve yine diğer uygar ülkeler görünüşte Filistinliler’i himaye ediyorlardı, ancak bu himayeler süper güçlerin menfaatlerinin çelişmesinden ve dünya güçlerinin rekabetlerinden veya en iyimser ihtimalle Filistin halkının yaşama hakkına sahip olduğuna inanmalarından kaynaklanmaktaydı ve onların hiç biri İsrail’in mevcudiyetiyle çelişmiyordu. Bilakis onu resmen tanışmışlardı ve işgalci bir ülke olarak onunla mücadele ediyorlardı. Oysa İran İslam İnkılabı ve İmam Humeyni (K) Siyonist rejimin bir ülke olarak mevcudiyetine karşıydı; İsrail’i gasıp biliyor, her türlü Siyonist hükümetinin bekasını İslam beldelerinde fitnenin devamına sebep olarak görüyordu. İşte bu düşünce tarzı Filistin’de milli ve dini gururu ve İslami direnişi zirve noktasına ulaştırarak İsrail’le hamilerini dehşete düşürdü.
İslami Uyanış Zincirinin Diğer Bir Halkası: İntifada
1987 Nisan’ında Umman’da Arap zirve konferansı düzenledi ama bu konferansta Siyonist rejime karşı mücadele konusunda tek kelime dahi konuşulmadı. Konferansın bütün gündemini İranIrak savaşı oluşturmuştu ve genel olarak konferans Camp David çizgisinde cereyan etmedeydi.
Yıllardır Arapların kendilerini avarelikten kurtarmalarını bekleyen Filistinliler’le Arap ülkelerini bekleyen “toprakları işgal edilmiş Filistin halkı”, Filistinli grup ve partilerin kendileriyle meşgul oluşlarına bakıp kendi aralarındaki süreğen ihtilaf ve bölünmelere dikkat edip, Arap rejimlerinin Filistin’in bu kötü durumuna ilgisizliklerini görünce; Arap ülkelerinin hareket ve himayelerinden ve onların Arap nasyonalizmi düşüncelerinin etkili olacağından ümitlerini keserken; İran’da İslam İnkılabı’nın zafere ulaşmasıyla birlikte başarıyla tecrübe edilmiş olan “halk hareketi” ve “İslam’a dayanma” düşüncesi güçlendi içlerinde. Bu ortamda Suudi hükümetinin uşakları tarafından Beytullahil Haram ziyaretçilerinin katliamı faciası vuku buldu ve 400’den fazla Ka’be ziyaretçisi müşriklerden beraat feryadı ve “kahrolsun Amerika ve İsrail”sloganları atma suçuyla kanla boyandılar ki bu şehidlerden 10’u toprakları işgal edilmiş Filistinlilerdendi. Bu şehidleri anma törenleri Ramullah, ElHalil ve diğer şehirlerde düzenlendi ve bu olay 1987 sonbaharında Filistin halkının İsrail’e karşı “İntifada” isminde yeni bir mücadele metoduna başlamalarına sebep oldu. İntifada kelimesinin lügat anlamı “kıyam”,”sarılma”,”ve “hareket” demektir.(Suda ıslanmış serçenin, üzerine ağırlık yapan su damlacıklarını kanatlarından dağıtmak ve uçmadan önce kanatlarını hafifleştirmek için silkelemesine intifada denir) Yükselebilmek için karşılıkları bir köşeye atan kıyamdı intifada. Bundan önce her kıyam(intifada)belli bir gruba mensuptu. (1983 Mayıs’ında El Fetih teşkilatından ayrılan ve kendisiyle Arafat’ın önderliğindeki elFetih teşkilatı arasında bir fark olması için ElFetih kelimesine “intifada”yı da ekleyen “ElFetih intifasında (kıyamı”grubu gibi.) Ancak bu kez 1987’de “intifada” kelimesinin ne önünde ve ne de sonunda başka bir kelime yoktu. İntifada(kıyam) hareketi Filistin topraklarının işgalinin sürdürülmesine karşı bir halkın itirazıydı ve hareket şu hedefleri izlemekteydi:
1- Filistin meselesinin unutulmasını önlemek.
2 - Kamuoyunun dikkatini çekmek.
3- İntifadaya özel bir renk ve anlam veren İntifadayla İslam'a yöneliş dalgasının aynı zaman oluşu.
4 - Filistin meselesinin halledilmesi gerektiğinin vurgulanması
5- Batı Avrupa’nın Filistin meselesine daha fazla ilgi göstermesi
6- İsrail’in siyasetinin doğruluğunda şüphe uygulandırma hatta Amerikan Yahudileri arasında; bazıları İsrail’in çehresinin (halk kıyamı ve Siyonist güçlerin halkla çatışması sonucu) daha çok nefret uyandırıcı olmasını önlemek için Filistinlilere bir takım imtiyazlar verilmesi gerektiğine inanmaktadırlar.
7- Siyonist rejimin varlığının iç emniyeti tehdid edişi
8- Filistin’deki çeşitli gruplar arasında anlaşmazlıkları kontrol altına alıp; düne kadar kendi çıkarları çerçevesinde Filistin’in kaderini birleşmiş bulunan ülke ve teşkilatların devamı olabilmek.
Böylece Filistin’in işgalinden ve Siyonist rejimin ortaya çıkışından kırk yıldan fazla geçtikten sonra ilk kez Filistinliler saldırı ve İsrailliler savunma konumuna düşüyordu.
İntifadayı İran İslam İnkılabı ve Onun Özellikleriyle Mukayese
İntifada hareketi bazı açılardan İran İslam İnkılabına benziyordu. Mesela İntifada hiçbir grup ve teşkilata bağlı değildi. İran İslam İnkılabını diğer inkılaplardan ayıran özelliklerden biri de, İnkılap vuku bulmadan önce İslami, gayri İslami çeşitli milli teşkilat ve düşünce gruplarının şah rejimine karşı ferdi bir mücadele veriyor olması ve her biri inkılabın geleceğini kendine ait görmesiydi. H. Ş. 17 Dey 1356’da İran İttilaat gazetesinin İmam Humeyni’ye(K) hareket edici makalesine itiraz edilince Kum kenti halkından bir grubu şehid oldu, bu münasebetten dolayı Tahran’da, Tebriz’de ve diğer şehirlerde muntazam olarak anma törenleri düzenledi, bu törenlerin her birinde çatışma çıkıyor, bir takım insanlar şehid oluyordu ve böylece yedinci ve kırkıncı gün törenleri devam etmiş oluyordu. 1357 yılının ikinci yarısında halkın kıyamı bütün İran’ı kapsadı ve bütün siyasi, Marksist, milli ve dindar gruplar muhtelif yöneliţleriyle kıyama katıldılar, çünkü hiç kimse hiçbir teşkilatın dehalet etmediği geniş bir halk kıyamını beklemiyordu. Bütün gruplar halk saflarına katıldılar. Çeşitli şahsiyetlerin fotoğraf ve resimleri çekiliyordu, ama o anda herkes için sözkonusu olan ve bütün grupların ve halkın kıyamda birleşmelerinin sebebi ortak hedef, yani şah ve şahın devrilmesiydi; sloganlar ve istekler kıyamın çoğunluğunu teşkil ediyordu. İntifada hareketi de tamamen böyle bir benzerliğe sahiptir.
Bugün İntifada hakkında muhtelif görüşler sözkonusudur, gelecek olaylar onu apaçık ortaya serecektir elbette, ancak şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, intifada’nın kendiliğinden kaynaklanması ve halka ait oluşu onun ilk belirtisi ve çoğunluğunun İslami siması oluşunu gösteriyor ki işte İsraillilerin korkusu da bu belirtilerden örtüdür.
İntifada’nın ilk aylarında Şeyh Ahmed Yasin’in tutuklanarak hapise atılması bu tasavvurun bir belirtisidir.1371(1992) Azer’inde İntifada’yı susturmak için 415 Filistinlinin işgal edilmiş topraklardan ihraç ve sürgün edilmesi ve onların hepsinin de müslüman, inkılabı ve Hamas taraftarı oluşları bir taraftan İntifada’nın İslami çehresini gösterirken diğer taraftan da İntifada’nın halka ait oluşunu ve hiç bir grup ve partiye, hatta Hamas’a bile bağlı olmayışını göstermektedir. Çünkü ancak İntifada yine de durmadı ve ondan birkaç gün sonra işgal edilmiş topraklarda yaşayan üçyüzden fazla Filistinli İsrail güçleriyle savaşta öldürüldü veya yaralandı. Bu konu kıyamın bir teşkilat olmadığını ve onun önderlik ve rehberliğinin bütün evlerin içine sızdığı gösteriyor.
Kıyamın ansızın başlayışı ve onun şimdiye kadar devam edişi şunu gösteriyor ki, halk kıyamının engebeli yollarında bazı kişiler veya grupların rolleri olduysa da bu kıyamın kendiliğinden oluştuğu gerçeğini değiştirmektedir.
İntifada’nın bir yerde sabit olan bir önderi yoktur ve hiç bir özel teşkilat onun merkez kadrosunu teşkil etmemektedir. Bütün teşkilatlar kıyamın takipçileri, izleyicileri ve hamileridir ve onlardan her biri onu özel bir şekilde programlamaya çalışırlar.
Filistin teşkilatlarından her biri İntifada’nın önderiymişler gibi konuşurlar; ancak bilinmesi gerekir ki, bu teşkilatların çoğu Filistin’in dışında, Tunus, Suriye, Ürdün vs. ülkelerde yerleşmişlerdir. Filistin’de oturan halk onların sözlerini duyar ve ortak hedef, yani işgal edilmiş Filistin topraklarını kurtarma doğrultusunda çalışırlar, ancak bütün bu teşkilatlar bir kenara çekilse bile intifada sönmez. İntifada’nın İran İslam İnkılabıyla ilk kez Filistin mücadele tarihinde görülen diğer bir benzerliği gösteri yapmak için Mescid ve Cuma namazı üssünden yararlanmasıdır. Filistin mücadelesi devamlı gerilla eylemlerine, silaha ve teşkilata dayalıydı, ancak bu kez top ve mermilere yumruk, taş ve sopayla cevap veriliyordu Bu mücadelede Filistinli kadın ve çocuklar da göz alıcı bir şekilde faaliyet etmektedirler. Bu defa mücadeleye, taşların inkılabı, gençlerin veya eli taşlı gençlerin kıyamı deniliyor. Şehadet severlik ve fedakarlık intifada hareketinde var olan çok önemli bir özelliktir, bu silahın hiç bir benzeri ve hiçbir karşıtı yoktur.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir konta da şu ki, İntifada, ister Cemal Abdunnasır’ın zamanında zirveye ulaşmış olan ve son yıllarda Arap kavmiyetçiliğinin ve milliyetçiliğin yenilgisiyle biten Arap nasyonalizmi olsun, ister SSCB’nin dağılmasıyla katı bir darbe yiyen komünizm ve solculuk olsun; çeşitli mücadele planlarının muvaffak olmayışıyla birlikte gelişen bir reaksiyondur. Filistin hareketi bütün hat olmayışıyla birlikte gelişen bir reaksiyondur. Filistin hareketi bütün hat ve yollarda çıkmazla karşılaşınca nihayet çıkış yolunun İslam olduğu neticesine vardı, siyasi felsefelerin katedemediği ve genellikle yenilgiyi kabul etmeye, teslimiyete ve uzlaşmaya mecbur oldukları bu dikenli yolun çıkışı İslam’da aranmaktadır ve “öze dönüş” fikri olan bu yol sadece Filistin’de değil, bilakis geçmişte fikri ve kültürel yönü olan ve 1357 yılında alim, bilgin, dini ve manevi merci olarak İmam Humeyni’nin önderliğinde İran İslam İnkılabı’nın zafere ulaşmasıyla siyasi ve pratik yöne de sahip olan bütün İslam ülkelerinde ve Arap dünyasında vuku bulan bir İslami diriliş dalgasıdır. Şimdiye kadar iki siyasi ve askeri boyutu olan ve nasyonalizm düşünceleriyle içiçe bulunan Filistin mücadelesi şimdi İslami çehresiyle itikadi bir boyuta sahiptir ve Filistin İslam Cihadı genel sekreteri doktor Fethi Şekkaki’nin de deyişiyle, İran İslam İnkılabı’nın zafere ulaşması dünya Müslümanlarına ideoloji ve dine olan güven ve inanı geriye getirdi ve İslam’ın yenilmez bir güç olduğunu ispatladı, İslam Filistin halkında kıyam ve kaynaşmayı diriltti. Filistin’de halk intifada hareketiyle hatta hala Arap nasyonalizminin etkisi altında kalanlar bileİslam’a Filistin’i kurtarmak için bir enerji kaynağı ve bütün Araplar arasında bir vahdet ve birlik vesilesi gözüyle bakmaktadırlar ve bazıları da samimi bir şekilde görüşlerini yenilemektedirler.
Bazı Filistin güçlerinin İslam’a yönelişlerinin diğer bir nedeni şudur: Onlar Filistin meselesinin Yahudileri yerleştirmek için toprakları işgal meselesi olmadığını; Ortadoğu’da siyasi ve iktisadi sömürge hedefleri dışında Filistin konusunda batının İslam ümmetine karşı yeni bir haçlı savaşı başlattığına, Hıristiyanların ve batılların 1095’ten 1249’a kadar süren haçlı savaşlarındaki yenilgilerinin ve tahkir edilmelerine sebep olan 1453 yılına Osmanlı İmparatorluğu’nun Bizans’ı fethetmesinden intikam almak olduğunu hissettiler.
Bu, Filistin kıyamı çıkmazlarla karşılaştıktan sonra ortaya çıkan, daha doğru bir tabirle güçlenen yeni bir düşüncedir. Böylece İntifada’nın birçok açıdan İran İslam İnkılabı’na yakın ve benzerlikleri olduğunu söyleyebiliriz; özellikle bu hareket İslam’a yönelmektedir ve İmam Humeyni (K) Filistin halkı yanında tanınmış ve saygı duyulan örneklerden biridir ve onun görüşleri Filistin halkının dikkat gösterip önem verdiği bir konudur. İşte bu yüzden, Filistinli Müslümanların İslami hareketin ihya edicisi olarak tanıdığı bir örnek ve şahsiyet olarak İmam humeyni’nin (K) fikir ve görüşlerinin dikkate alınması gerekir.
Gazze ve Eriha uzlaşması
İntifada vakıası avare Filistinliler için bir ümid kaynağı olduğu gibi İsrail’in de tehlikeyi ciddiye almasına sebep oldu. Dolayısıyla İsrail, İntifada’nın devamından korkarak uzlaşmaya yanaştı. İsrail’in; bütün merhalelerde Filistinlilere sınırlı da olsa bir takım hak ve imtiyazlar tanıyan bütün proje ve beyannamelerin karşısında sert bir şekilde durup Güvenlik Konseyinin 242 ve 338 numaralı beyannamelerini, Reagan’ın barış planı ve benzerlerini kabul etmekten çekinişi bu olumsuz tutumların bariz nişanelerindendir. Esasen İsraillilerin her türlü siyasi çözüm yollarından çekinmelerinin sebebi onların Filistin adlı bir milletin tarihi hüviyetine sahip olduğunu inkar etmeleridir. Ancak Amerika ve İsrail’in İntifada’dan duydukları dehşet onları FKÖ’yle müzakereye mecbur etti. SSCB’nin dağılması ve uluslararası düzenin bir kutuplu oluşu da Avrupa, Japon ve hatta İslamcıların nüfuzunu önlemek ve Ortadoğu barışında ve burhan odaklarını söndürmede başarılı olup, yeni dünya düzenini oluşturma ve Amerika’nın dünyaya hakimiyetini sağlamlaştırma yolunu düzeltmek için Amerikalıların en kısa zamanda buhran odaklarını, özellikle tehlike merkezi olan Ortadoğu’da kontrol edip söndürmeleri gerekiyordu.
Uzlaşmacı Filistin kolu da müzakerelerde pazarlık yapıp daha fazla avantaj kazanabilme yolunda fırsat olarak değerlendirdiler.
9 Eylül 1992’de Yaser Arafat FKÖ’ önderi ünvanıyla İzak Rabin’e bir mektup yazarak İsrail’in varlığını resmen tanıdı ve FKÖ’nün anlaşmasının genel ilkelerine ve yine Güvenlik Konseyi’nin (İşgalci İsrail rejiminin resmen tanıyan ve 1968 öncesi sınırlara dönmeyi isteyen)242 ve 338 numaralı beyannamelerine sadık olduğunu ilan etti ve Filistin konvansiyonun İsrail’in varlığını kabul etmeyen bölümünü iptal etti. İzak Rabin de buna karşılık olarak aynı tarih bir mektup yazarak müzakerelerinden sonra 17 maddeden oluşan bir anlaşma imzaladılar ki, bu anlaşmaya göre batı kesiminde ve yine Gazze bölgesinde bağımsız bir güç oluşacaktı.
Amerika ve İsrail’in bu anlaşmaya yanaşmalarının hedeflerinden biri de Filistinliler arasında nifak yaratmak ve İntifada’nın alevlerini onların kendi elleriyle söndürmekti. Bu anlaşmanın sonuçlarından biri de İsrail’in bölgede meşru ve kanuni bir üs haline getirilmesinin Arap ülkeleri tarafından resmen tanınması için engelleri ortadan kaldırmaktır. Bu anlaşma İntifada’nın ciddi tehlikesinden doğan endişeden dolayı her ne kadar da bir türlü İsrail’in önceki tutumlarından sınırlı olarak geri adım atması sayılsa da, müslüman Filistin halkının yüce mücadelesiyle ciddi bir mesafe olacaktır. İsrail’in resmen tanınması Ortadoğu ve Müslümanların geleceği için bir faciadır ve bunun suçlusu sadece FKÖ ve Arafat değildir, meseleye daha geniş bir şekilde bakacak ve İmam Humeyni’nin bakış açısıyla yaklaşacak olursak bu facianın suçunun bütün müslüman ülkeler ve bu tahkir edici ortamı yaratmada ortak olanların üzerinde olduğunu görürüz.
Her ne kadar bu yeni uzlaşmacı hareketlerin sonuç ve kaderleri hakkında hüküm verebilmek için daha geniş bir fırsata ihtiyaç varsa ve gelecek yıllar gerçeği ortaya çıkaracaksa da, Filistin’deki bu direniş ve mücadele tohumunun şimdi itikadi ve İslami ortamını bulduğu, müslüman Filistin halk kitlelerinin iman ve hedefinin Filistin’i al kanlarıyla sulama görevini üzerine alan kendiliğinden kaynayan bir kaynak ve çeşme bilincine vardığı şimdiden söylenebilir. Dolayısıyla bu mukavemet ve direniş ağacının yükseklik ve verimliliği apaçık gözler önündedir ve bu da İmam Humeyni’nin (K) de beklediği, tüm hayat ve mücadelesinde gerçekleşmesi için zahmetler çektiği sağlam adımlarla yaklaşan geleceğin ta kendisidir.
“Eğer Allah’ın dinine yardım edecek olursanız Allah da sizlere yardım eder ve adımlarınızı sağlamlaştırır.”
İsrail’in Niteliği
Bugün Mısır’da, Enver Sedat, müslüman kardeşlerimizi geniş çapta tutuklayarak İsrail’e hizmetini tamamlamıştır. Sedat’ın Amerika ve İsrail ile birleşmiş Arap Milettinin yüz karası olmuştur. Bölgede işlediği cinayetler dışında, bugünlerde Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid’ül Aksa’da kazıcılık yaparak büyük bir cinayet daha işleyen İsrail ile birleşmiştir; bu kazı sonucu Müslümanların ilk kıblesi Mescid’ül Aksa’nın temelleri gevşeyerek, Allah göstermesin tahrip olacak ve İsrail iğrenç arzusuna kavuşacaktır.
Siz, ey dünya Müslümanları! Ve ey zalimlerin sultası altında bulunan mustazaflar! Ayağa kalkıp birleşin, İslam ve mukadderatınızı savunun, süper güçlerin gürültüsünden korkmayın, zira bu asır Allah’In izniyle, mustazafların müstekbilere ve hakkın batıla galebe asrıdır.
İsrail’in Eliyle İslam Düşmanlığı
Müslümanlar bilmeliler ki, İslam İnkılabı ve İslam’ın olağanüstü gücüne istinaden, Amerika’nın suikast ve planları sünni ve Şiiler arasında tefrika yaratmak ve İslami kıyamın güçlü merkezi İran’a saldırı düzenlemekten tutun diren ve geniş çapta Lübnan’a saldırı projesi ve o büyük cinayetlere kadar hepsi İslam’ı ortadan kaldırmak ve bu ilahi gücü tazyif etmek içindir. Bilmeliler ki, habis İsrail’in Eliyle uygulanmakta olan Amerika’nın planları Beyrut ve Lübnan’la bitmemektedir. Bilakis, her yerde, İslami ülkelerde, özellikle Fars Körfezi’nde ve ilahi vahiy merkezi olan Hicaz’da hedef İslamdır. Birinci hedef bölgeye hakim olanların körü körüne Amerika’ya ve ondan daha acısı İsrail’e teslim olması, her türlü tahkir ve uşaklık zilletini kabul etmesidir. Böyle büyük bir faciaya karşı Müslümanlar ilgisiz olmamalı, İslamı ve İslami ülkelerin hakimiyetini korumak için ellerinden gelen hiçbir şeyi esirgememelidirler. Müslümanların ve söze İslami olan ülkelerin burnunun dibinde aziz bacı ve kardeşlerimize tecavüz ettikleri halde İslami ülkelerin başındaki ilahi ve insani bir fariza olan savunmaya geçecekleri yerde bu kadar yumuşak davranmaları ve hatta Amerika ve İsrail’in uğursuz hedeflerine kavuşmaları için çalışmaları, zalim İsrail yerine İslami İran’ı ve İran’da İslam’ı hedef almaları ne kadar da acı bir durumdur.
Bütün, susmalarına ve hatta bu caninin ve efendisinin çirkin amaçlarına yardımları için bahaneler uydurabiliyorlarsa tarihi de aldatıp saptırabilecekler mi? Özgür ve hür milletleri de aldatabilecekler mi? Zalimlerden intikam alan Allah Teala’yı da geçersiz bahaneleriyle ikna edebilecekler mi? Yüce İslam diniyle böyle oynarlarken bu büyük günahları affedilebilir mi? Beyrutlu masum kadın, erkek ve çocukların kanlarının cevabını verebilecekler mi?
Amerika ve İsrail İslam’ın Aslına Düşmandır
Kutlu İslam Beldelerinde bulunan müslümanlar hangi bmilletten ve hangi mezhepten olurlarsa olsunlar iyiyice bilmeliler ki, İslam, Kur’anı Kerim ve yüce İslam Peygamberinin (S) asıl düşmanları, İslam beldelerine göz diken, büyük yer altı ve yerüstü zenginliklerini yağmalamak için hiçbir cinayet ve suikastten çikinmeyen süper güçler, özellikle Amerika ve uşağı İsrail’dir Onların bu şeytani suikastte muvaffak olmaları mümkün olan her yolla müslümanlar arasında tefrika yaratabilmelerine bağlıdır. Hac törenlerinde, mesela kendilerine bağlı mollaları vb. Şiilerle sünniler arasında ihtilaf çıkarmaya zorlayabilir ve bu şeytani düşünceleri sürdürmeleri sonucunda bazı saf kimseleri aldatıp tefrika ve fesat çıkarabilirler. Her iki fırkadan olan kardeş ve bacılarımız uyanık olmalı ve bilmeliler ki, Amerika ve İsrail bizzat İslam’ın kendisine düşmandır; zira İslam’ı Kitab’ı ve sünnet’i kendilerine engel ve yaðmaları için Mani olarak görüyorlar, çünkü Iran da iţte bu Kitap ve Sünnet’i izleyerek onlara karşı kıyam etti ve inkılap ederek zafere ulaştı.
İsrail’in Yayılmacılık Politikası
“Büyük İsrail” Hayali”
Herkes bilmeli ki, büyük devletlerin İsrail’i ortaya çıkarmaktan hedefleri, sadece Filistin’i işgal etmekle bitmiyor; onlar Filistin’in başına getirdiklerini bütün Arap ülkelerinin başına getirmek istiyorlar ve bugün yaptıkları cihada şahidiz; kelle koltukta işgal ve tecavüze karşı, Filistin ve işgal edilmiş toprakları kurtarmak amacıyla kahramanca cihad eden mücahidleri görmekteyiz; sömürgecilerin uşaklığını edenlerin dün Ürdün’de ve bugün de Lübnan’da mücahidlerin başlarına getirdiklerine, sömürgeci güçler tarafından başa geçirilenlerin vasıtasıyla çeşitli şekillerde müslüman grupları Filistinli mücahitlerden ayırma ve mücadeleyi (İsrailli siyonist güçlere darbe indirmek için çok münasip bir ortamı olan) stratejik bölgelerden dışarı çıkarmak amacıyla onların aleyhine yapılan tebliğ ve suikastlere şahidiz.
Acaba Müslümanlar ve Müslüman ülkelerin başlarında olanların böyle bir ortamda Allah Teala, akıl ve vicdanlarının huzurunda vazifeleri yok mu? Filistinli mücahitlerin sömürgecilerin uşaklığını edenler tarafından sömürge bölgelerinde katledilip diğerlerinin bu cinayet karşısında susmları ve hatta bu özgürlük uğruna yapılan cihadı en uygun bölge olan stratejik bölgeden dışarı çıkarma için mücahidlere karşı suikast düzenlemeleri yakışır mı? Acaba Arap ülkeleri ve o bölgelerde yaşayan müslüman halk, bu cihadın bastırılmasıyla diğer Arap ülkelerinin de bu alçak düşmanın şerrinden kurtulamayacaklarını, rahatlık ve emniyet hissedemeyeceklerini bilmiyorlar mı?
İsrail Tehlikesi Bütün Ortadoğu’yu ve İslam Beldelerini Tehdit Etmektedir
İslami ülkelerin başlarında bulunanlar şu noktaya dikkat etmeliler ki, İslami ülkelerin kalbinde merkezinde ortaya çıkarılan bu fesat kaynağı sadece Arap milletini bastırmakla kalmayacak, bilakis onun zarar ve tehlikesi bütün İslami ülkeleri tehdit etmektedir; siyonizmin projesi, İslam dünyasını sulta ve hakimiyeti altına almak, ve verimli toprakları olan beldeleri ve İslami ülkelerinin yer altı zenginliklerinin bir çoğunu sömürmektir; ve bu siyah sömürge kabusunun şerrinden ancak fedakarlık, mukavemet ve İslami ülkelerin vahdetiyle kurtulmak mümkündür ve eğer İslam’ın başına gelen bu hayati olayda bir ülke kusur edecek olursa, diğer İslami ülkeler kınayarak, tehdir ederek ve ilişkilkerini keserek onu bu işe zorlamalıdırla. Müslüman Petrol Ülkeleri, petrol ve ellerinde olan diğer imkanatları, İsrail ve diğer sömürgecilere karşı bir silah olarak kullanmalı, İsrail’e yardım eden ülkelere petrol satmaktan sakınmalıdırlar.
Lübnan’ın başına Gelenler Diğer İslam Ülkelerini Beklemekte
İslam ülkelerin başlarında olanlar ve özellikle, Arap üLkeleri, söz birliğiyle fesat kaynağı olan İsrail’İ defetmeye çalışmalıdırlar; eğer bu konuda kusur edecek olurlarsa bu olayın diğer benzeri ülkelerin de başına gelmesinden korkmalıyız. Allah Teala’dan ecnebilerin ve onları destekçilerinin ellerinin kesilmesini ve İslami ülkelerin istiklalini niyaz ederim.”Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun”
İsrail Galon’la Yetinmeyecek
Sizler birleşerek bir fesat kaynağını ortadan kaldırmalısınız, bilin ki o, bir kanserdir; Galon’la yetinmeyecek bilakis, diğer yerlere de bulaşacaktır. Onlar İsrail’in bütün ırklardan üstün olduğuna, Fırat’tan Nil Nehrin’ne kadar bütün yerlerin İsrail’e ait olduğuna ve ona geri dönmesi gerektiğine inanmaktadırlar ve siz ise oturmuş bir takım küçük ve ehemmiyetsiz şeyler üzerinde birbirinizle kavga etmeksizin ve İran, bizim diğer ülkelerde, diğer milletlerde gözümüz yok, biz onlarla birleşmek ve fesadı bölgeden çıkarmak istiyoruz diye feryat ederken siz bütün varlığınızla İran’ın birden birşeyler söyleyip bazı hareketlerde bulunmasından korkarak ona düşmanlık etmeksizin. Niçin böyle oluyor? Düşmanın kim olduğuna, düşmanın kovulması ve dostlarla birleşmesi gerektiğine kavimlerin reisleri dikkat etmeli aydın kesim dikkat etmeli, beldelerin alimleri dikkat etmeli, tüm ülkelerin alimleri dikkat etmeli. Bu sorun bütün Müslümanların eliyle halledilmeli ve bütün müslümanlar arasında vahdet ve birlik olmadığı müddetçe bu sorunlar olacaktır.
İsrail Mevcut Durumla Yetinmez
İsrail’in şu an olduğu yerle yetinmeyeceği meselesi defalarca hatırlatılmıştır; o adım adım ilerleyecek ve ilerledikçe “bizim bir işimiz yok, biz buyuz” söyleyecek ve yarın daha büyük adımlar atacaktır. Bugün Lübnan, yarın Allah göstermesin Suriye ve öbür gün Irak…
Maalesef ülkeler ona karşı kıyam edeceklerine, onun önünü almak için birleşeceklerine onu red bile etmediler, şimdi bile onun yerini sağlamlaştırmak için çabalamaktalar ve bu ise İslami ülkeler için; başta olan reislere dolaysız olarak ve başta olanları; istedikleri her işi yapmaları, İslam ve Müslümanları her türlü zillete düşürmeleri için makamlarında bırakan ve önlerini almayan İslam beldelerinin milletleri için ise dolaylı olarak utanç verici bir lekedir. Biz bu musibetleri nereye götürelim?
İsrail’in Uğursuz Amacı
Müslümanlar ve özellikler bölgenin mazlumları bilmeliler ki, İsrail belki de Filistinli ve Lübnanlı mücahidleri aldatmak için değiştirdiği taşlarla hiçbir zaman Nil Nehrinden Fırat’a kadar ki İslam ülkelerine tasallut olan çirkin amacından vazgeçmeyecektir; bölgede diş ve tırnağını gösteren Amerika, bölgede cinayetlerini icra eden İsrail gibi bir taşı tamamen savunmaktadır; onların siyasi oyunlarını gözden Irak tutmalıdır. İsrail’i savunanlar bilmeliler ki, himayeleriyle fırsat bulduğu zaman Allah göstermesin bölgeyi felakete uğratacak zehirli ve çok tehlikeli bir yılanı güçlendirmekteler ve bu tehlikeli yılana fırsat vermemelidirler.
Forex İşlemleri Dini Açıdan Caiz Midir?
Ayetullah uzma Mekarim Şirazi’ye sorulan soru ve soruya verdiği cevabın tam metni şu şekilde:
1- Forex işlemlerinin meşru olmaması
Soru: Forex işlemlerinin şer’i muamele hükümlerini kapsamadığını buyurmuştunuz, sizden hangi işlemlerin bu hükme tabi olduğunu öğrenmek istiyorum.
Cevap: Bu muamele ve işlem gerçekte bir çeşit “Ekl-i mal bi’l batıl” (Malı batıl yolla yemek) ve bir aldatmaca ve dolandırıcılıktır. Zira hiçbir akıllı insan 1 dolar karşılığında kar payı olmadan karşılıksız olarak 99 dolar borç vermez ve onlar bu iş sonunda bir çok grubun sermayesini bu şekilde kendilerine çekeceklerini biliyorlar. Dolayısıyla bu işlem akil bir muamele ve işlem biçimi olarak sayılmaz.
2- Uluslararası borsalardan internet yoluyla altın ve petrol alımı
Soru: Uluslararası borsalardan internet yoluyla altın, döviz ve petrol alım satımının şer’i açıdan hükmü nedir?
Cevap: Forex işlemlerinin şer’i muamele hükümleri şartlarına uymadığına binaen caiz değildir.
Vahdet ne demektir ?
Vahdet, birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olmaya denir. Değişik ideoloji ve inançlara sahip olanların ortak noktalarda birleşmeleri, müşterek noktalarda aynı görüş ve strstejiyı takip etmek için birlik olmalarina denir. Vahdet bazılarının algıladığı gibi insanın kendı görüşünü terk edip başkasının görüşünü kabul etmesi değildir. Bir grubun kendisini yok edip başka bir gruba ilhak olması da değildir. Bir mezhebin, bir ideolojinin kendi inancından vazgeçip başka bir inanç ve ideolojiyi kabullenmesi hiç değildir. Dünyada, bir ülkede veya bir bölgede birkaç kuruluş, inanç olabilir; onların ne zaman ortaya çıktığı ve nasıl oluştukları vahdeti oluşturmak açısından önemli değildir. Her toplumda bazı islami hareketler ve mezhep ve inançlar tarihsel olarak bazılarından önce oluşmuştur aynı günümüzdeki siyasi partiler gibi, bu zamansal farklılık hiçbir zaman haklılık ölçüsü olamaz. Hiç bir kuruluş, hareket ve mezhep ben diğerlerinden önce kuruldum öyleyse ben doğru yoldayım, ben hakkım benim dışımdakiler batıldır diyemez. Aynı şekilde bir hareketin, bir fikri akımın ve bir mezhebin bünyesinde barındırdığı kitlenin sayısal niteliği de hak ölçüsü değildir. Çoğunluk hakk ölçüsüdür ve tarihsel öncelik doğruluk ölçüsüdür teorisinin geçersizliğini hem Kuran reddediyor, hem Resulullah’ın (s.a.a.) sünneti, hem de İmamların tarihi sireleri ve sözleri ortaya koyuyor.
Hareketlerin ve fikri akımların nasıl ve ne zaman ortaya çıktığı önemli değil dediğimizde, zamanın fonksiyonu yoktur demek istemiyoruz, bir fikri hareketin oratya çıkmasında zaman ve mekanın son derece etkili olduğu inkar edilemez. Ama zamansal öncelik veya belli bir bölgede oluşması hakk ölçüsü değildir. Bir hareketin ve fikri akımın meydana gelmesinde en önemli nokta “neden” oluştuğudur. Bu fikri akım, bu mezhep ve hareket neden oluştu, neden ortaya çıktı, diğer akımlarla farkı nedir, diğerlerinden bir özelliği varmıdır, diğerleriyle ortak noktaları varmıdır, nasıl bir siyaset ve stratejiye sahiptir, kimler kurmuştur, hedefleri nelerdir, hitap etmek istediği toplum kimlerden oluşuyor, diğerlerine bakış açısı nedir? Her islami hareket, fikri akım, mezhep ve ideoloji bu soruları kendilerine sormalı ve diğerlerini tanımak ve onlarla vahdet kurabilmek için onlar hakkında bu soruların cevabını almalıdır.
Vahdet, değişik görüş ve inançlar sahip akımların, mezheplerin ve ideolojinin kendi hedef ve fikirleri doğrultusunda bir takım ortak ve müşterek noktalarda beraber hareket edip aynı stratejiyi takip edebilmek için görüş aliş verişinde bulunup dayanışma içinde olmaya denir. Bu tanımdan sonra anlaşılıyor ki vahdet bedenlerin bir araya gelmesi, insanların kuru kalabalık oluşturması değildir. Vahdet bedenlerin değil gönüllerin bir olması, ortak ve müştereklerde fikirlerin ve düşüncelerin bir olmasıdır. Öyleyse insanların ayrı ayrı hareketlerde yer almaları, çeşitli akım ve mezheplere bağlı olmaları vahdet oluşturmalarına engel olamaz bilakis oluşturacakları vahdet, en güzel vahdet ve birlik olacaktır. Değişik akımlar ve mezhepleri takip etmeleri onların tefrika ve ayrılık içinde olmalarına sebep olmamalıdır. Ama fikir birliği oluşturulmaz ve müştereklerde dayanışma sağlanmazsa, fertler arasında gönül bağı yoksa insanlar bir harekette , bir akım ve bir mezhep şemsiyesi altında olasalar da vahdet ve birlik içinde değil ihtilaf ve tefrikadadırlar. Bir toplum ve akım içinde olmaları, bir takım menfaat ve çıkarlar icabı olmuştur, onları biraraya toplayan fikir birliği, gönül bağı değil bazı zahiri ve maddi etkenlerdir. Böyle bir toplum kesinlikle ilerleme kat edemez, tekamüle eremez. Ya zamanın şartlarına uyamayıp yok olmaya yüz tutacaktır veya varlığını sürdürebilmesi için hep sima değiştirecektir.
Vahdetin Zarureti
Vahdetin ve birliğin zarureti ve önemi hakkında konuşmak ve yazmak boş yere zaman kaybetmek olur, söylenenleri, yazılanları tekrarlamak olur. Bu konu hakkında alimler, halk ve toplum arasında gizli bir nokta yok ki onu açıklamaya çalışalım; Kuran ayetleri, hadisler, tarihi gerçekler vahdetin toplumdaki etkisi ve tefrikanın getireceği zararları beyan edilmiştir ve o kadar aşikardir ki onları anlamamak için kör, sağır ve akılsız olmak gerekir. Bazı ayetleri teberrük olarak zikr ediyoruz.
Kur’an’ın en fazla üzerinde durduğu konulardan birisi şüphesiz vahdettir; gerçek vahdet, amelde oluşan, pratikte görülen kardeşlik, bir vücut gibi olan birlik ve beraberliktir. Sözde ve hiçbir ameli yönü olmayan sloganik vahdet değil. Müslümanlar ellerindeki imkanlar ölçüsünde islami vahdeti oluşturmalı ve tefrikadan kaçınmalıdırlar. Allah-u teala insanları değişik ve farklı yaratmiştır; farklı ırk, dil, coğrafya, kavim ve millete sahip olarak yaratmıştır. Bizleri vahdet ve birliği sağlamaya ve tefrikadan kaçınmaya davet etmesinden anlaşılıyor ki müslümanlar, islami vahdeti sağlayabilirler aksi takdirde vahdete emr etmez ve tefrikadan nehy etmezdi.
İsalami vahdet nasıl oluşturulmalı bunun da yollarını göstermiştir. Nasıl vahdet kurumamız gerektiğini öğrettiği gibi tefrikadan nasıl kurtulmamız gerektiğini ve zararlarını da beyan ediyor. Vahdetin faydalarını açıkladığı gibi vahdeti engelleyen unsurları da açıklamıştır.
Vahdet, zahiri bir antlaşma, insanların birbirlerine verdikleri karşılıklı bir söz değildir. Vahdet, insanların kalbine yerleşmesi gereken onun fıtratından kaynaklanan bir kardeşlik bağıdır. İnsanın fıtratı, ilahi din üzere yaratıldığı için insan, Kur’an ayetlerini bu fıtratı üzere değerlendirmeli ve ona yönelmelidir.
1- “ Hep birden Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bölük bölük olmayın ve anın Allah’ın size verdiği nimeti, anın o zamanı ki düşmandınız birbirinize, kalplerinizi uzlaştırdı, nimetiyle kardeş oldunuz.. İçinde ateş olan bir çukurun tan kenarındaydınız sizi kurtardı ordan. Allah, doğru yolu bulasınız diye delillerini böyle açıklar işte.” Al-i İmran / 103
Allah-u teala ayette birkaç noktayı beyan buyuruyor:
a) “ Allah’ın ipine sımsıkı sarılın”, Allah ile kulları arasında bir bağın olduğunu, insanları Allah’a ulaştıran bir vesile olduğunu hatırlatıyor. Bu bağ, bir tarafı Allah’ın elinde diğeri kulların arasında olan ip olarak beyan ediyor. Bu ip ve bağ, Kur’an, din ve Resulullah’tır. Kim bu ipe sarılır yani dine, Resulullah’a ve Kur’an’a uyarsa kesinlikle Allah’a ulaşacak ve kurtuluşa erecektir.
b) “ Hep birden Allah’ın ipine sımsıkı sarılın”, ayette Allah’ın ipine hep birden sarılmayı emr ediyor. Müslümanların, Allah’ın ipine ayrı ayrı , grup grup değil beraber sarılması gerektiğini beyan buyuruyor. Herkes kendisine bir karı açıp, değişik iplere sarılarak ilerlemeye çalışmasın, diyor. Hem bir ipe sarılın, hem de beraber sımsıkı sarılın. Yani Allah yolunda beraber ilerleyin, beraber düşünün birbirinizle yardımlaşarak hareket edin. Birbirinizin elinden tutarak hak yolda ilerleyın, işlerinizde istişare ederek aynı hedef doğrultusunda beraber yürüyün. Farklı yollar takip etmeyin.
c) “ bölük bölük olmayın”, ayet şiddetle tefrikaya düşmekten nehy ediyor. Hak yolda gidenlerin arasına fitne ve tefrika sokan çok olur, müslümanları bölüp onları parçalamak isteyen ve onların kardeşlik ve vahdetini bozmak çabasında olan düşmanlar devamlı olacaktır. Müslümanlar düşmalarını iyi tanıması gerekir. Kura’an, bizlere düşmanı da tanıtıyor; biri dini, Kur’an’ı yok etmek isteyen, müslümanların hak yolda gitmelerini engelleyen, müslümanların vahdet ve birliğini bozup onları tefrikaya düşürerek sömürmek isteyen kafir, müşrik, munafık ve emperyalistlerdir. Diğeri ise bizimle aynı dine inanan, aynı kitabı kabul eden, aynı kıbleye yönelen ve aynı peygamberin ümmeti olduğunu söyleyen ama bizimle anlaşamayan arada tefrika olan kimseler.
Kur’an, bizlere bunların herbirine karşı ayrı ayrı vazife ve görev tayın etmiştir. Her ikisine karşı aynı mücadele yolunu öngörmemiştir.
Birinci gruba ve düşmana karşı; küfre, nifaka ve şirke karşı savaş ve cihat öngörmüştür. Düşmanı yok edene kadar mucadele edilmesi gerektiğini beyan buyurmuştur. Kura’an’da cihat hakkında geçen ayetlerin hepsi bu düşmana yöneliktir. Kafir, müşrik ve munafıklara karşı savaş ve onların yok olup, yeryüzüne Allah’ın dini hakim olana kadar savaşı öngörüyor.
Ama ikinci gruba karşı mücadele ise çok farklıdır. Allah-u teala çok değişik bir metod ve yol göstermiştir. Bu ikinci grup insanlarla mücadelede, düşmanı yok etmek ve onlarla savaşarak onları yenmeye çalışmanın yerine aradaki düşmanlığı yok etmeye davet ediyor, müslüman kardeşlerimizle aradaki kini, düşmanlığı, kırgınlığı yok etmeye emr ediyor:
“ Ve iyilikle kötülük bir değildir. Aranıydaki düşmanlığı ( kötülüğü) en güzel bir muameleyle defedin, bir bakarsın ki aranızdaki düşmanlık olan kişi, sanki senin en yakın bir dostun olmuştur.” Fussilet / 34.
Görüldüğü gibi Allah-u teala buyuruyor, aranızdaki kini, düşmanlığı, kırgınlığı yok etmeye çalışın. Bizim ile muhalif olan kişinin dostumuz olmasını istiyorsak, onunla vahdeti sağlamak peşindeysek, onunla savaş ve kavga halinde olmayı, onun aleyhine çalışmayı, onu yok etmeyi ve kendimize boyun eğdirmeye çalışmayı terk edip onunla iyi geçinip aradaki kötülük ve düşmanlığı yok etmeye çelışmamız gerektiğini anlıyoruz. Elbette bu zor bir iştir herkesin yapabileceği bir çaba değildir. Kur’an, bunu da beyan ediyor:
“Bu huy, sabredenlerden başkasına verilmez ve akıldan, tedbirden büyük hisseye sahip olmayanlara bu nasip olmaz.Ve eğer şeytan seni vesveseye düşürür de bu huydan vazgeçirmeye kalkışırsa hemen sığın Allah’a ; şüphe yok ki O her şeyi duyar ve bilir.” Fussilet /35-36.
Eğer bu ayete amel edilir, aynı dine ve mezhebe sahip, aynı kitabı okuyup aynı kıbleye yönelen müslümanlar, aralarındaki düşmanlığı, kini, kötülüğü ve tefrikayı yok ederse o zaman gönül rahatlığıyla kardeşce birbirlerinin yanında yer alarak vahdeti engelleyen prüzleri ve zorlukları yok edecekler ve Allah’ın ipine sımsıkı sarılmış olacaklardır.
d) “ anın Allah’ın size verdiği nimeti, anın o zamanı ki düşmandınız birbirinize, kalplerinizi uzlaştırdı, nimetiyle kardeş oldunuz “. Vahdet dünyevi menfaatlar için veya dünyada bir güç elde etmek için insanların bir araya toplanması, zahiri bir antlaşma yapmalari ve bedenlerin bir araya toplanması değildir, ayette de belirtildiği gibi kalplerin bir olması, fıtrattan kaynaklanan kardeşlik bağı ve insanları bir hedef doğrultusunda hak yolda birleştiren gönül birliğidir. Kalpleri birbirine yakınlaştıran ülfettir. Allah-u teala ayette belirtiyor: , anın o zamanı ki düşmandınız birbirinize”, eğer insanlar dünyevi çıkarları ve nefsi arzuları için hareket ederse devamlı kavga halinde yaşayacaklardır, kalplerinde birbirlerine karşı düşmanlık güdeceklerdir. Allah-u teala müslümanlar arasına rahmet tohumlarını ekip onların kalplerini uzlaştırdı, kalplerinde ülfet icad ederek onları kardeş olmalarını sağladı ve Rabbul alemin bunu büyük bir nimet olarak nitelendiriyor. Vahdeti, kardeşliği ve muminlerin arasındaki şefkat ve muhabbeti, kendilerine vermiş olduğu nimet olduğunu hatırlatıp anmalarını istiyor.
Müslümanlar arasındaki vahdet ve kardeşliği yalnız Allah sağlayabilir: “Onların gönüllerini birleştirmiştir. Yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın gene de onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah aralarını uzlaştırdı..” Enfal / 63. ayette açıkca belirtiliyor ki dünya malı, maddi imkanlar insanlar arasında merhameti, kalplerdeki ülfeti ve gönüllerdeki sevgi ve muhabbeti icad edemez. Dolayısıyla hiç bir maddi güç müslümanlar arasında vahdet sağlayamaz, maddi ve dünyevi imkanlar bedenleri birbirine yaklaştırır ama kuru kalabalık oluşmasına sebep olur ama gerçek vahdeti asla sağlayamaz. Aynı şekilde kalplerde gönül baği olan ve aralarında ülfet ve kardeşlik oluşmuş bir toplumun fertleri birbirlerine karşı merhametlı düşmanlara karşı ise şiddetli olacaklardır:”.....O’nunla (Resulullah ) beraber bulunanlar kafirlere karşı şiddetlidirler, kendi aralarında merhametlidirler..” Feth / 24. Müslümanlar bu vahdeti sağladılarmı artık hiçbir güç onları yenemez , onların birlik ve beraberliğini bozamaz aralarına tefrika sokamaz.
2- “ Allah’a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra zayıflarsınız ve kuvvetiniz kalmaz ve sabredin, şüphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir.” Enfal / 47
Bu ayeti celilede vahdet konusu ayrı bir açıdan beyan ediliyor. Vahdetin olmadiği bir toplumda tefrikanın zarar ve tehlikeleri açıklanıyor. Allah’a ve Resulüne itaat edilmediği takdirde ihtilaf kaçınılmaz olacaktır. Aranizda bir ihtilaf söz konusu oldumu birbirinizle “çekişmeyin” buyuruyor. İhtilafı halletme yoluna gidin, önceki ayette belirtildiği gibi kendi aranızda çözün, “ Aranızdaki düşmanlığı ( kötülüğü) en güzel bir muameleyle defedin”. Eğer halledemezseniz, diğer bir ayette belirttiği gibi Allah ve Resulüne muracaat edilmesi emr ediliyor:
” Ey inananlar Allah’a ve Resulüne ve içinizden emredecek kudret ve liyakata sahip olanlara itaat edin. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız birşeyde ihtilafa düştünüz mü o hususta Allah’ ve Resulüne muracaat edin; bu hareket, hem hayırlıdır hem de sonu pek güzeldir.” Nisa / 59
Müslümanlar, Allah’a, Resulüne ve Ululemre itaat ettiği müddetce ihtilafa düşmezler, ihtilafa düştükleri anda Allah ve Resulüne muracaat etmez, ilahi hükümleri kendi aralarında hakem karar vermezlerse veya ihtilaflı taraflardan herhangi birisi aradaki düşmanlık ve kırgınlığı güzel bir şekilde yok etmek için uğraşmaz, birbirlerini suçlarsa müslümanların vahdet ve birliğinin bozulmasına sebep olup tefrika çıkmasını sağlayacaktır, Allah-u teala bunun sonucunu beyan buyuruyor: ” birbirinizle çekişmeyin, sonra zayıflarsınız ve kuvvetiniz kalmaz.”.
Hz. Ali (a.s.) şöyle buyuruyor:” Gerçekten Allah’ın dininde birbirinizin kardeşisiniz. Aranızda hiç birşey tefrika oluşturmaz. Aranızda ihtilaf ve tefrika makamperestlik ve kalbinizin kötü olmasından kaynaklanır”. Hz. Ali (a.s. ) müslümanlar arasındaki ihtilafın kaynağını iki kelimeyle beyan buyuruyor; makamperestlik ve kalbin temiz olmayışı. Her müslüman kendi nefsine müraccat etmeli ve kalbini kontrol etmelidir. Eğer müslümanların vahdetini engelleyen bu iki etkenden bir varsa ; makam ve mevki sevgisi ve dünyaya bağlılık varsa onu yok etmeye çelışmalı veya kalbi temiz değil müslüman kardeşlerine karşi sevgi ve muhabbet beslemiyor ve o kalbi günah ve isyanla, nefsi istek ve arzularla doldurmuşsa o kalbi temizlemelidir.
Vahdet için ne yapmalı?
Vahdet ve birliğe davet eden kimse, davet ettiği insanlarlarla ortak noktaları olduğu gibi bazı konularda ayrı olduğunu da kabul etmiş demektir. Eğer farklılık olduğunu kabul etmiyorsa vahdete davetin manası kalmaz. Birileri vahdete davet ediyorsa bazı noktalara dikkat etmesi gerekir.
a)- Vahdet yapmak istediği insanların, kuruluşların veya mezhebin hedeflerini, düşüncesini ve fikir yapısını bilmesi gerekir. Davet ettiklerinin hedefleri nelerdir? Düşünce tarzı nedir? Siyaset ve stratejisi nedir? Prensipleri nelerdir? Kısacası o hareket, fikri akım ve mezhep ve meşrebi tanımalıdır. Eğer vahdet yapmak istediği kimselerin kim olduğunu tanımazsa boş yere slogan atmış olur. Çünkü vahdet yapmak istedikleri insanlar temelde kendileriyle aynı hedefi paylaşmayabilirler veya aynı strateji ve siyaseti takip etmeyebilirler dolayısıyla aynı hedefi paylaşmayan temelde ayrı olan insanların veya kuruluş ve hareketlerin vahdeti mümkün değildir. Öyleyse vahdet için en önemli şart tarafların birbirlerini tamamen tanımalarıdır.
b)- Aynı hedefi paylaşan insanların ve islami hareketlerin vahdeti sözkonusu ise yani birbirlerini hedef ve amaçlarını tanımış ve birbirleriyle vahdet oluşturmayı uygun görmüşlerse o zaman birbirlerinin ortak noktalarını tesbit etmelidirler; hangi noktalarda birleşiyorlar, ortak noktaları nelerdir bilinmesi gerekiyor. Şu soru sorulabilir: Eğer bunlar aynı hedefi paylaşıyorlarsa öyleyse bunlar birdirler, herşeyleri ortaktır, ayrılık noktaları yok ki neden ortak noktaları belirlesinler? Evet doğrudur ama aynı hedefi paylaşan kurum ve kuruluşlar temel hedeflerde birdirler, teferruatta , takip edilmesı gereken siyasette, metod ve stratejide farklı olabilirler. Onun için önce ortak noktaları belirlenmeli, nereye kadar beraber oldukları bilinmelidir. Aksi takdirde birbirlerini suçlamadan, ithamlardan geri kalmayacaklardır. Hatta birbirlerini tekfir ve munafık ve hain ilan etme aşamasına bile gelebilir..
Ortak noktalar belirlendiği gibi aynı şekilde ayrılık noktaları, beraber hareket edemeyecekleri alanlar, fikir ayrılıkları, metod farklılıkları ve onları birbirinden ayıran özellikler belirlenip karşılıklı saygı göstermelidirler. Bu ayrılık noktalarından dolayı birbirlerini itham edip suçlama yerine, onları bahane edip birbirlerine saldıracaklarına, fikir ve düşüncelerini birbirlerine tahmil edeceklerine bu gerçekleri kabullenip karşılıklı saygı ve hoşgörülü olmalıdırlar.
c)- Birbirlerini iyice tanıdıktan, hedeflerini bildikten ve ortak ve ayrılık noktalarını tesbit ettikten sonra son merhale kat edilmeli. Önce ayrılık ve ihtilaflı noktaları gidermeye çelişmalılar. Kuran ve hadisler çerçevesinde ihtilafları yok etmeliler. Bu ihtilaf ve ayrılık noktaları dine, imana zarar verecek boyutta değilse sadece metod ve strateji ve takip edilmesi gereken siyaset alanındaysa o zaman görüşlere karşılıklı saygıyı gösterip ortak noktalara yönelmeliler. Ortak noktalar belirlendikten sonra, o noktalarda her türlü yardımlaşma ve dayanışma içinde olmalıdırlar. Müştereklerde istişare ve görüş aliş verişinde bulunularak ortak bir yol takip edilmelidir. Eğer ayrılık noktalarını halletmede israr edilirse bu ortak noktaların da ayrılık noktalarına dönüşmesine, tefrika ve kavganın ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Neticede vahdete davet, kabul olmayacak duaya amin demek ve oluşmayacak bir vahdet için slogan atmaktan öteye gidemez.
Vahdet Alanları
Dünyadaki müslümanlar değişik mezhep ve inanca sahip olduğundan, aynı mezhep ve inanca sahip müslümanların çeşitli tarikat, meşreb ve kuruluşların bünyesinde inançlarını yaşamaya çalıştıklarından veya değişik siyaset ve stratejiye sahip olduklarından, vahdetleri sözkonusu olduğunda vahdet etmek istedikleri alanlar belirlenmelidir. Vahdet adına müslümanlar kullanılmamalı ve onlara islamın öngördüğü vahdet, yanlış anlatılmamalıdır. Asırlardır müslümanların vahdet oluşturamamalarının sebeplerinden biri de müslümanlara islami vahdetin gerçek manasının aktarılamamasıdır. Bu bağlamda vahdetin merhaleleri de belirlenmelidir.
1- İnanç ve İtikatta Vahdet
İnsanın hayatına değer veren, yaşamına önem kazandıran ve ferdi ve toplumsal hayatını yönlendiren onun itikat ve inancıdır. İnanç ve itikat insanın özünü oluşturur. Allah-u teala, Kur’an-ı Kerim’de vahdet için nazil etmiş olduğu ayetlerde inanç ve imanda bir olmaya davet ediyor. Tek olan Allah’a iman etmeye, ilahi hükümleri getirip beyan eden Resulullah’a (s.a.a.) iman etmeye ve kıyamet gününe imana emr ediyor. Allah’a kulluk etmeye, göndermiş olduğu dine tabi olmaya çağırıyor. Diğer taraftan Allah’tan başka bir şeye ilah diye tapmaktan, O’dan başkasına kulluk etmekten nehy ediyor. Hem vahdete davet ettiği ayetlerde hem detefrikadan nehy ettiği ayetlerde “ Tevhide” davet ediyor. Ayetler müslümanları inanç ve itikatta Tevhidi bir imana sahip olmaya davet ediyor. Bu ayetlerin Mekke’de nazil olduğu dikkate alındığında genelde itikadi ve imanın temellerini beyan eden ayetler olduğu görüleceklerdir. Dolayısıyla ayetlerin, müslümanlar arasında itikadi konuların dışındaki fikri ayrılıklarını reddetmediği anlaşılacaktır. Resulullah da hiçbir zaman fikir ayrılıklarını tefrika, fitne olarak değerlendirmemiştir.
Müslümanların bu alandaki vahdetlerini iki şekilde beyan edebiliriz; biri müslümanların itikat ve inancının temellerini oluşturan ve bütün müslümanların ortak oldukları Tevhid, Nübuvvet ve Mead ve dinin diğer değişmez vacibatına imanda vahdet, diğeri ise bu imanın temellerinin pratikde ameli göstergesi olan ibadi ve Allah’ın amelde müslümanlardan beraberce yapmalarını istediği işlerde vahdet.
İslami vahdet ister Tevhidi düşünce gereği iman ve itikatta olsun ister ilahi emir gereği amelde, ibadette olsun genel ve kullidir. Ama inanç ve teorik meselelerin ve pratikde amelen yapılan şeri hükümlerin teferruatına ve cüziyyatına inildiğinde müslümanların bu meseleleri idrak ve kavramasında farklılık olduğu görülmektedir. Yani ihtilafların çoğu imanın asıl ve temellerinde değil, teferruat ve detaylarındadir.
Mezhepler arasındaki farklılık da bu noktalardadır. Müslümanlar, mezheplerin farklı düşünmelerine sebep olan teferruat ve detaylar peşine düştüklerinden tefrika ve ihtilaf hastalığına yakalanmışlar ve vahdet sağlayamamaktadırlar. Bu detaylar konusunda da vahdet sağlama peşinde olduklarından ve başaramadıklarından bu daldaki görüş ayrılıklarını tefrika olarak algılarlar. Bazılarına göre islami vahdetin varliği o zaman kabullenilir ki bütün meselelerde hatta teferruat ve detaylarda da aynı düşünülsün, aynı inanca sahip olunsun. İşte bu düşünce neticesinde tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de müslümanlar birbirlerini tekfir etmekten, kendisi gibi inanmayanları sapık ve delalette görmekten kurtulamamışlardır. Onlara göre mezhep ve fırkalar birbirleriyle teferruatta ihtilafları olduğu için hiçbiri hakk olamaz çünkü hak bir tanedir. Bundan dolayı herkes kendi inaç ve mezhebini hak olarak görüyor ve diğerlerini batıl sayıyor.
Eğer müslümanlar bir mezhebin veya inancın teferruat ve detaylarını imanın temeli ve diğerlerini ise batıl olarak algılarsa o zaman kendi mezhebi içindeki farklı görüşe sahip alim ve müçtehidlerin de bazılarının küfrüne ve görüşlerinin batıllığına, bazılarının da hak olduğuna hüküm vermesi gerekecektir. Çünkü fakih ve müçtehidlerin fıkhi meselelerde ve diğer bazı konuların detay ve teferruatında farklı görüşleri olduğunu biliyoruz. Halbuki müslümanların kayıtsız şartsız kabullenmesi gereken ve görüş belirtme yetkisi olmadığı itikadi ve şeri meselelerin teferruat ve detaylarında fakihlerin görüş ayrılıkları ve farklı fetvaları, ihtilaf ve tefrika değildir ve fakihler de birbirlerinin batıl ve küfrüne fetva vermemişlerdir. Tabiki İslam’ın, Kur’an’ın aleyhine verilen fetva ve görüşler her kim tarafından verilirse verilsin, hiyanet ve batıldır, onların cevabını vermekte yine fakihlerin vazifesidir.
Kur’an-ı Kerim müslümanları vahdete davet ettiği ayetlerde inanç ve itikatta; Tevhid, Nübuvvet ve Mead konusunda vahdet sağlamaya emr ediyor.
2- Fikirde Vahdet
Allah-u teala insanlara dahili hüccet olarak aklı vermiştir. İnsanlar, kendilerine verilen bu akıl ile dünya işlerini düzene koydukları gibi hakk yolu bulup hidayete kavuşurlar. Allah-u teala, insanlar arasında aklı taksim etmiş ama her insan aynı yetenek ve isti’dada sahip değildir. Her insan kendisine verilen aklı aynı ölçüde kullanamaz. Herkes yeteneği ve kapasitesince ondan yararlanır. Dolayısıyla aklını iyi kullanan birisinin anladığı bir birşeyi başka birisi idrak edemeyebilir. İlmi, siyasi, toplumsal ve itikadi bir meseleyi bağnazlık ve taassup olmadan herkes farklı şekilde anlayabilir. Olayları değerlendirme açısından insanlar bir olayı farklı çekillerde yorumlayabilirler. Hiç kimse benim yorumum doğrudur benim dışımdakiler batıldır diyemez. Tabiki bu değişik yorum ve idraklar dini konularda sözkonusu oldunca ancak teferruat ve detaylarda olursa doğru olarak kabul edilir, dinin asıllarında ve değişmez hükümlerinde insanların böyle bir hakkı yoktur.
İki insanın bir konuda tamamen aynı düşündükleri söylenemez, bir olayı tamamen aynı şekilde değerlendirdikleri iddaa edilemez muhakkak görüş ayrılıkları olan noktalar vardır. Bu görüş ayrılıklarının olması birinin hak diğerinin batıl olduğunu göstermez, onlar arasında tefrika olduğu manasına gelmez. İnsanların, ilim ve bilgileri farklı olduğundan ve anlama yetenekleri farklı olduğundan bir meseleyi idrak etmeleri ve olaylara yaklaşımları farklı olacaktır. Düşünce tarzı ve istidadı değişik olduğundan her konuda aynı düşünmeleri imkansızdır.
İnsanların fikri vahdetini ( yani her konuda aynı düşünmek, aynı görüşü benimsemek, hiç görüş ayrılığının olmamasını ) sağlamaya çalışması mantıklı bir fikir olmadığı gibi insanın fikir özgürlüğünü kısıtlamak, düşünme yeteneğini elinden almaktır. Çünkü insanların değişik düşündüğünü, farklı yeteneklere sahip olduğunu ve ilim ve bilgi seviyelerinin neticesinde olayları farklı değerlendirdikleri dikkate alındığında bu fikri vahdeti sağlamanın imkansız olduğu görülecektir. Fikri vahdet oluşturmak istersek bir toplumda bir görüşün dışında bütün görüşleri atmamız gerekecek ve herkes kendi görüşünün doğru olduğunu kabullenip diğerlerini batıl ve yanlış bilmesine sebep olavaktır. Bir insanın kendi görüşünün hak olduğunu iddaa edip mihver olması gerektiğini söylemesi düşünüldüğünde, bu iddaanın tefrika ve fitneyı ne kadar körüklediği görülecektir. Fikri vahdet, dediğimizde insanların her konuda aynı düşünmesi gerektiğini, olayları aynı şekilde değerlendirmeleri gerektiğini ve değişik ve farklı düşüncelerin olamaması gerktiğini kast ediyoruz. Bunun yanısıra şunuda belirtelim, görüş alış verişinde bulunarak müslümanların ve islamın maslahatı için ortak bir görüşe varmak, dayanışma ve diyalog halinde olmak ayrı bir konudur ileride ona değineceğiz.
Evet, fikri vahdet, bütün insanaların aynı düşünmeleri, olayları aynı şekilde değerlendirmeleri imkansız olduğu gibi Allah-u teala da insanlardan böyle bir vahdet istememektedir. Resulullah (s.a.a) hadislerinde ve Ehl-i Beyt İmamları (a.s) nurlu sözlerinde böyle bir vahdete davet etmiyorlar. Bu bağlamda şuna dikkat edilmesi gerekir, bir insan kendi görüşünü hak ölçüsü olarak görüp insanları kendisine tabi olmaya davet edemez, insanın kendisine davet etmesi, ne isimle olursa olsun kendisini ilahlaştırması manasına gelir.
Böyle bir vahdet ancak peygamberler ve imamlar için sözkonusudur. İsmet makamına sahip peygamber ve imamlar Allah-u tealadan aldıkları ilim sayesinde bütün olayların ve düşünce ve fikirlerin başlangıcından sonuna kadar bütün mefsede ve maslahatını, yarar ve zararını, doğruluk ve yanlışlığını, hak ve batıllığını bildiklerinden her konuda ayını düşünür aynı kararı veririler asla görüş ayrılığına düşmezler ve hiçbir konuda ihtilafa düşmezler onun için Peygamberler ve imamların fikri vahdetleride vardır. İmam Humeyni (r.a) şöyle buyuruyor: “Eğer 124 bin peygamber bir arada yaşasalar en küçük bir konuda dahi ihtilaf ve fikir ayrılığına düşmezler.” Ama insanlar böyle bir vahdeti gerçekleştiremeyeceklerinden onlardan böyle bir vahdet istenmemektedir. Eğer birileri böyle bir vahdet istiyorsa bu fikri vahdet değil kendisine tabi olmaya çağırmadır, fikir, düşünce ayrılığını tefrika olarak değerlendiriyorsa bu kendisini tek hak görmesinden kaynaklanıyor bu da en büyük zülmetlerden biridir.
Özetle şöyle diyebiliriz: Fikirde vahdet hedef doğrultusunda bütün konularda ister kulli ve genel meselelerde olsun, ister cuzi ve teferruatta olsun fikir ve düşüncelerin hiçbir fark olmaksızın bir olmasıdır. Elbette bu vahdet türünün insanlardan şu aşamada istenmemesi yalnız zamansal olaraktır, eğer insanlar iman-ı kamil ve akl-ı kamil derecesine ulaşırlarsa bu vahdet gerçekleşecektir.
3- Fikir birliği
Söylediğimiz gibi insanların akıl seviyeleri, akıllarını kullanma yetenekleri farklı ve değişik olduğundan ve değişik ilim ve bilgiye sahip olduklarından farklı düşünürler farklı değerlendirirler. Bu insanın yaşayışının ve dünyevi hayatının gerçeklerindendir.
“Fikir birliği” bir grup insanların bir hedef doğrultusunda bir strateji belirleyip bir siyaset ve metot takip ederek hedefe ulaşmak için ortak bir gürüş etrafında toplanmalarıdır. Toplumda bulunan fertlerin görüşü alınarak , bireylerle istişare ederek en sağlıklı ve en doğru karara ulaşmak için bir gürüş etrafında birleşmektir.
Aynı inancı paylaşan, aynı mezhebe mensup ve aynı islami harekette yer alan müslümanlar temelde bir olduklarından teferruat ve detaylarda farklı görüşlere sahip olsalar da hedef doğrultusunda fikir birliğine varabilirler. Değişik düşünce ve fikirlerden yararlanmak hem sihhatli karar vermeyı sağlar hem de o toplumun tekamülene sebep olur.
Farklı görüşlerden yararlanmak, fikir alış verişinde bulunmak ve toplumda herkesin görüşüne saygı göstermek fertlerin birbirine güven ve itimadını artırır ve hedefe ulaşma yolundaki engelleri ve tefrika vesilelerini yok eder. Bireyler birbirlerinin görüşlerinden yararlanarak hedefe ulaşmak için bir metod ve strateji belirlemeleri onların başarıya ulaşmalarını sağlar. Birilerinin kendilerinden üstün gördükleri birinin görüşünü benimsemesi fikri birliğinin bir parçasıdır. Ama bireylerin görüşü alınmadan insanın kendi görüşünü dayatması ne adına olursa olsun istibdat ve diktatörlüktür. Eğer bir kişinin belirlediği metod ve strateji ile hareket edilirse hedefe ulaşılamayacağı gibi bu tekelciliğe ve tefrikaya yol açar. O zaman oluşturulan islami hareket, takip edilen hedef yerine fert sivrilir ve önplana çıkar ve o ferdin yok olamsıyla o hareket ve hedef de ortadan kalkar. Toplumda tefrika ve fitne daha da çoğalır. Bu gibi hareketlerde fikir birliği oluşamayacağı gibi böyle bir hareket islami ve ideolojik değil ferdi ve şahsi hareket olacaktır.
Fikir birliği, fertlerin farklı düşüncelerine saygı göstererek, bireylerin değişik metod ve stratejilerden yararlanarak hedef doğrultusunda beraberce ortak bir karar vererek mücadele etmektir. Ama fikir ve metod farklılıkları tefrika unsuru sayılmadan.
4- Siyasi Vahdet
Günümüzde müslümanları içten kemiren tefrika hastalığıdır. Farklı mezhep ve tarikatlara sahip olmalarına rağmen aralarında bir siyasi vahdet oluşturmuş olsalardı islam alemi bugün bu durumda olmayacaktı. Teferruattaki mezhebi farklılıkları; fıkhi ve itikadi konulardaki ayrılıkları gündeme getirip birbirlerine saldırmamış olsalardı müslümanlar bölük bölük olmazdı. Müslümanlar birbirlerine kardeş gözüyle bakıp islamın maslahatı için ihtilaflı konuları bir kenara bıraksalardı, birbirlerini tekfir ve munafık ve sapık ilan edecekleri yerine güçlerini birleştirmiş olsardı bugün islam düşmanları müslümanların mukaddesatına dil uzatamayacak, islam topraklarına tecavuz edemeyecek, müslümanların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömüremeyecek, islam toprakları bu emperyalıstlerin uşaklarının elinde islam düşmanlarının kalesi haline gelmeyecekti.
İşte müslümanların yapması gereken en önemli vahdet siyasi vahdettir. İslam, Kur’an ve Mukaddes yerlere saldıran emperyalistlere karşı güçlerini birleştirmek, tek vücut olmak gerekir. Emperyalistlerin hedefi, Tevhid inancının temellerini yok etmektir, bu inanca sahip olanları kendilerine köle etmektir. Müslümanlar hangi ırka sahip olursa olsun, hangi mezhebe mensub olursa olsun bilmelidirler ki hedef bütün müslümanlardir. İmanın temellerinde bir olan; aynı kitaba inanan, aynı kıbleye yönelen, aynı Peygamberin ümmeti olan, Tevhidi düşünceyi hakim kılmak isteyen müslümanlar ayrılık ve farklı düşünceleri bir kenara bırakıp bu asıllar etrafında birlik oluşturmalıdırlar. Sünni, şia vahdeti, sünnülerin kendi mezheplerini bırakıp şia, şiaların kendi inançlarını terk edip sünni olması değildir. Vahdet, herkesin kendi itikat ve inançını koruyarak ortak düşmana karşı güşlerini birleştirmesi, omuz omuza vererek emperyalistlere karşı, Kur’an’ı, mukaddes toprakları, islamı ve tevhidi düşünceyı korumasıdır. Müslümanların düşmanı, farklı mezhep ve düşünceye sahip müslüman değildir. Bugün emperyalistler sünnisiyle şiasıyla bütün müslümanları hedef almıştır.
Müslümanlar emperyalistlerin körüklemiş oldukları fitne ve tefrika ateşini söndürmek için el ele verseler islam düşmanları arzu ve hedeflerine ulaşamayacaklardır.
Müslümanın dostu sadece müslümandır, mumınlerin velisi sadece mumınlerdir.” Ey iman edenler, benim düşmanımı ve kendi düşmanınızı evliya, dost edinmeyin” , “ Hırıstıyan ve yahudileri kendinize dost edinmeyin” ayetleri müslümanlara düşmanı tanıtıyor. Müslümanlar, dünyevi çıkarları için emperyalistlerle irtibat kurup işbirliği yapmamış olsalardı, bugün müslümanlar bu şekilde zülüm, işkence ve sömürüye maruz kalmazlardı...
5- Kim ile Vahdet
İslami mücadelede en önemli meselelerden birisinin vahdet olduğunu biliyoruz, vahdetin manası, kısımları ve alanlarını anlatmaya çalıştık. İslami vahdetin gerçekleştirilebilmesi için en önemli konulardan biri de “kim ile vahdet” yapılacağıdır. Vahdet yapılacak insanın özellikleri neler olmalıdır? Kim, gelin vahdet oluşturalım, derse olumlu cevap mı verilmesi gerekir? Herkesle vahdet olur mu? İslamın maslahatı diye hiçbir şeye dikkat etmeden diyaloga geçerek vahdet ve birlik kurmalı mı?
Bu soruların cevabı herkese göre farklı olabilir ama cevaplanması gereken sorulardır. Vahdet yapılması gereken kişi ve islami hareketlerde olması gereken özellikler:
1- Gerçekten vahdet istediğini söylem ve eylemleriyle göstermesi gerekir. Birisi hakkında toplumda olumsuz belli yargılara varılmışsa o yargıların yok olması gerekir, insanların kafasındaki yanlış portrenin kaybolması gerekir, vahdet adına insanları kendisine tabi olmaya, kendi çatısı altına almaya davet ediyorsa bu vahdeti araç olarak kullanıyor demektir. Kendisiyle vahdet yapılmak istenen kimse, insana ve topluma güven vermelidir, samimi olmalıdır. Karşılıklı güvenin hasıl olması gerekir.
2- Vahdet yapılmak istenen kişi ve kuruluşla aynı hedefi paylaşmak gerekir; islami vahdet sağlanacak kimselerin toplumda islami kimliklerinin olması gerekir. Toplumdaki fasık, munafık ve islami derdi olmayan insanlarla vahdet yapılamaz, bu hem islama darbe vurur hem de o vahdet yapmak isteyen kurum ve kişilere. Müslümanlarla aynı hedefi paylaşmayan ve mektebe hizmet hedefi olmayanlar, vahdete davet ediyorlarsa onların islam dışı hedefleri olduğunu gösterir, demek ki müslümanları kullanmak ve belli yerlere ulaşmak istiyorlar. Eğer bu gibi insanlar vahdete davet ediliyorsa önce onlar islama davet edilmeli sonra vahdete çağrılmalıdır.
3- Vahdete davet eden özverili ve fedakar olmalıdır. İslami vahdetin sağlanması için önce kendisinin fedakarlık yapması gerekir, eğer karşıdakinden özveri ve fedakarlık beklerse bu vahdet oluşmaz. O fedakarlık yapmazsa ben fedakarlık yapmam, önce o fedakarlık yapsın zihniyeti, vahdetin oluşmasını engelleyen faktörlerden biridir. Müslüman biri, islami vahdet için her türlü fedakarlığı yapmaya hazır olmalıdır; kişisel çıkarlarından, şahsi görüş ve diretmelerinden vahdet ve kardeşlik için vazgeçebilmelidir.
4- Oluşturulacak vahdetten suiistifade edilmemeli. Hem dışa hem de içe karşı tebiğde varılan birlik ve beraberlik sınırları aşılmamalıdır. Vahdeti kendisi oluşturmuş ve herkesi kendi bünyesinde toplamış imajı verilmemelidir. Yani islami vahdetin oluşmasından şahsi çıkarlar güdülmemelidir.
5- Vahdet yapılan kurum, kuruluş veya şahısların görüşlerine saygı gösterilmeli, benimsenmeyen görüşleri gündeme getirilip güvensizlik ortamı oluşturulmamalı. Birbirlerine bakış açıları müsbet olmalıdır. Bir kuruma karşı müsbet bakılmıyorsa onunla vahdet sağlanamaz veya kendisine müsbet bakmayan, meşru bilmeyen birinin vahdet daveti kabul edilmemelidir.
Netice: İslami vahdet hakkında yapmış olduğumuz bu kısa araştırma yazısının, vahdet ve birlik isteyenlere faydalı olmasını temenni ederiz.
Görüldüğü gibi islami vahdet için bedenlerin değil gönüllerin bir olması gerekiyor. Kur’an, müslümanlardan vahdetin özünü ve hakikatını istiyor, yapmacık ve zahiri bir birliktelik değil. Bunu gerçekleştirmek için de gerçekten büyük çaba ve fedakarlık yapmak gerekir.
“Bu huy, sabredenlerden başkasına verilmez ve akıldan, tedbirden büyük hisseye sahip olmayanlara bu nasip olmaz.Ve eğer şeytan seni vesveseye düşürür de bu huydan vazgeçirmeye kalkışırsa hemen sığın Allah’a ; şüphe yok ki O her şeyi duyar ve bilir.” Fussilet /35-36.
Ayet-i celilede belirtildiği gibi vahdeti sağlamak için herkes fedakarlık yapamaz; sabredenler, akıldan büyük nasıp alanlar, şeytanın vesveselerinden Allah’a sığınanlar ancak yapabilirler.
İslami vahdet sağlayabilmek için önce vahdeti teorik ve bilimsel olarak bilmek gerekir. Daha sonra ameli olarak vahdeti yapma yolları araştırılmalıdır. Aksı takdirde şimdiye kadar yapıldığı gibi vahdet adına yapılanlar, ihtilaf, tefrika ve bölük bölük olmaya sebep olacaktır. Tefrikacı ve vahdeti bozan asla belli olmayacak herkes diğerini suçlayacaktır. Ve bunun zararını islam, müslümanlar ve toplum görecektir.
Resulullah (s.a.a.) buyurduğu : “Dünyayı sevmek bütün hataların başıdır” hadisini herkes kendisine örnek alır ve nefsi arzularını bir kenara bırakarak islami vahdet için fedakarlık yaparsa müslümanların vahdeti gerçekleşecektir.
Vesselamu Ale men ittebeel Huda
Kaynak: ruhullah.com
İranlı 59 bilgin, dünyanın en seçkin bilginleri arasında
Dünyanın en seçkin bilim adamlarının arasında yer alan İran'ın 59 bilim adamının adı açıklandı.
Web of Science bilimsel sitesi dünyanın en seçkin bilim adamları arasında İranlı 59 bilim adamının adını açıkladı.
Söz konusu İranlı bilim adamlarının mühendislik, kimya, bilgisayar, tıp ve eczacılık alanlarında faaliyet yürüttüğü belirtildi.
Söz konusu site her yıl dünyanın en seçkin bilim adamlarının ilk yüzde birini açıklıyor.
Bundan önce Tahran Tıp Bilimleri Üniversite'nin 6 öğretim üyesinin adının bu listede yer aldığı açıklanmıştı.
VAHDET VE BİRLİK
Müminlerin Sevgi Ve Dayanışmalarından Gelen Manevi Kuvvetleri
Allah'a ve ahirete inanmayan insanların birlikteliklerinin temelinde genellikle hep dünyevi değerlere verilen önem ve yine dünyevi menfaatlere yönelik beklentiler yatar. Bu kimseler biraraya gelmekle bir anlamda karşılıklı bir menfaat anlaşması yapmış olurlar; taraflar karşılıklı olarak birbirlerine destek olur ve böylece müşterek menfaatler elde etmeye çalışırlar. Bu ittifaka dahil olan kimseler birlikteliklerinin karşılıklı bir güven ya da dostluğa dayanmadığını ve her ne kadar dile getirilmese de bu ittifakın birtakım şartlara dayalı olduğunu bilirler. Taraflardan birinin menfaat sağlayıcı vasfı ortadan kalktığında, ittifak da ortadan kalkar. Bu şartlar oluştuğunda diğer kişilerin zor durumda kalması ya da desteğe ihtiyaç duyması diğer tarafın ilgisini çekmez. Çünkü kurulan bu ittifak sadece bir güç birliğinden ve menfaat beklentisinden kaynaklanmıştır. Dolayısıyla da beklentiler yok olduğunda birliğin bozulması da son derece doğaldır. Allah'ın "… Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir." (Haşr Suresi, 14) ayetiyle insanlara haber verdiği gibi, iman etmeyenler her ne kadar birlik ya da dayanışma içerisinde gibi görünseler de temelde birlik olamazlar.
Dünya üzerinde insanlar arasında gerçek bir dostluk ve ittifak sağlayabilecek yegane güç ancak 'iman'dır.
Hesap gününden korkan müminler dostluklarıyla, dünyada başlayıp ahirette de sonsuza kadar devam edecek sağlam bir ittifakın temellerini atmış olurlar. Birbirlerini, araya hiçbir çıkar ya da menfaat beklentisi katmadan, halis niyetle ve sadece Allah rızası için sever, Allah rızası için dost olurlar. Temeli Allah sevgisine ve Allah korkusuna dayalı olan bu bağın bozulması Allah'ın dilemesi dışında hiçbir şekilde mümkün olmaz.
İman edenler, Allah rızası için birbirlerini sevmelerinin verdiği güç ile büyük bir manevi kuvvet oluştururlar.
Bir ayette "… (O zaman) Muhakkak Allah'a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: "Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galib gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara Suresi, 249) sözleriyle bildirildiği gibi, kalplerindeki iman ile az sayıda bile olsalar, manen, büyük zorluklara ve güçlüklere karşı galip gelecek bir şevk ve irade kazanmış olurlar. Gösterdikleri güzel ahlaktan dolayı Allah'ın yardımını ve desteğini kazanmış olurlar.Allah'ın "… eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz." (Al-i İmran Suresi, 139) ayetiyle bildirdiği gibi, kimsenin birbirine düşüremediği, gücünü kıramadığı manevi bir kuvvet oluştururlar.
Kendi aralarında ise samimiyetle Allah’ın rızasını aradıkları için, hiçbir zaman bir kargaşa, anlaşmazlık ya da ihtilafla karşı karşıya gelmezler.
Çünkü Allah'ın sözü birdir; Kuran ayetleri açıktır. Tüm inananlar Kuran'a kayıtsız şartsız uyduğu ve her zaman Allah'ın rızasının en çoğunu kazanmaya yönelik hareket ettiği için, büyük bir uyum ve düzen meydana gelir. Tüm işleri akıcı bir düzen içinde kolaylıkla hallolur. Kendi menfaatleriyle çatıştıklarında her biri, Kuran ahlakının ve müminlerin menfaatlerinden yana tavır koydukları, kardeşlerinin nefislerini kendilerinkinden üstün tuttukları için güçlü bir dayanışma oluşur.
Müminler, birbirleriyle sonsuz ahiret arkadaşı olmaya niyet etmiş olmalarından dolayı derin bir sevgi, saygı ve sadakatle birbirlerine bağlanırlar.
Bundan dolayı da asla rekabete, çekişmeye ya da ihtilafa imkan tanımazlar. Her ne zorluk ya da sıkıntıyla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, Allah korkularından ve samimi imanlarından dolayı yılgınlığa, gevşekliğe ya da iradesizliğe kapılmazlar. Birinde bir kusur olacak olsa, bir diğeri güzel ahlakla ona destek olup iyiliğe teşvik eder. Sürekli birbirlerine iyiliği emredip, kötülükten sakındırdıkları için giderek imanları daha da güçlenir, kuvvetleri artar. Amaçları, çabaları ve duaları hep aynı olan müminlerin, imanları ve sevgilerinden oluşan bu manevi güçlerini Bediüzzaman Said Nursi bir sözünde şöyle bir örnekle dile getirmiştir:
Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren müminlerdir. (Maide Suresi, 55)
Şüphesiz Allah, Kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak mücadele edenleri sever. (Saf Suresi, 4)
Ahmedinejad: ""Bize saldıranları pişman ederiz"
Ahmedinejad: İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, İran’a yapılacak olası bir saldırıda ülke silahlı kuvvetlerinin düşmanları pişman edeceğini söyledi.
İslami İran Cumhurbaşkanı, ‘Ordu Günü’ dolayısıyla bu sabah yapılan törenlerdeki konuşmasında orduya hitaben “Emin olunuz ki; fazl-ı ilahi ile, zafer ve onur sizindir ve hiç şüphe yoktur ki, dünyadaki hiç bir güç sizin karşınızda dikilemez, bu ordu yenilmez.” dedi.
İslami İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, ‘Ordu Günü’ münasebetiyle bu sabah yapılan törenlerdeki konuşmasında, Fars Körfezi bölgesindeki güvenliğin önemine işaret ederek, Fars Körfezi’ndeki güvenliğin bölge devlet ve milletlerinin ortak katılımlarıyla sağlanacağını ve yabancıların bu bölgeye müdahalesi sadece yıkım ve güvenliksizlik taşıyacağını, İran’ın Fars Körfezi'nin güvenliğinin yeniden tesisi için bölgesel işbirliğine hazır olduğunu söyledi.
İran ordusunun ‘kökü toprakta, başı semada’, Allah Teala’ya ve milletine güvenen bir ordu olduğunu belirten Ahmedinejad, orduya hitaben “Emin olunuz ki; fazl-ı ilahi ile, zafer ve onur sizindir ve hiç şüphe yoktur ki, dünyadaki hiç bir güç sizin karşınızda dikilemez, bu ordu yenilmez.” dedi.
Ahmedinejad: "Dünyadaki hiç bir güç bu orduyu yenemez"
Ahmedinejad “Herkes biliyor ve de bilmelidir ki, aziz İran milleti alemdeki en barışsever millettir; tarihi belgeler de göstermektedir ki, bu millet her zaman diğer milletlerin üzüntü ve sevinçlerine ortak olmuştur. İran milleti, ilmini her zaman cömertçe diğerleriyle paylaşıp herkes için barış ister.” dedi.
İran Cumhurbaşkanı konuşmasına “Silahlı Kuvvetlerimiz ve ordumuz, vatanına, İran milletinin onur ve menfaatine dikilen her türlü namahrem ve mütecaviz bakışlı düşmana bir ağır bir pişmanlık ve utançla yüz yüze getirecektir. İran silahlı güçleri, daima, İran sınırlarını ve menfaatlerini korumaya hazırdır.” diye devam etti.
Ahmedinejad konuşmasının sonunda, bütün İran ordu ve güvenlik güçleri mensuplarını kutladı ve tümüne Allah’tan Başkomutanlık komutası altında onur ve gurur dileğinde bulundu.
Nehcül-Belağaya göre Din ve İman -1
(İmandan sorulduğu vakit buyurmuşlardır ki:)
* İman dört direk üstünde durur: Sabır, yakin, adalet, cihat. Sabır dört kısımdır: Özlem, korku, çekinmek, tetikte durmak. Cenneti özleyen dileklerden vazgeçer. Cehennemden korkan haramlardan çekinir. Dünyada çekinen kişi, dünya musibetlerini hiçe sayar. Ölüme karşı tetik duransa hayırlı işlere koşar.
Yakin de dört kısımdır: Akıllılık, hikmeti yormak, geçmişlerden öğüt almak, geçenlerin yolunu yordamını izlemek. Akıllılıkta gözü açık olana hikmet aydınlanır. Himmeti apaydın gören ibret alır. İbret alansa geçmişlerdenmiş gibi hareket eder. Dünyaya da aldanmaz.
Adalet de dört kısımdır: Anlayışta derine dalmak, bilgide derin olmak, aydın hükümle karara varmak, hilimde direnmek. Kim anlayış sahibi olursa, ilmin dibine dalar; kim ilmin dibine dalarsa hükümde yol yordam neyse elde eder; hilim sahibi olansa yaptığı işte ileri gitmez, insanlar arasında tertemiz yaşar.
Savaş da dört kısımdır: Doğruyu buyurmak, kötülüğü nehyetmek, gerçek işlerde doğru olmak, gerçeğe uymayanlara düşmanlık gütmek. Doğruyu buyuran kişi inananların bellerini doğrultur; kötülüğü nehyeden, münafıkların burunlarını kırar; gerçek işlerde doğru hareket eden, kendisine gereken şeyi yapar; kötülüklere, gerçeğe uymayanlara düşman olan, Allah için kızan kişiyse öyle bir hâle erer ki, Allah onun yüzünden onun düşmanlarına kızar ve kıyamet gününde onu razı eder.
Küfür de dört direk üstünde durur: Doğru olmayan şeylerde derine dalmak, kavga yolunu tutup ululanmak, gerçekten sapmak, aykırı yol tutmak. Gerçek olmayan şeylerde derine dalan, gerçeğe ulaşamaz; bilgisizlikle kavgaya girişen, kavgayı çoğaltan, gerçeğe karşı kör olur kalır. Kim gerçekten saparsa iyi şey ona kötü görünür; kötülükse güzelleşir; sapıklık sarhoşluğuna tutulur. Aykırı yol tutanınsa yolları güçleşir, işleri sarpa sarar, kurtuluş yolu da daraldıkça daralır.
Şüphe de dört direk üstünde durur: Batıl üzere savaşmak, korkmak, işkile düşmek, sapıklığa teslîm olmak. Savaşmayı âdet edinmenin gecesi sabah olmaz. Korkanın önündeki ardına düşer. Şüpheye yolunda yelip yortanı o şüphe, şeytanların ayakları altına atar; dünya tehlikeleri yüzünden sapıklığa teslim olansa dünyada da helâk olur, âhirette de.
* İnsanlar, dünyalarını düzene sokmak için dinlerine ait bir şeyi terk ettiler mi Allah onları ondan daha zararlı bir şeye uğratır.
* Farzlara zarar veren nafilelerle yakınlık olamaz.
* Sizi İslâm'a öylesine bir nispetle mensup sayayım ki benden önce kimse böyle bir nispeti söylememiştir. İslâm teslim oluştur; teslim oluş yakindir; yakin gerçeklemektir; gerçeklemek ikrardır; ikrar emre uymaktır; emre uymaksa o emirleri yerine getirmektir.
* Yaradanın büyüklüğü, yaratılanı gözünde küçültür.
* Namaz, her temiz kişinin Tanrı'ya yaklaşmasıdır. Hac, her zayıfın savaşıdır. Her şeyin zekâtı vardır; bedenin zekâtı da oruçtur. Kadının savaşıysa kocasıyla iyi geçinmesidir.
* Nice oruçlu vardır ki orucundan elde ettiği ancak açlıktır, susuzluktur. Nice geceleri ibadetle geçiren vardır ki o kulluktan elde ettiği şey, uykusuzluktur, yorgunluktur. Ne mutlu aklı başında olan ariflerin uykusu ve yemesi.
* Ne mutlu âhireti anan, soru için iş gören, nail olduğuna, hakkına kanaat eden ve Allah'tan razı olan kişiye.
* Yaradana isyan hususunda yaratılmışa itaat olamaz. Suçtan vazgeçmek tövbe etmekten ehvendir.
Kuran ve Nehcül Belağaya göre Dünyanın değeri -1
İslâm açısından insanla dünyanın ilişkisinde olmaması gereken, insanda bir afet ve hastalık kabul edilen ve İslâmî öğretilerde amansız bir mü-cadele verilen şey, insanın dünyayla ilişkisi ve ona ilgi duyması değil, dünyaya tutkuyla bağlanması ve bağımlı olmasıdır, insanın özgür yaşam yerine, esirliği seçmesidir, dünyanın araç ve yol olarak değil, hedef ve maksat olarak görülmesidir. İnsanın dünyayla ilişkisi eğer insanın dünyaya bağımlı ve asalak olmasıyla sonuçlanırsa, bu, bütün yüce insanî değerlerin yok olmasına sebep olur.
İnsanın değeri, aradığı ideallerin kemâl ve olgunluğundadır. Açıktır ki, insanın eğer örneğin karnını doyurmaktan daya yüce bir ideali olmaz, bütün çaba ve arzuları bu seviyede kalırsa, değeri de "karın" değerini aşmayacaktır. İşte bu nedenle Hz. Ali (a.s) buyuruyor ki:
"Bütün hedefi karnını doldurmak olan kimsenin değeri, karnından dışarı çıkan şeyle eşittir."
Söylenmek istenen bütün sözler, insanın dünyayla irtibatının nasıl ve ne biçimde olması gerektiği etrafında dönüp dolaşmaktadır. Bu irtibat biçimlerinin birinde insan kurban gitmekte, mahvolmaktadır.
Arayan herkesin ideal hedef ve kemâlinden aşağı bir seviyede bulunması hükmü gereği, Kur'an-ı Kerim ifadesiyle "esfel-i safilîn" yani dün-yanın en alçak, en düşük ve en bayağı varlığı olur; bütün yüce ve insanî değerleri yok olur gider; başka bir irtibat biçiminde ise tam tersine dünya ve dünyadaki şeyler insana feda olur, insanın hizmetine girer ve insan yüce değerlerini bulur.
İşte bu nedenle kutsî bir hadiste şöyle geçer: "Ey insanoğlu! Ben nesneleri senin için ve seni de kendim için yarattım." (Yani her şey insan için, insan da Allah için yaratılmıştır.) Önceki bölümde Nehc'ül-Belâğa'dan iki örnekle kınanan şeyin, "bağımlılık" ve "tutku" diye ifade edebilecek insanla tabiat âleminin nasıl bir ilişki içerisinde olması gerektiği üzerinde durduk. Şimdi Kur'ân-ı Kerim'den ve sonra da tekrar Nehc'ülBelâğa'dan diğer örneklere değinelim: İnsanın dünyayla ilişkileri hakkında Kur'ân-ı Kerim ayetleri iki kısımdır; bir bölümü öteki bölüm için bir giriş, bir önsöz gibidir. Gerçekte birinci bölümdekiler bir kıyasın önermeleri, ikinci bölümdekiler ise o kıyasın sonucu hükmündedir. Birinci bölüm, bu dünyanın değiştiği, sabit kalmadığı üzerinde duran ayetlerdir.
Bu gibi ayetlerde, maddî şeylerin değişken, sebatsız ve geçici olduğu gerçeği olduğu gibi sunulmaktadır; örneğin yerden yeşeren bir bitkiyi örnek vermektedir, ilk önce yeşil, taze şadaptır. Fakat bir süre sonra sararmaya başlar, kurur, olaylar rüzgarı onu ezer, parçalar ve etrafa dağıtır. Dünya hayatının misali budur buyurur, bu ayetler. Açıktır ki insan, -istese de istemese de, beğense de beğenmese de- maddî hayat bakımından, böyle kesin bir kadere uğrayacak olan bir bitki gibidir.
Eğer insanın algıları hayal değil gerçek olması gerekiyorsa, eğer insan farizaya ve varsayımlarla değil, gerçekleri olduğu gibi keşfederek saadete kavuşabilecekse, sürekli bu gerçeği göz önünde bulundurmalı ve ondan gaflet etmemelidir. Bu ayetler maddiyatı, mabutlar ve ideallerin kemâli şeklinden çıkarmak için birer ortam hazırlayıcıdır. Bu ayetlerin yanında, hatta bazen bu ayetlerle birlikte hemen şu nokta hatırlatılmaktadır: Fakat ey insan! Ahiret yurdu ebedi ve kalıcıdır; var olan her şeyin sadece bu geçici şeyler olduğunu ve hayatın boş anlamsız olduğunu sakın sanma! İkinci bölümdeki ayetler açıkça insanın ilişki sorununu aydınlığa kavuşturan ayetlerdir.
Nehc ul Belağa yı Tanıyalım
Nehc"ul Belağa Hz. Ali (a.s)"ın kısa hilafeti döneminde buyurmuş olduğu 239 hutbe, 79 mektup ve 480 hikmetli kısa sözden oluşan bir kitaptır. Seyyid Razi [1] adıyla meşhur olan ve büyük Şii alimlerinden biri sayılan Muhammed b. Hasan Musevi (359-406) söz konusu hutbe, mektup ve kısa sözleri biraraya toplayarak değerli bir eser oluşturmuş ve bu eseri Nehc"ul Belağa olarak adlandırmıştır. O bu değerli kitabı H. 400 yılında kaleme almıştır. Nehc"ül-Belağa yazarı Seyyid Razi, bu eseri oluşturma hedefi hususunda kitabın önsözünde şöyle demektedir: “Ömrümün baharındayken ve ömür dalım henüz tazeyken İmamların (a.s) özellikleri ve hususiyetleri hakkında bir kitap yazmaya başladım. (Hasais"ul Eimme kitabı) Bu kitapta o zatların güzel ve değerli sözleri vardı. Elbette bu kitabın başında da belirttiğim gibi bu işe belli bir hedef ve niyetle giriştim. Ama Hz. Ali"nin özgün hususiyetlerini yazdıktan sonra bu kitabı devam ettirmeyecek bölümlere ve kısımlara ayırdım. Son bölümünde uzun hutbeler yerine, öğütlerini hikmetlerini, örneklemelerini ve kısa edebi sözlerini bir araya topladım.
Bazı dostlarım bu kitabı okuyunca çok beğenip övdüler, fesahat ve belagatı ile eşsizlik ve özgünlüğüne hayran oldular. Bu nedenle benden Hz. Ali (a.s)"ın çeşitli dallarda ve konulardaki öğüt, yazı, hutbe ve hikmetli sözlerini toplayarak derlememi istediler. Onlar Hz. Ali (a.s)"ın bu sözlerinin fesahat ve belagatını, Arapça"nın incileri, dini-dünyevi sözlerin nuru olduğunu çok iyi biliyorlardı; çünkü böylesi özellikler hiçbir beşeri söz ve kitapta bir araya gelmemiştir. Hz. Ali, fesahatin kapısı, belagatın temeli konumundadır. Fesahat ve belagatın gizlilikleri onun sözlerinde tecelli etmiş ve onunla bir düzene girmiştir. Her hatip onun örneklendirmelerini almış, her vaiz onun sözlerinden yararlanmıştır. Buna rağmen o herkesten ilerdedir ve onlar Hz. Ali"den geri kalmışlardır. Zira onun sözlerinde ilahi ilmin izi ve Peygamberin kokusu vardır. Ben de bu isteklerine icabet ettim ve telif ettiğim bu eserin adını da Nehc"ul-Belağa koydum.” [2]
Nehc"ül-Belağa kitabı 1000 yıl boyunca sürekli ilim, edep ve ilahi öğretiler semasında nurlu bir güneş gibi parlamış; ışık saçmış; İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça, Orduca ve Türkçe dillerine tercüme edilip, basılmıştır. İslam bilginleri bu kitap için sayısız şerhler, talikaler, lügat açıklamaları, lafız beyanları, seçmeler, özetler, Nehc"ül Belağa"da gezintiler ve Nehc"ül Belağa"dan dersler adı altında sayısız kitaplar kaleme almışlardır.
“Merhum Muhaddis Nuri, Seyyit Razi"nin Hesais"ul Eimme” bir nüshasının Şeyh Hadi Al-i Kaşif"ul Gıta kütüphanesinde ve bir nüshasının da Hindistan Rambor kütüphanesinde bulunduğunu söylemiştir. Aynı zamanda H. 1369 yılında da Necef-i Eşref"te de basılmıştır. [3]
Yazıldığı ilk yıllarda bir kitap hakkında doğru dürüst bir hüküm vermek mümkün değildir. Şahsi sevgi ve kinler, aceleden kaynaklanan hükümler, zayıf ve güçlü noktaların gizli kalması ve benzeri sebepler kitabın gerçeğinin gizli kalmasına veya değişik gösterilmesine sebep olabilir. Ama bin yıldır bilginlerin fikirlerini üzerinde yoğunlaştırdıkları, ince görüşlü düşünürlerin bilgisine ve basiretli insanların görüşüne sunulan bir kitapta bu tür ihtimaller düşünülemez. Bütün bunlara rağmen bir kitap, değerini korumuş ve dikkatleri kendi üzerinde odaklandırmışsa bu o kitabın önem ve yüksek değerini gösterir.
Efendimizin süt annesi hz.Halime
Umarım Allah, bu çocuk sayesinde, hayatımıza bereket katar.
Hz. Halime.
Mekke Etrafındaki kabilelere, yeni doğan çocuklarını büyüyene kadar emanet etmek, Mekke halkının bir geleneği haline gelmişti. Maddi durumu iyi olan aileler, çocuklarının daha sağlıklı bir ortamda yetişmesi için, Mekke dışında yaşayan bir aileye çocuklarını emanet eder ve birkaç yıl sonra çocuklarını geri alınca ise o aileye büyük mali yardımlar yapardı.
Mekkelilerin Çocuklarını Mekke dışında tutmasının birkaç nedeni vardı. Mekke’nin dağlarla çevrili olması, bu bölgenin basık bir havaya sahip olmasına ve hastalıkların çok olmasına, dolayısıyla da birçok çocuğun bu hastalıklara yenik düşüp hayatını kaybetmesine sebep oluyordu, bu nedenle Mekke halkı, çocuklarının Mekke dışında büyümesine çok sıcak bakıyordu.
İkinci sebep ise Mekke dışında, çöllerde yaşayan Arapların daha iyi bir Arapçaya sahip olmasıydı. Arapçanın çok önemli olduğu o dönemde doğal olarak çocuklarının düzgün bir Arapçaya sahip olmasını arzu eden Mekkeli aileler çocuklarının bu kabileler içerisinde büyümesini tercih ediyorlardı.
Üçüncü sebep ise çocuk’a bakmayan annelerin eşlerine daha çok vakit ayırabilmesiydi. Hayatını çocuklara bakarak geçirmek istemeyen Mekkeli zengin aileler, çocuklarını Mekke dışındaki ailelere teslim ederek hem çocuklarının daha sağlıklı yetişmesini sağlıyor hem de birbirlerine daha çok vakit ayırma fırsatını yakalıyorlardı.
Beni Sa’d kabilesi, Araplar içinde, iyi yönleriyle tanınan bir kabile idi, bu kabiledeki kadınlar, her yıl Mekke’ye giderek çocuklarına bakılmasını isteyen ailelerin çocuklarını teslim alır ve kabilelerine getirirlerdi.
Bu kabilenin cömertlik, yiğitlik ve doğruluk gibi bilinen özelliklerinin yanı sıra en çok bilinen özelliği ise düzgün Arapça konuşması idi. Bu nedenle Mekke’nin büyükleri, çocuklarını bu kabileye vermeğe özen gösteriyorlardı.
Her sene olduğu gibi, Peygamber efendimizin doğduğu yıl da beni sa’d kabilesi Mekke’ye doğru yola koyuldu, Halime ve eşi de diğer ailelerle birlikte Mekke’ye doğru yol almaya başladılar ama bineklerinin hasta olması nedeniyle kafilenin gerisinde kalarak herkesten sonra Mekke’ye ulaştılar. Mekke ye ulaştıklarında ise zengin bir ailenin çocuğunu almak için adeta birbiriyle yarışan kabile kadınlarının Mekke deki bütün zenginlerin kapılarını dolaşarak çalmadık kapı bırakmadan bütün zengin çocuklarını aldıklarını gören halime ve eşi Abdul-Muttalib hazretlerini görünce çok sevindiler.
Peygamber efendimizin dedesi Abdul-Muttalib, Mekke’nin reisi ve bu kentin en önde gelen şahsiyeti olarak tanınıyordu.
Boş dönmek istemeyen aile, Mekke’nin büyüğü olan Abdul-Muttalib’e sorunlarını anlatınca hz. Abdul-Muttalib onlara yeni, dünyaya gelen torununa bakmayı önerdi.
Bu öneriyi duyarak kabileden geri kaldıklarına sevinen halime ve eşi Hz Abdul-Muttalib’le birlikte Hz. Amine’nin evine gittiler ve dünyaya yeni gözlerini açan Hz. Muhammedi teslim alarak kabilelerine geri döndüler.
Büyük tarihçi İbn-i Hişam, kitabında, Hz. Halime’nin diliyle şöyle yazıyor:
Kıtlık ve kuraklık bir yılda çocuğumu yanıma alarak kocamla birlikte kabilemizin diğer kadınlarıyla beraber Mekke’deki çocukları üstlenmek için Mekke’ye gittik. Binek olarak bir eşek ve bir damla bile sütü olmayan yaşlı bir devemiz vardı.
Bir gece yol gittik ama açlıktan ağlayan bebeğimizin ağlama sesinden hiç uyuyamadık, üstelik ne benim onu doyuracak kadar sütüm vardı ne de devemizin bir damla sütü vardı. Tek ümidimiz Mekke idi. Mekke’ye vardığımızda ise bizim geldiğimizden haberdar olan Mekke halkı çocuklarını alarak yanımıza geldiler. Herkes, bir çocuğu üstlendi ama hiç kimse Hz. Muhammed’i üstlenmek istemiyordu, çünkü o yetimdi ve yetim bir çocuktan pek menfaat sağlanmayacağına inanan kadınlar bir türlü bu çocuğu kabul etmediler.
Bütün kadınlar bir bebek alarak kabileye dönmek için hazırlanmışlardı ama ben yolda geri kaldığım gibi burada da geri kalmıştım, üstelik yetim bir çocuğu da almak istemiyordum ama kadınların geri dönmeğe başladığını görünce eşime şöyle dedim: Bütün bu kadınlar içinde eli boş dönen tek kadın olmak istemiyorum, şimdi gidip o yetim çocuğu alıp geleceğim. Eşim de bunu kabul ederek şöyle dedi: Umarım Allah, bu çocuk sayesinde hayatımıza bereket katar.
Hz. Halime şöyle devam ediyor: Gittim ve o çocuğu, dedesi Abdul-Muttalib’den aldım ve geri geldim, onu emzirmek için kucağıma aldığımda ise iki göğsümün sütten dolup taştığını gördüm, öyle ki o çocuktan sonra oğlum Abdullah da göğsümü emdi ve ikisi de doydu sonra da uyudular.
Eşim ise yaşlı devemizin memelerinin sütten dolduğunu görünce, şaşkınlığını gizleyemedi ve şöyle dedi: Halime, Allaha yemin olsun ki çok bereketli bir çocuk bulmuşsun.
Dönüş yolunda ise Mekke’ye gelirken yürümekte zorlanan merkebimizin en önde gitmesi, herkesi şaşırttı, öyle ki herkes “bu hayvana ne olmuş” demeğe başladı.
Döndükten sonra ise herkesin hayvanlarının kurak çölden aç döndüğü halde bizim koyunlarımızın dolu karın ve bol sütle dönmesi bizi fazlasıyla şaşırtıyordu. Evimizin her köşesinde bu çocuğun getirdiği bereket görünüyordu.
Çocuk büyüdü ve iki yaşına geldiğinde ise onu sütten kestim. Onun gelişimi de diğer çocuklardan çok daha iyi idi öyle ki iki yaşındayken çok daha büyük bir çocuk gibi görünüyordu.
İki yaşında, onu annesine geri götürdüm ama onunla birlikte hayatımıza giren hayır ve bereketin kesilmemesi için nasıl olursa olsun annesini ikna ederek o çocuğu tekrar evimize geri getirmeyi düşünüyordum. Amine’ye çok yalvardım ve nihayet çocuğu geri götürmeme razı oldu.
Tarihçiler hikayenin geri kalan kısmında ise şöyle yazıyorlar: Halime, Muhammedi aldı ve annesine geri getirdi, Amine ise şöyle dedi: bu çocuğa bakmak için o kadar istekli olmana rağmen, onu bana geri getirmenin sebebi nedir?
Halime: Çocuğum artık büyüdü ve elimden gelen her şeyi onun için yapığıma inanıyorum, şimdi ise başına kötü bir olay gelmesinden korkuyorum bu yüzden onu sana getirdim.
Amine: Asıl sebep bu değil, doğruyu söyle.
Hz. Amine’nin ısrarına daha fazla dayanamayan Hz. Halime şöyle buyuruyor: Şeytanın ona zarar vermesinden korkuyorum.
Amine: Allah’a yemin olsun ki, Şeytan, ona kötü bir şey yapamaz. Bu çocuğu karnımda taşıdığımda, onda bir nur gördüm, onu çok rahat taşıdım ve dünyaya geldiğinde ise ellerini yere koydu ve başını göğe doğru kaldırdı. Şimdi onu bırak ve evine dön.
İbn-i İshak bu hikayenin yanı sıra başka bir hikayeye de kitabında yer vermiştir, ibni ishak şöyle yazıyor:
Halime, hz. Amine’ye şöyle dedi: ikinci defa bu çocuğu senden alıp evime giderken habeşe Hıristiyanlarından birkaç kişi onu gördüler ve yakına gelip onun vücudunu inceledikten sonra bana şöyle dediler: Bu çocuğu senden çalıp kendi kentimize götüreceğiz, onun geleceği çok parlaktır.
O günden sonra o adamların sözünden duyduğum rahatsızlık beni hiç rahat bırakmadı, onu hep kolladım ve şimdi de sana teslim ediyorum.
Şii hadis kaynaklarında ise Hz Halime’den bu konuda çok ilginç hadislere yer verilmiştir örnek olarak:
O hazret, süt emerken bile adaletli davranıyordu, sürekli sağ göğsümü emer sol göğsümü ise oğluma bırakırdı, oğlum da her zaman ona saygı göstererek önce onun emmesini bekliyordu.
-Sabahları çocuklar uyandığında genellikle yapışık gözler ve tembel olurlardı ama o, uyandığında, bütün çocukların aksine çok neşeli ve temiz bir şekilde yataktan kalkardı.
-Bir gün onu Ukkaz çarşısındaki bir falcıya götürdüm, insanlar, genellikle çocuklarının gelecekleri hakkında bilgi edinmek için çocuklarını ona götürürlerdi, falcı onu görür görmez bağırmaya başladı: Millet çabuk toplanın, bu çocuğu öldürün.
Bunu duyar duymaz onu oradan uzaklaştırdım ve sakladım. Millet toplanınca ise falcı “yemin ederim ki ileride sizin dininizi yok edecek, ilahlarınızı öldürecek ve size hüküm sürecek birisini gördüm” dedi. Bunun üzerine millet, onu aramaya koyulduysa da onu bulamadı. Bu olaydan sonra, onu annesine teslim edene kadar kimseye göstermedim.
Tarih kitaplarının genelinde o hazretin beş yaşına kadar Halime’nin evinde kaldığını görebilirsiniz. Hz. Muhammed hayatının sonuna kadar hep süt annesi ve süt kardeşlerini iyilikle anar, onlara teşekkür ederdi.
Hz Halime, Hz Muhammed’in peygamberliğinden sonra eşiyle birlikte Mekke’ye giderek o hazretin huzurunda Müslüman oldu.