کارگر

کارگر

Pazar, 06 May 2012 13:18

Bosna-Hersek -2

Camiler, medreseler ve tekkeler kapatıldı. Yıkılan ve tahrip olan camilerin tamir edilmesine izin verilmedi. İslami günlerde ve bayramlarda tatil yapılması yasaklandı. Bunun yanı sıra Müslümanların üzerinde yoğun bir dinsizlik ve Slavcılık propagandası başlatıldı. Çeşitli vesilelerle çok sayıda Müslüman hapse atıldı. Bunların birçoğu ağır işkencelere tabi tutuldu. Komünist rejimin bu baskı uygulamaları da çok sayıda Bosna Hersekli Müslümanı, Türkiye'ye veya çeşitli Avrupa ülkelerine sığınmak zorunda bıraktı.

1975'ten sonra yönetim Müslümanlar üzerindeki baskıyı kısmen hafifleterek bazı geleneksel İslami kurumların yeniden işlev kazanmasına imkân sağladı. Bu yumuşama üzerine bazı camiler ve medreseler yeniden açıldı. Küçük çapta da olsa bir yumuşamayla bazı dini kurumların yeniden hayata geçirilmesi Müslümanlar arasında hızlı bir İslami uyanışa zemin hazırladı. Sonraki yıllarda Doğu bloku ülkelerinde ortaya çıkan gelişmeler Yugoslavya yönetimini de çok partili demokratik sisteme geçmeye zorladı.

Bu fırsattan yararlanan Müslümanlar, daha önce İslami inanç ve düşüncesinden dolayı yıllarca hapiste kalmış olan Aliya İzzetbegoviç'in liderliğinde Demokratik Eylem Partisi'ni (SDA) kurdular. Bu parti Bosna-Hersek'te Aralık 1990'da gerçekleştirilen genel seçimleri kazanarak lideri Aliya İzzetbegoviç cumhurbaşkanı oldu. Yugoslavya'da demokratikleşme hareketinin başlaması ile birlikte bağımsızlık hareketleri de gün yüzüne çıktı. Yugoslavya birliğini oluşturan cumhuriyetlerin halkları bağımsızlıklarına kavuşabilmek için mücadeleler başlattılar. Bosna-Hersek de 1 Mart 1992'de gerçekleştirdiği referandum sonrasında bağımsızlığını ilan etti.

Ancak Sırplar hemen arkasından Bosna-Hersek yönetiminde söz sahibi olan Müslümanlara karşı savaş açarak bu yeni bir katliam hareketi başlattılar. Hırvatistan ve Slovenya'nın bağımsızlık mücadelesine destek olan Avrupa ülkeleri ve ABD Bosna-Hersek'i Sırp vahşeti karşısında yalnız bıraktı. Bosna-Hersek Müslümanlarını en çok sıkıntıya sokan da, Avrupa'nın üçüncü büyük ordusu Yugoslavya Federal Ordusu'nun Sırp çetnikleriyle birlikte hareket etmesi, onlara destek vermesiydi. Müslümanlarsa herhangi bir askeri destekten yoksun ve silah yönünden çok zayıftılar. Sonuçta Sırplar Bosna-Hersek'in önemli şehirlerini işgal ettiler. Bu işgal hareketi bir milyona yakın Müslümanı göçe zorladı. Sırplar işgal ettikleri yerlerde hem katliam hem de yıkım gerçekleştiriyorlardı. Özellikle camileri ve İslâmi izler taşıyan tarihi eserleri yıkmaya özen gösteriyorlardı.

Bosna-Hersek meselesinin çözümü için değişik tarihlerde gerçekleştirilen görüşmeler ve arabuluculuk çalışmaları da bir sonuç vermedi. 1994'e gelindiğinde Bosna-Hersek'teki iç savaşın aldığı can sayısı 250 bini, göçe zorladığı insan sayısı ise 1 milyonu aşmıştı. Nisan 1994'te Bosna-Hersek'te bir Boşnak-Hırvat Federasyonu oluşturuldu.

Dış ve iç problemleri: Ülkenin dış ve iç problemlerinin eksenini Sırpların bağımsız Bosna-Hersek yönetimini tanımamaları sonucu patlak veren iç savaş oluşturmaktadır. (Bu konuda "Tarih" kısmına bkz.)

İslami Hareket: Bosna-Hersek'te sosyalist dikta döneminde İslâmi çalışmalar sadece daha çok fikri ağırlıklı birtakım özel gayretlerle bazı gizli çalışmalardan ibaretti.

Yönetim İslâmi eğitime fırsat vermediğinden bazı yerlerde medrese eğitimi gizlice sürdürüldü. Bunun yanı sıra devlet denetiminde birkaç cami ve kurs bulunuyordu.

Meşihat dairesi ise tamamen devletin kontrolündeydi. Çok partili döneme geçilmesinden sonra Müslümanların haklarını savunmak ve kişisel çalışmaları örgütlü bir şekle dönüştürmek amacıyla Aliya İzzetbegoviç'in liderliğinde Demokratik Eylem Partisi (SDA) kuruldu. (Bu parti hakkında ayrıca "Tarih" ve "Siyasi partiler" kısmına bkz.) Partinin ilk yayınlanan programında Bosna-Hersek'te yaşayan Müslümanlara da diğer halklarla eşit hakların tanınması gerektiği vurgulanarak bu yolda çalışılacağı, bütün dinlerin mensuplarına inanç özgürlüğünün sağlanması ve herkesin dininin gereğini kolayca yerine getirebileceği bir ortamın hazırlanmasının amaçlandığı dile getiriliyordu. Çok partili demokratik sisteme geçilmesinden sonra Meşihat dairesi de çalışma alanını genişleterek çeşitli yayın faaliyetleri başlattı. Saraybosna'daki hem lise hem de fakülte seviyesinde eğitim veren Gazi Hüsrev Beg medresesini faaliyete geçirdi.

Yine aynı şehirdeki tahrip olmuş bazı camilerin tamiri ve ibadete açılması için çalışmalar başlattı. Bunun yanı sıra camilerde yoğun bir tebliğ ve eğitim çalışması başlatıldı. Bütün merkezi camilerin yanına birer medrese açıldı. Tasavvufi cemaatler yeniden faaliyetlerini başlattılar.

Ancak iç savaş bütün bu gelişmeleri dumura uğrattı. İç savaşın başlamasından sonra İslâmi çalışmalar cephelere ve mülteci kamplarına kaydırıldı. Sırp saldırılarına karşı vatanı savunmak amacıyla Bosna-Hersek ordusunun yanı sıra bir de Müslüman Güçler adında bir milis güçler oluşturuldu.

Müslüman Güçler saflarında savaşanlara cephede aynı zamanda İslâmi bir eğitim de verildi. Değişik İslâm ülkelerinde faaliyette bulunan yardım kuruluşları da mülteci kamplarında toplanan Müslümanlarla ilgilendiler.

Ayrıca Bosna-Hersek'te de başta Merhamet Cemiyeti olmak üzere Müslümanların organize ettiği çeşitli yardım kuruluşları kuruldu.

Bütün bu kuruluşlar gerek kamplarda yaşayan ve gerekse kendi bölgelerinde mahsur kalan Müslümanlara bir yandan maddi yardımlar ulaştırdıkları gibi bir yandan da onların İslâmi yönden bilgilendirilmeleriyle ilgilendiler. Bu yardım ve eğitim çalışmaları Bosna-Hersek'teki İslâmi şuurlanmayı hızlandırdı.

Bunun yanı sıra bütün dünya ülkelerinin Bosna-Hersek'i Sırplar karşısında yalnız bırakmalarına rağmen değişik ülkelerden gönüllü Müslüman gençlerin sırf inançlarının vermiş olduğu bir hamasetle Bosna cephesine koşması da orada yaşayan Müslümanları etkiledi.

Ekonomi: İç savaş Bosna-Hersek ekonomisini ciddi şekilde sarsmıştır. Savaş öncesinde ülke ekonomisi başta sanayiye, madenciliğe, tarıma ve hayvancılığa dayanıyordu. Tarımdan elde edilen gelirin gayri safi yurtiçi hasıladaki payı % 11'dir ve çalışan nüfusun % 4'ü bu alanda iş görmektedir. 1992'de 1 milyon 350 bin tahıl, 300 bin ton yer bitkileri, 25 bin ton baklagiller, 170 bin ton meyve, 160 bin ton sebze üretilmiştir. Aynı yıl ülkede 830 bin baş sığır, 1 milyon 300 bin baş koyun, 600 bin baş domuz bulunuyordu. Orman yönünden zengindir. 1991'de 5 milyon 380 bin m3 tomruk üretilmiştir. Maden gelirlerinin gayri safi yurtiçi hasıladaki payı % 14'tür.

Para birimi: Yugoslavya dinarı.

Sanayi: İç savaş ülke sanayisinin büyük ölçüde durmasına yol açtı. Savaş öncesinde imalat sanayisinin gayri safi yurtiçi hasıladaki payı % 56'ydı ve çalışan nüfusun yaklaşık % 51'i sanayi sektöründe iş görüyordu. Birçoğu iç savaş dolayısıyla duran veya başka amaçlarla kullanılan sanayi kuruluşları ve fabrikalar genellikle şu sektörlerle ilgilidir: Otomotiv, tekstil, deri, gıda, mobilya, kereste, kâğıt, kimyasal maddeler ve inşaat malzemeleri üretimi, toprak ve madeni eşya üretimi, mekanik makine sanayi, elektrik gereçleri, büro malzemeleri ve bazı ev eşyaları üretimi.

Enerji: 1990'da 14 milyar 632 milyon kw/saat elektrik üretilmiş, 15 milyar 201 milyon kw/saat tüketilmiş ve aradaki fark ithalatla kapatılmıştır. Elektrik enerjisinin % 79'u termik santrallerden, % 21'i hidroelektrik santrallerinden elde edilmektedir. Kişi başına yıllık elektrik tüketimi ortalama 3497 kw/saattir.

Ulaşım: Sivil ulaşımda kullanılan tek havaalanı başkent Saraybosna'daki uluslararası trafiğe açık havaalanıdır. 1040 km. demiryoluna, 11.430 km.'si asfaltlanmış olmak üzere 21.170 km. karayoluna sahiptir. Bu ülkede ortalama 9 kişiye bir motorlu ulaşım aracı düşmektedir.

Eğitim: İç savaş öncesinde ülkede 2205 ilkokul, 238 ortaöğretim kurumu, 44 yüksek öğretim kurumu vardı. Okuma yazma bilenlerin oranı % 86'dır.

Sağlık: İç savaş öncesinde Bosna-Hersek'te 6930 doktor, 1370 diş doktoru vardı ve 625 kişiye bir doktor düşüyordu.

Pazar, 06 May 2012 13:12

Bosna-Hersek -1

Bosna-Hersek'te sosyalist dikta döneminde İslâmi çalışmalar sadece daha çok fikri ağırlıklı birtakım özel gayretlerle bazı gizli çalışmalardan ibaretti.

Resmi adı: Bosna-Hersek Cumhuriyeti

Başkenti: Saraybosna (Sarajevo) (1991 sayımına göre nüfusu: 525.980)

Diğer önemli şehirleri: Tuzla, Foça, Banja Luka, Mostar, Gorajde, Travnik, Zenica, Doboj, Prijedor.

Yüzölçümü: 51.129 km2

Nüfusu: 4.500.000 (1991 sayımına göre. Bu tarihten sonraki iç savaşın yol açtığı ölümler ve göç sonrasındaki nüfus durumu kesin olarak bilinememektedir.). Nüfusun % 36.5'i şehirlerde yaşamaktadır. Ortalama ömür 70 yıldır. Çocuk ölümlerinin oranı binde 15'tir. Nüfusun % 28'ini 14 yaşın altındakiler oluşturmaktadır.

Km2 başına düşen insan sayısı: 86.5

Nüfus artış hızı: % 0.6

Etnik yapı: Bosna-Hersek halkı Boşnak, Sırp, Hırvat ve Slovenlerle bunların dışında kalan bazı küçük etnik unsurlardan oluşur. Boşnakların tamamı Müslümandır. (Bu unsurların oranları ve dinsel durumları hakkında "Din" kısmına bkz.) Kendilerine Bosnalılar da denen Boşnaklar Slav kökenlidirler ve Bosna-Hersek halkı içinde nüfus bakımından birinci sırada gelmektedirler. Ancak Bosnalıların tamamı Bosna-Hersek'te yaşamıyor. Eski Yugoslavya'ya hâkim olan komünist rejimden kaçan çok sayıda Bosnalı dünyanın değişik ülkelerine yayılmıştır. Eski Yugoslavya topraklarında kalan Bosnalıların ise % 86'sı Bosna-Hersek'te kalanı da çoğu Sırbistan'a bağlı Sancak bölgesinde olmak üzere eski Yugoslavya cumhuriyetlerinin değişik bölgelerinde yaşamaktadır. Eski Yugoslavya etnografyasında bunlara "Müslüman kökenliler" denirdi. Bosnalıların dili Boşnakça, Sırpça-Hırvatça karışımı bir dildir ve Slav dilleri grubuna girer.

Dil: Ülke halkının üç önemli etnik unsuru tarafından konuşulan Boşnakça, Sırpça ve Hırvatça'nın üçü de resmi dildir.

Din: 1991 sayımı sonuçlarına göre ülkede yaşayan nüfusun dinsel ve etnik durumu şöyleydi: Müslüman: 1.905.000 (% 43.7). Ortodoks hıristiyan olan Sırplar: 1.364.363 (% 31.3). Katolik hıristiyan olan Hırvatlar: 752.068 (% 17.3). Katolik ve protestan hıristiyan olan Slovenler: 293.477 (% 5.5). Diğer unsurlar: 93.685 (% 2.2).

Coğrafi durumu: Güneydoğu Avrupa'da bulunan Bosna-Hersek, kuzeyden ve batıdan Hırvatistan, doğudan Sırbistan, güneyden Karadağ ile çevrilid. Güneyden Adriya Denizi'ne 20 km kıyısı vardır. En yüksek yeri Ploçno Dağı (2228 m.)'dır. En önemli akarsuları Drina, Bosna, Sava, Vrbas ve Neretva ırmaklarıdır. Bosna ülkenin kuzey bölgesinin, Hersek ise güney bölgesinin adıdır. Arazisi genellikle dağlıktır. Topraklarının % 22'si tarım alanı, % 27'si otlak, % 30'u orman ve çalılıktır. Ülkeye ılımlı bir iklim hâkimdir. Yazlar nispeten sıcak kışlar ılımlı geçer.

Yönetim şekli: Bosna-Hersek'te 31 Mayıs 1994'te Boşnak-Hırvat federasyonu denilen federal bir sisteme geçildi. Bosna-Hersek'li Hırvatlarla Boşnak Müslümanlar arasında imzalanan anlaşmada belirlenen esaslara göre bir geçici yönetim oluşturuldu. Bu yönetimde cumhurbaşkanı Hırvatlardan, başbakan Boşnaklardan seçildi ve 6 aylık geçiş süresi sonrasında ülke genelinde bir serbest seçim yapılması kararlaştırıldı. Ayrıca 6'sı Boşnak, 5'i Hırvat 11 bakandan oluşan bir hükümet kuruldu. İç savaş ülkede istikrarlı bir siyasi yapının oluşmasını engellediğinden Bosna-Hersek'te hâkim olacak rejimin ve yönetimin kesin şekli ancak iç savaşın tamamen durmasından ve gerekli şartların oluşmasından sonra belirlenebilecektir. Bosna-Hersek BM üyesidir.

Siyasi partiler: İç savaş öncesinde ülkede örgütlenmiş olan siyasi partilerin başta gelenleri şunlardı: Demokratik Eylem Partisi (SDA): Aliya İzzetbegoviç liderliğindeki bu parti Müslümanlar tarafından kurulmuş ve genellikle Müslümanlarca destekleniyordu. Aralık 1990'da gerçekleştirilen en son genel seçimlerde parlamentoda 86 üyelik kazanmıştı. Sırp Demokrat Partisi: Sırp milliyetçisi olan bu parti ülkedeki Sırp unsur tarafından destekleniyordu ve en son genel seçimlerde parlamentoda 72 üyelik kazanmıştı. Hırvat Demokratik Birliği: Hırvatlar tarafından desteklenen ve Hırvat milliyetçisi bu parti de en son genel seçimlerde parlamentoda 44 üyelik kazanmıştı. Sosyalist Demokratik Parti: Eski Yugoslavya'ya hâkim olan ideolojiyi savunan bu parti de en son genel seçimlerde parlamentoda 20 üyelik kazanmıştı.

İdari bölünüş: 8 kantonla 100 idari birime ayrılır.

Tarihi: Bosna-Hersek'te İslâm Osmanlıların bu bölgeyle ilgilenmeye başlamalarından itibaren yayılmaya başladı. Osmanlı Devleti'nin bölgeyi fethetmesinden önce Bosna, Bizanslıların ve yerli hanedanların yönetiminde kaldı. Bölgeye ilk Türk akınları 1386'da başladı. Bu sıralarda Bosna ayrı bir krallıktı ve tahtta da Kral I. Tvrtko bulunuyordu. Sonraki yıllarda Bosna'ya yönelik akınlar devam etti ve Osmanlı yönetimiyle Bosna kralı II. Tvrtko arasında bir anlaşma gerçekleştirildi. Bu anlaşma gereğince Bosna kralı Osmanlılara haraç ödemeye başladı. Ancak bu haracı Fatih Sultan Mehmed'in tahta geçmesinden sonra kesti. Bunun üzerine Fatih, Bosna kralına karşı savaş açtı. Bu savaşta kral yakalanarak öldürüldü. 1463'te de bütün Bosna Osmanlı topraklarına katıldı. Bosna'da İslami bir etnik oluşumun ortaya çıkması da bu olayla başladı. 1483'te Hersek dükalığının da Osmanlılara katılmasıyla bu bölgede İslamiyet daha da güçlendi ve Müslümanların sayısı artmaya başladı. Osmanlıların bu bölgeyi idare ettikleri dönemde halkın üzerinde en ufak bir baskı ve zorlama olmadığı halde İslamiyet bölgede hızlı bir şekilde yayıldı. Bosna-Hersek'te, Osmanlıların yönetimi altındaki Avrupa topraklarının hiçbir yerinde görülmemiş şekilde toplu ihtidalar oldu; yani halk kalabalık kitleler halinde İslam'a girdi. Bosna-Hersek topraklarını 400 yıldan fazla bir süre yönetiminde tutan Osmanlı bu bölgeye büyük hizmetler götürmüş, büyük camiler, medreseler, ilim merkezleri vs. inşa etmiştir.

Bosna-Hersek'in bugünkü başkenti Saraybosna (Sarayevo) Osmanlı döneminde Avrupa'nın en önemli ilim merkezlerindendi. Bu şehir bugün hâlâ Osmanlı döneminden kalma cami ve medreselerle doludur.

Ancak Saraybosna Osmanlılar'dan sonra bir ilim merkezinden bir turizm merkezine dönüştürüldü. Osmanlı devletinin zayıflaması üzerine 1878'de Bosna-Hersek toprakları Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından işgal edildi. Daha sonra Berlin Anlaşmasıyla bu topraklar adı geçen imparatorluğa verildi.

Bu işgalden sonra çok sayıda Bosna-Hersekli Müslüman Anadolu'ya veya henüz Osmanlı'nın elinde olan Avrupa topraklarına göç etti. Yurtlarını terk etmeyen Bosna-Hersekli Müslümanlar ise kendi aralarında birlik oluşturarak 1900'da Mostar müftüsü Ali Fehmi Cabiç'in liderliğinde işgal yönetimine karşı bir mücadele başlattılar. Bu mücadele sonunda Bosna-Hersek Müslümanları özerk bir yönetime kavuştular.

Ancak 1912'de Osmanlıların Balkanlardan tamamen çekilmek zorunda kalması ve ardından I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi üzerine Balkanlar'da bir idari boşluk ortaya çıktı.

Bunun sonucunda da bölgede çok sayıda küçük devlet kuruldu. 1918'de Sırbistan, Karadağ ve yıkılan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Slavların yaşadığı kesimlerinin birleşmesiyle bölgedeki Slav kökenli toplumları bir araya getiren bir devlet kuruldu. Bosna Hersek toprakları da bu devletin sınırları içine girdi. Sırbistan kralı kurulan bu yeni devletin krallığına getirildi. Bu devletin adı 1929'da Yugoslavya krallığı oldu. 1918'de kurulan Slav devletinin ve Yugoslavya krallığının yönetimini ele geçiren ortodoks Sırplar Bosna-Hersekli Müslümanlara çok ağır bir şekilde zulmettiler. Müslümanların ellerindeki toprakları zorla gasp ederek hıristiyan Sırpların mülkiyetine geçirdiler. Bu uygulama yüzünden Müslümanlar fakirleştiler. Ayrıca çok sayıda Müslüman göçe zorlandığından bölgedeki Müslüman nüfus azaldı. Mesela Müslümanlarda nüfus artış oranı diğer toplumlardakinden daha yüksek olduğu halde 50 yılda Müslüman nüfus % 60 oranında artarken, hıristiyan nüfus % 123 oranında arttı. II. Dünya Savaşı sırasında Yugoslavya Almanlar tarafından işgal edildi. Savaşın devam ettiği yıllarda ve Alman işgali altında Sırp çetnikleri Müslümanlara karşı bir soykırımı uygulayarak 100 bin Müslümanı öldürdüler. Savaş sonrasında 13 Ocak 1946'da ülke yeniden bağımsızlığına kavuştu. Ancak bu bağımsızlık hareketinde Komünist Parti yanlıları önemli bir rol üstlendiklerinden bağımsızlık sonrasında da ülkede yönetimi ele geçirdiler. Ülkenin resmi statüsünü de federal cumhuriyetler birliği olarak belirlediler. Buna göre Yugoslavya altı cumhuriyet ile iki özerk bölgeden oluşacak, bu cumhuriyetlerden birisi de Bosna Hersek Cumhuriyeti olacaktı. Komünistlerin yönetimi ele geçirmeleriyle Müslümanlar üzerindeki baskı uygulamaları da şiddetlendi. İslami vakıfların bütün mallarına el konuldu.

Pazar, 06 May 2012 13:06

Cezayir - 2

En son olarak da 15 Nisan 1999 tarihinde yine göstermelik bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı ki bu seçimlerden geçen ayki sayımızda ayrıntılı olarak söz etmiştik.

Bu seçimlerde de cuntanın desteklediği Abdülaziz Buteflika'nın kazandırılacağı önceden belli olduğundan diğer adaylar figüran olmak istemediklerini ilan ederek adaylıktan çekildiler ve Buteflika tek aday olarak girdiği seçimlerde cumhurbaşkanlığına seçildi, daha doğru bir ifadeyle tayin edildi.

İslami Hareket: İşgalcilerin ve bağımsızlık sonrasında kurulan Batı kontrollü sosyalist düzenin bütün baskı ve zulümlerine rağmen Cezayir'de İslami hareket her zaman canlı ve güçlü olmuştur.

Bunun çeşitli sebepleri var. Ancak ilim adamlarının çalışmaları en başta zikredilmesi gereken unsurdur. Emir Abdülkadir, vaaz ve irşad çalışmalarıyla hıristiyan misyonerlerin yıkıcı faaliyetlerinin önüne geçen Şeyh Abdülhamid bin Badis, Şeyh Abdüllatif, ünlü düşünür Malik bin Nebi ve Şeyh Ahmed Sahnun Cezayir halkının şuurlanmasında hizmeti geçmiş ilim adamlarından bazıları.

1989 anayasasının siyasi amaçlı dernek ve cemiyetlerin ve iktidarı elinde tutan Milli Kurtuluş Cephesi dışında siyasi partilerin kurulmasına müsaade etmesinden yararlanmak isteyen İslami hareket mensupları bu alana girmeye karar verdiler. Önce Kasım 1988'de İrşad ve Islah Cemiyeti kuruldu. Cemiyetin başına Cezayir'in tanınmış ilim adamlarından ve Müslüman Kardeşler cemaatinin Cezayir temsilcisi Mahfuz en-Nahnah getirildi. Bunun arkasından Şubat 1989'da İslam'a Davet Birliği kuruldu.

Bunun başına da bağımsızlık savaşında önemli rol oynamış bir ilim adamı olan Ahmed Sahnun getirildi. Mart 1989'da da Prof. Abbasi Medeni'nin liderliğinde İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) ortaya çıktı. Başlangıçta İslami tebliğ ve davet çalışmaları yürütmeyi amaçlayan İrşad ve Islah Cemiyeti daha sonra siyasi partiye (İslami Toplum Partisi'ne) dönüştürülmüştür.

İslami oluşumlar sosyal faaliyetlerin yanı sıra siyasi faaliyetlere de girmişlerdir. İslami çizgideki siyasi oluşumlar hakkında bazı özet bilgiler verelim:

İslami Selamet Cephesi: Prof. Abbasi Medeni'nin liderliğinde, 11 Mart 1989'da kuruluş çalışmalarını başlattı. Resmi olarak kuruluşunu 12 Eylül 1989'da gerçekleştirdi.

Gerek 12 Haziran 1990'da gerçekleştirilen yerel seçimlerde ve gerekse 26 Aralık 1991'de gerçekleştirilen genel seçimlerdeki başarısıyla dikkatleri üzerine çekti. Bu parti Mart 1992'de cunta yönetimi tarafından kapatıldı.

İslami Toplum Partisi: Müslüman Kardeşler cemaatinin Cezayir kanadının lideri durumundaki Mahfuz Nahnah'ın başkanlığında kuruldu. Bu partinin adı daha sonra Barışçı Toplum Partisi olarak değiştirilmiştir. Başkanlığını da halen Mahfuz Nahnah yapmaktadır.

İslami Uyanış (Nahda) Partisi: İslami siyasi oluşumlar içinde üçüncü sırada gelen bu hareketin liderliğini Abdullah Cabullah yapmaktadır.

Bunların yanı sıra özellikle cuntanın baskı uygulamalarına tepki olarak bazı silahlı gruplar da ortaya çıktı. Ancak bunlardan bazıları provokasyonlara açık olduğundan cunta onların adlarını halka yönelik katliamlarında kullandı. Cuntanın katliamlarında adı kullanılan silahlı grupların başında ise GIA geliyordu. Şimdi bu gruplardan da kısaca söz edelim:

GIA (Silahlı İslami Grup): Bu ülkedeki silahlı grupların en radikali olarak bilinen bu hareket 1992'de ortaya çıktı. Şimdiye kadar birçok silahlı eylem gerçekleştiren bu hareket, ülkedeki diğer İslami oluşumlara karşı da sert bir tutum izlemekte, hatta bazılarını tekfir etmektedir.

Hareketin bu tutumu kendi içinden de birtakım sorunlar yaşamasına ve bazı kopmalara yol açmıştır. Hareketin kuruluş merhalesindeki liderliğini Cemal Zeytuni olarak bilinen Ebu Abdirrahman Emin yaptı.

AIS (İslami Kurtuluş Ordusu): Daha önce sadece siyasi faaliyet yürüten ve geniş halk tabanının desteğine rağmen iktidara gelmesi darbeciler tarafından önlenen İslami Selamet Cephesi'nin askeri kanadı olarak ortaya çıktı. 1992 ortalarında ortaya çıkan AIS'in genel komutanlığını Medeni Mirzak yaptı.

MIA (Silahlı İslami Hareket): Abdulkadir Şebuti'nin önderliğinde faaliyetlerini yürüten bu hareket darbecilerin iktidara el koymalarından kısa bir süre sonra ortaya çıktı ve çeşitli silahlı eylemler gerçekleştirdi.

FIDA (Cezayir Cihadı İçin İslami Cephe): Bu cepheyi 1994'te GIA'dan ayrılanlar kurmuşlardır. Darbecilerin yanında yer alan bazı yazarların ve basın mensuplarının öldürülmesi gibi birtakım ferdi eylemler gerçekleştirdiler.

İslami Devlet Hareketi: İlk önce 1992'de ortaya çıktı. 13 Mayıs 1994'te gerçekleştirilen bir anlaşmayla GIA'ya katıldı. Ancak daha sonra aralarında ihtilaf çıkması yüzünden bu hareketten ayrıldı. Hareketin liderliğini Said Mahlufi yapmaktadır.

Cezayir'deki silahlı gruplarda böyle bir dağınıklığın yaşanmasının yanı sıra, İslami temellere oturtulmuş bir "hareket ve eylem fıkhı"nın da olmadığını kabullenmek zorundayız.

Bu eksiklik eylemlerin kitle tabanında olumsuz etki yapmasına ve tabanın yukarıda zikredilen gruplara olumsuz bakmasına yol açmaktadır.

Pazar, 06 May 2012 12:59

Cezayir -1

Bilindiği üzere Cezayir uzun süreden beridir yaşanan iç kargaşa sebebiyle sürekli gündemde olan ülke.

En son cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte bu ülke yeniden gündeme geldi. Biz de bu sayımızda bu ülkeyi değişik yönleriyle tanıtmaya çalışacağız.

Resmi adı: Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti

Başkenti: Cezayir (Nüfusu: 2 milyon)

Yüzölçümü: 2.381.741 km2 (Bunun % 84'ü genellikle çöl ve vahalardır. Buralarda nüfus yoğunluğu çok düşüktür)

Nüfusu: 32.000.000 (1999 tahmini)

Etnik yapı: % 78 Arap, % 20 Berberi, % 1'e yakın Fransız, % 1'den daha az oranda yahudi bulunmaktadır. Az sayıda da Osmanlı döneminden kalma Türkler vardır.

Dil: Şu anki resmi dili Arapça'dır. Ancak yakın zamana kadar resmiyette Fransızca birinci sırada geliyordu. Halkının % 90'dan fazlası Fransızca'yı bilir. Berberiler kendi etnik dillerini konuşurlar. Ancak Berberice bir eğitim ve kültür dili olarak kullanılmamaktadır.

Din: Resmi din İslam'dır. Halkın % 99'a yakını Müslümandır. Kalan nüfusu katolik hıristiyanlar ve az sayıdaki yahudiler oluşturur. Müslümanların büyük çoğunluğu Sünnidir. Sünnilerin de geneli Maliki, az bir kısmı Hanefidir. % 0.5 oranında da İbadiler bulunmaktadır. İbadiler haricilerin hayatta kalan tek kollarıdır.

Coğrafi durumu: Bir kuzeybatı Afrika (Mağrib) ülkesi olan Cezayir kuzeyden Akdeniz, doğudan Tunus ve Libya, güneydoğudan Nijer, güneybatıdan Mali ve Moritanya, batıdan Fas ile çevrilidir. Topraklarının % 16'sı tarıma elverişlidir. Bu nitelikteki toprakların büyük bir kısmı ve illerin 31'i Akdeniz ikliminin etkisinde olan ve ülke topraklarının sadece % 16'sını oluşturan Kuzey Cezayir'dedir. Sahil uzunluğu yaklaşık 1.000 km'yi bulmaktadır. Ülkenin en büyük şehirleri de kıyı şeridindedir. Kuzeyde Akdeniz iklimi, güneyde çöl iklimi hakimdir.

Yönetim şekli: Cezayir'de her ne kadar ara sıra seçimler yapılıyorsa da halen, 16 Ocak 1992'de yönetime el koyan askeri cunta işbaşındadır. Sivil yönetim her bakımdan askeri cuntanın kontrolünde ve güdümündedir.

Tarihi: Cezayir, M. VII. asrın ortalarından sonra İslam orduları tarafından fethedilerek İslam devletinin topraklarına katıldı. Daha sonra çeşitli hanedanlıkların hakimiyetinde kalan Cezayir 1517'de Barbaros Hayrettin Paşa (Hızır Reis) ile kardeşi Oruç Reis tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katıldı. Aynı yıl Osmanlı Cezayir eyaleti kuruldu. Bu eyalet 1830 yılına kadar ayakta kaldı.

1830 yılının Temmuz ayında Fransızlar Cezayir'i işgal ettiler. Fransızlar, burayı kurmak istedikleri Büyük Fransız İmparatorluğu'nun bir parçası haline getirmeyi amaçlıyorlardı. Bunun için Cezayir'in Müslüman halkını hıristiyanlaştırmak ve kendilerini tamamen Fransız kültürüne adapte etmek istiyorlardı. 1830'da Cezayir'de Avrupa'nın en büyük misyonerlik merkezi olan Beyaz Papazlar Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyet Cezayir halkını elli yıl içinde hıristiyanlaştırmayı amaçlıyordu. Ama Cezayir halkının dinine bağlılığı onların başarısını engelledi.

Fransız işgaline karşı ilk bağımsızlık mücadelesini işgalin ikinci yılında Emir Abdülkadir başlatmıştır. Emir Abdülkadir işgalcilere karşı 14 yıl mücadele etti ve 23 Aralık 1947'de Fransızlar tarafından tutuklandı. Sonraki yıllarda da işgale karşı ayaklanmalar ve bağımsızlık mücadeleleri oldu. Ancak Fransız işgalciler bütün bu hareketleri şiddetle ve zulümle bastırdılar. Sadece 5 Ağustos 1945 tarihinde Fransızlar bir gün içinde 45 bin Cezayirlinin canına kıymışlardır.

Fransız işgaline karşı ikinci bağımsızlık savaşı 1954 yılında başladı. Bu savaş Milli Kurtuluş Cephesi'nin öncülüğünde başlatıldı. Milli Kurtuluş Cephesi, Cezayir halkının şuurlandırılmasında önemli etkinliği olan Cemiyeti Ulema'nın öncülüğünde oluşturulmuştu. Cephe, Kasım 1954'te yayınladığı ilk bildirisinde amacının Cezayir'i işgalden kurtararak bu topraklar üzerinde İslam esaslarına göre şekillenen bağımsız bir devlet kurmak olduğunu bildirdi. Sekiz yıl süren bağımsızlık savaşı süresince bir buçuk milyon Cezayirli Müslüman, işgalciler tarafından şehid edildi.

Milli Kurtuluş Cephesi 1958'de geçici bir hükümet oluşturdu. 5 Temmuz 1962'de de bağımsızlık ilan edildi. Müslümanların sekiz yıl süren kararlı mücadeleleri karşısında işgalciler bu ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Ancak bağımsızlık sonrasında cihadın başlangıcında belirlenen hedeflerle bağdaşmayan olumsuz gelişmeler oldu. Fransa'nın oyunuyla Milli Kurtuluş Cephesi içinde yer alan Müslüman ilim adamları tasfiye edildi ve Batıcı laik düşünce sahipleri öne geçti.

Bağımsızlık sonrasında geçici bir süre cumhurbaşkanlığı yapan Ferhad Abbas'ın arkasından 15 Eylül 1963'te Ahmed bin Bella cumhurbaşkanlığına getirildi. Ahmed bin Bella, 19 Haziran 1965'te gerçekleştirilen bir darbeyle cumhurbaşkanlığından uzaklaştırıldı ve yerine sosyalist Batıcı bir anlayışa sahip olan Albay Huvari Bumedyen geçti. Huvari Bumedyen ülkede katı bir totaliter baskı rejimini hakim kıldı. Bumedyen'in dönemi onun Aralık 1978'de ölmesiyle kapandı. Yerine yine sosyalist bir anlayış sahibi olan Şazeli bin Cedid seçildi.

Sosyalist rejime karşı değişik zamanlarda ayaklanmalar oldu. Bunların en etkinlerinden biri 1982 ayaklanmasıdır. Ancak bu ayaklanma zor kullanılarak bastırılmıştır. İkinci büyük ayaklanma ise 5 Ekim 1988'de başladı ve bir hafta sürdü. Bu ayaklanma dolayısıyla hükümet güçleriyle halk arasında meydana gelen çatışmalarda en az beş yüz kişi öldü. Hükümet bu ayaklanmayı zorla bastıramadı ve bazı önemli vaadlerde bulunmak suretiyle ancak halkı yatıştırabildi. Hükümetin en önemli vaadi ise çok partili demokratik hayata geçmekti.

Hükümet yaptığı vaadler doğrultusunda yeni bir anayasa metni hazırlayarak 23 Şubat 1989'da halkoyuna sundu. Yeni anayasa ülkenin sosyalist niteliğini kaldırıyor ve İslam'ı devletin resmi dini olarak kabul ediyordu. Aynı zamanda birden fazla siyasi partinin ve siyasi amaçlı derneklerin kurulmasına imkan tanıyordu. Bunun gibi daha birçok önemli değişiklikler içeriyordu. Yeni anayasa halkın çoğunluğunca onaylanarak yürürlüğe kondu. Arkasından yeni siyasi partiler kuruldu ve 12 Haziran 1990'da ilk çok partili yerel seçimler yapıldı. Bu seçimlerde İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) oyların % 55'ini alarak birçok yerde yerel seçimleri kazandı. Arkasından 26 Aralık 1991'de ilk çok partili genel seçimlerin birinci turu gerçekleştirildi. FIS bu seçimlerde de büyük başarı gösterdi. Resmi kaynaklara göre oyların % 55'ini, kendi kaynaklarına göreyse % 80'ini aldı.

İslami Selamet Cephesi'nin gösterdiği başarı Cezayir'de önemli çıkarları olan Fransa başta olmak üzere bütün Batılı güçleri rahatsız etti. Bu yüzden tek çare olarak Cezayir ordusunu harekete geçirme yoluna başvurdular. Sonuçta ordu, 16 Ocak 1992'de yani seçimlerin ikinci turunun yapılacağı tarihe beş gün kala gerçekleştirdiği darbeyle yönetime el koyarak seçimlerin ikinci turunu iptal etti ve genel başkan Prof. Abbasi Medeni başta olmak üzere FIS ileri gelenlerinin çoğunu tutuklattı. Cunta yönetimi daha önce mahalli seçimleri kazanarak işbaşına gelen FIS mensubu belediye başkanlarını ve belediye meclisi üyelerini de görevden aldıktan sonra pek çoğunu tutuklattı. İlk tutuklama kampanyasında tutuklanan FIS mensuplarının sayısı altı bini aştı. Bunların pek çoğu 45 derece sıcaklık altındaki toplama kamplarına gönderildi. Sonraki dönemlerde ortaya çıkan bazı olaylar ve birtakım provokasyonlar vesilesiyle de çok sayıda FIS mensubu tutuklandı. Cunta Mart ayında da, FIS'ı tamamen kapattığını açıkladı.

General Halid Nezzar'ın başkanlığındaki askeri cunta Yüksek Devlet Konseyi adıyla bir konsey oluşturdu. Bu konseyin başkanlığına da 29 yıldan beri Fas'ta sürgün hayatı yaşamakta olan Muhammed Budiyaf'ı getirdi.

Cunta yönetimi önce FIS ileri gelenlerinden 13 kişi hakkında idam istedi. Ancak birkaç ertelemeden sonra Temmuz ayı ortalarında gerçekleştirilen duruşmada askeri mahkeme FIS genel başkanı Abbasi Medeni ile yardımcısı Ali Belhac'ı 12'şer yıl, diğer FIS liderlerini de 4 ile 6 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırdı.

Yüksek Devlet Konseyi başkanı Muhammed Budiyaf 29 Haziran 1992 tarihinde orduda görevli Lembarek Binmaraf adında bir teğmen tarafından öldürüldü. Yolsuzluk davaları yüzünden başbakan Seyyid Ahmed Gazali ile ve bazı generallerle arası açılan Budiyaf'ın öldürülmesi olayı başlangıçta İslami Cephe'ye yüklendi. Ancak araştırmalar sonunda cinayeti işleyen subayın İslami Cephe'yle herhangi bir ilgisinin bulunmadığı ortaya çıktı. Budiyaf'tan sonra Yüksek Devlet Konseyi başkanlığına Ali Kafi getirildi. Cunta yönetiminin kapattığı İslami Selamet Cephesi'nin ileri gelenleri Ali Kafi'nin başkanlığındaki yeni yönetime diyalog çağrısında bulundularsa da yönetim diyaloğa yanaşmak istemedi. Ancak cunta yönetimi daha sonra bir çıkmaz sokağa girdiğini anladı ve İslami Hareket mensuplarıyla bir uzlaşma yolu aramaya başladı. Bu yüzden ordu sertlik yanlısı hükümeti 11 Nisan 1994 tarihinde istifaya zorlayarak yerine daha ılımlı bir hükümet oluşturdu. Ancak yeni hükümet de bazı siyasi oyunlara başvurmak dışında hiçbir uzlaşmacı girişimde bulunmadı.

1996'da göstermelik olarak bir referandum gerçekleştirilerek yeni bir anayasa yürürlüğe kondu. Cuntanın açıklamalarına göre referandumda oy kullananların % 86'sı "evet" oyu vermişti. Ardından 5 Haziran 1997 tarihinde yine göstermelik bir parlamento seçimleri gerçekleştirildi. Seçimlere birden fazla partinin katılmasına izin verildi ama favori cuntanın desteklediği Cezayir Ulusal Demokratik Birlik Partisi'ydi. Seçimler dürüstçe ve demokratik bir ortamda yapılmadığından sonuçlar da cuntanın istediği şekilde oldu.

Pazar, 06 May 2012 12:48

Lübnan

Lübnan, uzun süre iç karışıklıklar yaşadıktan sonra 1988'de imzalanan Taif anlaşmasından sonra kademeli bir şekilde istikrara kavuşmaya başladı.

Bugünlerde de israil işgal güçlerinin Güney Lübnan'dan çekilmeye hazırlanması, Güney Lübnan'da Israil'in tampon gücü görevi yapan SLA milislerinin bazı bölgeleri boşaltması sebebiyle bu ülke yeniden gündeme gelmeye başladı. Ayrıca Filistin, Lübnan ve Suriye adeta iç içe bir konum arz ettiğinden, siyonist işgal her üçünü de yakından ilgilendirdiğinden Türkiye'de Lübnan'ın coğrafi konumu ve siyasal statüsü tam olarak bilinmemektedir. Bu yüzden bazıları Lübnan'la Filistin'i birbirine karıştırıyor. Dolayısıyla Lübnan'a özgü bir hareket olan Hizbullah'ı, Filistin'deki İslami oluşumlardan sanıyorlar. Bu yüzden zaman zam "HAMAS'la Hizbullah niye birleşmiyor, bu ikisinin ayrı ayrı hareket etmelerinin sebepleri nelerdir?" türünden sorularla karşılaşıyoruz. Bundan dolayı biz, bu sayımızın İslam Coğrafyası bölümünde Lübnan'ı tanıtmaya ve bu ülkeyle ilgili olarak hala birçoklarının zihninde cevaplandırılmamış halde durduğunu sandığımız birtakım soruları cevaplandırmaya çalışacağız.

 

Lübnan Hakkında Genel Bilgiler

Resmi adı: Lübnan Cumhuriyeti

Başkenti: Beyrut

Diğer önemli şehirleri: Trablussam, Sayda, Zahle, Sur, Nebatiye.

Yüzölçümü: 10.452 km2

Nüfusu: 3.300.000 (1999 tahmini)

Etnik yapı: Lübnan nüfusunun % 83'ünü Araplar oluşturmaktadır. Lübnan Araplarının % 63'ü Müslüman, % 8'i Dürzi, kalanı ise Maruni hıristiyandır. % 11 oranında Grek (Yunan asıllılar) vardır. Greklerin % 59'u ortodoks, % 41'i katoliktir. % 5 oranında Ermeni vardır. Ermenilerin tamamı, Ermeni kilisesi mensubu (ortodoks) hıristiyandır. % 1 oranında da Kürt vardır ve Kürtlerin tamamı Müslümandır.

Dil: Resmi dil Arapça ve Fransızca'dır. Halkın geneli Arapça konusmaktadır. Arap olmayan ve yukarıda zikredilen etnik unsurların dilleri de konuşulur.

Din: Devletin resmi dini yoktur. Halkın % 59.5'i Müslümandır. Müslümanların % 60'i şii, % 40'i Sünnidir. Yaklaşık % 7 oranında da Dürzi (Derezi) vardır ki bunlar da Müslümanlar arasında gösterilmektedir. Ancak Dürzilerin inanç ilkeleri İslam'ın inanç ilkelerinden çok uzaktır. Lübnan nüfusunun % 20'sini Maruni hıristiyanlar oluşturur. Maruniler Arap katoliklerdir. Ancak bazı konularda diğer katoliklerden ayrılmaktadırlar. Yaklaşık % 5.5 oranında Grek ortodoks, % 3.4 oranında Grek katolik, % 3.4 oranında da Ermeni ortodoks mevcuttur.

Coğrafi durumu: Ortadoğu ülkelerinden sayılan ve bir Ön Asya ülkesi olan Lübnan kuzeyden ve doğudan Suriye, güneyden Filistin (Israil işgali altında), batıdan da Akdeniz ile çevrilidir.

Yönetim: Lübnan'da halen uygulamada olan devlet geleneğine göre cumhurbaşkanı hıristiyanlardan, başbakan Sünni Müslümanlardan, meclis başkanı ise şii Müslümanlardan seçilir. 128 üyeli parlamentoda hıristiyanlarla Müslümanlar yarı yarıya temsil edilmektedir. Ancak Dürziler ve Nusayriler de Müslümanlardan sayılmaktadır.

Tarihi: Lübnan İslam orduları tarafından 636'da Hz. Ömer (r.a.) zamanında fethedildi ve Sam (Suriye) eyaletine bağlandı. Lübnan da Suriye gibi raşid halifeler döneminden sonra sırasıyla Emevi, Abbasi, Mısır hükümdarları, Selçuklular, Eyyubiler ve Memluklerin hakimiyetinde kaldı. 1516'da Osmanlı hakimiyetine geçti ve I. Dünya Savaşı sonuna kadar 400 yıl süreyle Osmanlı idaresinde kaldı. Osmanlılar Lübnan'ı merkezden tayin ettikleri bir vali vasıtasıyla yönettiler. Ancak ülkede yasayan etnik unsurların kendi inanç ve geleneklerini uygulamalarını sağlayacak şekilde örgütlenmelerine de fırsat tanıdılar.

1918'de Lübnan, Fransızlar tarafından işgal edildi. Fransızlar ülkedeki Marunilerle işbirliği içine girerek Müslümanlara baskı yaptılar. Fransız işgali 1943 Kasım'ına kadar sürdü. 1 Ocak 1944'te de Lübnan'ın bağımsızlığı resmen tanindi. Ancak Fransızların ülke üzerindeki nüfuzları tam anlamıyla sona ermedi. Fransa bu tarihten sonra da Lübnan'daki siyasi yapının teşekkülünde Suriye'yle birlikte söz sahibi olmuştur.

Bağımsızlık sonrasında cumhurbaşkanlığına Bisar el-Huri getirildi. Onun cumhurbaşkanlığı 18 Eylül 1952'ye kadar sürdü ve ondan sonra Kamil Sem'un cumhurbaşkanı oldu. Sem'un maruni hıristiyanlardandı ve izlediği politikayla gerek Dürzilerin, gerekse Müslümanların tepkisine yol açtı. Lübnan'ın Mısır'la birleşmesini isteyen Arap milliyetçiler de Sem'un politikasına karşı çıkıyorlardı. Sonuçta 8 Mayıs 1958'de muhalefetten bir gazetecinin öldürülmesi geniş çaplı bir tepkiye yol açtı ve bu tepki çok geçmeden silahlı eylemlere dönüştü. Eylemler üzerine Sem'un, ABD'den yardim istedi ve ABD 15 Temmuz 1958'de Lübnan'a askeri çıkarma yaptı. Fakat olaylar durmadı ve ABD siyasi manevralarla bir çözüm bulma yoluna gitti. Bu çerçevede 31 Temmuz 1958'de Ordu komutanı Fuad Sihab'i 22 Eylül 1958'de (Kamil Sem'un'un kanuni süresinin bitiminde) görevi devralmak üzere cumhurbaşkanlığına seçti. Fuad Sihab görevi devraldıktan sonra Müslüman kökenli Reşid Kerami'ye bir hükümet kurdurdu. Ancak hıristiyan gruplar buna karşı çıktılar ve ülke genelinde eylemler başlattılar.

Fuad Sihab cumhurbaşkanlığı süresince ülkede bir denge politikası izlemeye çalıştı. Bununla birlikte halk tabanının tam tasvibini kazanamadı ve siyasi karışıklıklar aralıklı olarak devam etti. Eylül 1964'te Sihab'in süresinin bitmesinden sonra Charles Hilu cumhurbaşkanlığına seçildi. Onun döneminde siyonist Israil yönetiminin saldırgan politikası yüzünden çok sayıda Filistinlinin Lübnan'a iltica etmek zorunda kalması dolayısıyla Lübnan, Filistin meselesinin de doğrudan içine çekilmiş oldu. Lübnan'a yerleşen Filistinliler bu ülkede örgütlenerek siyasi faaliyetlerde bulunmaya başladılar. Ancak Maruni Falanjistler bu durumdan rahatsız oluyorlardı.

Charles Hilu'nun cumhurbaşkanlığı Ağustos 1969'da sona erdi ve yerine Süleyman Feranciye (maruni) cumhurbaşkanı oldu. Filistinlilerle Falanjistler arasındaki gerginlik Feranciye döneminde de devam etti ve bu gerginlik 1975'te iç savaşa dönüştü. Iç savaş 1976'da da bütün şiddetiyle devam etti. Eylül 1976'da Süleyman Feranciye'nin görev süresinin dolması üzerine yerine Ilyas Sarkis getirildi. 1976'nin sonlarına doğru, olaylara müdahale için Suriyelilerin öncülüğünde bir Arap Caydırıcı Gücü, Lübnan'a sokuldu. Bu arada Suriye yönetiminin daha önceki olaylarda sürekli hıristiyanların yanında yer aldığını hatırlatalım. Müdahaleden sonra imzalanan bir anlaşmayla Filistinlilerin elindeki ağır silahların alınması, Filistinli gerillaların Israil işgali altındaki Filistin toprakları sınırına 15 km. yakınlıkta bulunan bölgeye çekilmelerinin sağlanması ve Lübnan ordu birlikleriyle Arap Caydırıcı Gücü'nün Filistin kampları çevresinde denetlemelerde bulunmaları kararlaştırıldı. Bu anlaşmanın hem siyonist Israil devletini kuzeyden Filistinli gerillaların saldırıları konusunda güvenceye kavuşturma, hem de Filistinlilerin Lübnan içindeki hareket imkanlarını kısıtlama amacı taşıdığı açıktı. Ancak anlaşma olayları durdurmaya yetmedi ve 1977'nin başından itibaren Lübnan'ın yerli Müslümanları da kendilerini olayların içinde buldular. Öte yandan hıristiyan milisler durumlarını sağlama aldıktan sonra Arap Caydırıcı Gücü'nün çekilmesini isteyerek bu güce karşı silahlı eylemlere giriştiler. Bütün bu olayların ülke geneline yayılması ülkedeki siyasi otoritenin tamamen sembolik bir hal almasına ve Lübnan topraklarının değişik gruplar arasında paylaşılmasına yol açtı. Öte yandan siyonist Israil güçleri de Filistinlilerin kuzeyden yaptıkları saldırılara cevap olarak çeşitli hava saldırılarında bulundular.

Israil 3 Haziran 1982'de Londra büyükelçisinin bir saldırı sonucu yaralanmasını bahane ederek 6 Haziran 1982'de Lübnan'ı işgal etti. Falanjistler bu işgalde Israilli güçlere yardımcı olmuşlardır. Lübnan'da askeri güç bulunduran Suriye ise işgal karşısında sessiz kalmayı tercih etti.

Israil işgalinin henüz devam ettiği sırada 23 Ağustos 1982'de Lübnan'da bir cumhurbaşkanlığı değişikliği de oldu ve Ilyas Sarkis'in yerine Besir Cemayel seçildi. Siyonist güçlerle çok yakin ilişkilerinin olduğu bilinen Besir Cemayel cumhurbaşkanlığında daha bir ayini doldurmadan 14 Eylül 1982'de öldürüldü.

Besir Cemayel'in öldürülmesinden bir hafta sonra 21 Eylül 1982'de kardeşi Emin Cemayel cumhurbaşkanlığına getirildi. Emin Cemayel ülkede siyasi otoriteyi sağlamak için kendisine yardımcı olmaları üzere Amerika, Fransa ve Italya'dan Lübnan'a asker göndermelerini istedi. Siyonist Israil'in Lübnan’ı işgaline ve bu ülkede gerçekleştirdiği katliama göz yuman bu ülkeler Emin Cemayel'in isteğini kabul ettiler. Ama değisen bir şey olmadı. Iç karışıklıklar ve silahlı eylemler yine devam etti.

Siyonist güçler Şubat 1985'ten itibaren Lübnan’ı terk etmeye başladılar. Ancak çekilirken Güney Lübnan'da özel bir güvenlik bölgesi oluşturdular. Orada hıristiyan milislerden Güney Lübnan Ordusu (SLA) adında özel bir ordu kurdu ve başına da yine maruni bir subay olan Antuvan Luhad'i geçirdiler. Bu ordu bugün Hizbullah milislerinin saldırılarına karşı Israil'in işgali altındaki toprakların kuzey sınırlarını korumaktadır.

Emin Cemayel'in görev süresi Ekim 1988'de sona erdi. Ancak ABD ile Suriye'nin ondan sonra kimin Lübnan cumhurbaşkanı olacağı konusunda anlaşamamaları dolayısıyla ülke 1989 yılına cumhurbaşkansız girdi. Bunun üzerine siyasi istikrarsızlıktan yararlanan genelkurmay başkanı Misel Avn askeri gücünü de kullanarak kendini cumhurbaşkanı ilan etmek istedi. Öte yandan Arap ülkelerinin girişimiyle daha önceki çeşitli suikastlarda öldürülenlerden artakalan 62 Lübnanlı parlamenter cumhurbaşkanı sorununa çözüm bulmak üzere Ekim 1989'da Suudi Arabistan'ın Taif şehrinde toplandı. Bu toplantıda alınan kararlar doğrultusunda parlamenterler 5 Kasım 1989'da Lübnan’ın Klayat şehrinde bir toplantı düzenleyerek Röne Muavvad'i cumhurbaşkanı seçtiler. Ancak Muavvad 17 gün sonra, 22 Kasım 1989'da öldürüldü. Onun öldürülmesinden 3 gün sonra da Ilyas el-Hiravi bu göreve getirildi. Ilyas el-Hiravi Suriye ve ABD'den aldığı destekle Misel Avn'i Lübnan’ı terk etmeye zorladı. Öte yandan ülkeyi yeniden bir siyasi istikrara kavuşturmak amacıyla milis grupların ellerindeki ağır silahların bir kısmını topladı. Bu gelişmelerin arkasından ülkede kısmen bir istikrar ve siyasi otorite sağlanmıştır. el-Hiravi'nin görev süresinin dolmasından sonra yapılan seçimlerde bu göreve şimdiki cumhurbaşkanı Emil Lahud seçildi. Geçtiğimiz haftalarda oluşan yeni hükümetin başına da Selim el-Hiss getirildi. Meclis başkanlığını ise Emel hareketinin lideri Nebih Berri yürütmektedir.

 

İslami Hareket:

Lübnan çok sayıda İslami oluşumun bulunduğu bir ülkedir. Bunlar hakkında bazı özet bilgiler vereceğiz:

İslam Cemaati (Cemaati İslamiye): Faysal Mevlevi'nin liderliğindeki bu cemaat Müslüman Kardeşler'in Lübnan kanadıdır. 1964'ten sonra örgütlenmeye başladı. Sünni Müslümanlar arasında etkilidir. En güçlü olduğu şehir Sayda'dır. Hareketin liderliğini Faysal Mevlevi'den önce değişik eserleriyle tanınan Fethi Yeken yapıyordu.

Hizbullah: Lübnan'daki Şiiler arasında en güçlü örgüttür. Örgütün manevi lideri Hüseyin Muhammed Fadlullah, teşkilat lideri ise Hasan Nasrullah'tır. Güney'de Israil işgal kuvvetlerine ve onların tampon gücü durumundaki Güney Lübnan Ordusu (SLA)'na karşı silahlı mücadele veren İslami Direniş bu hareketin askeri kanadı niteliğindedir. Hizbullah'ın askeri kanadı Lübnan hükümeti tarafından da resmen tanındığından silahları alınmamaktadır. Başkent Beyrut'un güney kesimi de dahil olmak üzere Lübnan’ın güney bölgesinin önemli bir kısmında güvenlik kontrolü Hizbullah'ın silahlı milislerine verilmiştir. Hizbullah Lübnan'da ayni zamanda bir siyasi parti niteliğindedir.

İslami Emel Hareketi: Daha önce İmam Musa Sadr'ın liderliğindeyken Şiilerin benimsediği bir yapıya sahip olan Emel Örgütü'nün Nebih Berri'yle birlikte laik ve Suriye yanlısı bir çizgiye kayması üzerine bu örgütten ayrılan Şii Müslümanlar tarafından kuruldu. Fakat fazla geniş bir tabana sahip değildir.

İslami Tevhid Hareketi: 1982 Israil işgalinden sonra Şeyh Said Sa'ban'ın liderliğinde Sünni Müslümanlar arasında örgütlenmeye başladı. Taraftarları genellikle sünnilerden olmakla birlikte Iran yanlısı bir çizgi izlemektedir.

Hizbu't-Tahrir: Takiyyuddin en-Nebhani tarafından kurulmuş olan bu örgüt hilafet konusuna ağırlık vermektedir.

İbadurrahman Cemaati: 1950'lerden buyana faaliyet göstermektedir. Siyasi faaliyetlerden çok kültürel ve sosyal faaliyetlere ağırlık vermektedir. (Senegal'deki İbadurrahman Cemaati'nden farklıdır.)

Bunların yanı sıra bazı tasavvufî cemaatler de bulunmaktadır. Ancak tasavvufi cemaatler genellikle siyasi faaliyetlerden uzaktır.

Çamurcu, Türkiye'deki Şia karşıtı kampanyanın ayrımcılık ve nefret suçu kapsamına girdiğini söyledi

Türkiye'nin uluslararası siyaset yazarlarından Kenan Çamurcu, Türkiye'de hızını arttırarak yükselen Şia karşıtı kampanyaya tepki gösterdi. En son Zaman gazetesinde yayınlanan "Şia mezhebinin faşizmi" isimli makalenin bardağı taşıran son damla olduğunu söyleyen Çamurcu, "Şia'yı imha etmeye azimli Şiafobia kampanyasına karşı bundan böyle ibadetlerimi Şia fıkhına göre yaparak canlı kalkan oluyorum" dedi. Twitterda yaptığı açıklamalar yankı uyandıran Çamurcu, Türkiye'deki Şia karşıtı kampanyanın ayrımcılık ve nefret suçu kapsamına girdiğini söyledi.

Kenan Çamurcu aynı zamanda Farsça mütercimi. Ayetullah Hamenei'nin çok sayıda konuşmasını Türkiye kamuoyu onun çevirilerinden okudu. İmam Humeyni, şehid Mutahhari, Allame Tabatabai, Allame Talegani, Ali Şeriati'den çevirileri bulunuyor.

Çamurcu'nun tepkisine neden olan makale, "Gaffuri" isimli bir yazar tarafından Zaman gazetesinde yayınlanmıştı. Bazı çevreler gerçekte bu isimde biri olmadığını, gazetenin bir yazarının müstear adla "Şia mezhebinin faşizmi" başlıklı hakaretamiz makaleyi yazdığını savunuyor.

İran İslam Cumhuriyeti'nin Ankara'daki büyükelçiliği bu makale üzerine bir açıklama yaparak Türkiye-İran ilişkilerinin iyiye gitmesinden hoşlanmayan bazı çevrelerin akıl almaz ithamlarla iki ülke ilişkilerini bozmaya çalıştığını belirtti. Ankara büyükelçiliği, Zaman gazetesinde yayınlanan makale üzerine bu gazetenin yetkilileriyle görüşmek istediklerini ama gazete yönetiminin kendilerine cevap vermediğini açıkladı.

Yazar Kenan Çamurcu, Zaman gazetesinin "Şia mezhebinin faşizmi" başlıklı makaleye twitterdan gösterdiği tepkide şunları söyledi:

Sahte hoşgörü maskesi düşen Gülenciliğin "Şii mezhep faşizmi" başlıklı yazıyla köpürttüğü Şiafobia faaliyetini, Şii nefretini lanetliyorum. Tekfirci Gülenciliğin iktidarın himayesinde azgınlaştırdığı Şiafobiaya meydan okuyorum: Bundan böyle ibadetimi Şia fıkhına göre yapacağım! Türkiye normalleşene ve Şii nefretinden arınana dek bu fıkha tabiyim.

Zaten Emevi sarayında imal edilmiş Sünniliği reddetmiş ve Ehl-i Beyt sancağı altında toplanmıştık. Şimdi, Ehl-i Beyt sancağı altındaki müminler olarak Şii kardeşlerimize yönelen kin, nefret ve düşmanlığa karşı canlı kalkan olacağız. Türkiye'deki tekfirciler ve muhafazakar rejimin Şii kardeşlerimize yönelik azgınlaşmış saldırganlığına karşı Şia fıkhına canlı kalkanım artık. Muhafazakar rejimin ve tekfircilerin Şiafobia faaliyetine bu İslam mezhebini hayatımda yaşatarak cevap vereceğim.

 

 

Korsan İsrail milli güvenlik konseyi başkanının üç Avrupa ülkesini acilen ziyaret etmesi, Tel aviv'in İran ve 5+1'in Bağdat müzakerelerinde anlaşmaya varmasından kaygısı şeklinde yorumlandı.

Korsan İsrail milli güvenlik konseyi başkanının üç Avrupa ülkesini acilen ziyaret etmesi, Tel aviv'in İran ve 5+1'in Bağdat müzakerelerinde anlaşmaya varmasından kaygısı şeklinde yorumlandı.

Korsan İsrail milli güvenlik konseyi başkanının üç Avrupa ülkesini ve bilmukabil AB Dış Politika Şefi Catherine Ashton'un işgal altındaki Filistin topraklarını ziyaret etmesi, korsan İsrail'in İran ile 5+1 arasında Bağdat'ta düzenlenecek müzakerelerden derin kaygı duyduğu şeklinde yorumlandı.

Uzmanlar, korsan İsrail'in bu bağlamda üç büyük kaygı taşıdığını belirtirken, kaygıları şöyle sıralıyor:

1 – Korsan İsrail İran ile müzakerelerde 5+1'in bazı yaptırımların kaldırılmasını kabul etmesinden korkuyor.

2 – Korsan İsrail 5+1'in İran'ın uranyum zenginleştirmeyi sürdürmesini kabul etmesinden endişe ediyor.

3 – Korsan İsrail 5+1'in Tel aviv'in kendince çizdiği kırmızı çizgileri göz ardı etmesinden kaygı duyuyor.

İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, Kabil’le Washington arasında stratejik anlaşma imzalanmasından kaygılı olduklarını belirtti.

FHA- Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ramin Mihmanperest, bir muhabirin ABD’yle Afganistan arasında stratejik bir anlaşmanın imzalanmasıyla ilgili sorduğu bir soru üzerine “İran İslam Cumhuriyeti, Afganistan’la ABD arasında stratejik bir işbirliği anlaşması imzalanmasından şiddetle kaygı duyduğunu ilan ediyor. İran ve bölge ülkelerinin kaygı eksenlerinden biri de, ABD’nin Afganistan’daki askeri karargahlarının durumlarının belirsiz oluşu ve bir de Amerika’nın güvenliğe ilişkin görevlerinin net ve şeffaf olmayışı” dedi.

Mihmanperest daha sonra, İslami İran’ın Afganistan’da barış ve güvenliğin ancak bu ülkedeki işgal güçlerinin çekilmeleri, oradaki askeri karargahların kapatılmaları ve Afganlı tarafların Yüksek Barış Konseyi çerçevesinde görüşmelerde bulunmalarıyla mümkün olabileceğine inandığının altını çizerek “ABD’yle stratejik anlaşma imzalanması, Afganistan’ın güvenlik sorunlarını çözmek şöyle dursun üstelik son 10 yılda görüldüğü gibi bu ülkede huzursuzluk ve istikrarsızlık sürecini daha da kamçılayacaktır” ifadesini kullandı.

 

 

1- Bilgin Ümmî

Hz. Peygamber'in ayrıcalıklarından biri insanlardan olan bir öğretmenin yanında okuma-yazma öğrenmemiş olmasıdır.[1] O bir bilgi ortamında değil, cahil bir toplumda yetişti. Kur'ân'ın açıkladığı bu gerçek hiç kimse tarafından yalanlanmış değildir.

İçinde doğup büyüdüğü kavim en koyu cahillikte olan, ilimden ve eğitimden en uzak bir kavimdi. Hz. Peygamber'in kendisi o dönemi cahiliye dönemi olarak adlandırdı. Bu adlandırmayı ancak bilgili, ilmin, cahilliğin, aklın ve aptallığın ne olduğunu iyi bilen bilgin biri yapabilir.

Bunun yanı sıra o ilme, kültüre, düşünceye ve akıl yürütmeye çağıran, bilginin ve ilmin bütün türlerini içeren bir kitap getirdi. Eşsiz ve çarpıcı bir yöntemle uyarınca kitabı ve hikmeti öğretmeye koyuldu.[2] Bu çabası sonunda, doğuyu ve batıyı ilimleri ve maarifi ile dirilten sarsan, ışığı ve aydınlığı her yana yayılan parıldamaya devam eden benzersiz bir uygarlık kurdu.

Evet, o ümmîdir; okuma-yazmasızdır. Fakat bilgisizlikle, cahiliye saplantıları ve putlara tapıcılıkla onlarla mücadele ediyor. Üstelik her ihtiyaca cevap veren bir mektep, dimdik ve sapasağlam bir dinle ve tarih boyunca insanlığa yön veren meydan okuyan bir şeriatla getirmiştir. Buna göre o ilminde, maarifinde, kapsayıcı sözlerinde, içerikliğinde ve tutarlığında, aklının başatlığında, kültüründe ve eğitim yöntemlerinde başlı başına bir mucizedir.

Yüce Allah onun hakkında şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, Allah'a ve ümmî peygamberi olan Resulü'ne -ki o, Allah'a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki, doğru yolu bulasınız."[3] Başka bir ayette ona şöyle buyuruyor:

"Allah sana kitabı (vahyi) ve hikmeti indirdi, sana bilemeyeceğin şeyleri öğretti. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyüktür."[4]

Evet, yüce Allah Hz. Peygamber'e tüm bu ilimleri vahyettiğini vahyetti, ona kitabı ve hikmeti öğretti. Onu nur, ışık saçan bir çırağ kandil, apaçık delil, gözetici tanık, açıklayıcı elçi, güvenilir öğüt verici, hatırlatıcı, müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber kıldı/yaptı.[5]

Yüce Allah onun göğsünü açarak kendisini vahyi algılamaya, cahilliğe özgü dar görüşlülüğün ve bencilliğin egemen olduğu bir toplumda doğru yola iletme görevini yürütmeye hazırladı. Böylece o; çağrı, eğitim ve öğretim alanında insanlığın tanıdığı en üstün önder oldu.

Bir cahiliye toplumunun birkaç yıl zarfında hidayet kitabının ve ilim meşalesinin güvenilir bir koruyucusu, güçlü bir savunucusu olması, yozlaştırma ve tahrif etme girişimleri karşısında durması büyük bir gelişme ve müthiş bir devrimdir. Bu devrim bu ölümsüz kitap ile bu okuma-yazmasız rehberin mucizesidir. Öyle bir önder peygamber ki, o cahiliye toplumunda hurafelerden ve masallardan en uzak insandı; ilâhî basiretin nuru varlığının bütün yanları ile onu çepeçevre kuşatmıştı.

 

2- Allah'a Kulluk Eden İlk Müslüman

Peygamberlik görevini üstlenmeye hazırlıklı olmak amacıyla, kâinatın yaratıcısı ve varlık âleminin yoktan var edicisi olan Allah'a mutlak boyun eğmek, O'nun ulu gücüne ve hikmetinin geçerliliğine tam teslimiyet, tek, ortaksız ve varlığı hiçbir şeye bağımlı olmayan (samed) ilâh karşısında tam ve gönüllü bir kulluk, Allah tarafından seçilencek her insan tarafından aşılması gereken ilk zirvedir. Kur'ân-ı Kerim bu büyük Peygamber'in bu zirveyi aştığına ötesine geçtiğine tanıklık ederek şöyle diyor:

"De ki: Rabbim beni doğru yola iletti… Ben Müslümanların ilkiyim."[6]

Bu seçilmişlik bu Müslüman kulun elde ettiği kemal madalyası oldu. Artık kullukta kendisi dışında kalan herkese üstünlük sağlamıştı. Bu örnek kulluk sözlerinde ve davranışlarında somutlaştı. Öyle ki: "Benim göz aydınlığım namazdadır." dedi.[7] Çünkü o sürekli namaz vaktini bekler, Allah'ın huzurunda durmak için şiddetli bir özlem besler ve müezzini Bilâl'a: "Bizi rahatlat, ey Bilâl!" derdi.[8] Ev halkı ile konuşur, onlar da onunla konuşurlardı. Fakat namaz vakti girince o ev halkını tanımaz gibi olurdu., onlar da onu tanımaz gibi olurlardı.[9] Namaz kılarken göğsünden tarak dişlerinin çıtırtısına benzer çıtırtılar işitilirdi.[10] Yine namaz sırasında Allah korkusu ile o kadar çok ağlardı ki, gözyaşları secde ettiği namaz kıldığı yeri ıslatırdı.[11] Ayakları şişinceye kadar namaz için ayakta dururdu/kılardı. Bunu görenler kendisine: "Allah geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmişken neden bu kadar ibadet için zahmete katlanıyorsun sen mi bunu yapıyorsun?" diyenlere de: "Ben şükreden bir kul olmayayım mı?" diye karşılık verirdi.[12]

Şaban ve ramazan aylarının tüm günleri ile her ayın üç gününde oruç tutardı. Ramazan ayı girince yüzünün rengi değişirdi, daha çok namaz kılar ve dualarında tazarru ile Allah'a yalvarıp yakarırdı.[13] Ramazanın son günü gelince de kuşağını bağlar, kadınlardan uzaklaşır, geceleri ihya eder, kendini ibadete verirdi.[14] Dua hakkında: "Dua, ibadetin iliğidir." ve "Dua müminin silâhı, dinin direği, göklerin ve yeryüzünün nurudur." derdi.[15] O sürekli biçimde Allah ile bağlantılı idiolurdu, küçük-büyük her işte, her davranışta yakarma ve dua ile hep Allah'a sığınırdı. Öyle ki, günde yetmiş kez Allah'tan mağfiret diler, günah işlemesi söz konusu olmaksızın günde yetmiş kez tövbe ederdi.[16] Her uykudan uyanışında mutlaka secdeye kapanırdı.[17] Her gün üç yüz altmış kere: "Elhamdu lillahi Rabbi'l-âlemîne kesiren alâ kulli hâl." ("Her durum için âlemlerin Rabbi olan Allah'a çok çok hamdolsun.") diyerek Allah'a hamt ederdi.[18] Kur'ân okumaya çok istekli ve çok düşkündü.

Kendini ibadetle çok yorduğu ve yıprattığı için ibadet temposunu hafifletsin diye Cebrail ona yüce Allah'ın şu mesajı ile inmişti: "Tâ Hâ. Biz bu Kur'ân'ı sana sıkıntı çekesin diye indirmedik."[19]

 

3- Allah'a Mutlak Güven

Yüce Allah Hz. Peygamber'e (s.a.a) hitaben buyuruyor ki: "Allah kuluna yetmez mi?"[20]

Yine ona hitaben şöyle buyuruyor:

"Sen O mutlak galip ve engin merhamet sahibine güvenip dayan. O ki, (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında dolaşmanı da (görüyor)."[21]

Yüce Allah'ın buyurduğu gibi Hz. Peygamber (s.a.a) Allah'a karşı kayıtsız şartsız güven hâlinde idi.

Cabir b. Abdullah şöyle diyor: "Bir defasında Resulullah (s.a.a) ile birlikte Zâtu'r-Rıka' denen yerde bulunuyorduk. Gölgeli bir ağacın yanına varmıştık. Orayı Peygamber'e bıraktık. O sırada müşriklerden biri Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanına geldi. Peygamber'in kılıcı ağaca asılı idi. Adam kılıcı alıp çekti ve Resulullah'a: 'Benden korkuyor musun?' dedi. Hz. Peygamber: 'Hayır.' dedi. Adam: 'Seni elimden kim kurtarır?' dedi. Peygamber: 'Allah.' dedi. Bunun üzerine kılıç adamın elinden düştü. Resulullah yere düşen kılıcı eline alarak: 'Seni benim elimden kim kurtarır?' dedi. Adam: 'Eline kılıç alanların en iyisi ol.' dedi. Hz. Peygamber: 'Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın resulü olduğuma şahadet eder misin?' dedi. Adam: 'Hayır, şahadet etmem. Fakat seninle hiç savaşmayacağıma ve seninle savaşan bir kavimle beraber olmayacağıma dair sana söz veriyorum.' dedi. Peygamber onu salıverdi. Adam arkadaşlarının yanına dönünce: 'İnsanların en hayırlısının yanından size geldim.' dedi."[22]

 

4- Üstün Cesaret

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"O peygamberler Allah'ın buyruklarını duyururlar ve Allah'tan korkarlar; O'ndan başka hiç kimseden korkmazlar."[23]

Arap süvarilerinin önünde eğildikleri Ebu Talip oğlu İmam Ali'nin (a.s) de şöyle dediği nakledilir: "Savaşın kızıştığı ve tarafların karşı karşıya geldikleri sıralarda, Resulullah'a sığınırdık ve o içimizde düşmana en yakın kişi olurdu."[24]

Sahabîlerden Mikdad, Hz. Peygamber'in Uhud Savaşı'nda Müslüman ordusunun bozguna uğramasından ve Hz. Peygamber'ikendisini yalnız bırakmalarından sonraki Peygamber’in direnişini şöyle anlatıyor: "Onu hak üzere gönderen Allah'a yemin ederim ki, Hz. Peygamber'in (s.a.a) bir karış geriye çekildiğini görmedim. O düşmanla yüz yüze idi. Ashabından bir grubu bazen ona dönüyor, çevresinde toplanıyordu, bazen de çevresinden ayrılıyordu. Onu çatışma duruncaya kadar hep ayakta ya ok, ya taş atarken gördüm.”‌ Sonunda karşı taraftakiler siperlere sığındılar."[25]

 

5- Benzersiz Züht

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine göz dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir."[26]

Ebu Umame'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Rabbim bana, Mekke vadisini benim için altın yapmayı teklif etti. Ben de dedim ki: Hayır, ya Rabbi. Bunun yerine bir gün karnım doysun, bir gün aç kalayım. Aç kaldığımda sana yalvarır, seni anarım. Karnım doyduğunda ise sana şükür ve hamt ederim."[27]

Hz. Peygamber bir defasında hasır üzerinde uyumuştu. Kalktığında vücudunda sırtında hasırın izi çıkmıştı. Kendisine: "Sana bir döşek hazırlayalım." dediklerinde şu karşılığı verdi: "Benim dünya ile ne işim var, biliyor musunuz? Ben dünyada bir ağacın altında gölgelenmiş ve sonra kalkıp o gölgeyi terk etmiş, hayvan sırtında bir yolcu gibiyim."[28]

İbn-i Abbas diyor ki: "Resulullah (s.a.a) arka arkaya gecelerce aç karınlına yatağa girerdi. Ev halkı da akşamları yiyecek bir şey bulamazdı. Çoğu kere ekmekleri arpa ekmeği olurdu."[29]

Ayşe validemiz diyor ki: "Âl-i Muhammed'in bir günde yedikleri iki öğün yemeğin biri mutlaka hurma olurdu."[30]

Yine ümmülmüminin Ayşe diyor ki: "Resulullah (s.a.a) vefat ettiğinde, savaşlarda giydiği zırh otuz sâ'[31] arpanın karşılığı olarak bir Yahudide rehin idi."[32]

Enes b. Malik'in verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber'in (s.a.a) kızı Hz. Fatıma (a.s) bir defasında elinde bir parça ekmekle Resulullah'a geldi. Hz. Peygamber: "Ey Fatıma, bu nedir parçasıdır?" diye sordu. Fatıma: "Bir ekmek parçasıdır. Bu ekmek parçasını sana getirmeden içim rahat etmedi." dedi. Peygamber de: "Bu ekmek parçası üç günden beri babanın ağzına giren ilk yiyecektir." dedi.[33]

Kautade şöyle diyor: "Bir defasında Enes ile beraberdik. O sırada yanında bulunan ekmekçisi şöyle dedi: Peygamber Allah'a kavuşuncaya kadar ne ince öğütülmüş undan bir ekmek ve ne kızartılmış koyun eti yedi."[34]

 

6- Büyük Cömertlik ve Yumuşak Huyluluk

İbn-i Abbas diyor ki: "Resulullah (s.a.a) hayırda insanların en cömerdi idi. En cömert olduğu dönem ramazan ayı idi... Cebrail her yıl ramazan ayında ona gelirdi... Cebrail ona geldiğinde yağmur getiren rüzgârdan daha cömert olurdu."[35]

Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.a) bir gün bir elbise tüccarına gidip dört dirhem karşılığında bir gömlek satın aldı. Tüccarın yanından gömleği giyerek çıktı. O sırada ensardan biri ile karşılaştı. Adam: "Ey Allah'ın Resulü, bana bir gömlek giydir, Allah sana bir cennet elbisesi giydirsin." dedi. Hz. Peygamber az önce giydiği gömleği üzerinden çıkararak adama giydirdi. Arkasından yine dükkân sahibinin yanına döndü ve ondan dört dirhem karşılığında bir gömlek satın aldı. Yanında iki dirhem parası kalmıştı. Yolda bir cariye (kadın köle) ile karşılaştı. Kadın ağlıyordu. Peygamber: "Niye ağlıyorsun?" diye sordu. Kadın: "Ey Allah'ın Resulü, dedi, efendimin ailesi, karşılığında un satın alayım diye bana iki dirhem verdi, verdikleri iki dirhem kayboldu." Hz. Peygamber (s.a.a) elinde kalan iki dirhemi kadına verdi. Kadın: "Efendimin ailesi beni döver diye korkuyorum." dedi. Bunun üzerine Resulullah kadın köle ile birlikte yürüyüp efendisinin oturduğu evin kapısına geldi. Selâm verdi. İçerdekiler sesini tanıdılar. Tekrar selâm verdi. Arkasından üçüncü kez selâm vermesi üzerine ancak selâmını aldılar. Hz. Peygamber: "İlk selâmı duymadınız mı?" diye sordu. Evdekiler: "Evet, duyduk. Fakat bize birkaç kez daha selâm vermeni istedik. Anamız, babamız sana feda kurban olsun, sen mutluluk verici bir ziyaretçisin." dediler. Hz. Peygamber: "Bu cariye kendisini döveceğinizden korktu." dedi. Cariyenin efendisi: "Sen onunla beraber geldiğin için o Allah rızası için artık özgürdür." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) onları hayırla ve cennet ile müjdeledikten sonra şöyle dedi: "Yüce Allah o on dirhemi bereketli kıldı. Peygamberine ve ensardan bir adama birer gömlek giydirdi ve geriye kalan para ile bir köle azat etti. Hamdolsun Allah'a. O ki, bunları bize kudreti ile nasip etti."[37]

Hz. Peygamber ramazan ayı girdiğinde bütün esirleri serbest bırakır ve her dilenciye sadaka verirdi.[38]

Ayşe validemiz diyor ki: "Allah Resulü (s.a.a) kendisine yapılan hiçbir kötü hareketin intikamını almadı. Yalnız Allah'ın hükümlerinin çiğnenmesine sebep olan hareketler haram kıldığı hareketler müstesna. Hiçbir şeyi asla eli ile dövmedi. Yalnız Allah yolundaki dövmeler hariç. Kendinden istenilen bir şeyi asla reddetmedi. Yalnız istenen şeyin günah olması durumu müstesna. O, günah olan istekleri karşılamaktan en uzak olan kişi idi."[39]

Ubeyd b. Umeyr diyor ki: "Resulullah (s.a.a) önüne getirilen bütün kötü hareketleri, had gerektirenleri dışında mutlaka affetmiştir."[40]

Enes diyor ki:

"Peygamber'e (s.a.a) on yıl hizmet ettim. Bana hiç 'of' bile demedi. Yaptığım hiçbir işe: 'Bunu niçin yaptın?' demedi. Yapmadığım hiçbir iş için de: 'Bunu niçin yapmadın?' demedi."[41]

Bir defasında bir bedevî Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanına gelerek abasının hırkasının ucundan şiddetle çekti. Öyle ki, abanın hırkanın astarı boynunda iz bıraktı. Arkasından Hz. Peygamber'e: "Ey Muhammed, yanında bulunan Allah'ın malından bana verilmesini emret." dedi. Hz. Peygamber bedevîye doğru döndü ve güldü, sonra ona bir bağışta bulunulmasını emretti.

Hz. Peygamber (s.a.a) hayatı boyunca affediciliği ve hoş görüşlüğüyle ile tanındı... Amcasını öldüren Vahşi'yi bile affetti... Kendisine zehirli koyun getiren Yahudi kadını affetti. Ebu Süfyan'ı affederek evine girilmesini öldürülmemesi için yeterli sebep gerekçesi saydı. Rablerinin emrine karşı gelip ellerindeki bütün imkânlarla ona karşı savaşan Kureyşlileri güven ve iktidarın zirvesindeyken şöyle diyerek affetti: "Allah'ım, kavmimi doğru yola ilet. Çünkü onlar bilmiyorlar... Gidin, serbestsiniz."[42]

Hz. Peygamber'in (s.a.a) büyük yumuşak huyluluğu Kur'ân-ı Kerim'in şu ayetinde gayet veciz bir dille şöyle ifade ediliyor: "Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert, katı kalpli biri olsaydın şüphesiz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile…"[43] Onun ne kadar müşfik ve merhametli olduğu ise şöyle anlatılıyor:

"Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ağırına gider, size son derece düşkün, müminlere karşı şefkatli ve merhametlidir."[44]

 

7- Hz. Peygamber'in Hayatı ve Tevazuu

Ebu Said-i Hudrî diyor ki: "Resulullah (s.a.a), evden dışarı çıkmamış utangaç bir kızdan daha utangaçtı. Bir şeyden hoşlanmadığı zaman bu durum yüz ifadesinden anlaşılırdı."[45]

İmam Ali (a.s) diyor ki: "Peygamber'den (s.a.a) yapmak istediği bir şey istenince: 'Evet.' derdi. Fakat kendisinden yapmak istemediği istendiğinde ise susardı. Hiçbir şeye: 'Hayır.' demezdi."[46]

Yahya b. Ebu Kesir'in bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ben her kulun yemek yediği gibi yemek yer, her kulun oturduğu gibi otururum. Ben sadece bir kulum."[47]

Hakkında bize gelen çok yaygın rivayetlere göre o, küçük çocuklara selâm verirdi.[48]

Hz. Peygamber (s.a.a) bir defasında biri ile konuşurken adam titremeye başladı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) o şöyle dedi: "Sakin ol. Ben bir padişah değilim. Ben kıyılıp kurutulmuş et parçaları yiyen bir kadının oğluyum."[49]

Ebu Umame şöyle diyor: "Peygamber (s.a.a) bir defasında değneğe dayanarak yanımıza geldi. Onun için ayağa kalkmamız üzerine şöyle dedi: Birbirini ululaştıran acemlerin ayağa kalkmaları gibi ayağa kalkmayın."[50]

Hz. Peygamber (s.a.a) sahabîleri ile şakalaşır ve kesinlikle doğru olanı söylerdi.[51] Medine'deki mescidin yapımında sahabîleri ile birlikte çalıştı,[52] bir savaş hazırlığı sırasında hendek kazdı.[53] İnsanların en üstün akıla sahip olmasına rağmen sahabîleri ile sık sık görüş alışverişinde, istişarede bulunurdu.[54]

O şöyle derdi: "Allah'ım, beni yoksul ve düşkün olarak yaşat, yoksul ve düşkün olarak canımı al ve beni yoksul ve düşkünler arasında haşret. En bedbaht kişi, hem dünyada fakir, hem de ahirette azap çekecek olan kişidir."[55]

Bu anlatılanlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) kişiliğinin bazı özellikleri, onun ferdî ve sosyal davranışları ile ilgili oldukça özetlenmiş bir tablodur. Onun davranışları, idarî, siyasî, askerî, ekonomik ve ailevî hayatı ile ilgili çok sayıda çarpıcı tablolar vardır ki, bunlardan örnek ve ilham kaynağı olarak yararlanabilmek, bunları uygulayabilmek için derinliğine incelenmesi gerekir. Bu derinliğine incelemeyi önümüzdeki fasıllara bırakıyoruz.

Dipnotlar________________________________________________________________________________________________________

1] -Nahl, 103

[2] -Cum'a, 2

[3] -A'râf, 158

[4] - Nisâ, 113

[5] -Mâide, 15; Ahzâb, 46; Nisâ, 174; Fetih, 8; Zuhruf, 29; A'râf, 68; Gâşiye, 21; İsrâ, 105; Mâide, 19

[6] - En'âm, 161–163

[7] -el-Emali, Şeyh Tûsî, c.2, s.141

[8] - Biharu'l-Envar, c.83, s.16

[9] -Ahlâku'n-Nebiyy ve Âdâbuhu, s.251

[10] -Ahlâku'n-Nebiyy ve Âdâbuhu, s.201

[11] - Sünenü'n-Nebiyy, s.32

[12] - Ahlâku'n-Nebiyy ve Âdâbuhu, s.199; Sahih-i Buharî, c.1, s.381, hadis 1078.

[13] -Vesailu'ş-Şia, c.4, s.309; Sünenü'n-Nebiyy, s.300

[14] -el-Kâfi, c.4, s.155

[15] -el-Mehaccetu'l-Beyda, c.2, s.282–284

[16] -Biharu'l-Envar, c.16, s.217

[17] -Biharu'l-Envar, c.16, s.253

[18] -el-Kâfi, c.2, s.503

[19] -Tâhâ, 1-2

[20] -Zümer, 36

[21] - Şuarâ, 217–219

[22] -Riyazu's-Salihin, Nevevî, c.5, h: 78; Sahih-i Müslim, c.4, s.465

[23] - Ahzâb, 39

[24] -Fezailu'l-Hamse Mine's-Sihahi's-Sitte, c.1, s.138

[25] -el-Meğazi, Vakıdî, c.1, s.239–240

[26] -Tâhâ, 131

[27] -Sünen-i Tirmizî, c.4, s.518, hadis: 2377

[28] -age.

[29] - Sünen-i Tirmizî, c.4, s.501, hadis: 2360

[30] - Sahih-i Buharî, c.5, s.2371, hadis: 6090

[31] -[Sa'; bir ölçek adı olup, 2.917 kg. (yani yaklaşık üç kilogram)dır. Genellikle buğday vs. ölçümünde kullanılır.]

[32] -Sahih-i Buharî, c.3, s.1068, hadis: 2759

[33] - et-Tabakatu'l-Kübra, İbn-i Sa'd, c.1, s.400

[34] -Müsned-i Ahmed, c.3, s.582, hadis: 11887

[35] -Sahih-i Müslim, c.4, s.481, hadis: 3308; Müsned-i Ahmed, c.1, s.598, hadis: 3415

[37] -el-Mu'cemu'l-Kebir, Taberanî, c.12, s.337, hadis: 13607

[38] - Hayatu'n-Nebiyy ve Siretuhu, c.3, s.311

[39] -Hayatu'n-Nebiyy ve Siretuhu, c.3, s.307

[40] -Sahih-i Buharî, c.5, s.2260, hadis: 5738

[41] -Sahih-i Buharî, c.5, s.2260, hadis: 5738

[42] - Muhammed Fi'l-Kur'ân, s. 60–65

[43] - Âl-i İmrân, 159

[44] -Tevbe, 128

[45] -Sahih-i Buharî, c.3, s.1306, hadis: 3369

[46] - Mecmau'z-Zevaid, c.9, s.13

[47] -et-Tabakatu'l-Kübra, İbn-i Sa'd, c.1, s.37; Mecmu'z-Zevaid, c.9, s.19

[48] -İbn-i Sa'd'dan naklen Hayatu'n-Nebiyy ve Siretuhu, c.3, s.313

[49] -Sünen-i İbn-i Mace, c.2, s.1101, hadis: 3312

[50] -Sünen-i Ebu Dâvud, c.4, s.358, hadis: 5230

[51] -Sünen-i Tirmizî, c.4, s.304, hadis: 1990

[52] -Müsned-i Ahmed, c.3, s.80

[53] -et-Tabakatu'l-Kübra, İbn-i Sa'd, c.1, s.240

[54] - ed-Dürrü'l-Mensûr, c.2, s.359; Mevahibu'l-Ledünniye, c.2, s.331

[55] -Sünen-i Tirmizî, c.4, s.499, hadis: 2352

 

Önce Vahhabi inancına sahip olan Dr. İmad,  Şii inancı seçdi.

Şu anda Vahhabilerin büyük bir kısmının itidal düzeyine ulaştıklarını, gerçekleri görerek bazı aşırı hareketlerinden vaz geçtiklerini söyledi.

İran’ın Kazvin şehrinde Hz. Fatıma’nın şehadet yıldönümü nedeniyle düzenlenen “en büyük dost” sempozyumuna katılan Dr. İmad, Şia ve Ehlibeyt mektebini internetten ve değişik televizyon kanallarından takip ederek yakından tanıma fırsatını bulduğunu belirterek, artık devamlı Vahhabilerin önemli şahsiyetlerinin Ehlibeyt mektebine dönerek Şia olduğunu görüyoruz dedi.

Yemen doğumlu olan ve Arabistan’da büyüyen Dr. İsam İmad Arabistan’daki Şia düşmanlığı konusunda şöyle dedi: “İlk günden okullarda Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın hataları ve yanlış düşünceleri işleniyor, sonra Vahhabiliğin merkezi olan Riyad’daki okullar ve üniversitelerde Hz. Fatıma’nın hataları anlatılıyor, günahkâr biri olduğu inandırılıyor, ardından da İmam Hasan ve Hüseyin’in kendi hataları yüzünden öldükleri konusu işleniyor.”

Şia mektebiyle tanışmasını ise şöyle anlatıyor: “Riyad’daki Muhammed Suud üniversitesinde yüksek lisans tezi olarak Hz. Ali’nin hataları, günahları ve eksiklikleri konusu bana verilmişti. Bu konuda araştırma yaparken Büyük Şii alimi Şeyh Mufid’in kitapları elime geçti. O kitaplardan Hz. Ali’ye yapılan zulümlerin boyutunu anladım. Araştırmalarımı derinleştirince Hz. Fatıma ve Ehlibeyt’e yapılan haksızlıkları gördüm”

Dr. İmad Vahhabi okullarında Peygamberimizin eşi Aişe dışında diğer kadınların örnek gösterilmesine izin verilmediğini, Sahihi Buhari ve Müslüm gibi temel kaynaklarda Hz. Hatice’nin yüce makamına birçok deliller olmasına rağmen bu konunun asla dillendirilmediğini anne kız Hz. Hatice ve Hz. Fatıma’nın İslam tarihinde mazlum kaldıklarını söyledi.

Vahhabi alimlerinin Şia kitaplarından firar ettiklerini anlatan Dr. İmad, bu kitapları alıp okuma fırsatı yakalayan birçok Vahhabi alimin Şia mektebini kabul ettiğini fakat korku ve baskıdan çekinerek açıklamadıklarını söyledi.

Ehli Sünneti’in Vahhabiler’den ayrılması gerektiğini vurgulayan Dr. İmad, “Ehlisünnet’in Ehlibeyt’e büyük sevgisi vardır, bu sevgiyi dışarıya vurunca da Vahhabiler benim mürted olduğuma hüküm vererek, Arabistan’da buluna ailemi de göz hapsine aldılar” dedi.