کارگر

کارگر

İran Nükleer Baş Müzakerecisi Celili “Görüşmelerde gündeme getirilen şey İran halkının NPT’ye dayalı haklarının vurgulanışıydı” dedi.

Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreteri ve Nükleer Baş Müzakerecimiz Said Celili dün İstanbul’da 5+1 Grubuyla görüşmelerin ardından düzenlenen basın toplantısında muhabirlerin gündeme getirdikleri soruları cevaplandırdı.

Celili, El Minar muhabirinin basın toplantısının düzenlendiği yere asılan İranlı nükleer şehidlerini tanıtıcı bannerlere değinerek görüşmelerde bu şehidlerin de gündeme getirilip getirilmediğine ilişkin sorduğu sorusu üzerine “Biz her zaman şunu ilan ettik: Nükleer enerjinin barışçı amaçlar için kullanılması bizim gençlerimizin üzerinde durdukları kapasitelerdir. İran karşıtı yaptırım talepleri BM Güvenlik Konseyi tarafından onaylananlar, İranlı bilim adamları için terör eylemleri düzenleyenler ve de insan hakları savunucusu olduklarını iddia edeler “nükleer enerji herkesin kesin hakkıdır” sloganına açıklık kazandırsınlar bakalım” karşılığını verdi.

Celili daha sonra Bağdat görüşmelerinde hangi eksenlerin yer alacağına ilişkin bir başka soruyu cevaplandırırken “İlk önce nükleer silahsızlanma, ikincisi İslam inkılabının bu konuyla ilgili net ve açık bakış açısı, üçüncüsü de, işbirliğine dair önemli bir eksen olan nükleer silahların geliştirilmesinin önlenmesi ve dördüncüsü de, NPT anlaşması üyelerinin kesin hakkı olan nükleer enerjinin barışçı kullanılması konusu olacak” dedi.

Nükleer Baş Müzakerecimiz Celili ayrıca “Görüşmelerde gündeme getirilen şey İran halkının NPT’ye dayalı haklarının vurgulanışıydı” diye ekledi.

 

 

İşgalci İsrail Başbakanı Netanyahu “Tahran’la 5+1 Grubunun Bağdat’ta yapacakları görüşme İran’a verilen bir hediye gibi. Zira zenginleştirme işini daha fazla sürdürebilecek” dedi.

Siyonist İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu dün yaptığı bir açıklamada, İstanbul’da İran’la 5+1 Grubu arasında gerçekleştirilen görüşme turunu eleştirerek, gelecek Mayıs ayında Bağdat’da yapılması kararlaştırılan görüşme turunu, İran’ın uranyum zenginleştirme işine daha fazla zamanı olması için bu ülkeye verilen bir hediye olarak tanımladı.

Avrupa Birliği’nin (AB) Dış Politika ve Yüksek Güvenlik Temsilcisi Catherine Ashton geçen Cumartesi günü İstanbul’da İran’la 5+1 Grubu arasında gerçekleştirilen görüşmelerin ardından yaptığı açıklamada, görüşmelerin bu turunu yararlı ve yapıcı olarak tanımladı ve bir sonraki görüşmelerin gelecek 23 Mayıs’ta Bağdat’ta düzenleneceğini söyledi.

Siyonis “Haaretz” gazetesinin bildirdiğine göre, Amerikalı Senatör Joe Lieberman’la görüşmesinde konuşan Netanyahu, 5+1 Grubunun İstanbul’da İran’la görüşmesinde aldığı kararlara itinasız bir şekilde “Bu müzakere caydırıcı olmadan İran’ın zenginleştirme işine daha fazla zamanı olması için ona zaman tanımış oldu. Bundan da benim ilk anladığım şu: İran’a bir hediye verildi” dedi.

 

 

Pazartesi, 16 Nisan 2012 07:10

İran’da 950 bilimsel dergi yayınlanıyor

Bilim Veri Merkezi Başkanı Efşin Sandukdar, ülkede izini olan 950 bilim dergisinin yayınlandığını belirtti.

 

Sandukdar “geçen yılın sonuna kadar 952 bilim dergisi yayınlandı. Bunlardan 854’ü bilimsel araştırma kategorisinde 98’i yaygın bilim kategorisinde yayınlandı. Araştırma ve Teknoloji Bakanlığı’nın yayıncılık komisyonu tarafından açıklanan listeye göre bakanlığın izine sahip 740 dergiden 642’si bilimsel araştırma ve 98’i de yaygın bilim iznine sahiptir” dedi.

Bir sabah kalktık ki “Arap Baharı” Suriye semalarında. Birileri aynen Mısır, Tunus, Libya gibi İslam devletlerinde olduğu gibi “Facebook” üzerinden örgütlenmişler. Eee sonra bir özgürlük, bir halk hareketi başlatmışlar ve buna bahar adını koymuşlar. Bak sen şu teknolojinin işine ki, iki “chet’le” birkaç “e-mail” ile yüz binler sokağa dökülüyor. Hem de gerici (!) dediğimiz, çağ dışı (!) olarak nitelendirdiğimiz, bedevi (!) diyerek bilinçaltı hakaret ettiğimiz insanlar, teknolojik isyan hareketine girişiyorlar.

Ne acıdır ki, yıllardan beri ülkemizde; ekonomiyi bitirdiler, sosyal haklar tekelleşti, birilerinin ihya, birilerinin imha edildiği icraatlar yapılıyor, zenginliklerimiz satıldı, tarihimize içerden, dışarıdan hakaret ediliyor, imanımızla oynanıyor, devletin varlığı tehlikede gibi hayati konularda öyle çet, met kullanmadan meydanlarda, TV’lerde, gazetelerde halkı uyarmaya çalışıyoruz. Ama bedevi Araplar, bir ‘e-maile’ kanıp, isyana kalkışıyor, benim çağdaş milletim ise milyonlarca bilgi, belgeye rağmen, iktidara “şit ne yapıyorsun” bile demiyor.

Evet, çağdaş olsun diye ‘facebook’ ile başlayan bir Suriye isyanı. Bu isyanın liderini kim seçmişti? Bu isyanın amacı neydi? Daha isyan başlamadan Türkiye’de isyancılara çadır kent kuranlar hangi fala bakarak bunu yapmışlardı? Türk hükümetinin isyancılara olan merhameti sadece insanlıktan mı yoksa derin ittifaklar sonucu mu? Soruları daha da arttırabiliriz.

 

Şimdi, geldiğimiz noktada;

Sözde zulümden kaçan, hayatlarını kurtaran insanlar, Türk hükümetinin deprem mağduru vatandaşına sağlayamadığı lüks yaşam koşullarını beğenmedi. Gösteri yaptı. Hatta ikinci bir isyana kalkıştı, görevlileri yaraladılar. Hayatları için ülkelerini terk edenler kuşlarını bile yanlarına almıştı. Artı bol para da vardı yanlarında.

El Cezire adlı televizyon ise bu isyana dahil olanları direk cennete dahlediyordu. O el-Cezire ki, benim ülkemde bile İslam sözcüsü, Müslümanların televizyonu olarak bilinir veya öyle gösterilirdi. Ne oldu? Bizzat çalışanları bu zulme, bu yalana, bu ikiyüzlülüğe dayanamadı. İstifa ettiler ve Müslümanlardan özür dileyerek, bütün bu isyan ve ölüm haberlerinin birer kandırmaca, montaj olduğunu anlattılar. O bölgeyi ve bölgedeki, çakalları iyi tanıyan gazetecilerde, el-Cezire’nin bir CIA ve MOSSAD çöplüğü olduğunu açıkladılar. O çöplükte ötenleri ve onlara inananları zaten tanıyorsunuz.

Hülasa bu bahar yalancı bahardı ve haçlı oyunu bozuldu, tutmadı. Artı Erdoğan reyini ABD’den yana kullanmıştı ve Esad’ın haklılığı, zaferi Erdoğan’ı deşifre edecekti, bitirecekti. O zaman? Durmak yok, yola devam.

Ve birileri tarafından her zaman ki yönteme gidildi. Bu yöntem adilikte çok büyüktü ama etkide de aynı büyülüğü gösteriyordu. İnsanların inançları, mezhepleri üzerinden hedefe ulaşmak. Milyonlar birbirini katledecekmiş, önemli değil. Özgürlük gelecek ya!

İşte bu zalimlerin önüne bir isim çıktı; Prof. Dr. Haydar Baş. Milli Ekonomi Modeli ve Sosyal Devlet anlayışıyla hem ülkemizin, hem insanlığın sorunlarına sahip çıktı, çözümü gösterdi. Diğer taraftan ise İslam coğrafyasındaki bölünmüşlüğü ve bu coğrafyada oynanan oyunların ve ümmeti bekleyen korkunç sonun önüne geçmek için (tabiri caizse) Peygamberimizin (sav) abasını aldı, ümmetin önüne koydu. Ey ümmeti Muhammed! Gelin bir olalım, beraber olalım. Bizler aynı ilaha, aynı peygambere inanan insanlarız. Haçlı zihniyeti ve yardakçıları hem İslam’ı, hem Müslümanları yok edip, bu topraklara konmak istiyorlar. Gelin, girin bu abanın altına. Bu aba Ehl-i Beyt abasıdır, diye haykırdı. Yüz yıllardır bizlerden saklanan Ehl-i Beyt gerçeğini hem Sünni hem Şia kaynaklarında bizlere aktardı. Kongreler, konferanslar düzenledi, düzenliyor. Artık bu millet biliyor ki, “la ilahe illallah Muhammed Resulullah” diyen herkes (Alevisi, Sünnisi, Şiası vs.) kardeştir.

Tabi bu duruş birilerinin hoşuna gitmedi. Yahudi ve Hıristiyanlara sonsuz hoşgörü gösteren, onlara da rahmet nazarı isteyen, onlarla da bir ve beraber olunmasını savunan hatta onları direk cennete havale eden anlayış, benim alevi kardeşimle diyaloguma hayır dedi. Şia ise kesinlikle uzak durulması gereken bir anlayıştı onlar için. Neden mi? Çünkü o anlayışın temelinde Hz. Muhammed’in, Hz. Fatıma’nın, İmam Ali’nin, İmam Hasan’ın, İmam Hüseyin’in ve diğer hak imamların nefesi var. Yani Ehl-i Beyt’in nefesi var. Bu hak nefesi bitiremeyeceğini anlayan bu zavallı güruh, hedefini bu nefesin etki alanını daraltmak olarak seçti.

Geçen gün bir e-mail aldım. Duyarlı bir kardeşimiz, malum diyalogcuların kanalında Şia ve Haydar Baş aleyhine haberler yayınlanıyormuş, bu duruma nasıl bir tepki göstermeliyiz, diye soruyor kardeşim.

Baştan söyleyeyim; Herkes görevini yapıyor. Kimi Rahman’ın emrine adamış ömrünü, kimi şeytanın. Zaten ölümün ve hayatın yaradılış gayesi bu. Kim, hangi eksende, ne yapıyor?

Bu kanalda ve internet sitelerinde Şia âlimi diye bir zatın videoları yayınlanıyor. Bu videolarda bahsi geçen şahıs ashaba, Peygamberimizin eşlerine dil uzatıyor. Hatta Hz. Ömer’e Müslümanın aklına gelmeyecek ithamlarda bulunuyor. Hatta Hz. Ömer olmasaymış Pers imparatorluğu, Kisra medeniyeti vs. devam edecekmiş. Hz. Ömer buraları fethederek İran medeniyetini bitirmiş vs.

Şimdi, bütün Müslüman kardeşlerime sesleniyorum; Sakın bu tip basit oyunlara gelmeyin. Neden? Birincisi; Yahudi ve Hıristiyanları cennete sokan anlayışla ashaba dil uzatan anlayış arasında bir fark yoktur. İkincisi; Sünni olduğu, hatta ilahiyat okuduğu, Dr. Prof. olan birçok zevatın, örneğin başörtüsü İslam’da yoktur demesiyle bu zatın zihniyeti aynıdır. Sonra her camianın içinde holiganlar, ajanlar, provokatörler vs. olabilir. Sonra adamın İslam diye bir derdi olmadığını kendisi anlatıyor. O zevat Pers imparatorluğunu özlüyormuş. Ve en önemlisi unutmayın ki; bu İslam topraklarında Lawrence gibi papazlar, ajanlar okudukları Kur’an ile Müslümanları ağlattılar. Bunu iyi anlayın.

Sonra fasıklardan biri size bir haber getirdiğinde onu iyice araştırın. Nasıl mı? Kur’an’a gidin. Kur’an’ın müşahhas hali Hz. Muhammed’e gidin. Onun tertemiz soyuna yani Ehl-i Beyt’e gidin. Eğer onlar onaylıyorsa sahiplenin. Yok, hayır diyorlarsa yok edin, karşı durun, savaşın. Sakın öylece bırakmayın. Çünkü yarın çocuğunuzun kapısını çalacaktır aynı zihniyet…

Akın Aydın

“Velayet-i Fakih-i Mutlaka” konusunda hangi Kur’an ayetlerine dayanarak bu konuyu ispatlayabiliriz? / Velayeti fakihin felsefesi nedir? / İmam Humeyni (r.a) “velayet-i mutlaka-i fakihe” (fakihin mutlak velayeti) inanıyor muydu ve pratikte bu teorik görüşten faydalanmış mıdır? / Fakihlere göre velayeti fakihin ihtiyar ve yetkileri / İmam Humeyni (r.a)’nin sözlerinde velayet-i mutlaka-i fakih / İmam Humeyni (r.a) kendi hükümet geçmişinde bu velayetten ameli olarak faydalanmış mıdır?

Soru: “Velayet-i Fakih-i Mutlaka” konusunda hangi Kur’an ayetlerine dayanarak bu konuyu ispatlayabiliriz?

Cevap: Bazen sadece konunun İslami olmasından ötürü Kur’an’ı Kerim’den delil getirerek hiçbir sorun olmaksızın tamamen anlaşılır, derin araştırmaya ihtiyaç duymaksızın ve içtihada dayalı bir düşünce sergilemeksizin o meselenin söz konusu edilebilineceği zannediliyor, hâlbuki öyle değildir şöyle ki:

1- İslam’da akıl ve sünnetin her ikisi de muteber senettir ve İslami öğretileri bu ikisine dayanarak ve hatta üç kaynağa dayanarak (Kur’an, sünnet ve akıl) tanıyabiliriz.

2- Kur’an’da bir meselenin ortaya konulmasının çeşitli yönleri vardır ve birçok konularda araştırma yöntemine aşina olmadan ve dini anlamadan Kur’an’dan bir meselenin çıkarım ve elde edilişi mümkün değildir.

Böyle olmasına karşın Kur’an yoluyla velayeti fakihin ispat edilmesinin en sade yöntemi masumlardan sonra yalnızca velayeti fakihi doğrulayan Kur’an’da hâkim ve idarecinin şartlarıdır.

TOPLUM HÂKİMİNİN ŞARTLARI

1. İslam ve iman; Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir.” [1]

“Mü’minler, mü’minleri bırakıp inkârcıları dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile bir ilişiği kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden) korunmanız başkadır.”[2]

2. Adalet (Zulmün karşısında); Allah-u Teâlâ zalimlerin hükümet ve velayetini kabul etmiyor o halde hâkim ve velinin adil olması gerekir:

“Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.” [3]

Bu ayette geçen meyletmek (Rukun) kelimesi rivayetlerde “sevmek ve itaat etmek” olarak tefsir edilmiştir.[4]

Aynı şekilde Allah-u Teâlâ imametin şartlarını Hz. İbrahim (a.s)’e şöyle buyurmuştur:

“Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz.”[5]

3. Fekahet (Fakihlik); İslam hâkiminin hükümleri uygulayabilmesi için İslam hükümlerini bilmesi gerekir. Peygamber Ekrem (s.a.a) ve Masum İmam (a.s) zamanında bu ilim, Allah tarafından onlara verilmiştir ve Masum İmam’ın (a.s) gaybet zamanında, halk içinde hükümleri en iyi bilen kimseler âlimlerdir.

Kur’an’ı Kerim ilmin şartları konusunda şöyle buyurmaktadır: “Öyle ise, hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa iletilmedikçe doğru yolu bulamayan kimse mi? Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?”[6]

Fakih yıllar yılı telaş ederek ele geçirdiği uzmanlıkla İslam hükümlerini Kur’an’dan, sünnetten, akıldan ve icmadan elde edebilir ama fakih olmayan bu uzmanlığa sahip değildir ve İslam hükümlerini fakihten öğrenmesi gerekir.

Eleştiri: Fakih olmayan kimse İslam hükümlerini fetva şeklinde fakihten alabilir ve hâkimlik (idarecilik) yapabilir o halde hâkimin fakih olmasına gerek yoktur.

Cevap: Öncelikle: Hükümet için gerekli olan bilgiler fetvaya mahsus bilgiler olmadığı için fakih olmayanın fakihi taklit etmesi gerekir denilemez zira birçok konularda fakih, hükümlerin çakıştığı yerlerde hangisinin tercih edilmesi gerektiği bilmeli veya maslahat içeren konuları teşhis ederek hükümete dair hüküm verebilmelidir. Her ne kadar uzmanlık isteyen bir mesele fakihin alanına girse de “Hükümete dair hüküm vermek” fetva ve taklit dairesinin dışındadır.

İkincisi. Fakih olmayan, tüm konularda fakihi taklit etmeyi kendisine gerekli görür mü? Yoksa sadece kendisinin teşhis ettiği konularda mı fakihe itaat eder? İkinci surette ilahi hükümlerin uygulanması ve hükümetin dini olmasının hiçbir güvencesi olamaz. Birinci surette gerçekte söz konusu fakihin velayeti vardır ve doğrudan yürütme işlerinin sorumluluğunu üstlenen şahıs, fakih tarafından işlerin icra edicisi sayılır ve bu velayeti fakihin uygulanmasının yöntemlerinden birisidir.

Eleştiri: “Hakka ileten mi daha layıktır” ayetinde, hakka ileten kimse “iletilmedikçe doğru yolu bulamayan” kimseden daha üstün tanıtılmıştır yani fakihe itaat etmek, fakih olmayana itaat etmekten daha uygun olarak bilinmiştir. Buna binaen fakihin varlığına ve fakihe itaat edilmesinin daha iyi olmasına rağmen, fakih olmayana da itaat edilmesi kabul edilmiştir.

Cevap: Buna benzer bir sözü İbni Ebi’l Hadid “Nehcu’l Belağa”nın şerhinde İmam Ali (a.s) ile Ali (a.s)’den önceki halifelerin mukayesesinde söylemiş ve: Emirilmüminin (a.s)’e itaat etmeyi, başkalarının velayetine itaat etmekten daha iyidir diyerek Ali (a.s)’ye itaat edilmesinin gerekli olduğunu değil, daha iyi olduğunu ifade etmiştir.[7]

Ayette daha layık ve daha uygun ifadesi, zorunluluk haddindedir yani sadece ona itaat edilmelidir zira ayetin zeylinde halk itaat etmediği için azarlanmıştır: “Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?”Bu ayet gereğince zikredilen “daha uygun ve daha layık” zorunluluk derecesindedir.

Kur’an’da buna benzer başka bir mesele de vardır örneğin: “Aralarında akrabalık bağı olanlar, Allah’ın Kitab’ına göre, (miras konusunda) birbirleri için (diğer) mü’minlerden ve muhacirlerden daha önceliklidirler.”[8]Bu ayette miras konusunda bir gurubun varlığı ikinci gurubun mirastan mahrum bırakma vesilesi olarak zikredilmiştir.

Diğer birçok ayetlerde âlimlerin, âlim olmayanlara üstünlükleri açıklanmıştır.[9]Akli açıdan da daha iyi ve daha öncelikli bir kimsenin varlığına rağmen iyi ve öncelikli olmayana tabi olunmaması gerekir; özellikle toplumun yazgısını belirleyen rehberlik konusunda.

4. Yeterlilik: Tedbir ve idare etmek olarak da tabir edilen toplumu idare etmeye güç ve liyakatin olması.

Allah-u Teâlâ Hz. Yusuf (a.s)’a şöyle buyurur: “Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” dedi.”[10]

Hz. Musa (a.s) ve Hz. Şuayb (a.s)’in kızının anlatıldığı kıssada da şöyle buyrulmuştur: “Kızlardan biri, “Babacığım, onu ücretle tut. Herhâlde ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir olan bu adam olacaktır” dedi.” [11]

Bu ayetlerin tamamından Kur’an açısından hâkim ve idarecinin genel bir betimlemesi elde edilebilir. Kur’an mantığında yalnızca ilmi ve ahlaki yeterlilikleri olan ve gerekli güç ve kudrete sahip olan kimseler hükümet etmeye ve idareciliğe layıktır. Kur’an’dan elde edilen bu betimleme Masum İmamın (a.s) gaybet asrında “velayeti fakihe” tatbik edilir. Diğer taraftan İslam hükümeti, Allah’ın kanunlarının hükümetidir: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”[12]Böyle bir hükümet dini tanımaksızın ve ilahi hükümlerin uygulanmasında uzmanlık olmaksızın (tüm şartlara haiz adil fakih olmaksızın) mümkün değildir.[13]

Soru: Velayeti fakihin felsefesi nedir?

Cevap: Bu meselenin açıklanması iki noktanın analizine döner:

1. Toplum niçin siyasi açıdan lider ve velayeti fakihe ihtiyaç duyar?

2. İslam toplumunda siyasi liderlik niçin gerekli şartlara haiz fakih için kararlaştırılmıştır?

İnsan toplumu, fertlerin menfaatlerini, alakalarını ve birbiriyle çelişen çeşitli eğilimlerini kapsaması hasebiyle zaruri olarak hükümete ihtiyaç duyar.– her ne kadar son derece sınırlı olsa da – kabile veya köy gibi insan topluluklarının bir sistem ve başkanlığa ihtiyaç duyar. Güvenlik sistemi içinde menfaatlerin birbirlerinin karşısında yer alması ve fertler ve ahlaki anlayışlar arasındaki uçurumlar gibi bu söylemlerin tamamının halledilmesi yönünde bir düzen ve güvenliğin oluşturulabilmesi güçlü ve muteber bir kuruluşun varlığını zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla gerekli siyasi iktidara, program uygulama gücüne ve emir ve nehiylerin icra edilmesinde karar alınması sahip olmayan bir hükümet ve devletten mahrum bir toplum eksik ve nakıs olacak ve kendi bekasını kaybedecektir.

İmam Ali (a.s) Haricilerin karşısında – hüküm ancak Allah’ındır sloganı atıyorlar ve bir hükümetin varlığını nefyederek kendilerine doğrudan Allah’ın hükümet etmesi iddiasında bulunuyorlardı – şöyle buyurmaktadır: “Oysa insanlara iyi ve kötü bir emir (idareci) gerekir. Böylece mümin onun emri altına (iyilikle) amel ede ve kâfir onun emri altında faydalar bulur.”[14]

Siyasi velayeti fakihe ihtiyaç duyulmasının sırrı, insan ferdinin eksik oluşu ve zaafında değil bilakis, insan camiasının eksikliği ve zaafında yatmaktadır. Dolayısıyla bir toplumda layık ve hakkı tanıyan fertler ortaya çıksa bile yine de hükümete ve siyasi velayeti fakihe ihtiyaç vardır. Zira bazı işler toplumla alakalı olduğu ve çok geniş alanda genel karar alınmasını gerektirdiği için fert – tekil bir varlık olması hasebiyle – bu konularda karar alamaz.

Gücün dağılımı, kudret sahiplerinin şartları, siyasi gücün nasıl elde edileceği, siyasi gücün birilerine verilmesinde toplumun yeri ve rolü ve…gibi işlerde siyasi sistemlerin ihtilafı vardır ve bunların dışında beşeri toplumda siyasi lidere ve velayete ihtiyaç duyulmasının aslında görüşler ortaktır ve sadece hem sayı açısından az olan ve hem de kabul edilebilir bir delili olmayan anarşistler bunun karşısındadır. Şia’nın siyasi düşüncesinde siyasi liderliğin gaybet asrında gerekli şartlara haiz fakihe bırakılmasının sebebi, hükümet vazifesi ve misyonunun şeriat öğretileriyle Müslümanların işlerinin uyuşturulması ve tatbik edilmesi cihetiyledir. Dini hükümetin hedefi yalnızca güvenliğin oluşturulması ve nasıllığına bakılmaksızın refahın temin edilmesi değildir aksine, toplumun işleri ve bu işlerin uygunluğu dini değerler, hükümler ve ilkelerle örtüşmesi gerekir. Bu işlerin tamamının gerçekleşmesi – müdüriyet sahasında gerekli tüm güce sahip olmasının yanında – halk içinde Allah’ın hükmünü en iyi bilen ve toplumsal ve siyasi meselelerde fekahate sahip olan İslam toplumlunu idare edecek birinin varlığını gerekli kılar.

İmam Ali (a.s) şöyle buyurur: “Ey insanlar! Bu işte (hükümet işinde) insanların en haklısı; bu işte en güçlü olan ve Allah’ın emirlerini bu konuda en iyi bilendir.”[15]

Sonuç itibariyle bazı eksikliklerin giderilmesi ve emniyet ve düzenin sağlanması için diğer toplumların liderliğe ihtiyacı olduğu gibi İslam toplumunun da siyasi liderlik ve velayete ihtiyacı vardır. Söz konusu bu siyasi liderlik, adil ve güçlü bir fakihe verilmiştir, zira İslam toplumunun idare edilmesi – toplumu idare edecek müdüriyet gücünün yanı sıra – İslam’ı tanıyan ve fıkhı bilen kimsenin varlığını zorunlu kılar.

3. İmam Humeyni (r.a) “velayet-i mutlaka-i fakihe” (fakihin mutlak velayeti) inanıyor muydu ve pratikte bu teorik görüşten faydalanmış mıdır?

Doğru bir bakış açıyla İmam Humeyni (r.a)’nin bu konudaki görüşünü ve nasıl amel ettiğini ortaya koyabilmek için ilk olarak velayet-i mutlaka-i fakih konusundaki niza ve tartışmaların açıklanması gerekir.

Veliyi fakihin hâkim ve veli unvanında Allah tarafından ilahi kanunların uygulanması vesilesiyle toplumun dini hedeflere yöneltilmesi gibi bir makamı olması hasebiyle öncelikle İslam nazarında kanunların bölümleri ve sonra velayeti fakihin bu kanunların her bir kısmıyla ilişkisini araştıracağız.

Sabit ve değişken kanunlar

İslam’a göre kanunlar sabit ve değişken olmak üzere iki kısımdır.

Sabit kanunlar: (Birincil ve ikincil hükümleri kapsar) Zaman ve mekân sınırı olmayan ve sonsuza kadar sabit ve değişim kabul etmeyen ve hiç kimsenin tasarruf hakkının olmadığı kanunlardır. Kanunların bu bölümü ikiye ayrılır: Birinci kısmı doğrudan Allah tarafından konulmuş ikinci kısmı ise doğrudan Allah tarafından kanunlaştırılmamış kanunlar olup Allah-u Teâlâ bu kanunların teşrii hakkını Peygamber Ekrem (s.a.a)’e ve diğer masum imamlara (a.s) vermiştir ve gerçekte bu kanunların teşrii keyfiyetini (kanunların nasıllığını) onlara ilham etmiştir.

Değişken kanunlar: Zaman ve mekân şartlarına tabi olan hüküm ve kanunlardır. Bu kanunlar, sabit kanunlar çerçevesinde, İslami değerler ilkesine riayet edilerek ve İslam toplumunun gereksinimleri göz önünde bulundurularak veliyi fakih tarafından kararlaştırılır. Bu kanunlara ıstılahta “Hükümet Kanunları” veya “Velayet Hükümleri” veya “Sultanlık Hükümleri” denilir.

Tevhidi bakış açısına ve Hazreti Hakkın kanun koymada Rububiyeti gereğince hâkimiyet ve kanun koyma hakkı asaleten ve bizzat Allah’a aittir ve O, birilerine kendi istediği ölçüde kanun koyma izni verebilir.

Bu izin Peygamber Ekrem (s.a.a) ve Masum İmamlara (a.s) tam olarak verilmiştir ama “Veliyi Fakih” konusunda, fakihler arasında az çok ihtilaflı görüşler vardır.[16] Bu ihtilaflı görüşler “Velayeti Fakihin yetki alanı” bölümündeki ihtilaflar olarak meşhurdur ve bizimde üzerinde duracağımız konu budur.

Fakihlere göre velayeti fakihin ihtiyar ve yetkileri

Fakihlerin bazıları, Müslümanların velayetin ve velayeti fakihin emir ve nehyine zorunlu durumlarda itaat edilmesinin farz olduğu sınırını getirmiş ve bu durumda ona itaat edilmesini kaçınılmaz bir ihtiyaç bilmişlerdir. Bunun karşısında fakihlerin bazısı da bu sınır ve yetkinin daha geniş olduğuna inanmış ve onun dairesini özel konuların dışında Masum İmamda (a.s) olduğu gibi, toplumsal işlerin tamamını kapsadığını söylemişlerdir.

Bu iki görüşün açıklık kazanması için örnek verelim: Bazen yol ve caddelerin büyütülüp genişletilmesi son derce önemlidir ve yapılmaması durumunda bir gurup insanın can güvenliği tehlikeye düşer; trafik kazaları çoklaşır ve birçok can ve mal kaybıyla sonuçlanır. Böyle bir durumun patlak vermemesi için her iki gurupta cadde ve yollardaki evlerin yıkılarak geçiş yerlerinin yapılması ve caddelerin genişletilmesi doğrultusunda velayeti fakihin bu işe karışmasına izin verir. Ama cadde ve yollar üzerindeki şeylerin yıkılması halkın rahat etmesi ve şehrin güzelleştirilmesi için olacaksa, birinci gurubun itikadına göre, veliyi fakih yıkım emri veremez. İkinci gurubun itikadına göre, toplumun maslahatına olacak her yerde – çok zorunlu olmasa bile – hüküm verebilir ve önceki verdiğimiz misale göre veliyi fakih, yıkım emri verir ve başkaları ise bu emre itaat etmekle sorumludur.

Söylenmesi gerekir ki velayeti mutlak-a (fakihin mutlak velayeti), düşmanların ve bilinçli maksadı olan kimselerin söz konusu ettiği gibi - ilahi hükümlerden yüz çevirmek ve zaman zaman bu hükümleri tatil etmek değildir – veliyi fakihin istediği şekilde amel etmesi anlamında değildir. Çünkü veliyi emr – İslam fıkhına ve toplumsal maslahatlara tasallutu olması deliline göre - bir müddet birici derecedeki hükmü (hükmü evvelîye) bırakarak ikinci derecedeki hükme (hükmü saneviye) yönelir. Grerçekte bir hükümden yine Allah’ın hükmü olan başka bir hükme yönelir ve bu yöneliş, belli bir kanun üzerine olup Allah’ın izni doğrultusunda gerçekleşir; hiçbir zaman veliyi fakihin gönlünün isteği doğrultusunda değildir. Veliyi fakihin var oluşunun felsefesi şahsi görüş ve nefsanî istekler doğrultusunda hareket etmek değil aksine, ilahi hükümlerin uygulanması, yüce hükümlerin icra edilmesinin ön hazırlıklarının sağlanması ve İslam’ın yücelmesidir.

Daha önce söylediğimiz gibi kanun koyma hakkı asaleten ve bizzat Allah’a aittir ve O, izin verdiği kimselere kanun koyma ve kullara hükümet etme hakkını verebilir. Bu sebeple her türlü kanun koyma ve insanlara emir ve nehiyde bulunma Allah’ın izni dışında caiz değildir ve İslam’a göre reddedilmiştir. Dolayısıyla dini bakış açısına göre bir ülkenin kanunlarının tamamı – ister kanuni esasi olsun isterse tasvip edilen diğer kanunlar olsun – bir şekilde veliyi fakihin - gaybet zamanında ilahi genel atama sebebiyle hükümet ve kanun koyma iznine sahiptir – onaylaması ile resmiyet ve meşruiyet kazanır. Bu söylediğimiz, dinin tartışma götürmez bir işi olup velayeti fakihe inananların – ister velayeti mutlaka olsun isterse velayeti hisbiye olsun - tamamının ittifak ettiği bir konudur.

 

İmam Humeyni (r.a)’nin sözlerinde velayet-i mutlaka-i fakih

İmam Humeyni (r.a) şöyle buyuruyor: “İki özelliği (ilahi kanunları tanımak ve adalet sahibi olmak) bulunduran layık bir kimse kıyam eder de hükümet oluşturursa bu kimse Resulü Ekrem (s.a.a)’in toplumu idare işindeki velayetine sahip olacaktır ve herkesin ona itaat etmesi lazımdır. Resulü Ekrem (s.a.a)’in hükümet yetkilerinin, Hz. Emirilmüminin (a.s)’in ya da fakihin ihtiyarından daha fazla olduğu vehmi batıl ve yanlıştır. Elbette Hz. Resulün (s.a.a) fazileti, âlemin tamamından daha fazla ve ondan sonra Hz. Emirilmüminin (a.s)’in fazileti herkesten daha çoktur ne var ki manevi faziletin çokluğu, hükümet ihtiyarını fazlalaştırmaz.”[17]

Aynı şekilde İmam (r.a) “Şuun ve ihtiyaratı veliyi fakih” – “Kitabu’l Bey” kitabının velayeti fakih konularının tercümesi – kitabında şöyle buyururlar:

“Peygamber (s.a.a) ve İmamların (a.s) hükümetle alakalı sayılan yetki ve sorumlulukların tamamı adil fakihler için de muteber ve geçerlidir. Elbette böyle olması, fakihlerin manevi rütbesinin peygamber ve imamlarla aynı olduğunu gerekli kılmaz, zira bu manevi faziletler, o büyük insanlara özeldir ve hiç kimse makam ve faziletlerde onlarla aynı rütbede değildir.”[18]

İmam bu kitabın başka bir yerinde şöyle buyurur:

“Gaybet zamanında, Masum İmamın (a.s) velayet hakkı olduğu işlerin tamamında fakihin de velayet hakkı vardır.”

Aynı şekilde aynı kitabın başka bir yerinde şöyle buyurur:

“Şer’i delilin ikame edilmesine dayanarak İmamın (a.s) zahiri hükümeti sebebiyle falan yetki ve hak üzerinde velayete sahip olmadığı ve bu işlerin şahsıyla alakalı olduğu ve başkalarını kapsamadığı ya da toplum üzerinde hükümet ve velayetle alakalı olsa bile, İmamın (a.s) şahsına münhasır olduğu ispatlanmadığı sürece, imamın (a.s) yetki ve sorumluluklarının tamamına fakih de sahiptir.”[19]

Bu sözler İmam’ın (r.a) velayet-i mutlaka-i fakih konusundaki bakış açısının ileri düzeyde olduğunu anlatmaktadır ve İmam’ın, İnkılâptan yıllar önce Necef-i Eşref de ileri düzeydeki fıkıh derslerinde açıkladığı bu mesele İslam düşmanlarını aşırı düzeyde sinirlendirmiş ve onları bu ilahi nuru söndürme hedefine yöneltmiştir.

İslam İnkılâbı’nın paha biçilmez mimarı İmam Humeyni (r.a) kendi hükümet geçmişinde bu büyük vilayetten ameli olarak faydalanmış mıdır yoksa faydalanmamış mıdır?

1. Mühendis Bazargani geçici Başbakan unvanıyla İmam Humeyni (r.a) tarafından atanmıştır.

İmam Humeyni (r.a) bu konuda şöyle buyurur: “Ve benim hatırlatmak istediğimi başka bir nokta da şudur: Ben, Mukaddes Kanun Koyucu tarafından sahip olduğum velayet vasıtasıyla onu atayan birisiyim. Onu ben atadım ve ona itaat etmek farzdır; halkın ona tabi olması gerekir. Bu sıradan bir hükümet değil meşru bir hükümettir, ona tabi olmanız gerekir. Bu hükümete muhalefet etmek, şeriata muhalefet etmek ve şeriattın karşısında kıyam etmektir.”[20]

İmam’ın (r.a) bu sözü, onun tarafından velayet-i mutlakadan amelen faydalandığının ve İmam’ın velayetinin Allah tarafından olup Mukaddes Kanun Koyucu tarafından meşruluk kazandığının ve böyle bir meşruluğun halk tarafından ve halkın oy ve görüşü esasına göre değil, tıpkı diğer şer’i hükümlerde olduğu gibi (namaz, oruç, hac ve…farz olması örneğindeki gibi) ilahi hükümle olduğunun çok açık bir delilidir.

2. Beni Sadr’ın, Şehit Recai’nin (r.a) ve Yüce Rehberlik Makamı’nın (Allah ona uzun ömürler versin) Cumhurbaşkanlığına Hz. İmam (r.a) tarafından atanması açıkça göstermektedir ki; kanuni esasinin altıncı aslına uygun olarak Cumhurbaşkanı, halk oyuna dayanılarak seçilir ve aynı şekilde kanuni esasinin yüz onuncu maddesinin dokuzuncu bendine uygun olarak – ki bu madde rehberliğin ihtiyarındaki sorumlulukları belirler- rehber Cumhurbaşkanının oyla seçilmesinden sonra sadece onu atar ve Cumhurbaşkanlığını onaylar ama Hz. İmam (r.a), Allah tarafından kendisine verilen “Velayet-i Mutlaka” sebebiyle zikredilen Cumhurbaşkanlarının atanmasına ilaveten açıkça şöyle buyurmaktadır: Bu şahısları Cumhur başkanlığına “atadım”. Bu, kanuni esaside yer alan sorumluluk ve ihtiyardan çok daha öte olup “Velayet-i Mutlaka-i Fakih”in amelen uygulandığını gösterir.

 

İmam’ın (r.a) Cumhurbaşkanlarını atama hükmümleri

A. Beni Sadr’ın Cumhurbaşkanlığına atanma hükmü (1358.11.15)

“Bislmillahirrahmanirrahim. Değerli İran milleti ezici oy çoğunluğu esası gereği Dr. Seyit Ebu’l Kasım Beni Sadr’ı ülke Cumhurbaşkanlığına seçmiştir ve onun meşruiyeti tüm şartlara haiz fakihin atamasıyla olacağı için ben milletin oyunu geçerli biliyor ve onu, bu makama atıyorum ne var ki İran Müslüman milletinin onu seçmesi ve benim de onu atamam, Beni Sadr’ın Mukaddes İslam Hükümlerine ve İran İslam Kanuni Esasisine muhalefet etmemesi şartıyla sınırlıdır.”[21]

B. Şehit Muhammet Ali Recai’nin (r.a) Cumhurbaşkanlığına atanma hükmü (1360.5.11)

“Bismillahirrahmanirrahim… değerli ve sadık İran milleti…ülke içi ve ülke dışındaki düşmanların tebligatına rağmen Sayın Muhammed Ali Recai’yi (Allah onu teyit etsin) bir önceki seçimlerden daha fazla oyla İran İslam Cumhurbaşkanlığına seçmiş ve bu büyük ve ağır sorumluluğu ona bırakmıştır. Onun Veliyi Emr’in atamasıyla meşruluk kazanması hasebiyle ben milletin oyunu geçerli kılıyor ve kendilerini resmi olarak İran İslam Cumhurbaşkanlığına atıyorum.”[22]

C. Yüce Rehberlik Makamı Hz. Ayetullah Seyit Ali Hamenei’nin Cumhurbaşkanlığına atanma hükmü (1360.7.17)

“Ben şanı büyük millete uyarak ve mütefekkir, âlim ve çok değerli Hüccetü’l İslam Sayın Seyit Ali Hamenei’nin (Allah onu teyit etsin) makam ve konumundan da haberdar olarak onu İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığına atıyorum.”[23]

Yüce Rehberlik Makamı Hz. Ayetullah Seyit Ali Hamenei’nin ikinci Cumhurbaşkanlığına atanma hükmü (1364.6.13)

“Şuanda şanı büyük değerli milletin oyuna tabi olarak…hali hazırdaki döneminin bitmesinden sonra milletin seçimini geçerli kılıyor ve kendilerini İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı makamına atıyorum.”[24]

3. İmam’ın (r.a) emriyle Mecme-e Teşhis-e Maslahat-e Nizam’ın (Düzenin Yararını Teşhis Konseyi) kurulması (1366.11.18)[25]

Böyle bir Mecme’in (Konseyin) veya bu Konseyin kurulması ihtiyarı Anayasada – 1368 yılı öncesine kadar – rehberin sorumluluğu altında olacağı düşünülmemişken İmam (r.a) böyle bir emri verdi ve bu emir “Velayet-i Mutlaka”ın pratik uygulamalarının başka bir cilvesidir.

Bu ve benzeri (önceki konuda olduğu gibi) konulardaki verilen emre dikkat edildiğinde şu önemli noktanın göze çarptığını göreceğiz:

“Rehberin ihtiyar ve sorumlulukları”nı açıklayan kanuni esasinin yüz onuncu maddesinde zikredilen işler gerçekte “adet ve sayıya bağlı (İhsaii)” değil “örneklendirme (Temsili) babındandır başka bir ifadeyle: Ülke normal şartlar altında olduğu müddetçe (ve gerçekte kanunun konumu da her yerde sıradan ve normal durumla alakalı olacaktır) bu çerçevede kanuni esasiye amel edilir. Ama ülke durumu ya da idaresinde öngörülmeyen fevkalade durumla karşılaşıldığı zaman rehber, Mukaddes Kanun Koyucunun kendisine verdiği ilahi velayeti mutlaka gereğince buhranın giderilmesi ve tolumun maslahatı doğrultusunda girişimde bulunabilir.

Ümit ediyorum ki; Yüce Makam Sahi İmam Humeyni’nin (r.a) Kur’an ve sünnetten aldığı görüşlerini ince ve doğru bir şekilde tanırız ve onun görüşlerini ferdi olarak yorumlamaktan kaçınır ve İmam’ın (r.a) nurani düşüncesi doğrultusunda ilerleriz. İnşallah.

 

Devam edecek…

 

* Yazarlar: Allame Ayetullah Misbah Yezdi, Hamid Rıza Şakirin ve Ali Rıza Muhammedi

 

[1] Nisa Suresi, 141.

[2] Âli imaran Suresi, 28.

[3] Hud Suresi, 113.

[4] “Tefsiri Ali b. İbrahim”, c. 1, s. 338.

[5] Bakara Suresi, 124.

[6] Yunus Suresi, 35.

[7] İbni Ebi’l Hadid, “Şerhi Nehcu’l Belağa”, c. 1, s. 328.

[8] Ahzab Suresi, 6.

[9] Zümer Suresi, 9.

[10]Yusuf Suresi, 55.

[11] Kasas Suresi, 26.

[12] Maide Suresi, 44.

[13] Daha fazla bilgilenmek için bakınız:

A. “Tefsiri Peyami nur”, c. 10 (Kur’an’ı Mecit ve hükümeti İslami);

B. Zu ilm, Ali, “Nigahi be mebaniyi Kur’an ve velayeti fakih”;

C. Mekarim Şirazi, Ayetullah Nasır, “Ayaati velayet der Kur’an”.

[14] “Nehcu’l Belağa”, hutbe 40.

[15] “Nehcu’l Belağa”, hutbe 173.

[16] Velayeti fakihin aslı Şia fıkhına göre tartışma götürmez bir konudur ve tarih boyunca hiçbir fakih bunu inkâr etmemiştir.

[17] Bkz: “Hükümeti İslami” İmam Humeyni (r.a), s. 55.

[18] Bkz. “Şuun ve ihtiyarati veliyi fakih, tercümeyi mebhasi velayeti fakih, ez kitabu’l Bey, İmam Humeyni (r.a), s. 33 ve 34.

[19] A.g.e: s. 35.

[20] Sahifeyi nur, c. 6, s. 31.

[21] Sahifeyi nur, c. 11, s. 260.

[22] Sahifeyi nur, c. 15, s. 76.

[23] Sahifeyi nur, c. 15, s. 179.

[24] Sahifeyi nur, c. 19, s. 221.

[25] Sahifeyi nur, c. 20, s. 176.

İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamanei Allah rızasını kazanmak için halkın rızasını sağlamak gerektiğini belirterek, yetkililerin halkın gönlünü fethetmesi ve onlara huzur kazandırması durumunda Allah rızasının elde edilebileceğini kaydetti.

İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamanei önceki gün İçişleri Bakanı ve Kolluk Kuvvetleri Komutanı ile bu kuvvetlere mensup bir grup personele hitaben yaptığı konuşmada Allah rızasını kazanmak için halkın rızasını sağlamak gerektiğini belirterek, yetkililerin halkın gönlünü fethetmesi ve onlara huzur kazandırması durumunda Allah rızasının elde edilebileceğini kaydetti.

İmam Hamanei, İran'daki kolluk kuvvetlerinden 'İslam nizamının askerleri' olarak söz etti ve örgütlü bir ilerleme için güvenliğin temin edilmesine gereksinim duyulduğunu belirterek şunları söyledi: 'Toplumda güvenlik sağlanmadığı takdirde ilerleme sürecindeki hiç bir örgütlü faaliyet garanti altına alınamayacaktır. Kamu vicdanı ve mücahedeye dayalı, ileriye dönük ilerleme hareketinin tahakkuku ve sağlıklı olarak icrası için toplumun iç huzuru ve emniyeti zaruridir.'

İnkılap Rehberi, bir ülkenin yükselişi için sadakat ve diyanetle çalışmak, kişisel çıkarlar karşısında toplum çıkarlarına öncelik tanımak ve örgüt içi görevleri yerine getirmek gerektiğini vurgulayarak şöyle konuştu: 'Eğer toplumda işte bu halet-i ruhiye içerisinde çalışacak kimseler bulunursa, bu toplum kesinlikle zirveye yükselecek ve sarsılmaz bir kudret ve kalıcı bir yapıya sahip olacaktır.'

 

Pazartesi, 16 Nisan 2012 04:28

2. nükleer müzakereler Bağdat'ta...

 

Ashton: İran'la müzakereler 23 Mayıs'ta Bağdat'ta devam edecek

ran'la P5+1 ülkeleri arasında İstanbul'da yapılan nükleer müzakereler sona erdi. Toplantıların ardından kameraların karşısına geçen AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, İran'ın nükleer programıyla ilgili müzakerelerin 23 Mayıs'ta Bağdat'ta devam edeceğini söyledi. Ashton, bugünkü müzakerelerde bir sonraki toplantının yer ve zamanının belirlenmesinin başarı olduğu söyledi.

Catherine Ashton, "yararlı ve yapıcı" olarak nitelendirdiği müzakerelerde dünya güçlerinin İran'ın nükleer programının barışçı niteliği hakkındaki endişelerini ortaya koyduğunu ifade eden etti. Ashton, İran’ın barışçıl amaçlarla nükleer enerji geliştirmesine tam anlamıyla saygı duyduklarını, bu faaliyetlerin Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması kapsamında olması üzerinde mutabık kaldıklarını ifade etti.

AB Dış Politika Şefi Ashton, Bağdat’taki toplantıya kadar müzakerelerin çerçevesini belirlemeye çalışacaklarını, bundan sonra da güven artırıcı somut önlemlerin adım adım ve çift taraflı olarak ele alınacağını dile getirdi.

Celili: Tehdit ve baskı dilini kullanmadıkları için görüşmeler olumlu geçti

İran’ın nükleer konulardaki başmüzakerecisi Said Celili, İran halkına baskı ve savaş tehditlerinin işe yaramadığını ifade ederek, bugünkü görüşmelerde Batı ülkelerinin yaklaşımını bu bakımdan olumlu bulduklarını söyledi.

Müzakerelerin ardından basın toplantısı düzenleyen Said Celili, görüşmelerde somut konuları ayrıntılarıyla ele almadıklarını, genel prensipler üzerinde durduklarını ifade etti. P5+1 ülkelerinin, İmam Hamaney’in, nükleer silah geliştirmeyi yasaklayan fetvasını memnuniyetle karşıladığını dile getiren Celili, bunun müzakereler için fırsat ve hareket alanı oluşturduğu görüşünü aktardı. Said Celili, “Kimsede nükleer bomba olmasın ve herkeste nükleer enerji olsun” sloganını benimsediklerini ve bunun için işbirliğine hazır olduklarını vurguladı.

Bağdat’ta yapılacak müzakerelerin ardından güven artırıcı önlemlerin karşılıklı olacağını kaydeden Said Celili, “İran halkının güveni yeniden kazanılmalı.” dedi ve İran aleyhine yaptırımların kaldırılması gerektiğini söyledi.

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun nükleer tıpta kullanılması için istedikleri yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş uranyumu kendilerine vermediğini ifade eden Celili, bu sebeple başkent Tahran’daki nükleer tıp merkezinde bunu kendilerinin başardığını ifade etti. Celili, nükleer tıp için bu izotoplara ihtiyaç duyduklarını ifade etti.

Celili’nin, son dönemde öldürülen İranlı nükleer fizikçilerin fotoğrafları önünde konuşması dikkat çekti.

Said Celili, bir soru üzerine, görüşmelerde Suriye meselesinin ele alınmadığını ifade etti. Celili, “Suriye meselesinde tek çözüm var, o da demokrasi. Suriye halkı serbest seçimlerde kendi kaderlerini tayin etmeli. Dış müdahaleye karşıyız.” dedi.

Said Celili, sözlerine Türkiye'ye ve kardeş Türk halkına teşekkür ederek son verdi .

Güney Kafkasya sahip olduğu jeopolitik öneminden dolayı eski zamanlardan beri bölge içi ve bölge dışı güç aktörlerinin sürekli ilgi odağındadır.Güney Kafkasya’nın bu özelliğİ yanında eski Sovyetler Birliği'nin dağılmasının akabinde bu bölgede ortaya çıkan yeni devletlerin birlik kurma çabası, bu bölgenin önemini daha da arttırmıştır. Siyonistler de Kafkasya bölgesinde baştan beri etkin olmak için siyasetler geliştirerek varlığını kabul ettirme çabası içerisindedir.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Siyonist rejim Batı nezdinde önemini kaybetmeye başladı, ancak bu dağılma ile Güney Kafkasya’da yeni oluşan devletler özellikle Azerbaycan cumhuriyetinin bağımsızlığına kavuşması,eli kanlı bu katil rejime tarihi ve altın bir fırsat doğuruyordu.Siyonist rejim yeni bağımsızlığına kavuşan başta Azerbaycan rejimi olmak üzere benzer şartlar altında bulunan bölgedeki diğer bağımsız cumhuriyetlerin içinde bulundukları güçsüz ve zayıf ekonomik altyapısından yararlanmak suretiyle ilişkilerini geliştirme yolu ile Güney Kafkasya’ya sızmaya başladı.

Siyonist İsrail bu bölgedeki girişimleri ile Ortadoğu'daki konumunu jeopolitik açıdan desteleyerek ve geliştirerek Tel Aviv'in bölgeye yönelik stratejisini hayata geçirmek suretiyle bağımsızlıklarını yeni kazanan Güney Kafkasya ülkelerinde sık, sık görülmeye başladı .Böylece Siyonist rejim, en büyük destekçisi olan ABD'nın dış politikasında stratejik rolü ve konumunu ve bölgesel üstünlüğü cihetinden kendi saygınlığını artırıyordu.

Bölgenin coğrafi, etnik, kültürel ve dini açıdan belli başlı etkenleri nedeniyle İslami İran'ın Kafkasya bölgesinde varlığını etkin bir şekilde hissettirmesi gayet doğal bir durumdur. Buna karşın Siyonist rejimin bölgede etkin olmasını sağlayacak bu faktörlerden hiç birine sahip olmamasına rağmen bölgeye sızma ve etkin olma çabaları şeytani bir amaca, kısacası İran’ın milli çıkarlarını ve güvenliğini tehdit etmeye yöneliktir.

Siyonist rejim, Güney Kafkasya bölgesinde etkin olma çalışmalarında bir çok amaç gütmektedir. Öncelikle bu katil rejim bölgede yaptığı zulümleri nedeni ile siyasi açıdan itilmiş olduğu inzivadan kurtulmak için Kafkasya bölgesinde yeni müttefikler arayışına girmiştir. Bilindiği üzere terörist rejim kurulduğu zamandan beri sürekli Arap devletler tarafından gayri meşru bir rejim görülmesi sebebi ile Arap rejimlere güvenmemiş ve kendine daha sağlam dayanaklar ve ittifaklar aramaya yönelmiştir.

Siyonist İsrail'in Güney Kafkasya'yı hedef olarak seçmesinin diğer bir amacı da, Siyonist rejime karşı verilen direniş mücadelesinin İslami boyutunu ve Filistin meselesindeki dini rengi yok etmeye yöneliktir. Bu yüzden gasıp rejim,Türkiye ve Azerbaycan Cumhuriyetleri gibi halkı Müslüman olan devletlerle başarılı ilişkiler kurduğu takdirde, bu rejime İslam dünyası ile teamülü açısından uygulanan baskıların hafifleyeceğini düşünmektedir. Bunun dışında Tel Aviv bu ilişiklerin kendisine meşrutiyet kazandıracağını da hayal etmektedir. İsrail' bölgede yaptığı siyasi lobi faaliyetleri ile Kafkasya ülkelerini Filistin meselesinde kendi saflarına çekmeyi amaçlamaktadır. Siyonist rejim bu girişimi ile Kafkasya ülkelerinin radikal tabir ettiği bir takım ülkelerle ilişkilerini geliştirmelerini engelleyerek bu rejime karşı güçlü uluslararası ittifaklar oluşturmalarını mani olmaya çalışmaktadır.

Siyonist İsrail'in dördüncü ve en önemli amacı da Kafkasya ülkeleri ile yakın bir çok ortak değeri, kültürel , coğrafi bağları sebebi ile bu bölgede varlık sergilemek için uygun pozisyona sahip olan İslami İran ile olan ilişkilerinin gelişmesini engellemek ve bağımsızlık sembolü olan İslam inkilabı modelinin bölgedeki ülkeleri etkilemesine müsaade etmemektir.Siyonist rejimin korktuğu şeyler gerçekleşirse, bölgenin siyasi, iktisadi ve güvenlik güç dengesi İslami İran'ın lehine ve korsan İsrail'in aleyhine değişecektir.

Siyonist rejimin Güney Kafkasya'da etkin olma yönündeki en önemli amaçlarından birisi de bölgede yaşayan Yahudilerdir. Siyonistler, bölge ülkeleri ile geliştirdiği ilişkilerle burada yaşayan Yahudileri işgal ettiği Filistin topraklarına göç etmelerini sağlamaya çalışmaktır. Ayrıca,Siyonistler bu bölgede yaşayan ve etkin olan Yahudilerin nüfuzundan yararlanarak Kafkasya ülkeleri üzerindeki nüfuzunu geliştirmeye ve artırmaya gayret etmektedir.

Siyonist rejimin bölgeye yerleşmesindeki diğer önemli bir neden ise bu gasıp rejimin kendi güvenliğidir. Siyonist İsrail'in diğer devletlerle ilişkilerinde her zaman güvenlik politikaları, askeri ve stratejik amaçlar en önemli öncelikleri olmuştur. Gasıp rejim, kendi varlığı için en büyük tehlike olan İran tehdidini kendi sınırlarından uzaklaştırıp İslami İran’ın sınırlarına taşıyarak İran'ın tehditlerini burada karşılaşmayı amaçlamaktadır. Bunun içinde gasıp rejim bölge ülkeleri ile kurduğu stratejik ittifaklarla kendine en stratejik tehdit olarak algıladığı İran ile mücadele için Kafkasya bölgesine sızarak casusluk faaliyetleri ile İran sınırlarına dinleme istasyonları kurarak, İslami İran’a darbe indirerek böylece kendi açısından güvenlik kaygılarını hafifleterek İslami İran'ın güvenliğini tehdit etmektedir.

Siyonistlerin yeni Ortadoğu projesinin en önemli boyutlarından birisi de,İsrail'in bölge piyasalarına nüfuz ederek Arap ve Kafkasya ülkelerinin ekonomik imkanlarından yararlanmaktır. Bunun için de Kafkasya bölgesinde yer alan Müslüman ülkelerde bulunan petrol, tarım ve telekomünikasyon alanlarında üç önemli yatırım yapmaktadır.

Siyonist rejimin Güney Kafkasya bölgesinde izlediği ekonomik amaçları ise; Gasıp rejimin sanayisi için gerekli olan petrol ve ham maddenin temin edilmesi,Tarım sektörü alanında yatırım yapmak ve ürettiği ürünleri bu piyasada pazarlamaktır. Ayrıca Siyonist rejim komşu ülkelerin kendine dayattığı yaptırımları Kafkasya ülkeleri ile ekonomik ittifaklar kurarak etkisiz hale getirerek, İran'ın bölgesel ekonomik imkanlara ortak olmasını engellemeye çalışmaktır. Siyonist rejim Kafkasya bölgesinde bulunmasın en önemli nedenlerinden biriside kültürel ve ideolojik amaçlardır.

Siyonist İsrail, Güney Kafkasya bölgesinde Yahudilik kartı ile bir yandan dini ve ideolojik bir nüfuz alanı açmayı uğraşırken diğer yandan,Kafkasya üzerinde siyasi, iktisadi ve güvenlik amaçları doğrultusunda kültürel nüfuzunu arttırmaya çalışmaktadır. Bunun için de gasıp rejim çeşitli vakıflara ve kurumlara maddi destek vermek suretiyle bölgede nüfuzunu geliştirmeye çalışarak bölgede kültürel hegemonyasını oluşturmanın yanı sıra esas itibarı ile bu rejimin varlığı ile çelişen İslam inancına darbe indirmektir. Siyonist rejimin Kafkasya’ya yönelik siyasi, diplomatik, ekonomik, güvenlik, askeri ve kültürel alanlarındaki nüfuz etme ve etkin olma faaliyetleri ile İslami İran için büyük bir tehlike oluşturmaktadır.

Siyonist İsrail, özellikle Azerbaycan başta olmak üzere Güney Kafkasya bölgesindeki ülkelere nüfuz ederek İran ile söz konusu ülkeler arasındaki tüm ortak tarihi, kültürel, dil, etnik, kimlik ve kültürel ortaklıklara rağmen siyasi nüfuzunu yok ederek ilişkilerini bozarak kriz yaratmaya çalışmaktadır. Ayrıca korsan İsrail'in bölgedeki etkinliği artıkça,bölgede yaşayan İslami İran karşıtı akımların güçlenmesine sebep ile bu durum uzun vadede İran'ın Güney Kafkasya bölgesindeki çıkarlarına yönelik ciddi tehdit oluşturmaktadır.

Gasıp rejimin Kafkasya'daki varlığı, kaçınılmaz olarak Amerika'nın dolaylı veya doğrudan varlığı demektir ki bu da İslami İran için daha fazla siyasi kısıtlama anlamına gelmektedir. İran'ın milli güvenliğini tehdit eden ikinci grup tehdit ise ekonomiktir. Siyonist firmaların Güney Kafkasya'da faaliyetini arttırması, doğal olarak İran'ın bölgenin ekonomik fırsatlarından mahrum kalmasına ve İran’lı firmaların bu bölgede faaliyetinin engellenmesi sonucunu doğurmaktadır. Nitekim Amerika ve korsan İsrail'in baskıları ile Bakü -Ceyhan ve Tiflis boru hattının yön değiştirmesi İran'ın jeopolitik konumunu olumsuz etkilemiştir.

Siyonist İsrail'in bölge üzerindeki nüfuzundan doğan sosyal ve kültürel tehditler, İran'ın bölgesel stratejilerini tehdit eden diğer unsurlarıdır. Bu bağlamda Tel Aviv, nüfusunun %80 kadarı Şii Müslümanlardan oluşan Azerbaycan Cumhuriyetinde laik bir toplum oluşturma planı ile aslında İran'ı bu cumhuriyet için bir tehdit gibi gösterme amacına yöneliktir.

Ayrıca, Bakû yönetimi, CİA ve Mossad terör ve casusluk örgütlerinin faaliyetlerini de desteklemektedir. İnsansız hava araçları da aslında Mossad Casuslarının denetiminde kullanılmaktadır. Irkçı rejimin askeri, enerji ve ekonomik işbirliğini geliştirerek bu ikili işbirliği çerçevesinde Azerbaycan Müslüman halkının zenginliklerini de talan etmektedir. Aliyev yönetimi ırkçı İsrail rejimiyle büyük bir askeri işbirliği yaparaktan 1.4 milyar dolarlık silah anlaşması imzaladı.Yüzde 99'u Müslümanlardan oluşan Azerbaycan halkı, İslami düşünce ve değerler uyarınca ırkçı ve soykırımcı Siyonizm ideolojisine büyük bir kin ve nefret duymalarından dolayı, Azeri Müslüman halk kitleleri, Siyonist İsrail rejimiyle işbirliği ve dayanışmayı kesinlikle reddetmektedirler.

Azerbaycan Müslüman halkına rağmen, Aliyev hükümeti katil Siyonist rejimiyle insansız casusluk uçakları, füzesavar sistemleri ve uçak savar sistemleri satın almaya devam etmektedir.Soykırımcı İsrail rejimi, yaptığı askeri işbirliği ile de Azerbaycan cumhuriyetinin ordusuna sızıp, bu ülkenin bağımsızlığını da ortadan kaldırmaya ve kendine bağımlı kılmaya çalışmaktadır.İlham Aliyev'in 2003 yılında iktidar olmasından sonra; Azerbaycan cumhuriyetinde İslami değerleri ortadan kaldırma, Camileri yıkma, İslami faaliyetleri sınırlandırıp yasaklama ve terörist İsrail rejimiyle işbirliğini geliştirme süreci başlatıldı. Günümüzde de Azerbaycan cumhuriyetinde Siyonist çeteler serbestçe faaliyetlerini sürdürmelerine karşın dindar Müslümanlar tutuklanıp, temel hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılmaktadırlar. Azerbaycan İslam partisi, yoğun bir baskı altında olup Bakü yönetimi Müslüman kız öğrencilerin tesettürünü yasaklayıp, onların eğitim hakkını ayaklar altına alarak bu doğrultudaki Siyonist hedeflere büyük katkı sağlamaya devam etmektedir.

Kısaca ifade etmek gerekirse Siyonist rejimin bölgedeki varlığının getireceği olumsuz sonuçları güvenlik, ekonomik ve siyasi olmak üzere üç ana kategoride sınıflandırılabiliriz. Siyasi açıdan en önemli mesele, İran karşıtı bölgesel ittifaklar kurmak, böylece bölge ülkelerinde İran karşıtı siyaset adamlarını iktidara taşıyarak bölgede huzursuzluk ve kargaşa çıkarmaktır. Ekonomik bakımından ise Güney Kafkasya ülkeleri ile ortak pazar oluşturarak bu pazarı Siyonistlerin ürünlerine bağımlı hale getirerek özellikle İran'ın bölge ekonomisindeki yerini daraltmak veya yok etmektir.Askeri veya güvenlik açıdan ise Gasıp rejim Güney Kafkasya ülkeleri ile askeri ve stratejik işbirliği yaparak muhtemelen bu ülkelere yüklü askeri teçhizat ve silah satmak ve buna ilaveten de askeri ittifaklar oluşturarak gasıp rejimin bekasına katkı sağlamaktır.

Kafkasya bölgesi İran'ın güvenlik çemberleri arasında en önemli çemberlerden birisi olup ,Siyonist rejim de bu gerçeğin bilincinde hareketle Kafkasya'ya sızarak etkin olmaya çalışmaktadır.İşte bu sayılan sebeplerden dolayı İslam İran’ın Kafkasya'da Siyonistlerin bu şeytani amaçlarını yakından mercek altına alması ve katil İsrail'in bölge ülkeleri ile ilişkilerini yakından izlemesi ve gereğini yapması hayati bir önem taşımaktadır.

Cumartesi, 14 Nisan 2012 11:20

Rahman ve rahim olan Allah

Allah'ın adıyla

 

İşte kalemimin bile ar ettiği an...

İşte parmaklarımın zihnimdeki düşünce yığınından kelime seçme çabası…

İşte hislerimin kendilerine tercüman bulamayacak yetersizlikte olmasından kelime dağarcığıma sitemkarlığı…

İşte İMAM (r.a.) !

Hayatıyla örnek olan , Huseyn’in (aleyhisselam) günümüz izdüşümü, cesaret elbisesini üzerine çeken ve son nefesine kadar çıkarmayan, takvanın 20 yüzyılda nümunelik örneği; İMAM (r.a.) !

Geride bizleri nemli gözlerle bırakan…

Seninle bir an olsun aynı zamanda yaşamayı ne çok isterdim. Bir an…

Bak Müslümanlara ne kadar bölünmüşler..

Bak Suriye’ye…

Nasıl da türlü türlü iftiraların, entrikaların satıldığı katık’lı haber pazarına dönmüş…

Sen yıllar önce uyarmıştın. Büyük şeytan ve onun beslediği yavrusu küçük şeytanın o coğrafyalara fitne tohumu ekeceğini haber vermiştin…

Ne yazık ki o tohumların fitne tohumu olduğunu idrak edemeyen Müslümanlar (!) o tohumu sulamakta. Hem de Şeytanların su testileri ile sulamakta !

Olsaydın elini kaldırıp hakkı savunsaydın yine, her zaman yaptığın gibi…

Tekrarlasaydın “ZALİM HÜKÜMETLE İŞBİRLİĞİ YAPMAK AZİZ İSLAM’A AYKIRIDIR” deseydin.

Dillerin altındaki korkuyla gizlenen Hakk sözü haykırsaydın…

Belki kulaklarından gaflet pamuğunu çıkarır duyarlardı basiret sahipleri, kalbi taşlaşmamış, imanı satılmamışlar…

Tek gayesi aziz İSLAM ı yaşatmaktı. Ve hassas olduğu nokta Müslümanların birlik-beraberliğiydi.

Onu hala anlamayanlar var. Tanımadıkları için anlamayanlar….

Bir de tanıyıp da anlamayanları var. Anlayıp da anlatmayanları veya anlatamayanları da var….

Yürekleri kıyama kaldırdın. Katıksız gönülleri fethettin . 20. yüzyılın baş köşesine İSLAM ı oturttun.

Ve sen hiç görmediğim İmam’ım…

İçimde bir kahraman olarak duruyorsun…

Hayatında her insana dersler var…

Her babaya, her eşe, her siyasetçiye, her filozofa, her alime….

Bana elinde maddi-somut güçleri olmadığı halde SADECE ALLAH’a güvenerek dimdik durmayı öğreten öğretmenime selam olsun…

İçimdeki HUMEYNİ… Ruhun şad olsun…

Masume ZÜLFİKAR

Cumartesi, 14 Nisan 2012 11:06

Şii /Sünni ihtilafı ve Suriye’yi okumak

 

 

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla…

 

Veliyy-i Emr-i Müslimin Seyyid Ali Hamenei'nin birtakım uluslararası, bölgesel ve yerel odakların, İslam Cumhuriyeti ve İslam inkılâbını Şii /Sünni ihtilafı ekseninde ihtilafları “FİTNE”ye dönüştürme ve dünya Müslümanları nezdinde itibarsızlaştırmak için sürdürdükleri yoğun propagandaları yaptığı tarihi hutbesiyle anlamak için altını çizmek gerekiyordu biz de öyle yaptık..

Şii ve Sünniler arası İhtilaflar doğaldır, ama…!

 

İki akide ve anlayış taraftarı arasındaki ihtilaflar, doğal bir şeydir. Bu mesele sadece Şii ve Sünnilerle sınırlı değildir. Nitekim Şii fırkalar arasında iç ihtilaflar yaşandığı gibi Sünni fırkalar arasında da iç ihtilaflar yaşanmaktadır. İslam ve fıkıh tarihine bakın..Ehli sünnetin fıkhi ve akidevi usulleri ve ekolleri olan Eşeri, Mutezile, Hanbeli, Hanefi, Şafii ve diğer mezhepleri arasında ihtilaflar yaşandığı gibi, Şii fırkalar arasında da ihtilaflar yaşanmıştır.

Ne zaman ihtilaflar aşırı ve tehlikeli olur?

Bu (fıkhi ve içtihadi farklı anlayış ve hükümler) ihtilaflar avam halk arasında yansıtıldığında “olay” , aşırı ve tehlikeli boyutlar kazanıyor. Çatışmalar ve yaka tutmalar başlıyor. Alimler ve bilginler oturup meseleyi irdeliyor ve tartışıyorlar. Fakat ilim silahına donanmamış olanlar, duygulara kapılıp maddi silahlar ve yumrukları kullanmaya başlıyorlar. İşte olayın bu boyutu tehlikelidir. Dünyada bu görünen olaydır. Fakat bir çok mümin ve hayırsever insan harekete geçip bu tehlikeleri bertaraf etmeye çalışırlar. Alimler ve bilginlerle düşünürler, bilimsel olmayan çalışmalarının çatışmalara dönüşmemsine özen gösterirler. Fakat belli bir dönemde sömürgeci güçler bu olaylara müdahale edip ,ortalığı karıştırdı.

 

Bazı cahiller ve cahilce yaklaşımlar..

Elbette tarih boyunca sömürgeci güçlerin Şii ve Sünni ihtilafına sebep olduklarını söylemek istemiyorum. Çünkü duygusal davranma da bu ihtilafların çatışmalara dönüşmesine sebep oldu. Bazı cahiller ve cahili yaklaşımlar, kör taassuplar, yanlış anlaşılmalar, idrak kıtlığı da bu çatışmacı ihtilafların meydana gelmesine sebep oldu.fakat gerçek şudur ki; sömürgeci ve sultacı güçler bu olaylara müdahale edip bu silahı en etkin bir şekilde (Müslümanlara karşı) kullandı.

 

Seçkin insanlar daima İslami vahdet gereğini vurgulasınlar

Tanık olduğumuz gibi sömürgeci ve Müstekbir(emperyalist) güçlere karşı mücadele eden seçkin insanlar daima İslami vahdet gereğini vurguladılar. Nitekim Seyid Cemaleddin Esad Abadi (r.a) ile onun talebeleri olan şeyh Muhammed Abduh ve diğerleri ve de Şii alimlerden merhum Şerefuddin Amuli ve diğerleri; sömürgeci güçlerin İslam alemindeki mezhebi ihtilaflarını suiistimal etmelerini (ve Müslümanlara karşı) bir silah olarak kullanmalarını engellemek için var güçleriyle çalıştılar. İmam Humeyni de ilk baştan İslami vahdetin kaçınılmaz olduğunu vurguladı. Buna karşılık Sömürgeci güçler mezhepler arası ihtilafları körükleme doğrultusunda yatırım yapıp, olayları kullandı.

 

Büyük tecrübe ve birikime sahip “FİTNE”

Mezhepler arası ihtilafları çatışmaya dönüştürme konusunda İngiltere diğer sömürgeci güçlere kıyasla daha büyük tecrübe ve birikime sahiptir. Çünkü İngiliz( sömürgeci ve işgal güçleri) uzun yıllar, İran, Türkiye, Arap ülkeleri ve Hind yarım adasında yaşadılar. İngilizler Şiilerin nasıl Sünnilere karşı, Sünnileri nasıl Şiilere karşı tahrik edip kışkırtacak yöntemleri iyi biliyorlar. Nitekim İran’da İslam inkılabının zaferi sonrası, sömürgeci güçlerin bu sinsi faaliyetleri zirveye ulaştı. Son yıllarda ve son günlerde İran İslam cumhuriyeti nizamı büyük başarılara imza attığı için, yani İslam dünyasının bilinçlenmesi ve uyanış sürecini zirveye ulaştırdığı için, Müstekbirlik cephesiyle yandaşlarının İslam aleminde ihtilaf çıkarma çalışmaları ve saikı daha bir arttı.

Müstekbir güçler, günümüz Irak, Pakistan,ve Afganistan’da Şii ve Sünni Müslümanları biri biriyle çatıştırmaya çalışıyorlar. Hatta sömürgeci ve emperyalist güçlerin işbirlikçileri ve uzantıları Lübnan’a akın edip, bu ülkedeki Şii ve Sünni cemaatleri biri birine düşürmeye çalışıyorlar.

Kesin bilinmesi gerekli şey..!

Her kes şunu bilmelidir ki, Şii ve Sünni ihtilafını ve çatışmasını yaratmaya çalışanlar ne Şii ve ne de Sünni’dirler. Bunlar ne Şiiliği ne de Sünniliği kabul etmeyen ve İslami mukaddesatlara inanmayan kimse ve odaklardır.

Her kes uyanmalıdır…

Şii ve Sünniler uyanmalıdır. Özellikle İslam alimleri bilinçli davranmalıdırlar. Çünkü ilmi çevrelerden uzak halk kitleleri, bazı kuruntulara kapılabilir ve hatalar yapabilirler. Bilgin ve alimler bunlara seyirci kalamazlar. Bunlar avam kimselerdir diyerek sorumluluktan kurtulamazlar. İslam uleması bu konuda yükümlülüklerini yerine getirmelidirler.

 

Uyanış başladıysa “ihtilaf” fitneye dönüşecektir

Artık İslami uyanış hareketi başlamıştır. İslami izzet açığa çıkmıştır. Düşman ve müstekbir güçler, bütün alanlarda ve özellikle Filistin , Lübnan, Irak ve Afganistan da ağır bir yenilgiye uğrayıp, belirlediği hedeflerini gerçekleştirememiştir. İran İslam cumhuriyeti günden güne gelişmektedir. Nitekim hem ilmi alanda hem sanayi ve teknik alanda, hem de toplumsal ve ülke yönetimi alanında büyük gelişmeler yaşamaktadır. İran hükümetiyle halkı arasındaki bağlar daha bir sağlamlaşmış bulunuyor. Bütün bu gelişmeler, düşmanları uzuyor ve tepki göstermeye itiyor.

 

Zaaf noktası

Günümüzde İslam dünyasının zaaf noktası olan görüş ayrılıklarını kullanmasına asla izin verilmemelidir. Dostların vurguladıkları gibi, mesele Şii ve Sünni meselesi ve biri birinin akidelerini kabul edip etmeme meselesi değildir. Çünkü her kes kendi akide ve düşüncelerini koruyabilir. Kim ki bir mantık ve istidlal üzerine bir düşünce ve akideyi kabul ederse, bu doğrudur. Burada önemli olan mesele, çeşitli düşünce ve itikat sahibi kimse ve toplulukların düşmanın fitne ve vesveselerine kulak asmamaları ve biri birine zarar vermemeli ve kin ile düşmanlık beslememelidirler. Düşman boş kuruntuları ve fitneci planları biri birine öğretiyorlar. İngilizler, bu fitnecilikleri Amerikalılara anlatıyorlar ve İsraillilerde onlara telkin ediyorlar.

“İşte biz, böylece her peygambere insan ve cin Şeytanlarını düşman ettik; bâzısı, bâzısına yaldızlı sözler söyleyerek aldatır. Rabbin dileseydi yapamazlardı bunu, onları da bırak, iftirâlarını da.” En'am-112

 

Uyanık,bilinçli ve takvalı davranış

Bizler ve halklarımız uyanık ve bilinçli davranmalıyız. Bazı kimseler şuursuzca, hakikatı anlamadan, takvasızca ve hakikaten cahili bir şekilde Müslümanların büyük bir kesimini tekfir edip , din dışı sayıyorlar. Bu tekfirci gurup ve kimseler gerçekten cahil ve şuursuz kimselerdir. Elbette bu tip kimseler bir ölçüde ard niyetli ve habis ruhlu kimselerdir. Fakat en önemli özellikleri, cahillikleridir. Biz imkan elverdiği ölçüde tekfircileri aydınlatıp irşat etmeliyiz. Halkı bu cahil tekfirci kimseler hakkında uyarmalıyız.

“Onlar, Âhiret’e inanmayanların gönülleri meyletsin ve hoşnut olsunlar da yapa geldiklerine devâm etsinler diye söylerler o sözleri.”En-AM-113

bazı kimseler iman zaafı, marifet zaafı ve bilinçsizliklerinden dolayı düşmanların tekinlerine kapılıyor ve kendilerini kaybediyorlar. Bizler bu konuda uyanık olmalıyız. İslam alimleri ve bilginlerin halkı aydınlatma yükümlülüğü çok ağırdır.

 

Yavuz Kaya