کارگر

کارگر

 

İslam inkılâbı rehberi İmam Seyid Ali Hamenei'nin vurguladığı gibi, İran İslam cumhuriyeti nükleer silahların geliştirilmesi ve kullanılmasının İslam hukuku ve fıkhı açısından haram sayıyor ve bu silahları çok tehlikeli ve işe yaramaz olarak nitelendiriyor.

 

Nükleer bilim ve teknoloji Allah vergisi bir ilim dalı olup insanlığın ulaştığı en önemli enerji kaynaklarından biridir ve beşeri topluma büyük yararlar ve faydalar sağlamıştır. Nükleer enerji tıp, tarım, ilaç, sanayi, doğal gaz ve petrol sanayi ve yüzlerce zilim ve teknolojiyi geliştirme ve imal etme alanında da kullanılmaktadır. Bütün ilim dallarına insanların ihtiyacı artmaktadır. Bu nedenle nükleer enerjinin de bu bilim dallarını geliştirmede etkin rol oynamaktadır. İran halkı da ilim ve teknoloji alanında kalkınıp gelişmek ve buna bağlı olarak ekonomik gelişim ve büyümesini sağlayıp zirveye ulaşmak için nükleer enerjiyi geliştirip, kullanma hakkına sahiptir.

İran sadece kendisinin değil, bütün İslam ülkeleriyle bağımsız dünya ülkelerinin barışçı Nükleer enerjiyi geliştirip kullanma hakkına sahip olduklarını vurguluyor. Fakat Amerika ile İngiltere ve Fransa nükleer silahlara sahip oldukları halde İran İslam cumhuriyetinin barışçı nükleer faaliyetlerini durdurmaya çalışıyorlar. İran devleti ve halkının inancına göre, bütün kitle imha silahlarıyla nükleer silahları geliştirme, depolama ve kullanma insanlık suçudur. Bu nedenle İran NPT'yı imzalamıştır.

İran kimyasal silahların kurbanı bir ülkedir. Nitekim batılı ve gerici Arap rejimlerinin mali ve silah desteğindeki hunhar Saddam rejimi dayattığı 8 yıllık savaşta, İran askerleriyle yerleşim merkezlerine karşı kimyasal silahlar kullandı. Fakat İran İslami ilke ve değerlere uygun olarak Irak Baas rejiminin saldırgan ve işgalci askerlerine karşı kimyasal silahlarla misillemede bulunmadı. İran kendine dayatılan bu savaşta Irak halkına da hiçbir can kaybı ve zarar verdirmedi.

Savaşın sona ermesinden sonrada, İran aynı politikayı sürdürdü. İran'ın savunma stratejisi İslam savunma kulları üzerine bina edilmiştir.

İslam fıkhı ve hukuku açısından kitle imha silahları masum insanların katledilmesine ve gelecek nesillere zarar vermesine sebep olmaktadır. Bu nedenle kitle imha silahları İslam açısından haram sayılıyor. İran İslam cumhuriyetinin inancına göre, nükleer silahlarda caydırıcı güçten yoksundur. Bu nedenle İslam inkılâbı rehberi Ayetullah Hamenei' İslam fıkhına bağlı İran İslam cumhuriyetinin asla nükleer silahların geliştirilmesine çalışmayacağını, bu silahları geliştirme ve kullanmanın haram olduğunu açıkça ilan etmiş bulunuyor. İslam savaş hukukunda savunma temel alınmıştır. Savaş sırasında düşmanlara karşı da insan hak ve şerefi korunmalıdır. İnsanca bir tutum izlenmelidir. İslam sivil insanları öldürme, esirleri öldürme, çevre hayatını bozma ve yıkıp yakma, hayvanları öldürme girişimlerini haram kılmıştır.

Peygamber efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a)'nin buyruğu üzerine İslam mücahitleri Gazve ve seriyelere çıktığında, yaşlılara, kör ve ağmalara, sağır insanlara, kadınlara ve çocuklara dokunmazlardı. Bağ ve bahçelerle ağaçlara zarar vermezlerdi. Nehcü’l Belağa'da kaydedildiği gibi, İmam Ali (as) isyancı Muaviye'ye karşı ordu gönderdiğinde buyurdu ki; “Eğer Allah'ın yardımıyla yenilgiye uğrarlarsa, sakın kaçıp kurtulmak isteyenleri öldürmeyin, yaralananlarla yorgun ve bitkin düşenleri öldürmeyin. Sakın kadın ve çocuklara dokunmayın. Hatta namuslarına bile küfretmeyin ve komutanlarına tahkir ve tacizde bulunmayın.”

İslami hükümet ve devlet geleneğinde İslam nizamının koruyup kollamak farzdır. Allah cc Kuranı kerimde buyuruyor ki;

"Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah'ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infak ederseniz, size 'eksiksiz olarak ödenir' ve siz haksızlığa uğratılmazsınız.".

Bu nedenle Müslümanlar modern savunma silahlarını geliştirip, kendilerine karşı saldırıları defedecek caydırıcı güç oluşturmalıdırlar. Günümüzdeki uluslararası Hukuk'ta meşru müdafaa bir hak olarak tanımıştır. İslam dininde Bu müdafaa hakkı mantıklı ve insani değerler üzerine bina edilmiştir. Müslümanlar saldırıları defetmek için güç ve yeteneklerini geliştirmelidirler. Fakat saldırıyı defetmede ölçülü ve takvalı davranıp, zalimlik yapmamalıdırlar.

Nitekim Allah Bakara suresinin 191 ila 193. ayetlerinde " Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten beterdir. Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın…Onlar, (savaşa) son verirlerse (siz de son verin); şüphesiz Allah, bağışlayandır esirgeyendir….(Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur."

Bu yüzden İslam'da düşmanların saldırısına karşı savunma ve misillemede bulunma şartları sınırlandırılmıştır. Müslümanlar çatışan düşmanın haysiyetini ve şerefini ayaklar altına alamazlar. Bu nedenle adaletli ve takvalı davranmalıdırlar. Allah'ın belirlediği ölçüleri göz ardı edemezler. İslam'da savaş Müslümanların haklarını savunmaya yöneliktir. Bu nedenle düşmanların zulümlerine benzer bir saldırı ve zulümde bulunamazlar ve İslam hakikatini karartacak ahlaksızlıkları yapamazlar. Düşmanlar ahlaksızlık ve insanlık dışı saldırılar yapsalar bile Müslümanlar ilahi ve ahlaki ölçüleri kaçıramazlar. Peygamber efendimiz, müşriklerin şehirlerinde hastalıklar yaymazlar ve sularını zehirleyemezler ve sivil halkı ve güçsüzleri azarlayamazlar diye özenle vurguluyor. Hâlbuki İslam dışı güçler tarlaları yakar, ağaçları söker ve su ambarlarını zehirlerlerdi. Günümüzde de batılı güçler kimyasal silahlar ve biyolojik silahlar geliştirip, savaşlarda kullandılar ve kullanmaktadırlar.

Bütün bu ilahi emirler ve insanlık dışı girişimler açıkça İslam ve kuranı kerim tarafından menedilip, yasak ve haram kılınmıştır. İslam inancına göre, düşmanla savaşın kuralları ve kırmızıçizgileri vardır. Örneğin Sıffin savaşında Muaviye ordusu, Halife İmam Ali (as)'nın ordusuna karşı su kaynaklarını kapattı. Fakat İmam Ali (a.s) ordusu, su kaynaklarını ele geçirip, misillemede bulunmak istedi. Fakat İmam Ali (a.s), bunu menedip, buyurdu ki; Bizler de bu ahlaksızlığa başvuramayız. Böylece Muaviye ordusunun da su kaynaklarına ulaşmasını sağladı. İslam hukuk uyarınca İslam cumhuriyeti yetkilileri nükleer silah geliştirilmediğini ilan etmiş bulunuyorlar.

İslam inkılabı rehberi İmam Hamenei de nükleer silahın haram olduğu fetvasını vermiştir. Müslüman Şiilerin Taklit Mercilerinin hepsi de "Veli-Fakih" makamındaki Ayetullah Hamenei'nin fetvasını desteklemektedirler. Bu bağlamda Türkiye başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da Amerika dış işleri bakanı Hillariy Clinton ile yaptığı görüşmede, İslam inkılabı rehberi Ayetullah Hamenei'nin nükleer silahın haram olduğu fetvasını kendisine iletti. İranlı yetkililerin vurguladıkları gibi, İran İslam cumhuriyeti bütün saldırıları defedecek güçtedir ve nükleer silaha asla ihtiyaç duymamaktadır. Ayetullah Hamenei'nin de tartışma götürmez fetvası da bunu garanti etmektedir. İslam inkılâbı rehberinin vurguladığı gibi, nükleer silah güç ve iktidar kaynağı değildir. İran halkının yüksek potansiyeli, nükleer güçlerin saldırılarının üstesinden gelebilecek ve onların nükleer silah temelindeki iktidarını yenilgiye uğratabilecektir.

irib

 

 

Azerbaycan-İsrail İlişkileri 4 Milyar Dolarlık Hacimle Uçuyor

Siyonist İsrail’in eski Sovyet cumhuriyetleri arasında en büyük ticari ilişkileri Azerbaycan’ladır.

İslami İran’ın Ermenistan’la ilişkilerini her zaman gündeme taşıyan ve İran’ı eleştiren Azerbaycan, İslam dünyasının büyük düşmanı İsrail’le ilişkilerini genişletmektedir.

Eli binlerce Müslüman’ın kanına batmış Siyonist İsrail’le kendisi bir Müslüman ülke olan Azerbaycan’ın yıllık ticari ilişkiler hacmi 4 milyar dolar. Bu rakamla İsrail’in eski Sovyet ülkeleri arasında en büyük ticari ilişkileri Azerbaycan’ladır. Hatırlatalım ki kardeş ülke olan Azerbaycan’ın Türkiye ile yıllık ticari ilişkileri bu rakamın çok çok altındadır. Azerbaycan’la Türkiye arasında yıllık ticaret 1,5 milyar doları geçmiyor.

2012 yılının Şubat ayında Azerbaycan’ın 1,6 milyar doları sadece İsrail’in silah üreticisi “Aerospace” şirketine ödemesi bu iki ülke arasındaki derin bağlar olduğunu gözler önüne seriyor. İsrail’in enerjiye olan ihtiyacının en az %30’nu Azerbaycan karşılıyor. Azerbaycan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı ile günlük binlerce ton İsrail’le petrol akıtıyor. Türkiye’den geçen bu boru hattından taşınan petrolün ilk alıcısı da 2006 yılında İsrail olmuştur. Bu alım 2006 yılında İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’a saldırması tarihinde gerçekleştirilmiştir. İsrail Lübnan’da mazlum Müslüman halkı bombalarken Azeri petrolünü kullanarak uçaklarını havalandırmıştır. Çünkü Azerbaycan’dan çıkarılan “Azerilayt” markalı petrol kalitesinin yüksekliğine göre uçak benzini üretiminde kullanılıyor.

Birkaç gün önce İsrail’in faşist dışişleri bakanı A. Liberman Bakü’ye ziyaret gerçekleştirmiş ve cumhurbaşkanı İlham Aliyev ve bir dizi Azeri yetkililerle görüşmeler yapmıştır. Liberman Aliyev’le görüşmesinde her iki ülke arasındaki ilişkilerden duyduğu memnuniyeti dile getirerek Azerbaycan’ı strateji ortağı olarak adlandırmıştır. Müslüman Azeri halkına kan yutturan ve onlarca alimi, yüzlerce dindar vatandaşını hapislere atan Aliyev ise Siyonist devletin cumhurbaşkanı Şimon Peres’e mektup göndererek binlerce Müslüman’ın kanının akıtılması hesabına kurulan İsrail’in kuruluş yılını tebrik etmiştir.

Tüm bunlardan sonra Azerbaycan’ın İran’a karşı tutumunu anlamak imkansız. Ermenistan’la, bazı İran vatandaşlarının küçük hacimli ticari ilişkilerini eleştiren Azeri yetkililer kendilerinin tüm İslam dünyasının düşmanı İsrail’le olan bu büyüklükte ilişkilerini unutuyorlar mı acaba?

 

RAST HABER - BAKÜ

 

Pazartesi, 23 Nisan 2012 07:09

FATIMET-UZ ZEHRA (s.a.)'IN KISACA HAYATI

Kimlik bilgisi

Adı : Hz. Fatıma (a.s)'ın dokuz ismi vardı; o isimler şunlardır:

Fatıma. Zehra. Sıddıka. Mübareke. Tahire. Raziye. Merziyye. Zekiyye. Muhaddise.

Künyesi:Ummu Ebiha . Ümm'ül- Hasaneyn,  Ümm'ül- Eimme, Ümm'ül- Muminin

Babası :Hz. Muhammed (s.a.a)

Annesi : Hz. Hatice

Doğum yeri: Mekke

Doğum tarihi: Hicretin beşinci yılı Cemadissani'nin yirmisinde Cuma günü şafak sökmek üzereyken Mekke-i Muazzama'da dünyaya geldi.

Şehadet yılı :11 hk.Peygamber'in vefatından 75 gün veya 95 gün sonra

Şehadet yeri : Medine

Hz. Fatıma'ya “Fatıma” diyorlar zira Hz. Fatıma (a.s), her kötülükten beri, o ve Şiileri cehennem ateşinden uzak, yüce ilim ve kemalı diğer kimselerden ayrı olduğundan dolayı ona Fatıma denilmiştir. Fatıma “feteme” kökünden türeyip kesti ve ayırdı anlamına gelmektedir; “Fatım” kesen ve ayıran demektir.[168]

Hz. Fatıma'ya “Tahire” diyorlar zira her çeşit pislikten tertemiz olması ve nifas kanı görmemesinden dolayıdır.

Hz. Fatıma'ya “Betul” diyorlar zira , adet (hayız) görmediği içindir. Nitekim Hz. Meryem'e de bundan dolayı “Betul” denilmiştir.”

Hz. Fatıma'ya “Hura-yi İnsiyye” diyorlar zira Hz. Resullullah (s.a.a) miraçlarının birinde göğe üruç ettiğinde (gittiğinde) cennet meyvelerinden yedi, Allah Tela o cennet yemeklerini Hz. Peygamber (s.a.a)’in sulbünde suya dönüştürdü, Hazret miraçtan yeryüzüne döndüğünde Hatice'yle yattı, böylece Hz. Fatıma'nın nuru Hz. Hatice'nin rahminde yer aldı. Bundan dolayı Hz. Fatıma'ya “Hura-yi İnsiyye” (yani insan cinsinden olan huri) denildi.

“Ümmü Ebiha”nın manası nedir ve bu lakabı kim Hz. Fatıma'ya vermiştir?

“Ümmü” kelimesi, anne manasına gelmesinden ilave esas ve kök anlamına da gelmiştir. Nitekim Mekke'ye “Ümm'ül- Kura” ve şaraba “Ümm'ül- habais” diyorlar. Binaenaleyh “Ümm-i Ebiha”; nübüvvet ve velayetin esası, kökü ve mazharı manasınadır.[1] Şüphesiz Hz. Fatıma imamet ve velayet meyvelerini yetiştiren gölgeli bir ağaçtı. Bu lakabı Hz. Resulullah (s.a.a) değerli kızına vermiştir, gerçekten onun şanına layık bir lakaptır

Hz. Fatıma’ya “Haniye” denilmesinin sebebi, kocası ve çocuklarına şefkatli ve merhametli olduğundan dolayıdır.

Çocukluk dönemi

Hz. Fatıma doğduğunda, Beni Haşim kadınlarına benzer dört uzun boylu kadın Hz. Hadice'nin yanına gelerek onlardan biri şöyle dedi: “Ey Hadice! Biz Allah'tan taraf sana doğru gelmişiz, bir senin bacılarınız; ben Hz İbrahim'in eşi Sara’yım, bu da cennette seninle beraber olacak olan Asiye’dir, öbürü de Hz. Musa'nın bacısı Gülsüm’dür. Allah Teala, doğum yaptığında sana yardım etmek için bizi senin yanına göndermiştir.”

Ehl-i Sünnet alimleri çoğunlukla o Hazret'in Hz. Resulullah'ın bi'setinden beş yıl önce doğduğunu rivayet ederken, Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislerde daha çok Hz. Fatıma'nın (a.s) bi’setin beşinci yılının cemadiyülâhır ayının yirmisinde cuma günü doğduğu belirtilmiştir. Ebu Basir'in naklettiği bir hadiste Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Fatıma (a.s) Hz. Resulullah (s.a.a) kırk beş yaşında iken cemadiyülâhır ayının yirmisinde dünyaya geldi. Ömrünün ilk sekiz senesini babasıyla birlikte Mekke'de geçirdi. On sene de Medine'de babasıyla beraber kaldı. Babasının vefatından sonra ise, sadece yetmiş beş gün hayatta kaldı ve hicretin on birinci yılında cemaziyülâhırın üçünde dünyadan göçtü.

Hayr-ı Kesir Olması

Allah Teala, Hz. Peygamberini (s.a.a): “Sana bol hayır vereceğiz” buyurarak müjdelemişti. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.a), Allah’ın va'dinin kesin olduğunu ve bütün hayırların kaynağı olacak pak ve bereketli neslin kendisinden vücuda geleceğine emindi. Ancak kalp gözleri körleşen düşmanlar Resulullah'ın erkek evladının vefat ettiğini görünce, “Artık Muhammed’in soyunu devam ettirecek erkek evladı kalmamıştır; kendisinden sonra yolu da sönüp gider” şeklindeki söylentiler yaparak Hazret'i incitiyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak onlara cevap olarak Kevser Suresini indirerek şöyle buyurdu: “Şüphesiz biz sana bol hayır (bereketli nesil) vermişiz. Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu asıl ebter (soyu kesik) olan sana kin duyandır.”

Evet Allah’ın bu vaadi, Hz. Fatıma’nın dünyaya gelmesiyle gerçekleşmiş, dünya ufukları onun veladet nuruyla aydınlanmış ve kadının ne kadar yüce bir makama ulaşabileceğini bütün âleme göstermek isteyen Allah Teala, Peygamberinin temiz soyunun, Hz. Fatıma’dan vücuda gelmesini takdir eylemişti.

 

Hz. Fatıma"nın faziletlerinden bazıları

Hz. Fatıma (a.s), haklarında tathir ayeti (Ahzab/33 ) nazil olan Al-i Aba"dan ve mübahale olayına katılanlardan biridir. O, on bir İmam"ın annesi ve Resulullah"ın neslinin kıyamete kadar onun ve evlatlarının nesliyle devam edecek olan yadigarıdır. Hz. Fatıma iki cihanın kadınlarının serveri ve Hz. Resulullah"a herkesten daha çok benzeyendi. Onun ahlak ve yaşam tarzı Resulullah"ın ahlak ve yaşam tarzını anımsatıyordu. Resulullah (s.a.a) Hz. Fatıma"yı çok öpüyordu, cennet kokusunu almak istediğinde onu kokluyor ve şöyle buyuruyordu: “Fatıma, bedenimin bir parçasıdır, herkesten bana daha azizdir, onu hoşnut eden beni hoşnut etmiştir, ona zulüm yapan bana zulüm yapmıştır.” [2]

Peygamber'in Yardımcısı

Hz. Fatıma çocukluk günlerinden itibaren Allah Resulü'nün hamisi olmaya çalışmış, o küçücük elleriyle düşmanların saldırıları karşısında babasına siper olmuş, babasının bütün hüzün ve kederlerinde onun en fedakâr ortağı olmuştur. Tarih o Hazret'in bu fedakârlıklarını iftiharla kaydetmiştir.

Bir gün müşriklerden biri, Resulullah (s.a.a)'ı sokakta görünce, Hazret'i incitmek için başına bir miktar çer-çöp ve pislik döktü. Âlemlere rahmet olan Resulullah (s.a.a) ona karşılık vermedi ve bir şey söylemeden bu hâliyle eve döndü. Hz. Fatıma (a.s) babasının bu vaziyetini görünce koşup derhal su getirdi, ağlar gözle babasının başını ve yüzünü yıkamaya başladı. Kızının bu üzgün vaziyetini gören Hz. Resulullah (s.a.a), ona teskinlik vermek amacıyla şöyle buyurdu: “Kızım ağlama! Mutmain ol ki, Allah (c.c) babanı düşmanların şerrinden koruyacak ve onlara galip kılacaktır.”

Yine bir gün Hz. Fatıma (a.s), Mescid-i Haram’da oturan bir grup kâfirin, babasının katli için komplo hazırladıklarını fark edince, ağlar bir gözle eve dönüp kâfirlerin aldığı kararı ve uygulamak istedikleri komployu babasına haber vermiş ve böylece babasını muhtemel tehlikeye karşı korumuştur.

Bir gün de Peygamber-i Ekrem'in Mescid-i Haram’da namaz kıldığı sırada müşriklerden bir grup, Hazret'le dalga geçip alay etmeğe başladılar. Bu esnada onlardan biri o çevrede yeni kesilmiş bir devenin rahmini alıp kan ve pisliği ile birlikte, secde hâlinde olan o Hazret'in sırtına attı. Orada hazır bulunan ve bu manzaraya şahit olan Fatıma (a.s) bu duruma çok üzüldü; ağlayarak Resulullah’ın yanına koştu ve devenin rahmini Hazret'in sırtından alıp uzak bir yere atarak Hazret'i onların bu saygısızlığına karşı korumaya başladı. Bu arada bu büyük saygısızlığa maruz kalan Hz. Resulullah'ın (s.a.a) namazını bitirdikten sonra o insanlara beddua ettiği rivayet edilmiştir.

Fatıma (a.s) böylece küçük yaşlarından itibaren bu çeşit hadiseleri görüp babasının yardımına koşuyor, bir annenin yavrusunu savunduğu gibi Hazret'i savunuyor ve babası için adeta annelik yapıyordu. İşte bundan dolayı Resulullah (s.a.a) ona, “Ümmü Ebîha” (Babasının annesi) lakabını vermişti.

Hz. Fatıma (sa) hicretten sonra İmam Ali ile evlendi ve Hasan, Hüseyin ve Zeynep adında çocukları oldu . O hazret babasının vefatına kadar Onun yanında ve yakınındaydı. Babası ile çeşitli savaşlara gitmiş,diğer müslümanlar gibi ve onlardan daha fazla islamın zaferi için çalılmıştır. Ama Resulullah (s.a.a)'ın vefatından sonra bazı sahabenin Ehlibeyt'e karşı tutumu deyişmiş kendi çıkarları uğruna O hazrete çeşitli sıkıntılar yaratmışlardır.

Şehadet

Peygamber'in kendinden sonra hayatta kalan tek çocuğu Hz. Fatıma kendisine vurulan cismi ve ruhi darbelerden ve altı aylık çocuğu Muhsini düşürdükten sonra hicri 11.yılda Peygamber'in vefatından bir rivayete göre 75 gün ve diğer bir rivayete göre 95 gün sonra şehid olmuştur.Allah'ın, nebilerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin selamı O'nun üzerine olsun.

Ehlibeyt Mektebinin reddettiği ve kafir olduklarına dair fetvalar yayınladığı Gulat (aşırıya kaçanlar) fırkası, maalesef Ehlibeyt mektebini karalamak için muhalifler tarafından Şia mektebine nispet verilmiş ve Şia’ların Müslüman toplumdan dışlanması için bazı mihraklar tarafından kullanılmıştır. Tarih boyunca İmamiye Şia’sı çeşitli zulüm ve haksızlıklara maruz kalmış, ancak zalim yöneticilerin acımasız saldırıları karşısında ayakta durmayı başarmıştır. Peygamber efendimizin (s.a.a) rihletinden sonra İslam ümmeti arasında çıkan ihtilaf iki büyük kutbun Şii ve Sünni ekolunu ortaya çıkarmıştır. Hz. Ali’nin (a.s) dört yıl dokuz aylık hükümeti dışında Ehlibeyt İmamları (a.s) hiçbir zaman hükümet edememişlerdir. İmamiye Şia’sı dışarıda Ümeyyeoğulları, Abbasiler gibi zalim hükümetlerin zulmüne maruz kaldıkları gibi, Şia inançlarını yanlış yorumlayan, İmamların (a.s) Allah olduğunu iddia eden tehlikeli bir grupla da mücadele etmişlerdir…

Bu grup çeşitli şekillerde Şia camiasının içinde kendine yer edinmeye çalışmış, yalan hadis uydurmaktan, hadisleri yanlış yorumlamaktan, şahsi menfaatleri için İmamların (a.s) toplum içindeki manevi makamlarından yararlanıp kendilerine makam mevki edinmeye çalışmaktan çekinmemişlerdir. Fakat İmamiyye Şiası İmamları (a.s) bu grup ile ciddi bir şekilde mücadele edip, onları Şia camiasından bir kanser tümörü gibi atmaya çalışmışlardır. Bu makalemizde Şia camiasında “Gulat” yani; aşırıcı grup olarak bilinen bu grubun inançlarını tanımaya ve Şia İmamlarının (a.s) bunlara karşı tutumunu değerlendirmeye çalışacağız.

 

GULUV’UN SÖZLÜK ANLAMI

“Guluv” Lügatta; aşırıcılık, ifrat, yükseklik, yukarı çıkmak ve hat ve sınırı aşmak anlamında kullanılır. Bu yüzden örneğin; Sıvı maddeler yüksek derecede kaynayıp taştıkları zaman “galeyan etti” denir. [1] Hakeza; Ok hakkında da yaydan çıktığında “ğelv” denilir.

Kısacası guluv kelimesi bir şeyin haddini aşması vey bir şeyin olduğundan fazla görünmesi gibi yerlerde kullanılır.

Sözlükte “Taaddi” kelimesi de aşırıcılık ve tecavüz manasında kullanılır. Fakat guluv kelimesi aşırıcılığın ve tecavüzün daha çok olduğu yerlerde kullanılmaktadır.[2]

Buna göre guluv kelimesi dini ve mezhebi inançlar için kullanıldığında; insanın inandığı bir şey hakkında, haddinden fazla aşırıya kaçması manasına gelir.

 

KUR’AN’DA GULUV

Bu kelimenin türdeşleri, Kur’an’da dört yerde geçmektedir. Bunlardan iki tanesi dini guluv hakkında ve iki tanesi de kaynamak manasında kullanılan guluvdur.

Guluv hakkındaki ayetler şunlardan ibarettir:

Allah-u Teala Nisa Suresinin 171. Ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“Ey Kitap ehli, dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah’ın elçisi, O’nun Meryem’e attığı kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. Allah’a ve elçilerine inanın, (Allah) “Üçtür” demeyin. Kendi yararınıza olarak buna bir son verin. Çünkü Allah, yalnız bir tek tanrıdır. Hâşâ O, çocuk sahibi olmaktan yücedir (münezzehtir)...”

Bu ayet peygamberlerini haddinden fazla sevip, onu Allah’ın oğlu olarak sayan ve üç Allah’a; yani baba, oğul ve kutsal ruha inanan Hıristiyanlar hakkındadır.

Diğer bir ayette yüce Allah şöyle buyurmuştur:

De ki: “ Ey Kitap ehli, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın.”[3]

 

RİVAYET VE HADİSLERDE GULUV

Guluv kelimesi ve bundan türemiş kelimeler Şia ve Ehlisünnet rivayetlerinde çok fazla kullanılmıştır. İlk olarak bu kelime ve bu kelimenin türemişleri dini guluv hakkında kullanıldığı rivayetlere ikinci olarak Gulatlardan bir fırka olarak bahsetmeyen hadislere değineceğiz.

Gulat hakkında hem Ehlisünnet ve hem de İmamiyye Şiası kaynaklarında Peygamber efendimizden ve Ehlibeyt (a.s) imamlarından birçok hadis nakledilmiştir. Bu hadislerin birkaç tanesi şunlardan ibarettir:

Ehlisünnet kaynaklarında Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Dininde Gulatlıktan uzak dur –aşırıcılıktan kaçın-; çünkü sizden öncekilerde (Yahudiler ve Mesihler) dindeki guluvlarından dolayı helak olmuşlardır.” [4]

Hazreti Ali (a.s) Nehcu’l-Belağa’da Âli Muhammed (s.a.a) hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Âli Muhammed (s.a.a) dinin temelidirler, tam inancın direği; ileri giden döner, onlara katılır da yola girer; geri kalan gelir, onlara uyar da murada erer.” [5]

Hz. Ali (a.s) başka bir hadiste kendisi ve Ehlibeyt (a.s) hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Biz (Ehlibeyt –a.s-) orta yolu tutanlarız. Geride kalan gelir, bize ulaşır; ileri gidip aşırıya kaçan döner, bize kavuşur.” [6] Ve başka bir yerde şöyle buyurmuştur:

“Biz Ehlibeyt hakkında aşırıcılıktan sakının.” [7]

Hz. Ali (a.s) kendisi aşırı sevenler ve düşman olanlar hakkında şöyle buyurmuştur:

“Benim hakkımda iki kişi helak olacaktır: Birisi aşırı sevenler (Gulat), diğeri de aşırı derecede düşmanlık edenlerdir (Nasibîler)” [8]

Bu hadislerden anlaşıldığı üzere Ehlibeyt (a.s) guluv etmek, aşırıya kaçmak o dönemlerde var olan bir düşünce idi. Hz. Ali (a.s) bu tehlikenin farkına varmış ve her defasında bu konu hakkında insanları uyarmıştır. Hatta Şia kaynaklarında gelen bazı rivayetler Guluv düşüncesinin Peygamber efendimizin (s.a.a) dönemine dayandığını göstermektedir.

Hicri kameri 11. yüzyılda yaşayan meşhur Şia âlimlerinden Hürrü Amuli Vesailu’ş-Şia kitabında Peygamber’den (s.a.a) şöyle nakleder:

“Benim ümmetimden iki grubun İslam’dan nasibi yoktur. Birisi benim Ehlibeytim’le bilerek savaşan ve diğeri de, dinde haddini aşan ve dışarı çıkan gruptur.”[9]

İmamiyye Şia’sının dört asıl kitaplarından biri olan Usul-ü Kâfi’de Hz. Muhammed Bakır (a.s) dostlarına guluv hakkında şu tavsiyede bulunmuştur:

“Orta yolda gidenlerden olunuz ki ileriye gidip aşırıya kaçan size dönsün ve geride kalanlar size ulaşsın.” [10]

 

ŞİA İMAMLARI (A.S) VE GULAT

Şia âlimlerinin birçoğu kitaplarında Ehlibeyt İmamlarının (a.s) Gulat’a karşı nasıl ve ne şekilde tavır aldıklarını yazmışlardır. Ehlibeyt İmamları (a.s) ilk aşamada Gulat’ın yanlış ve batıl inançlarını reddetmiş ve Şia mezhebinin doğru inançlarını açıklamışlardır. Bir sonraki merhalelerde tutumlarını daha da sertleştirmiş Gulat fırkasına karşı ciddi adımlar atmışlardır. Çünkü Ehlibeyt İmamları (a.s.) İslam’a karşı Gulat fırkasının tehdidini Yahudi, Hıristiyan, Mecus ve Müşriklerden daha tehlikeli bilmişlerdir. Bu mücadelelerinin neticesinde onları Şia saflarından atmayı başarmışlardır.

Şia mektebinin kelamî inançları diğer mezheplerde olduğu gibi hadisler ile elimizi ulaşmıştır. Ancak Şia mektebini diğer mekteplerden özellikle Ehlisünnet ekolundan ayıran özellik Şia hadislerinin İmamlar (a.s) dönemine kadar devam etmesidir. Ehlisünnet mektebinde ise hadisler sadece Peygamber efendimiz (s.a.a) zamanına kadar geçerlidir. Ehlibeyt İmamlarından (a.s) nakledilen hadisler, et-Tevhid, en-Nubuvve, el-İmame, el-Mead gibi Şia mektebinin çeşitli kitaplarında yer almış ve her kitapta çeşitli bölümler altında, Şia inançlarının akait, usul ve temelleriyle alakalı bütün konular en ince ayrıntısına kadar düzenli bir şekilde işlenmiştir. İnsaf sahibi her insan, bu kitaplara başvurduğunda, Şia’nın her konuda güçlü burhan ve delillerle kendi görüşlerini ispatladığını ve inançlarına karşı her türlü şek ve şüphenin önünü aldığını görecektir.

Özellikle tevhit konusunda, en doğru burhan ve delillerle, tevhidin bütün kısımları, yani; zatta, sıfatta, ibadette ve fiilde ispatlamıştır. Oysa diğer İslami fırkalar bu konuda zaaf göstermiş her birinin tevhit inancının kısımlarından birinde ayağı sürçmüş, güçlü deliller ortaya koyamamışlardır.

Burada Gulat fırkasının, Ehlibeyt İmamları (a.s) hakkındaki batıl akide ve inançlarını nakledip İmamların (a.s) onlara karşı davranış ve tutumunu incelemeye çalışacağız.

 

Genel olarak Gulat’ın İmamlar (a.s) hakkındaki inançları şunlardan ibarettir:

a) İmamların (a.s) ilah ve Allahlığına inanıp, yaratmak ve rızık verme gibi sıfatları onlara nispet etmek.

b) İmamların (a.s) nübüvvetine (Peygamber olduklarına) inanmak.

c) İmamların (a.s) zati ve mutlak olarak gaybi ilme sahip olduklarını ispatlamak.

 

Şimdi İmamların (a.s) bu konular hakkında tutum ve tavırlarını yukarıdaki sıralamaya göre incelemeye çalışacağız:

1-İmamların (a.s) İlahlıklarını ve Allahlık Özelliklerine-Sıfatlarına Sahip Olduklarının Reddi

Ehlibeyt İmamları (a.s) hiçbir zaman Gulat fırkası karşısında sessiz kalmamış, Gulat grubuna karşı mücadele etmeyi gerekli görmüşlerdir. Gulat karşısında sessizliği günah bilmiş ve kötü akıbeti olacağına inanmışlardır. İmam Sadık (a.s) Musadif isimli dostlarından birisine Gulat fırkasının batıl inançlarıyla mücadele edilmesi gerektiğini bildirmiş ve bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Ey Musadif ! Eğer İsa (a.s) Nasraniler’in onun hakkında yaptıkları guluv karşısında sessiz kalsaydı, Allah-u Teâlâ kulağını sağır ve gözünü kör etse yeriydi. Ve aynı şekilde eğer bende Ebu’l-Hattab’ın söyledikleri karşısında sessiz kalsaydım, Allah-u Teâlâ bana da bu şekilde davransa yeriydi.”[11]

Ebu’l-Hattab Ehlibeyt İmamları (a.s) hakkında guluv eden bu fırkanın en meşhur şahsiyetlerindendir.

Bazen İmamlar (a.s) hal ve davranışları ile gulat fikriyle savaşmışlardır. Bazı saf insanların yanlış guluv inançlarını davranış biçimleriyle düzeltmeye çalışmışlardır. İmam Sadık (a.s) Gulat düşüncesine sahip olan İsmail b. Abdulaziz isimli yaranlarından birisine şöyle buyurdu:

“ Ey İsmail! Abdest için, abdesthaneye su bırak.

İsmail imamın (a.s) emrini yerine getirdi ve sonra kendi kendine şöyle dedi: “Ben onun hakkında bir takım inançlara (mesela onun Allah ve yaratıcı ve rızık veren biri olduğu gibi) sahiptim oysa O abdest almaya bile ihtiyaç duyuyor.”

 

İmam Sadık (a.s) abdesthaneden dışarı çıkınca şöyle buyurdu:

“Ey İsmail! Binayı taşıyabileceğinden daha fazla yükseltmeyin, aksi takdirde yıkılır. Bizleri yaratılan olarak kabul edin ve ondan sonra bizim hakkımızda ne isterseniz söyleyin.”[12]

Başka bir rivayette ise İmam Sadık (a.s) dostlarından birisine İmamların (a.s) Allah’ın kulları olduğunu hatırlatmış ve diğer insanlar gibi helal ve haram konusunda dikkatli olduklarını aksi takdirde cezalandırılacaklarını hatırlatmıştır. İmam Sadık (a.s), imamları “Rab” olarak bilen Sadık b. Sehl’e bakarak şöyle buyurdu:

“Ey Salih! Allah’a yemin olsun ki bizler kul ve yaratılmışlarız, bir yaratıcımız vardır. O’na ibadet etmekteyiz, eğer O’na ibadet etmezsek O bizi cezalandıracaktır.[13]

Ehlibeyt İmamları (a.s) gulat fırkasının yanlış ve Şia düşüncesiyle örtüşmeyen batıl inançlarıyla ciddi bir şekilde savaşmalarına rağmen bu fırka sonraki dönemlerde de kendine taraftar bulmuştur. Öyle ki İmam Rıza (a.s) bazılarının “Rabbu’l Âlemin” sıfatını İmam Ali (a.s) hakkında söylediklerini duyunca bedeni titremiş ve elinden yüzünden ter boşalmış ve şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teâlâ münezzeh ve paktır! Allah-u Teâlâ kâfirlerin ve zalimlerin O’nun hakkında söylediklerinden münezzehtir! Acaba Ali (a.s) yemek yiyenler arasında yiyen, içenler arasında içen, evlenenler arasında evlenen ve konuşanlar arasında konuşan değil midir? Acaba o diğerleri gibi Allah-u Teâlâ karşısında huşu içinde, zelil bir şekilde eğilip, namaza durup O’nunla raz-u ve niyaz etmiyor muydu? Acaba bu sıfatlara sahip olan birisi Allah olabilir mi? Eğer o Allah olabilirse öyleyse sizin hepinizin Allah olması gerekir. Çünkü bu sıfatlarda Ali (a.s) ile ortaksınız; bu sıfatların hepsi vasıf edilen şeyin sonradan meydana geldiğinin göstergesidir.”

Daha sonra imam (a.s) dikkat çekici bir örnekle konunun gerçek yüzünü açıklamış ve köklerine değinmiştir. İmam Rıza (a.s) Gulat fırkasına mensup insanların en önemli özelliklerinden birisinin cahillik ve bilgisizlik olduğuna işaret etmiştir. Hadisin devamında imam (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Bu sapık kâfirlerin, sapıklıklarının asıl kökü, bilgisizlikleri, cahillikleri ve cahilliklerinde dayatmalarıdır. Bu insanların örneği dünyalık hacet ve isteklerini almak için bir padişahı bekleyen ve yolunu gözleyen insanların örneği gibidir. Onlara padişahın en kısa zamanda ordusu ve hizmetçileri ile birlikte geleceği ve onu gördüklerinde en iyi şekilde karşılayıp saygıda bulunmaları ve başkasıyla karıştırıp yanlış kişiye saygıda bulunmamaları aksi takdirde padişah tarafından cezalandırılacakları söylenir. Bu sırada padişahın kullarından biri ordunun öncü birlikleriyle gelir. Bu zavallılar köleyi, ihtişam, nimet ve orduyla gördüklerinde, bu nimetlerin ve ordunun padişaha değil de bu kula ait olduğunu zannederler, sonrada onu padişah yerine yüceltip padişahlığı o kula atfeder ve hatta onu padişah olarak ilan ederler. Bu kulun üstünde bir padişah ve bu kulun bir sahibi olduğunu da inkâr ederler. Köle her ne kadar bu nimetlerin padişaha ait olduğunu anlatmaya çalışsa da nafiledir. Kulaklarına bir şey girmez ve batıl ve hurafe inançlarından el çekmezler ta ki padişah gelip de onlara gazap edip onları cezalandırana kadar. Gulatlar da Ali (a.s) ve evlatlarını Allah’ın (c.c) kendi fazıl ve kereminden onlara bahşettiği nimetler içinde gördüklerinde onları Allah olarak adlandırdılar. Onlar her ne kadar bu Allah’lık nitelendirmesini reddetmeye çalıştılarsa da onlar (Gulatlar) bunu duymamazlıktan geldiler. Böylelikle acı bir azaba müptela oldular.”[14]

Bazen bu saf insanlar Ehlibeyt imamlarının (a.s) sözlerini yanlış yorumlayarak guluv düşüncesine sahip olmuşlardır. Bu gerçek Hz. İmam Rıza’nın (a.s) çok yakın dostlarından birisi olan Eba Salt arasında geçen konuşsından anlaşılmaktadır. Rivayette şöyle gelmiştir

İmam Rıza’nın (a.s) dostlarından olan Eba Selt şöyle der; İmam Rıza’ya (a.s) arz ettim:

“Halk sizin hakkınızda, insanların sizin kullarınız olduğunu iddia ediyorlar.”

İmam Rıza (a.s) bu sözü duyunca, son derece üzgün bir şekilde başını havaya kaldırıp şöyle buyurdu:

“Ey yerin ve göğün yaratıcısı, gizlide ve açıkta olanı bilen! Sen kendin bizim bu ümmetin zulüm ve sitemine ne kadar tahammül ettiğimizi bilmektesin ve buda onların bize ettiği zulümlerden birisidir.”

Bu sırada olan Eba Selt’e dönerek şöyle buyurdu:

“Eğer bütün insanlar bizim kulumuz ise onları kime satabiliriz?”[15]

İmam Rıza (a.s) insanların, İmamların (a.s) kulları olduğu iddiasını kesin bir dille reddetmiş ve bu konuya açıklık getirmiştir:

“Bizim kastımız insanların bizlere itaatin gerekliliği konusunda kul (gibi) olmalarıdır (onları bizim yarattığımız ve sahipleri olduğumuz manasında değildir) ve bizi sevenler ve dini konularda velayetimizi kabul edenlerden olmalarıdır. Öyleyse bu sözümü burada olanlar olmayanlara ulaştırsın.”[16]

Gulat fırkasına mensup bu gibi saf ve sade düşünen insanların yanında, azılı, garezli ve menfaatçi insanların olduğu da göze çarpmaktadır. Bunlar yaptıklarının bilincinde olan fakat nefsani isteklerine esir düşmüş, dünyevi makam ve mevki peşinde olan kimselerdir. Onlardan birisi Muğayre ve bir diğeri ise Ebu’l-Hattab’dır. Ehlibeyt imamları (a.s) böyle kimselerle ciddi bir şekilde savaşmış ve onları lanetleyerek gerçek Ehlibeyt dostlarını bu gibi kimselerden uzak durmalarını emretmişlerdir.

İmam Rıza (a.s) Ebu’l-Hattab hakkında şöyle buyurmuştur:

“Doğrusu Ebu’l-Hattab Ebu Abdullah’a (a.s) (İmam Sadık –a.s) yalan uydurmuştur. Öyleyse Allah (c.c) bu güne kadar bu hadisi İmam Sadık (a.s)’ın sahabelerinin kitaplarında yer veren Ebu’l-Hattab ve yaranlarına lanet etsin.”

İmam Sadık (a.s) Muğayre ve Ebu’l-Hattab’ın sözlerinden rahatsız olduğuna dair şöyle buyurmaktadır:

“Vay onlara! Onlara ne olacak? Allah onlara lanet etsin. Onlar Allah’ı ve Peygamberi’ni kabrinde eziyet ettiler ve aynı şekilde Emirilmüminin (a.s), Fatıma (s.a), Hasan (a.s), Hüseyin (a.s), Hüseyin oğlu Ali (a.s), Ali oğlu Muhammed’i (a.s). Sizin aranızda Allah’ın Resulü’nün (s.a.a) eti ve derisi olan benim. Gece yatağa uzandığım zaman (Gulat’ın sözlerinden dolayı) korkup ürküyorum. Gulat’ın kendisi emniyetteler ama ben korkudayım. Onlar rahatça uyurken ben korkak ve ürkek bir şekilde uyanık, dağlar ve çöllerde (kafam karışık bir şekilde) gezmekteyim. Ben Ebu’l-Hattab’ın benim hakkımda söylediğinden uzağım ve Allah’a sığınıyorum.[17]

Başka bir rivayette İmam Sadık (a.s) “O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilah olandır”[18] ayetini İmam’ın (a.s) yeryüzünün Allah’ı olduğu şeklinde yorumlayan Ebu’l-Hattab’ın taraftarlarının reddi hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Allah’a yemin olsun onların Allah’ın azametini küçülttüğü kadar kimse küçültmemiştir... Allah’a yemin olsun! Eğer ben Kufe halkının (Ebu’l-Hattab’ın taraftarları) benim hakkımda söylediklerini kabul etsem, yer beni kendi içine çeker. Ben hiçbir zarar ve faydaya gücü yetmeyen, mülk edinilmiş bir kuldan başka bir şey değilim.”[19]

Sonra Ebu’l-Hattap ve yaranlarına nefretini belirterek şöyle buyuruyor:

“Hatta biz kendimiz (imkânsız olsa da) onları, bizi Allah olarak çağırmaya davet etseydik bile onların bunu kabul etmemeleri gerekirdi. Çünkü onlar benimde (diğer insanlar gibi) korku ve endişeye kapıldığımı görmektedirler.”[20]

İmam Sadık (a.s)’ın dostlarından birisi şöyle der:

İmam (a.s) üzgün bir halde bizim yanımıza geldi ve şöyle buyurdu:

“Daha birkaç dakika önce bir iş için evden dışarı çıktım aniden Medine’nin zencileri yanıma geldi ve şöyle dediler:

“ Lebbeyk Cafer b. Muhammed lebbeyk”; Ey Cafer b. Muhammed sana lebbeyk diyoruz.

“Ben o kadar rahatsız oldum ki hemen oradan ayrıldım, onun bana söylediğinden dolayı korkmuş ve titrer bir haldeydim. Eve girer girmez namaz kıldığım yere gittim ve yaratanım için secdeye kapandım ve suratımı toprağa buladım. Kendimi O’nun karşısında zelil ve hakir kıldım. Zencilerin benim hakkımda söylediklerinden beraat ettim.”[21]

İmam Sadık (a.s) İmamlar (a.s) kulların rızıklarını takdir ediyorlar diyen kişilerin reddi hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Allah’a yemin olsun! Bizim rızkımızı Allah’tan başkası takdir edip ölçmüyor. Benim kendimde ailemin yiyeceğini temin etmek zorunda kaldım da bundan dolayı kalbim sıkışıp zihnim meşgul oldu. Onların rızkını temin ettikten sonra rahat bir nefes aldım.[22]

 

2- Nübüvvetin Reddi

Gulat fırkasının bir diğer yanlış inancı da Ehlibeyt İmamlarını (a.s) Peygamber/Nebi olarak bilmeleridir. Elbette bu iddiayı ortaya atan kimselerin ne gibi hedefler peşinde olduklarının iyice incelenmesi gerekir. Bunlar şahsi ve dünyevi hedefler peşinde olan kimselerdir. Bu gibi insanlar kendilerini imam olarak ilan edebilmek için Ehlibeyt imamlarını (a.s) Peygamber yapmışlardır. Bu durum İmamlara ilahlık ve kendilerine nübüvvet makamı veren kimselerde daha net bir şekilde görülmektedir. Bu yanlış düşüncenin o günün toplumunda halk arasında yaygın olduğu göze çarpmaktadır. Elbette şu noktayı da hatırlatmak gerekir ki Gulat fırkası genelde insanların saf ve temiz duygularından faydalanarak inançlarını sağlam zemine oturtmaya çalışmışlar fakat Ehlibeyt İmamları (a.s) buna kesinlikle izin vermemişlerdir.

İmam Sadık’ın (a.s) iki öğrencisi o hazretin nübüvveti üzerinde tartışmaktaydılar. İmam Sadık’ın (a.s)’ın yanına geldiklerinde, İmam (a.s) onlara hitaben şöyle buyurdu:

“Ben, bizim peygamber olduğumuzu söyleyen kimseden uzağım.”[23]

İmam Sadık (a.s) başka bir hadiste şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın laneti bizim peygamber olduğumuzu söyleyen kişinin üzerine olsun ve yine lanet bu konu hakkında şüphe eden kişinin üzerine de olsun.”[24]

 

3- İmamlar’ın (a.s) Mutlak ve Zatî Gayb İlmi’nin Reddi

Birçok hadiste, İmamlar (a.s) gayb ilmine sahip olduklarını inkâr etmişlerdir. Şia’nın dört asıl kitabında bu konu hakkında birçok hadis bulmak mümkündür. Bu kitaplarda imamların (a.s) bilinmeyenlerden ve gaybî konulardan haber veren birçok hadis nakledilmiştir. Yine aynı kitaplarda Ehlibeyt imamlarından (a.s) gaybî ilmi bilmediklerine dair hadislerde nakledilmiştir. Bu iki farklı hadis grubu dikkatlice incelenirse[25] şöyle bir netice ortaya çıkacaktır: İmamların kendilerinden nefyettikleri gayb-i ilim, zatî olan kısmıdır. Yani kendilerinin Allah’ın hiçbir yardımı olmadan bildikleri gayb-i ilmi reddetmişlerdir. İktisabî olarak adlandırılan yani; Allah’ın onlara verdiği ilmi ve bildirdiği gayb-i ilmi ise reddetmemişlerdir. Hakeza Peygamber efendimizin (s.a.a) rivayetlerinden çıkarabildikleri gayb-i ilme sahip olduklarını reddetmemişlerdir. Böyle bir ilme sahip olduklarını haber vermişlerdir.[26] Burada Ehlibeyt imamlarının (a.s) zatî olan gayb-i ilmi reddeden hadislere değineceğiz.

İmam Sadık’ın (a.s) dostlarından Yahya b. Abdullah b. Hüseyin isimli birisi hazretin yanına gelerek şöyle arz etti: Bazıları sizin gaybı bildiğinizi sanmaktadır.

İmam Sadık (a.s) bundan rahatsız oldu ve şöyle buyurdu:

“Sübhanallah! Elini başıma koy; bu haberi duymakla tüylerimin diken diken olduğunu hissedeceksin.”

Sonra şöyle buyurdu:

“Allah’a yemin olsun ki! Bizim bu söylediklerimiz (bizde gayb ilmi olduğuna dair şüpheye sebep olan) Allah Resulü’nün rivayetlerinden başka bir şey değildir.”[27]

Bu konu hakkında Ebu Basir İmam Sadık (a.s)’a şöyle arz etti:

“Onlar sizin yağmur damlalarının, yıldızların ve ağaç yapraklarının sayısını ve yine denizdeki şeylerin ağırlığını ve toprağın sayısını bildiğinizi söylemektedirler.

İmam Sadık (a.s) bu duyduğu sözlerden sonra başını göğe kaldırarak şöyle buyurmuştur:

“Sübhanallah! Allah’a yemin olsun ki hayır! Bunları Allah’tan başkası bilmiyor.[28]

İmam Sadık (a.s), gayb ilmine sahip olduğunu ve bu ilmi Ebu’l-Hattab’a de verdiğini iddia eden Ebu’l-Hattab’a reddiye olarak şöyle buyurmaktadır:

“O’ndan başka ilah olmayan Allah’a yemin olsun ki! Ben gayb ilmi bilmiyorum. Eğer ona (Ebu’l-Hattab’a) böyle bir şey söylemişsem Allah ölülerimin musibetinden dolayı bana sevap ve yaşamımda bana bereket vermesin.[29]

 

On ikinci İmam Hz. Mehdi (a.f) Gulat’ın reddi hakkında sadır ettiği tevkide şöyle yazmaktadır:

“...Allah (c.c) O’nu sıfatlandırdıklarından daha yücedir, O münezzehtir ve biz O’na şükür etmekteyiz. Biz ilim ve kudrette O’nunla şerik olamayız, O’ndan başka hiç kimse gayb ilmine sahip değildir, Öyle ki Kendisi muhkem kitabında şöyle buyurmaktadır:

(Ey Resul!) De ki: Göklerde ve yeryüzünde bulunanların hiçbiri, gizli şeyi bilemez, ancak Allah bilir.[30]

 

SONUÇ

 

Gulat fırkasının Ehlibeyt İmamları (a.s) hakkında aşırıcı düşünceleri üç ana başlıkta toplanabilir; İmamların (a.s) ilah ve Allahlığına inanıp, yaratmak ve rızık verme gibi sıfatları onlara nispet etmek, İmamların (a.s) nübüvvetine; Peygamber olduklarına ve İmamların (a.s) zati ve mutlak olarak gaybi ilme sahip olduklarına inanmak. Gulat fırkasına mensup kimseler Ehlibeyt İmamlarının (a.s) sözlerini bazen yanlış yorumlayarak ve bazen de sözün özünü anlamadan istedikleri şekilde mana ederek guluv düşüncesine kapılmışlardır. Ehlibeyt İmamları (a.s) sözleri, hal ve davranışları ile bu inançları reddetmişlerdir. Elbette Gulat fırkasına mensup kimselerin hepsini bir kategoride değerlendirmek de doğru değildir. Onlardan bazıları sade ve saf insanlar bazıları ise nefsani istek ve arzularına kapılmış bilinçli olarak bu inançları yayarak toplumda kendilerine dünyevi mevki ve makam kazanmak isteyen bilinçli kimselerdir. Bu grup, insanların Ehlibeyt imamlarına (a.s) besledikleri temiz duygularından yararlanarak guluv düşüncelerini yaymaya çalışmışlardır. Ehlibeyt İmamları’nın (a.s) iki gruba karşı mücadelesi farklı olmuştur. Sade ve saf insanları hal ve davranışlarıyla uyarmaya çalışmış ve düşüncelerinin yanlış olduğunu onlara hatırlatmışlardır. İkinci gruba karşı ise daha ciddi adımlar atarak; onları lanetlemiş ve bu konuda Ehlibeyt (a.s) dostlarını uyarmışlardır.

* Bu makale Dr. Nimetullah Seferi’nin Galiyan kitabından yararlanılarak hazırlanmıştır.

 

Turgut Atam

Dipnotlar_______________________________________________________________________________________________________

 

[1] - Ragıp İsfehani, Hüseyin b. Muhammed, el-Mufredat fi Ğaribi’l-Kur’an, Tahran, el-Mektabetü’l-Murtezeviyye, s. 365.

[2] - İbn-i Menzur, Lisanu’l-Arap, (Birinci Baskı: Beyrut, Dar-ı Ehyau’t Turasu’l Arabi, 1408), Guluvvun altında; Zebidi- Muhammed Murteza, Tacu’l-Arus, (İkinci Baskı: Beyrut, Dar-ı Mektebetu’l-Hayat), c. 10, s. 269.

[3] - Maide, 77.

[4] - Ahmet b. Hanbel, Müsned-i Ahmet, (Beyrut, Daru’l Fikir), c. 1, s. 215 ve 347.

[5] - Nehcü’l-Belaga, Subh-i Salih, İkinci Hutbe, paragraf: 13; Feyzü’l-İslam, İkinci Hutbe, paragraf:16.

[6]- Nehcü’l-Belaga, Subh-i Salih, Hikmet: 109; Feyz’ul İslam, Hikmet: 106; Temimi Amedi, Abdulvahit b. Muhammed, Gureru’l-Hikem ve Dureru’l-Kelim, (Tahran Ünüversitesi), c. 6, s. 194.

[7] - Gureru’l-Hikem ve Dureru’l-Kelim, c. 2, s. 324.

[8] - Nehcü’l-Belaga, Subh-i Salih, Hikmet: 117; Feyzü’l-İslam, Hikmet: 113.

[9] - Hürrü Amuli, Muhammed b. Hasan, Vesailu’ş-Şia, Beyrut, Daru İhya-i Turasi’l-Arabî, c. 14, s. 426, h. 14.

[10]- Kuleyni, Muhammed b. Yakup, el-Usul Mine’l-Kafi, Tahran, Daru’l-Kutubi’l-İslamiyye, 1365, c. 2, s. 75.

[11]- İhtiyar-ı Marifeti’r-Rical, s. 192- 193; Biharu’l-Envar, c. 25, s. 293, h. 50.

[12] - Biharu’l-Envar, c. 25, s. 279, h. 22.

[13] - Biharu’l-Envar, c. 25, s. 303, 69. Hadis; İhtiyar-ı Marifeti’r-Rical, s. 218.

[14] - Biharu’l-Envar, c. 25, s. 276- 278, h. 20.

[15] - Biharu’l-Envar, s. 218, h. 10.

[16] - a.g.e., s. 298, Hadis.: 21.

[17] - İhtiyar-ı Marifeti’r-Rical, s. 147; Biharu’l-Envar, c.25, s.289, h.46.

[18] - Zuhruf, 84.

[19] - İhtiyar-ı Marifeti’r-Rical, s. 194; Biharu’l-Envar, c.25, s.294, h.53.

[20] - İhtiyar-ı Marifeti’r-Rical, s. 148; Biharu’l-Envar, c. 25, s. 218, h. 47.

[21] - er-Ravza mine’l-Kafi, s. 225- 226; Biharu’l-Envar, c. 25, s. 321, h.90.

[22] - İhtiyar-ı Marifeti’r-Rical, s. 207- 208; Biharu’l-Envar, c.25, s.301, h.65.

[23] - İhtiyar-ı Marifeti’r-Rical, s.160; Biharu’l-Envar, c.25, s.291, h.48.

[24] - İhtiyar-ı Marifeti’r-Rical, s. 194; Biharu’l-Envar, c.25, s.296, h.57.

[25] -Bu konu hakkında daha fazla bilgi için bkz: el-Ahadisi’l-Gaybe li’l-Eimmeti’l-İsna Aşer, üç ciltlik bir kitap olup el-Maarifu’l-İslamiyye Müessesi tarafından basılmıştır.

[26] -Bkz: Biharu’l-Envar, c. 25, s. 268, 9. hadisten sonra.

[27] - İhtiyar-ı Marifeti’r-Rical, s. 193; Biharu’l-Envar, c.25, s.293, h.50.

[28] - İhtiyar-ı Marifeti’r-Rical, s.193; Biharu’l-Envar, c.25, s. 294, h.53.

[29] - İhtiyar-ı Marifeti’r-Rical, s.188-189; Biharu’l-Envar, c.25, s.322, h.91.

[30] - Neml,65; Biharu’l-Envar, c.25, s.266- 267, h.9.

 

İran İslami Devrim Muhafızları Hava-Uzay Gücü Komutanı, ‘İslami Devrim Muhafızları (Sepah) Kuruluş Günü’ nde; İran Ordusu elektronik birimleri tarafından ele geçirilmesinin üzerinden bir yıl geçmeden, dün itibariyle, Amerikan RQ-170 iha nın prototipinin imalatına başlanacağını açıkladı.

İran İslami Devrim Muhafızları Hava-Uzay Gücü Komutanı General Emir Ali Hacizadeh, 02 Ordibeheşt (21 Nisan) ‘İslami Devrim Muhafızları (Sepah) Kuruluş Günü’nde, Amerikan RQ-170’nın prototipinin imalatına dün itibariyle başlanacağını belirterek Sepah elektronik uzmanları tarafından, RQ-170 Sentinel’e ait verilerin elde edildiğini söyledi.

Geçtiğimiz Aralık ayında, İran sınırlarından sızmak ve casusluk amacıyla ülkenin güney bölgesinden hava sahasına girdiğinde İslam Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri elektronik birimleri tarafından kontrolü ele geçirilerek minimum hasarla yere indirilmiş ve bu iha ile ilgili teknik verilere ulaşılmıştı.

İki kanat arası açıklığı 26 m olan RQ-170’in, gövde uzunluğu 4.5 m, yüksekliği 1.84 cm olup, elektronik boyutta gelişmiş bilgi, görüntü toplama sistemleri ve değişik radar sistemleri ile donatılmıştır.

“Stealth” yani radara yakalanmama özelliğine sahip olduğu belirtilen bu son derece gelişmiş RQ-170 üzerinde, B-2 ve F-35 savaş uçaklarında kullanılan teknoloji tespit edildi. Bu İHA, Afganistan’da ve ABD'de konuşluydu bağlantısı ve yer istasyonlarından yönlendirilmektedir.

İran tarafından ele geçirilen, Amerikan ordusu tarafından yönetilen RQ-170 türü ‘keşif amaçlı, stealth İHA’lar, 2009 yılından itibaren resmen kullanılmaya başlanmıştı.

İslami Devrim Muhafızları Hava-Uzay Gücü Komutanı General Emir Ali Hacizadeh, İran Ordusu’nun bu büyük başarısının üzerinden bir yıl geçmeden, ‘İslami Devrim Muhafızları (Sepah) Kuruluş Günü’nde, Amerika’ya ait ‘RQ-170 Sentinel iha prototipinin’ imalatına dünden itibaren başlanacağını açıklamıştı.

Pazartesi, 23 Nisan 2012 05:26

İslam İnkılâbını Anlayamama Sorunu

Allah’ın adıyla

Ülkemiz(Türkiye)de İslam inkılâbının doğru bir şekilde anlaşılamadığını görmekteyiz. İslam inkılâbını doğru anlayamama sorunu kendilerini İslami kimlikle ifade eden ya da etmeyen tüm çevrelerde yaşanmaktadır. İslam inkılâbının üzerinden otuz kusur yıl geçmesine rağmen bu sorunun devam etmesinin birçok nedeni vardır.

Dünyada hiçbir devrim aleyhine olmayan anti propaganda, İslam inkılâbı aleyhine olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Dünyada hiçbir inkılâpçı aleyhine yapılmayan karalama kampanyaları Rahmetli İmam Humeyni aleyhine yapılmıştır. Dünya küfrü sözbirliği ederek İslam inkılâbı ve İmam aleyhine çok büyük karalama kampanyaları yapıyorlar. Egemen dünya küfrüyle hareket eden tüm İslamcı yapılarda ellerinden gelen her tür karalamaların içerisinde oldular ve oluyorlar.

Bu çapta aleyhte kampanyalarının ve tüm şer odaklarının her tür terör faaliyetlerine rağmen İslam İnkılâbının şaşmadan yoluna devam etmesi bile çok büyük bir başarıdır. Bu kadar aleyhteki faaliyetlere rağmen yoluna devam etmeyi ancak İslam inkılâbı başarabilirdi ve başardı da. Tüm dünyaya rağmen ve dünyaya alternatif olan bir nizamın yoluna devam etmesi gerçekten olağan dışı bir durumdur.

İslam inkılâbı, İslam’ın hâkim olacağı bir devlet kurulması konusunda ümitlerin kesildiği bir zamanda tüm Müslümanlara ümit bahşeden bir gelişme olarak dünyanın huzuruna çıktı. Müslümanlara umut ve heyecan, İslam düşmanlarına korku salarak meydana geldi. Otuz kusur yıldır dünya küfrüne boyun eğmeden, dünyayı İslami hedeflere taşımak için her tür gayreti ortaya koymuştur. Bu yolda büyük mesafeler aldığı görülmektedir. Bunlara rağmen İslam inkılâbının doğru bir şekilde anlaşılamamasının bazı nedenlerini ele almaya çalışacağım.

1-İslam inkılâbının temsil ettiği İslami anlayış düzeyinin çok yücelerde olması, İslam inkılâbının anlaşılmasının engeli olmuştur. İmam Humeyni (r.a) ve rehberin yüce kişilikleri Müslümanların kavramasını ve anlamasını aşan bir özelliğe sahiptir. Müslümanlarının iyilik ve yücelik adına düşünce ve hayallerini aşan bir pratiğin ortaya konması anlamayı zorlaştırmıştır. İslami anlayışımız, imamları anlamaya yetmemiştir. İrfanda, fıkıhta ve felsefede Müslümanların kavrayışının çok üzerine bir anlayış ve İslami önderlik için düşünceleri aşan mükemmel bir temsiliyet ortaya konmuştur.

Müslümanların islamı anlama düzeyi İmam Humeyni(r.a), İmam Hamenei (Allah onu korusun)ve İslam İnkılâbını anlamaya yetmediğinden dolayı, anlayamadıklarını eleştirme durumunda olmuşlardır. İmamların çok yüce kişilikleri ve ortaya koydukları öz Muhammedi İslam’a yabancı olan kimseler, anlayamama problemi yaşamışlardır. İmam Humeyni (r.a) ve İmam Hamenei’yi anlayacak bilgi ve kalpten uzak olan bu kesimler onları anlayamadılar. Dünya Müslümanlarının en temiz hayallerini bile aşan bir yüceliği imamların temsil etmesi, anlaşılmalarının engeli olmuştur. Tarihi ve dini anlayışımızdan kaynaklanan engeller, çok yüce kişilikleri anlamamıza engel olmuştur. Temiz vicdan sahipleri ise anlama yolunda olmuşlardır. Allah temiz yürekli insanların anlamasına yardımcı olmuştur.

2- Şiilikle ilgili cehalet, İslam inkılâbının anlaşılmasının engelini oluşturmuştur. Şia konusunda hadsiz hesapsız bir cehaleti yaşayan kimseler, İslam adına kendileri için meçhul olanı, mahkûm etmeyi sürdürdüler. Otuz kusur yılın geçmesi bile cehaletin giderilmesi için yeterli bir zaman olmadı. Şiayı okuma ve anlama noktasında bilgisizliği korumaya özen göstermelerinin hiçbir insani ve İslami gerekçesi olmamasına rağmen maalesef ki, netice bilgisizliği muhafaza yönünde olmuştur. Bu ülkede tefsirle ilgilenen, hadis ilmiyle ilgilenenler maalesef ki ne Şia kaynaklarını ne de Şia âlimlerinin yazdığı eserleri okumamışlardır. Mesela Allame Tabatabai’nin el- Mizan tefsirini okuyarak Şiilerin kuranı nasıl anladıklarıyla ilgilenen araştırmacılar neredeyse yok gibidir. Ülkemizde tefsir alanında profesör olmuş birçok tanıdıklarımız maalesef ki Şia âlimlerinin yazdığı bir tefsiri bile okuma fırsatı bulamamışlardır. Bu yaklaşımlar ancak cehaleti korumuştur.

Tağutlara uşaklık yapanlardan islamı öğrenme konusunda mahsur görmeyenler. Ehli Beyt imamlarını sözlerini okumaya zaman bulamadılar. Bu kafadaki insanların İslam inkılâbını doğru anlamaları zaten olamazdı. Şiayı anlamayanlar ve anlamadıklarının bilincinde olmayanların Rahmetli İmam ve dünyada emsalsiz olan şanlı kıyamını anlama imkânından mahrum kaldılar. Bu mahrumiyetle, anlamadıklarını itiraf yerine, kendileri için meçhul olanı inkâr ettiler. Bu zavallılar bilmiyorlar ki, meçhulü inkârda, küfürdür.

3- Mezhepçi yaklaşım içerisinde olan Türkiye’deki İslamcı kesim, İslam inkılâbını anlayamadı. İslam inkılâbı mezhepler üstü siyaset sahibi olmuştur. Dünya Müslümanlarına ve özelde Filistin direnişine verdiği destek, İslam inkılâbının mezhepçi olmayan özelliğini fazlasıyla izah eder. Türkiye’deki İslam inkılâbını eleştiren İslamcı kesimler, o kadar cehalet içerisinde oldular ki, İslam inkılâbının şiaya dayanarak yaptığı uygulamalardan vazgeçmesini düşünecek durumda oldular. İslam inkılâbı mademki İslam’a dayanıyor o halde neden şia fıkhını esas alıyor diyecek kadar akıl dışı yaklaşımlarda bulundular. Bu anlayış sahiplerinin bir kısmı, mezhebi anlayışlarını islamın kendisi sandılar bir kısmı da İslami uygulamaların köklerinin olmamasının gereğini İslami sandılar. İslam’a dayalı olmayı, mezhepsiz olmayla eşleştirdiler. Köksüz bir dini anlayışı, mezhepçi olmamak olarak ele aldılar. Bu kadar yüzeysel yaklaşım sahiplerinin İslam inkılâbını doğru anlamaları ve kabullenmeleri beklenemezdi Öylede oldu.

4- Türkiye’deki Müslüman kesimin milliyetçi ulusalcı olması da İslam inkılâbını anlamayı engellemiştir. Kendi uluslarını ve geçmişlerini merkeze koyarak dünyadaki olaylara yaklaşan Türkiye Müslümanları, İslam İnkılâbını anlamaları beklenemez. Milliyetçilikte o kadar ileri düzeye vardılar ki adeta koro halinde “bizim laikliğimiz, İran’da İslam’a dayalı olmaktan daha iyidir. Mademki laiklik bizimdir o halde başkalarının İslam’a dayalı uygulamalarından daha iyidir”. Bu aşamadan sonra Türkiye’deki halı hazırdaki İslamcılık adına söz söylemeye çalışan büyük bir kesim laikliği içselleştirmişlerdir. Bunlar artık laik Müslümanlardır. Milliyetçi ve ulusalcı yaklaşımlar onları laik olmanın İslami açıdan mahsursuzluğuna götürmüştür. On yıl, yirmi yıl öncesine gidelim bakalım bu çevreler laiklik konusunda aynı yaklaşımlar içerisinde miydiler? Bu çevrelerin siyasal anlamda İslam’a dayalı talepleri bitmiştir. İslamın toplumsal hayatı düzenlemesi artık gündem dışıdır. Bu yaklaşım sahipleri için İslam inkılâbının mükemmel bir şekilde İslam’a dayalı uygulamalarının da anlamı kalmamıştır.

İslam inkılâbını ulusalcılıkla ifade etmeye çalışanlarda, bu yaklaşımlarına bir dayanak bulacak durumda olmadılar. İslam inkılâbını ulusalcı bir yaklaşım sahibi olmayla mahkûm etmeye çalışanlar, herhalde dünyada olup bitenlerle ilgilenmiyorlar. Daha kötüsü bu konuda kanaat belirtenler, ulusalcı olmamakta İslam inkılâbı yalnız olmasın ki teveccühleri üzerine toplamasın kaygısıyla görüş belirtme durumunda olmuşlardır.

5- Hükümetin Büyük Şeytan’la aynı cephede olmasıyla Türkiye’de hükümete endeksli İslamcı kesimde Amerika’yla aynı cephede olmayı içselleştirmiştir. Artık kahrolsun Amerika ve kahrolsun İsrail sloganları olmayacaktır. Amerika’yla, Katar’la bölgeye düzen vermeye çalışan bir cephede kendilerini görenler İslam İnkılâbı ve Hizbullah’ı karşı cephede gördükleri için onlara karşı olmaktadırlar. Hizbullah’ı dünya küfrüne karşı asil bir duruş sergilemesi, ülkemizdeki bu İslamcı kesimi rahatsız etmektedir. İslam İnkılâbı ve Hizbullah olmasa, dünya küfrüyle uyum halinde yaşamanın yanlışlığı ortaya çıkmaz. İslam İnkılâbı ve Hizbullah bu kesimlerin İslam’a dayanmadıklarını açığa çıkarmış oluyor. Bundan dolayı İslam İnkılâbı ve Hizbullah’a karşı oluyorlar. Onlar istese de istemese de bölgenin geleceğini İslam’a dayananlar belirleyecektir. Bu kesimler, Amerika’yla aynı safta oldukları için temiz vicdanlarda yok olacaklar. Yakın bir zamanda artık amerikancı islamın öldüğünü ve inkılâbı islamın gönüllerde yerleşeceğine şahit olacağız. Bu durum, amerikancı islamın kendini tasviyesidir.

Hüseyin TAŞ

AKP hükümeti ve İslamcı aydınlar, Batı medyası ile koro halinde Suriye yönetimini aynı şekilde suçluyor: Alevi/Nusayri Baas diktatörlüğü! Buna Suriye yönetiminin geleneksel cevapları var: Beşar Esad Alevi kökenli, eşi Sünni. Başta ordu, bürokraside mezhepçi hassasiyetlerin kaşınmasına fırsat yaratılmıyor. Mezhep ayrımcılığı cezalandırılıyor. Noksan da olsa, kendine has bir tür "laiklik" uygulanıyor vs.

Uygulamaları tartışılabilir. Hatta tartışılmalı da. Ancak bir konu var ki, Türkiye'de hemen hiç bilinmiyor ya da konuşulmuyor: Eğitim sistemi.

Her rejim kendi insanını yaratır. Bu da eğitimle olur. Türkiye'de Cumhuriyeti kuran kadronun, Saltanat ve Hilafet'in kaldırılmasının ardından,ilk çıkardığı devrim kanunu Eğitim Birliği (Tevhidi Tedrisat) Yasası oldu.Tesadüf değildi bu. Kendi insanını yaratamazsa ayakta kalamayacağını çok iyi biliyordu.

AKP de işin farkında. Kendisini yeterince güçlü hisseder hissetmez eğitim sistemini ters yüz ediverdi. Yeni rejimini oturtabilmek için. Esad yönetimi aylardır derdini anlatabilmek için adeta çırpınıyor, "Alevi mezhepçiliği yapmıyorum" diye. Eğitim sistemlerine bakacak olursak,doğru. Hatta bir anlamda tersi yapılıyor Suriye'de. İlk ve orta öğretimdeki din derslerinde Alevilik değil, İslamın Sünni yorumu anlatılıyor. Hatta Sünniliğin Hanefi yorumu öğretiliyor. Hıristiyan çocukları din derslerinden muaf. Birçoğumuza ters gelecek ama Alevi ve Dürzi çocukları Sünni içerikli din derslerine girmek zorunda. Baas yönetimi, nüfustaki Sünni çoğunluğu kendince böyle dikkate alıyor.

Sünni fıkhı (hukuku), eğitimle de sınırlı değil. Dedik ya, Suriye laikliği kendine özgü. Aile hukukunda belli oranda şeriat hükümleri geçerli. Çok eşlilik yasal. Evlenme, boşanma, miras paylaşımı Sünni fıkhına göre.

Bitmedi. Alevilere ait kurumlara ve dini mekânlara devlet bütçesinden yardım yok. Oysa bizdeki Diyanet İşleri'ne benzer işlevi bulunan Evkaf İdaresi devlet örgütlenmesinin bir parçası. Baş müftülüğün fetvalarında, her cuma camilerde okunan hutbelerde de Alevilik değil Sünnilik esas.

İki konuda Baas'ı eleştirmek gerekiyor:

Bir: Baas iktidarı gerçekten "mezhepçilik" yapıyor. Ancak yapılan Alevicilik ya da Nusayricilik değil, Sünni mezhepçiliği.

İki: Baas iktidarı "katı laiklik" uygulamak bir yana, aile hukukunun temel alanlarını Sünni şeriatına bırakmış durumda. Bunlar işin itikadi kısımları.

Bir de siyasi tercihler faslı var. Bizim Batı dostu İslamcılar, Şam yönetiminin Tahran'la ve Lübnan Hizbullahı ile ittifakını mezhep kardeşliğine bağlamaktan hoşlanır. Şiiliğin fıkhi yönden Alevilikten çok Sünnilikle daha yakın olduğunu bilenler bilir,tartışmasına hiç girmeyelim. Ama bir olgu var ki, onu konuşmak lazım. 2003'teAmerika Irak'ı işgal etti. Esad yönetimi, 2 milyon kadar Sünni Müslüman mülteciye kapılarını ardına kadar açmakta hiç duraksamadı. 1 milyonu Suriye'de barınıyor hâlâ.

Ya yaklaşık yarım asırdır Suriye'de yaşam kurmuş yüzbinlerce Filistinli mülteciiçin ne demeli? Hepsi Sünni. Sünni Hamas liderliğinin birkaç hafta öncesine kadar Şam'da ikameti herhalde tesadüf değildi. Ayrılmasında Suudilerin dolar baskısını kim göz ardı edebilir?

Şimdi, bizim İslamcılara sormak hak değil mi? İslam kardeşliği diyorsanız, İslam kardeşliği. Ümmetin birliği diyorsanız, ümmetin birliği.Anti-emperyalizm diyorsanız, anti-emperyalizm. Hangi dilden anlıyorsanız, o.Bunların hangisinde Suriye'ye, İran'a ve Hizbullah'a karşı ABD ile beraber yürümek var?

Rafet Ballı     Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

İslami İran'ın Suriye Büyükelçisi, Suriye’de kaçırılan İranlıların son durumu konusunda açıklamalarda bulundu ve İranlı ziyaretçileri kaçıran silahlı gruptaki kişilerin ‘toplu olarak’ komuta edildiklerini ve de komuta yerlerinin Suriye dışında ve Türkiye’de konuşlu olduğunu söyledi.

İslami İran'ın Suriye Büyükelçisi Muhammed Rauf Şeybani, Mehr Haber Ajansı ile yaptığı söyleşide, Suriye’deki gelişmeler konusunda ve de kaçırılan İranlıların akibeti hakkında açıklamalarda bulundu.

Kofi Annan Planı’nın, Suriye’deki krizin çözümü açısından mevcut tek plan olmadığını belirten Şeybani, daha önce de Arap girişimi tasarısının gündeme geldiğini ve bu planın tasarımcılarının hedeflerinde mutabakat sağlanamadığından Suudi Arabistan ve Katar’ın tarafından planın bozulduğunu söyledi.

Bu hedeflerden birinin orduyu şehirlerden çıkarıp yerine silahlı güçleri ve muhalifleri koymak olduğunu ama bu planın sonuç vermediğini çünkü halkın ekseriyetinin hükümet karşıtı olmadıklarını belirten Şeybani, Şam’da ve Halep’te nizamın temellerini sarsmak için ve halkı sokakalara dökmek için çok uğraşıldığını fakat buna imkan olmadığını söyledi.

Diğer taraftan Suriye’deki Arap gözlemci heyet başkanı Sudanlı Muhammed el-Dabi’nin raporunda, Suriye’de ‘silahlı bir gücün varlığının’ belirtildiğini ve de yaygın temizleme operasyonu için Suriye Hükümeti’ne meşruiyet verdiğine işaret eden Şeybani, bu şekilde Suriye Hükümeti karşıtı ‘silahlı bir gücün varlığının’ ilk kez teyit edildiğini, bunun ardından Humus’taki operasyonunun yapıldığını söyledi.

Kofi Annan Planı’nın ise planın nasıl yönetildiğine bağlı olarak hem bir tehdit hem de bir fırsat olduğunu belirten Şeybani, planın iki tarafı bulunduğunu ve mukabil tarafın plandan istediği sonucu elde etmeye çalışacağını belirtti.

Suriye’de kaçırılan İranlıların son durumu konusunda MHA’nın sorusuna da cevap veren Şeybani, toplam olarak iki grup İranlı ziyaretçinin yani 11 kişilik iki grup halinde toplam 28 İranlı ziyaretçi ve 7 İranlı mühendisin rehin alındığını belirterek, uğraşıları sonucu 11 kişilik bir ziyaretçi grubunun serbest kaldığını, ikinci gruptan da 5 İranlı ziyaretçinin serbest kaldığını ve de son tahlilde silahlı güçlerin elinde halen 13 kişinin bulunduğunu söyledi.

İranlı ziyaretçileri kaçıran gruptaki kişilerin ‘toplu olarak’ ve de Suriye dışından ve Türkiye’den komuta edildiklerini belirten Şeybani, son aldıkları bilgilere göre İran vatandaşlarının halen Suriye topraklarında olduklarını belirtti.

Hali hazırda İran Kızılay’ı tarafından Suriye’deki çatışmalardan dolayı zarar görmüş bölgelere ilaç, yiyecek, giyecek, çadır ve benzeri insani yardımların gönderildiğini belirten İran’ın Suriye Büyükelçisi, en kısa sürede bir seri tıbbi olanakların da Suriye halkına sağlanacağını ifade etti.

Şeybani, Arap Ligi’nin, Suriye krizinin başından beri gündeme gelen, İran, Rusya ve Suriye çözümüne kabul etmek zorunda kaldığını ve de her yolu denedikten sonra, artık Suriye’deki krizin tek çözümünün diyalog olduğu sonucuna vardıklarını söyledi.

İslam Devrim Muhafızları Deniz Kuvvetleri Komutanı, Amerikalıların propagandalarına rağmen İran’ın ABD casus uçağı RQ-170’in tüm şifrelerini çözdüğünü bildirdi.

Mehr haber ajansı muhabirinin bildirdiğine göre, dün akşamı İran devlet televizyonu Haber Kanalı’na konuk olan İslam Devrim Muhafızları Deniz Kuvvetleri Komutanı General Ali Fedevi ve Devrim Muhafızlar Hava-Uzay Gücü Komutanı General Emir Ali Hacizadeh, Devrim Muhafızları’nın en son getirileri ve başarıları hakkında bilgi verdiler.

Konuşmasında ABD’nin casus uçağı RQ-170’in şifreleri hakkında bilgi veren General Fedevi, İranlıların bu uçağın şifresini çözemeyeceğini söyleyen Amerikalıların kasıtlı propagandalarına rağmen bu ‘İHA’ uçağında şifreli olarak kayıtlı olan protokollerin, uçuş bilgilerin ve yapılan tamilerin hemen hemen hepsinin güçlü İranlı uzmanlarınca çözüldüğünü bildirdi.

İslam Devrim Muhafızları Deniz Kuvvetleri Komutanı, en son 2010’da yapılan tamirattan sonra RQ-170’in Pakistan toprağında Bin Ladin’in yerini tespit etmek amacıyla görevlendirildiğini konuşmasına ekledi.

Füze savunma sistemi Türkiye'yi değil Siyonist rejimini koruyor

Programın devamında söz alan Devrim Muhafızları Hava-Uzay Gücü Komutanı General Hacizadeh, Türkiye’ye herhangi bir saldırı söz konusu olmadığı gibi dünya emperyalisti, Siyonist rejimini hedef alan tüm füze ve radar sistemleri gözetlemek için bu ülkede füze savunma sistemini kurduğunu dile getirdi.

Konuşmasının devamında İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın Ebu Musa adasına yaptığı ziyarete işaret eden Genral Hacizadeh, bu adanın İran’ın ayrılmaz toprak bütünlüğüne ait olduğunun altını çizdi.

Devrim Muhafızları Hava-Uzay Gücü Komutanı, İran’ın üç adası olan Tonbe Bozorg(Büyük Tonb), Tonbe Kuçek(Küçük Tonb) ve Ebu Musa hakkında iddiada bulunan Arap liderlerin hayal gördüğünü belirtti.

Konuşmasının devamında İran’ın füze gücü hakkında bilgi veren General Hacizadeh, halihazırda savunma bakanlığı bünyesinde 500 km menzili olan füze sistemlerin üretimi yapıldığını ve fırlatılan balistik füzelerini takip edebilecek sistemlerin yakın gelecekte üretime geçeceğinin bilgisini vererek bu sistemlerin menzili 1000-1500 km olan füzeler için tasalandığını kaydetti.

 

 

 

"BBC muhabiri Christine Amanpour’a verdiği röportajda Barak, “Esed’in devrilmesinin çok olumlu bir olay olduğunu ve bu olayın İran’ın bölgeye olan nüfuzunu azaltacağını” dile getirdi."

 

Paris’teki Suriye rejimi üzerine daha fazla baskı yapılması konusunda anlaşmaya varılan “Suriye’nin Dostları” konferansıyla eşzamanlı olarak, Siyonist rejim savunma bakanı yaptığı konuşmayla baskıların artmasının asıl hedefi üzerindeki perdeyi kaldırdı.

Tabnak haber merkezinin bildirdiğine göre, İsrailli ya da batılı yetkililer böylece ilk defa Esed’in devrilmesiyle İran’ın bölgeye nüfuzu konusunu direkt olarak ilişkilendirmiş oluyorlar.

BBC muhabiri Christine Amanpour’a verdiği röportajda Barak, “Esed’in devrilmesinin çok olumlu bir olay olduğunu ve bu olayın İran’ın bölgeye olan nüfuzunu azaltacağını” dile getirdi.

Barak sözlerinin devamında: “Esed’in devrilmesi durumunda, İran’ın Lübnan ve Gazze’deki İsrail karşıtı ortakları zarar göreceklerdir. Esed’in devrilmesi İran’a büyük bir darbe vuracak… Bu olay gerçekten çok müsbet bir olaydır” diye konuştu ve “Dünya ülkeleri Esed’in devrilmesi için yeterli oranda çalışmamaktalar” yorumunda bulundu.

Suriye meselesiyle İran arasındaki ilişki bir yetkili tarafından ilk kez bu seviyede itiraf ediliyor. Batılı makamlar bu güne kadar Esed’i devirme isteklerinin sadece demokrasinin uygulanması ve Suriye’de insan haklarına riayet edilmesiyle alakalı olduğunu iddia ettiler.

Barak’ın konuşmasıyla eşzamanlı olarak, “Suriye’nin Dostları” konferansı da Paris’te başlamıştı ve Batılı devletler Suriye devletine daha fazla baskı yapma konusunda anlaşmaya varıyorlardı.

Alman DW haber ajansının bildirdiğine göre bu konferansta, Beşar’ın muhaliflerle yaptığı ateşkes anlaşmasında verdiği taahhütlere uymadığı iddiasında olan üye ülkeler, Suriye yönetimi aleyhinde yeni yaptırımların uygulanması çağrısında bulundu.

Bu bağlamda, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, BM Güvenlik Konseyine BM Sözleşmesinin 7 maddesi gereğince Suriye’ye karşı ciddi yaptırımların uygulanması çağrısında bulundu.

Clinton, “Üye ülkeler şu neticeye vardılar, şöyle ki üyelerden birinin huzuru tehlike altına düşerse, diğerleri askeri müdahale kararı alabilirler” şeklinde konuştu.

Aynı şekilde Fransa Dışişleri Bakanı Allain Juppé, şunları söyledi: “Kofi Annan planının başarısızlığa uğraması durumunda, Batı kendini ‘diğer seçeneklere’ hazır kılmalıdır.”

Siyonist rejim savunma bakanının konuşması sırasında bu meseleye karar verilmesi Batının Esed rejimine yapmaya devam ettiği baskıların gerçek hedefini gözler önüne sermekte.

Buna ek olarak Batı, tek taraflı bakışıyla, her zaman hükümet güçlerini ateşkes ihlalinin suçlusu olarak gördü, ancak muhalif güçler devletin ateşi keseceklerine dair onlardan istedikleri güvenceyi vermeyi reddetmişlerdi.

Esed yönetimi Kofi Annan’ın altı maddelik barış planını kabul ettiğini açıklayarak ülkede uygulamaya başlamıştı. Hemen o anda, bir kısım uluslararası gözlemciler Suriye’ye gönderildi ve önümüzdeki günlerde bu kişilerin sayılarının artacağı belirtiliyor.