کارگر

کارگر

İran'da, 4 Kasım Küresel Emperyalizme Karşı Ulusal Mücadele günü kutlandı. Güne dair konuşma yapan Cumhurbaşkanı Reisi, ‘ABD’nin sağmal ineği olmayacağız’ diyerek meydan okudu

Başta başkent Tahran olmak üzere İran'ın her yerinde 4 Kasım için etkinlik ve kutlamalar yapıldı. Kutlamalarda ABD, İsrail ve İngiltere karşıtı sloganlar atıldı. Son dönemdeki şiddet eylemlerinin de kınandığı gösterilerde, birlik ve beraberlik mesajları verildi. ABD Başkanı Joe Biden’ın açıklamalarına ise sert tepki gösterildi. 
 

BİDEN’DAN ‘MÜDAHALE’ MESAJI
ABD Başkanı Biden, 8 Kasım'daki Kongre ara seçimleri öncesi Kaliforniya'da düzenlenen Demokrat Parti etkinliğinde yaptığı konuşmada, İran'daki gösterilerine değindi. Biden, İran'da 50 gündür devam eden protestolara ilişkin de "İran'ı özgürleştireceğiz" ifadesini kullandı. 

Konuşması sırasında destekçilerinin cep telefonlarını kaldırarak "Özgür İran" mesajı göstermesi üzerine Biden, "Endişelenmeyin, İran'ı özgürleştireceğiz. Onlar çok yakında kendilerini özgürleştirecek." dedi.

 

REİSİ’DEN EMPERYALİZM VURGUSU
Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, ABD'nin kan akıtmada ve savaşlarda başrol oynadığını ve kendi çıkarları için halkların çıkarlarını yok ettiğini belirtti. ABD Başkanı Joe Biden'ın İran'daki kargaşalara verdiği destekle ilgili açıklamalara tepki olarak Reisi, ''İran 43 yıl önce özgürleştirildi ve biz asla sağmal inek olmayacağız'' ifadelerini kullandı. 

Reisi, ''Bugün Öğrenci ve Emperyalizmle Mücadele günüdür. Emperyalizm büsbütün kibir ve bencillik demektir. ABD'nin egemen olduğu sistemdir. Bu devlet, rahmetli İmam'ın (Ayetullah Humeyni) dediği gibi büyük şeytandır ve kendi çıkarlarına varmak için dünya çapındaki birçok halkın çıkarını ayaklar altına almaya hazırdır'' diye belirtti.

 

‘ÖĞRENCİLER OLMASAYDI EMPERYALİZMLE MÜCADELE EKSİK KALACAKTI
Reisi, ABD’nin son 43 yılda onlarca fitne ve komploya sebep olduğunu belirtti. Bu fitnelerin tüm boyutlarıyla açığa çıkartılmasını vurgulayan Reisi, “Zira her halükarda fitnecilikle egemenlikerini sürdürmek istiyorlar.” ifadelerini kullandı. İranlı lider, öğrencilerin 4 Kasım 1979'da büyük mücadeleleri olmasaydı, emperyalizme karşı akımın eksik kalacağını belirtti..

 

‘ABD YENİLMİŞTİR’
ABD tehditlerine karşı yılmadıklarını belirten Reisi, “Biz sizin tehdit ve ambargolarınızla durur muyuz? Siz İran'da kalkınma hızını yavaşlatmaya çalışıyorsunuz. ABD, İran'ın ilerlemekte olduğunu biliyor ve bu yüzden İran'ı izole etmeye çalışıyor ancak ABD, ülkemize karşı tüm planlarında yenilmişlerdir.” ifadelerini kullandı.

 

‘İSYAN EDENLER DÜŞMANIN STRATEJİSİNDE YER ALDI’
İranlı gençlerin ülkede ABD’nin kötü arzularının gerçekleşmesine asla izin vermeyeceğini belirten Reisi, “Bugün isyanda olan herkes düşmanın stratejisi doğrultusunda hareket etmiştir.” ifadelerini kullandı.

Tüm yaptırımlara rağmen İran İslam Cumhuriyeti’nin geliştiğini de vurgulayan Reisi, “Askerlerine dikenli tel bile vermediğiniz ülke, nükleer ve savunma sanayiinde üreticilerden biridir.” dedi. İran milletinin treninin durmadan hareketine devam ettiğini söyleyen Reisi, “Bu trenin hızlanma hareketini yavaşlatmak istiyorsunuz ama yanlış hayal kuruyorsunuz.” ifadelerini kullandı.

İslam İnkılabı Rehberi, İslami Vahdet Konferansı'na katılan konuklarla bir araya geldiği toplantıda, “Resul-i Ekrem’in doğum günü sıradan bir gün değil, çok önemli ve büyük bir gündür. Bayramı kutlamak sadece bir kutlama, devamlılık, anma ve buna benzerler şeyler değildir; bu günü kutlamak, ders çıkarmak ve Resul-i Ekrem’i örnek olmaktır” dedi.

 İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei, Rebiülevvel ayının 17’si ve İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.a) ve İmam Sadık’ın (a.s) doğum yıl dönümü ile eş zamanlı olarak İslami Vahdet Konferansına katılan yabancı konuklar ve bir gurup devlet yetkilisi ile bir araya geldiği toplantında, İslam ümmetinin yeni güç sisteminde rol oynaması ve yüksek bir konuma gelmesi için en önemli ihtiyacının birlik ve beraberlik olduğunu söyledi. İmam Hamanei, bu görevi gerçekleştirmek için İslam dünyasının bilgeleri, elitleri ve aydın görüşlü gençliğinin çok önemli konumuna atıfta bulunarak, “İslami birlik ve yeni dünyada etkili bir varlık göstermek, gerçek bir çaba ile, zorluklara ve baskılara karşı direnme şartı ile mümkündür ve olabilir. Bunun açık bir örneği, müstekbir güçlerin karşısında teslim olmayan ve direnen İslam Cumhuriyeti’dir ve bu örnek şimdi kesilmesi hayal bile edilemeyen köklü bir ağacı haline gelmiştir” dedi.

Buluşmada, İmam Sadık’ın (s.a) ve Resul-i Azam’ın (s.a.a) mükerrem viladetini tebrik ederek İslam Peygamberi’nin bisetinde doruk noktasına varan eşsiz şahsiyetine vurgu yapan İslam İnkılabı Lideri, “İslam Peygamberi’nin (s.a.a) doğum gününü kutlamak, İslam ümmetinin ders çıkarması ve onu ‘üsve-i hasene’ olarak örnek alması için bir fırsat olmalıdır” şeklinde konuştu.

İmam Hamanei, İslam ümmetinin çektiği acı ve zorlukları Peygamber için acı verici ve Müslümanların düşmanları için de sevindirici olarak nitelendiren ayetlere işaret ederek, günümüz dünyasında İslam ümmetinin çektiği acıların nedenlerini ele aldı ve şöyle dedi: İslam dünyasının karşılaştığı sorunların ve zorlukların pek çok nedeni vardır ancak en önemli nedeni, Müslümanların arasındaki tefrika ve ayrışmadır.

İnkılap Lideri, tefrika ve ayrışmanın kaçınılmaz sonucu ise “zillet” ve “izzetten uzaklaşma” olduğunu belirterek şunları vurguladı: İslam dünyasının elitlerinin ve etkili insanlarının görevi, Müslümanlar arasında birlik için pratik yollar ve zeminler oluşturmaya odaklanmaktır. Zira bunun karşısında düşman, bölgede ve Filistin topraklarında siyonist rejim adında kanserli bir hücre icat ederek ve acımasız, katil, fasid ve habis siyonistleri orada yerleştirmek suretiyle Müslümanlar ve İslam ülkeleri arasında azami ihtilaf çıkarma peşindedir. 

Bazı İslam ülkelerinin Siyonist rejim ile ilişkilerinin normalleşmesini ihanetlerin en büyüğü olarak nitelendiren İslam İnkılabı Lideri, “Bazıları, İslam ülkelerinin şu anki kimi başkanlarının varlığına rağmen şu anki şartlarda vahdetin sağlanmasının mümkün olmadığını söyleyebilir, ancak İslam dünyasının aydınları, alimleri, bilgeleri ve seçkinleri, atmosferi düşmanın istediğinden farklı hale getirebilirler. Bu durumda birlik sağlama olasılığı daha kolay olacaktır” dedi.

İnkılap Lideri, “Birlikten kastedilen nedir?” sorusunu gündeme getirerek, “İslam dünyasında birlikten kastedilenin, ırksal ve coğrafi bir birlik değil, İslam ümmetinin çıkarlarını korumaya ayarlı bir birlik olduğunu” anımsattı.

İmam Hamanei, “İslam ümmetinin menfaatlerini ve Müslümanların kimlerle ve nasıl dost veya düşman olmaları gerektiğini doğru anlamak ve istikbarın planlarına karşı ortak eylemde buluşmak, birliğin gerçekleşmesi için çok önemli olduğunu” sözlerine ekledi.

İslam İnkılabı Lideri, dünyada siyasi sistemin değişmesi konusunda ortak bir anlayışa varılmasının ortak eylem için önemli ve temel bir nokta teşkil ettiğini vurgulayarak şöyle dedi: “Dünyanın siyasi haritası değişiyor, tek kutuplu sistem reddedilmeye doğru ilerliyor ve küresel istikbarın hakimiyeti de her geçen gün eskisinden daha fazla meşruiyetini kaybediyor. Dolayısıyla yeni bir dünya kuruluyor. Ve çok önemli olan soru şu: İslam dünyası ve İslam ümmetinin yeri bu yeni dünyanın neresinde?”. Ayetullah Hamanei, devamla şunları vurguladı: Bu şartlarda İslam ümmeti, vahdet-i kelimeye varıp Amerika'nın, Siyonistlerin ve büyük şirketlerin bölme ve ayartmalarından kendini kurtarması halinde yeni dünyada yüksek bir konuma sahip olabilir, olgu ve öncü olabilir.

İnkılap Lideri, “Müslümanların vahdet-i kelimeye varması ve değişen dünyada yüksek bir konuma gelmesi mümkün müdür?” sorusunu da sorarak şöyle dedi: Evet, Müslüman milletler arasında birlik mümkündür, ancak bunun olması için çaba, eylem gerekir, baskılar ve zorluklar karşısında direnmek gerekir.

İslam İnkılabı Rehberi, bu bağlamda en fazla umudun İslam dünyasının elitleri ile aydın görüşlü gençlerinde ve kamuoyunu yönlendirmedeki rollerinde yattığını vurgulayarak, şunları kaydetti: Etkili bir varlık olmanın mümkün olduğunu gösteren bir örnek, İran İslam Cumhuriyeti’dir. İmam Humeyni'nin (r.a) rehberliğindeki bu küçük fidan, o zamanın iki süper gücünün karşısında durmuştu ve o fidan artık köklü bir ağaca dönüşmüştür ki, onu yerinden sökmeyi düşünmek bile kimsenin haddine değildir.

İnkılap Lideri şunları anımsattı: Biz direndik ve ilerledik. Elbette direnmenin de her iş gibi kendi zorlukları vardır. Tabi, teslim onlanlar da zorluklarla karşılaşır şu farkla ki, direnmek ilermenin ve teslim olmak ise gerilemenin nedenidir.

İmam Hamanei, mezhebi ihtilafların çatışmaya dönüşmesini engellemenin İslami vahdetin gerçekleşmesinin bir gereği olduğunun altını çizerek, “İslam’ın kendisine karşı olan Amerikan ve İngiliz politikacılar kendi mahfillerinde Şii-Sünni bahsine girdiklerini ve bunun oldukça tehlikeli olduğunu” hatırlattı.

Daha önce yaptığı “İngiliz Şiisi” ve “Amerikan Sünnisi” tanımlamalarını ve bazı kimselerin bu ifadeleri tahrif etmeye dönük çabasını anımsatan İnkılap Lideri, “İngiliz Şiisi veya Amerikan Sünnisi demek, hangi komunda, mevkide ve ülkede olursa olsun, DAİŞ gibi kavga, tefrika çıkararak ve tekfir ederek düşmana hizmet eden kimse demek olduğunu” belirtti.

İslam İnkılabı Lideri, DAİŞ'in Irak ve Suriye'de işlediği cinayetler ve özellikle Afganistan'da öğrencilerin katliamından duyduğu üzüntüyü dile getirerek, şunları kaydetti: Hem Şia’da hem Ehli Sünnet’te her iki tarafta da Şiilik ile, Sünnilik ile bir alakası olmayan aşırılık yanlısı kimseler bulunuyor ve bu aşırılar mezheplerin aslını itham etmeye zemin oluşturmamalıdır ve bir mezhep adına diğer tarafın duygularını galayane getiren kimselere karşı ciddi bir önlem alınmalıdır. 

Filistin'de ve İslam dünyasının diğer bölgelerinde artan sıkıntıları, baskıları ve cinayetleri İslam ümmetindeki teşettütün ve dağınıklığın bir sonucu olduğunu diyen İnkılap Lideri, Müslümanların birçok ortak yönüne işaretle, “İran İslam Cumhuriyeti bugüne kadar İslam birliğinin pratikte gerçekleşmesi için elinden gelen herşeyi yaptı. Filistin'deki Sünni kardeşlere çok yönlü desteği bunun açık bir örneğidir ve bu destek bundan sonra da tüm gücüyle devam edecektir” dedi.

İslam İnkılabı Lideri, İslam dünyasında oluşan direniş cephesinin İslam Cumhuriyeti tarafından desteklendiğini vurgulayarak, “Allah'ın lütfuna ve inayetine inanıyoruz ve büyük İslam birliği hayalinin pratikte gerçekleşmesini umuyoruz” diye kaydetti.

 Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a)'in mübarek veladeti Ehli Sünnet rivayetlerine göre 12 Rebiülevvel, Ehlibeyt Mektebi’ne göre de 17 Rebiülevvel'dir.

Rahmetel lil âlemîn olan Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a)'in mübarek veladetinin iki mektep de farklı tarihlerde kutlanıyor olmasının ihtilafa değil rahmete vesile olması için İslam İnkılabı kurucusu İmam Humeyni 12-17 Rebiülevvel tarihlerini "Vahdet Haftası" ilan etmiştir.

1990 Ekim'inden beri Vahdet Konferansı her yıl düzenlenmektedir. O zamandan beri, Şii ve Sünni âlimler Vahdet Haftası konferansına katılıyorlar.

Konferansta mezhep çatışmasının nedenleri inceleniyor, çelişkileri ve provokasyonları ortadan kaldırmanın çözüm yolları, Şii ve Sünni birliğin temel yönlerini gösteren raporlar sunuluyor.

Televizyonlarda vahdet ve birlik programları, online ve klasik medyada bu yönde yazı ve makaleler yayınlanır. Ayrıca, bu hafta Sünni Şiiler birlikte mevlid partileri düzenliyor.

Son yıllarda açık havalarda caddeler ihsan yemekleri verilmekte, çeşitli flaşmoblar sergilenmektedir.

Bu hafta aynı zamanda İslam dünyasında Müslümanların birlik-dayanışma haftası olarak işaretlendi.

Pazartesi, 10 Ekim 2022 16:54

Bilim, Akıl ve Dinin Tanımı ve Farkları

 İlim kelimesi için üç mana zikredilmiştir: Bazen ilim, mastar manasına gelen “Bilmek”, bazen mastar ismi manasına gelen “Bilgi” ve bazen de kavranmış anlamına gelen “Bilinen” anlamında kullanılır.

Bazen yanlışlıkla veya müsamahayla bilgi kelimesi, bilinen kelimesinin yerine kullanılması bir takım safsatalara sebebiyet vermiştir. Örneğin, gerçekte insanın kendisinin, bilgi alanında tekâmülünden ibaret olan bilginin tekâmülünden hatalı bir şekilde bilinenlerin özsel/cevheri değişimi ve gelişimi neticesini alıyorlar. Bu netice bilgiyle bilinenin birbirine karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Gerçek de tekâmül edip gelişen insanın bilgisidir, bilinenler değildir.

İlim konusunda iki terim vardır: a) Mutlak manada bilme ve anlama, ister gerçeğe mutabık olsun, isterse olmasın. Yani insanın zihnine bilgi olarak gelen her şekil (Popper’in ikinci dünyası) veya bilgi dünyasında bilgi olarak sunulan her şey (Popper’in üçüncü dünyası).

Gerçekle Mutabık Olan Bilgi[1]

İlim ve dinin çelişmesi meselesinde ilimden maksat pozitif bilimlerdir.[2] Bu bilimler tecrübe ve deneye dayalı olarak fiziksel olayları incelemeğe tabi tutarlar. Sonuç itibarıyla bu terim bundan önce ilim olarak zikredilen iki terimden farklı bir anlam içermektedir.

Akla gelince, birçok anlamı söz konusudur. Ancak bizim akıldan maksadımız genel/külli kavramları anlayabilen kabiliyet ve güçtür.[3] Aklın anlayışı, eğer doğru öncüllere ve sahih istidlal yöntemlerine dayalı olursa kabullenilebilir olacaktır. Şunu da unutmamak gerekir ki, aklın anlama sahası genel/külli kavramlardan ibarettir ve onun dışındaki sahalarda başka araçlardan, örneğin duyu organlarından, faydalanmak zorundadır. Elbette duyu organları vasıtasıyla elde edilen veriler, akıl vasıtasıyla tahlil edilerek bir takım çıkarımlar yapılır. Bundan dolayı duyu organlarındaki algılama hataları bazen aklın da hata etmesine sebebiyet verir.[4]

Din kelime olarak şu manalara gelir: İtaat, boyun eğme, taraftarlık, kabul, teslimiyet ve karşılık. Kur’ân’da din kelimesi bazen beşeri kanunlar ve kararlar için[5] ve bazen de batıl dinler için kullanılmıştır. Örneğin Kıptilerin İsrail oğullarına hâkimiyetini sağlayan kanunları[6] ve Hicaz putperestlerinin yağmacı kanunları için din tabiri kullanılmıştır.[7]

Ama Kur’ân’a göre gerçek manada din, insanı yetiştirip toplumu idare etmek için var olan inanç, ahlak ve kanunların bütününden ibarettir. Din gerçekte yaratılışın konuşan dilidir. Dinin büyük bir kısmı insanı ve evreni tanıyarak, onun saadete ulaşma yollarını anlamaktan ibarettir. Din sadece Allah tarafından düzenlenirse haktır.[8] Çünkü insan ve evren hakkında yeterli bilgiye sadece O sahiptir ve bundan dolayı da kanunları, insanda var olan güç ve kabiliyetleri göz önünde bulundurarak düzenler.[9]

Eğer dinden maksadımız ilahî dinler olursa, onun için farklı aşamaları göz önünde bulundurabiliriz:

Nefsu’l-Emrî Din: Yani Yüce Allah katında ve iradesinde, insanı hidayet ve saadete ulaştıracak din. İnsanın özü bir olduğundan dolayı bu dinde bir tek nüshaya sahip olup evrenseldir ve hiçbir zaman ve mekânla sınırlı değildir.

Gönderilmiş Din: Yani Allah tarafından insanın hidayeti için peygamberlere gönderilen din. Bu din, bir taraftan nefsu’l-emrî din ile aynı kaynağa sahip olduğundan evrensel bir yapıya sahiptir. Ama diğer taraftan inmiş olduğu neslin zamansal ve mekânsal ihtiyaçlarını içerdiğinden bir takım özel/evrensel olmayan unsurlara sahiptir.

Keşfedilmiş Din: Yani gönderilmiş veya nefsu’l-emrî dinden, kişilerin akla veya nakle müracaat ederek keşfettikleri dindir.

Kanunlaşmış Din: Keşfedilmiş dinin genelleşerek belli bir kanun kalıbına girerek halkın bir grubunun inancı haline gelmiş dindir.

Kur’ân, “Allah katında din İslâm’dır.”[10] derken maksadı nefsu’l-emrî dindir. “İslâm bütün dinlerin sonuncusudur…” denildiğinde maksat gönderilmiş dindir. Şahısların dini göz önünde bulundurulduğunda maksat keşfedilmiş dindir.[11]

Bazıları dini, kitap ve sünnetten ibaret biliyorlar. Bu anlayışa göre de din sabittir ve dini tanıma sadece kitap ve sünnetle mümkün olur. Bu bakış açısında din, şahısların zihinlerine bağımlı değil (Popper’in üçüncü dünyası) herkese açıktır. Dolayısıyla da değişkendir.[12]

Elbette dikkat etmek gerekir ki, dini bu manada kullanmak, yukarıda anlatılanlar göz önünde bulundurulduğunda, dinî sadece belli bir katman ve aşamasıyla kısıtlamak olur. Ayrıca eğer din, Allah katında ve levh-i mahfuzdaki sabit hakikat değil de sadece kitap ve sünnetten ibaret olursa, böyle bir din, değişimden kendisini kurtaramayacaktır. Çünkü kitap ve sünnet, nefsu’l-emrî dinin yansımasıdır ve kitapla sünneti tanıma gerçekte başka bir marifeti/tanımayı tanımadır. Buna göre kitap ve sünnetin alanı, kelam, usul, rical ve din felsefesi ilimlerindeki görüş farklılıklarına göre daralıp genişleyebilmektedir. Örneğin eğer usul ilminde sika/yalan konuşmayan şahsın sözünü hüccet/delil kabul edersek dinin alanı değişime uğrayacaktır (genişleyecektir).[13]

Batılıların Görüşünde Din:

Batıda dinle ilgili yapılan tariflerin geneli belli bir bakış açısına dayalıdır. Örneğin psikolojik açıdan denmiştir ki din, insanın ilah olarak adlandırdığı varlık karşısında yalnızken ortaya koyduğu duygu, davranış ve tecrübelerinden ibarettir. (William James)

Sosyolojik açıdan din şöyle tarif edilmiştir: Fertlerin oluşturduğu; inanç, davranış, slogan ve dinî kurumların bütünüdür. (Talcot Pearsoons)

Maddeci bakış açısında din: Bizim kabiliyetlerinizin özgürce gelişmesini önleyen emir ve yasaklar bütününden ibarettir. (Raynah)

Dinî açıdan din: Bütün varlıkların bizim bilgimizin ötesi bir gücün tecellisi olduğunu kabul etmekten ibarettir. (Horbert Spencer)[14]

Bizce dinin en kapsamlı tarifi şudur: Din sonsuz hakikat ekseninde oluşmuş bir takım (bireysel ve toplumsal) inanç, davranış ve duyguların bütünüdür.

İtikatlar, yalan veya doğru olmakla vasıflandırılabilecek önermelerdir. Her dinin itikadı, o dindeki bir takım davranış ve duygusallıkları izah eder.[15]

Neticede ilim, terim manalarından birine göre gerçekle mutabık olan/örtüşeni anlamadır. Gerçi Batı’da, din ve ilimin çatışması söz konusu edildiğinde ilimden maksat sadece pozitif bilimlerdir.

Akıl, külli/genel kavramları anlayan güçtür. Din ise, halkın hidayeti için Allah tarafından peygamberlere vahiy yoluyla gönderilen ilahî hidayetten ibarettir.

Bu üç kavram arasındaki farkları ve tezatları iki başlık altında incelemeğe tabi tutacağız:

1. Akıl ve Din (Akıl ve İman)

Hıristiyan âleminde, Hz. İsa’nın (a.s) getirdiklerinin tahrif edilmesinden dolayı dinle aklın verileri arasında çelişki olduğu görüldü. Bunun ardından bilim adamlarının kafasında şu iki soru oluştu:

a) Aklın dinin sahasında bir yeri var mıdır?

Görünüşe göre kimsenin imanı anlamada akıldan faydalanılabileceği konusunda sorunu yoktur. Ancak buna binaen daha önemli bir soru karşımıza çıkar o da şudur:

b) Aklın imanın sahasında yeri nedir? Başka bir deyişle, fertlerin, imanlarının doğru olduğuna dair ikna edici delillere ihtiyaçları var mıdır?

Bu sorulara cevap verebilmek için Batı’da üç fikir akımı ortaya çıktı:

Üst Düzey Akılcılık: Bu anlayışa göre, yeterli delile sahip olmayan her inanç kınanmalıdır ve dinî inancın kabullenebilir olması için herkesi ikna edecek şekilde ispatlanması gerekir. İngiliz matematikçi Cliffort ve Jean Lack bu inancı paylaşıyorlardı. Aquinas bu konuda şöyle diyor: “Hıristiyanlığın hakikatini, dakik aklî araştırmalarla ikna edici bir şekilde ispatlamak mümkündür. Ancak akılla imanın yolları ayrıdır ve biz imanın peşine düşmeliyiz aklın değil.” Suen Born da üst düzey akılcılığa yakın bir düşünce yapısına sahiptir.

İman Eksencilik: Bu düşünce akımına göre, dinî düzenlerin akıl tarafından değerlendirilmeğe ihtiyacı yoktur. Bu grubun iddiasına göre dinî düzenler o kadar köklü bir yapıya sahiptirler ki onları ispatlayacak ondan daha köklü bir yapı söz konusu değildir. Kierkegard bu inanca sahipti ve ona göre akılla din birbirinin zıddıdırlar.

Elbette bu grubun gaflet ettiği mesele şudur, halis bir müminin inançlarının köklülüğünden maksat bu inançların onu yaşam tarzıyla ilgili kapsamlı bir şekilde yönlendirip onun için yeteri kadar hedef ve delil icat etmesidir. Ama buradan yola çıkarak insanların dinle ilgili düşüncelerinin diğer bilgi ve düşüncelerinden daha köklü olduğu ve doğruluğu daha kolay anlaşılır olduğu neticesine ulaşamayız.

c) Eleştirel Akılcılık: Bu düşünce akımına göre dinî düzenler akılla değerlendirmeğe tabi tutulabilirler ve bu değerlendirme mutlaka yapılmalıdır. Gerçi dinî düzenlerin doğruluğunun mutlak anlamda akılla ispatı mümkün değildir.

Bu yöntemde evvela, genele hitap eden bir ispatlama yerine şahıslara özel ispat söz konusu edilmiştir George Maverdis diyordu ki: “İspat meselesini şahsa özel telakki etmemiz gerekiyor. İkinci olarak bu düşünceye göre dinî inançların hakikatiyle ilgili olarak kesin neticeye hiçbir zaman ulaşılamaz. Meseleyi bu şekilde yorumlama, büyük ölçüde Popper’in görüşüne uygunluk arz etmektedir."[16]

Ama İslâm’da akıl, dini tanıma kaynaklarından birisi olarak kabul edilmiş ve inanç meselelerinde,[17] akla öncelik tanınmıştır. Öyleki Kur’ân’da[18] delil yerine taklide dayalı olan inanç defalarca kınanmıştır.[19]

Hatta aklın bu önemi yüzünden dinin kesin olmayan/zâhirî hükümleri aklın kesin hükümlerine göre açıklanmıştır.

Ahkâmda (fıkıhta) da akıl, fıkhî hükümlerin kaynaklarından birisi olarak kabul görmüştür. Yani aklın doğru istidlal yöntemlerine dayanarak elde etmiş olduğu açık hükümler, dinî metinleri anlamada bitişik/muttasıl veya ayrı/munfasıl karine olarak kabul edilir ve bu metinlerin anlaşılmasında onlardan faydalanılır.

Akıl hem nefsu’l-emrî dine ulaşma vesilesidir; hem de gönderilmiş/mürsel dine ulaştıran delildir. Nefsu’l-emrî dine üç yoldan ulaşmak mümkündür:

a) Vahiy ve şûhut yoluyla ki bu yol belli bir gurup insana özeldir.

b) Nakil, yani vahiy ve şûhut yoluyla elde edilenlerin beyan edilmesi.

c) Akıl.

Gönderilmiş dinî keşfetmenin iki yolu vardır: 1- muteber nakil 2- akıl.

Eğer nakil, aklın keşfettiklerini beyan ederse bu, nakil yoluyla gelenin aklın bulgularına yönlendirdiğinin göstergesidir.[20]

Başka bir tabirle akıl, dinin bazı bölümleri için ölçü, bazıları için aydınlatıcı ve bazıları içinse anahtar pozisyonundadır.

Aklın ölçü olduğu yerlere örnek olarak dinin gerekliliği ve şirkin batıllığı verilebilir. Bu tip meselelerde vahiy görüş bildirse bile insanların akıl hazinelerinde olanı açıklamaktan başka bir şey yapmamıştır. Hz. Ali (a.s) buyuruyor:

“Peygamberler, insanların akıllarında saklı olan hazineleri ortaya çıkarmak için gönderilmişlerdir.”[21]

Burada akıl vahyin karışında değildir. Ancak akılla vahiy ilahî hidayetin iki ayrı mertebesidirler. Elbette burada vahiy, akla üstün, akılsa vahye mutabıktır ve birbirleriyle hiçbir ihtilafları olmadan her ikisi de ilahî hüccet/delildir.[22]

Aydınlatıcı Akıl: Akıl, dinî hükümlerin istihracında aydınlatıcı pozisyonundadır. Dolayısıyla da aynı kitap, sünnet ve icma gibi fıkha kaynaklık eden delillerden sayılmaktadır. Akıl bu alandaki rolünü şöyle oynar: Bazen onun yol göstericiliği icma gibidir. Nasıl icma masumun görüşünü yansıtması açısından delil sayılıyorsa, akıl da bazen kitap ve sünnette olanı bulmak için araç olur. Bu hedefe ulaşmak için akıl, kitap ve sünnetten alınmış esaslardan faydalanır (gayri mustakillat-ı aklî). Ama bazen akıl, şeriatın hükümlerine ulaşabilmek için kendinde var olan kaynaklardan faydalanır (mustakillat-ı aklî).

Anahtar Akıl: Aklın anahtarlığından maksat şudur; akıl, aydınlatıcı olarak şeriatın kanun ve hükümlerini kendi ufkunda külli ve soyut bir şekilde keşfedip beyan ettikten sonra şeriatin sınırlarına karışma yetkisi yoktur. Örneğin akıl, masumun sözlerine dayanarak ahkâmın özellikleri hakkında fikir beyan edebilir. Ama bunun ötesine geçemez.[23]

Sonuç itibarıyla yukarıda belirtilen yerlerde, aklın hüküm ve hakemliği İslâm tarafından kabul edilmiştir. Sadece doğru ve yalan olma vasfıyla nitelenen inançlarla ilgili önermelerde aklın onayı gerekmekle kalmayıp, ahkâm/fıkıh ve ahlakla ilgili meselelerde de akıl, önemli kaynaklardan birisi olarak kabul edilmiştir. Elbette akıl bazı yerlerde görüş bildirme gücüne sahip değildir. Ahiretin ayrıntıları ile ilgili meseleleri buna örnek olarak vermek mümkündür. Peygamberlerin öğretilerinin esaslarından bir tanesi de bize akılla ulaşması mümkün olmayan şeyleri öğretmeleridir.

“…ve size bilmediklerinizi öğretiyor.”[24]

2. Bilim ve Din:

İslâm’ın bu konudaki görüşünü beyan etmeden önce bu meselenin çıkış yeri olan Batı’ya ve Batılı düşünürlerin görüşlerine bir göz atacağız.

Kiliseyle Galile gibi bilim adamlarının çatışması ve kilisenin bilim adamlarına karşı katı tutumuna rağmen, bilimin bir takım verilerinin kesinleşmesi Batıda üç ayrı akımın oluşmasına sebep oldu:

a) Din ile bilimin rekabet, hatta çatışma durumunda olduğunu savunan görüş: Bir gurup radikal Hıristiyan diyordu ki: Dinle bilimin çeliştiği noktalarda Kitab-ı Mukaddesin iddiaları öncelik hakkına sahiptir.

Buna karşılık bazı maddeciler tabiattaki tekâmülü tercih ediyorlardı. Daha sonra Haksly gibi bilim adamları, maddeden başka gerçeğin olmadığı iddiasındaki felsefî görüşten yola çıkarak Hıristiyanlığı ve Allah inancını kökünden reddedip ‘insanın madde dışında görünmeyen bir hedefi yoktur’ diyorlardı.

b) Bir gurup ise din ile bilimin değişik açılardan birbirlerinden ayrı olduklarına inanıyorlardı. Yeni Ortodoksları, dinî egzistansiyalistleri, pozitivistleri ve dil filozoflarını bu guruptan saymak mümkündür. Yeni Ortodokslardan olan Karl Bat diyordu ki: “Konu açısından ilahiyatın konusu, Tanrı’nın İsa’da tecellisidir, ama bilimin konusu tabiattır. Yöntem açısından, Tanrı’yı sadece bize olan tecellisi yoluyla tanımak mümkündür. Ancak tabiatın sınırlarını beşeri aklın yardımıyla tanımak mümkündür. Öte taraftan dinin hedefi, insanı Allah’la görüşmeye hazırlamaktır. Ama bilimin hedefi, tabiata hâkim olan kuralları tanımaktır. O zaman din ve bilim, bu üç alanda bir birlerinden ayrıdırlar ve hiçbir şekilde çatışmaları söz konusu değildir.

Egzistansiyalizmin kurucularından olan Kierkegard diyordu ki: “Bilimsel bilgi kişisel değil objektiftir. Ancak dinî bilgi tümüyle kişisel ve subjektiftir.”

Bilimin konusu, maddî varlıklarla onların rolleridir. Ancak dinin konusu şahsi ve ahlâkî gerçeklerdir. Gerçekte dinî bilginin hedefi, Allah’la mümin insanın, ilişkisiyle alakalıdır ve onu bilimsel olarak ve duygudan soyutlanmış bir şekilde düşünmek söz konusu değildir.

Pozitivizme göre bilimsel bilgiyi diğer bilgilerden ayıran en önemli özellik, onun herkes tarafından denenebilir olmasıdır. Bundan dolayı bilgi elde etmenin tek yolu bilimsel yöntemdir ve sadece üzerinde deney yapılabilecek şeylerin içeriği ve anlamı olan bir anlatımı vardır. Dinin dili; Allah, ruh ve nefsin ebediliği gibi denenmesi mümkün olmayan şeylerden bahsettiğinden dolayı bilimsel değere sahip değildir. Felsefesi genel dile dayalı olan Wittgenstein diyordu ki: “Dilin muhtelif kullanımları vardır. Bilimsel dilin hedefi bir tür öngörü ve kontroldür. Ama ilahiyatta dil, dua, huzur bulma ve benzeri hedefler için kullanılır. O zaman din ve bilim tamamen iki ayrı faaliyet alanına sahiptirler ki konu, yöntem ve hedef açısından farklılık arz etmektedirler.”

c) Din ve bilim arasında sıkı ilişki olduğunu savunan görüşler: Waitheid dinî ve bilimsel verilere dayanarak kapsamlı bir hakikat yorumu sunmaya çalışmıştır.

Mack Gay diyor ki: “Bilim ve din, farklı yöntem ve hedeflerle ortak konular için farklı açıklamalar sunma çabasındadırlar. Bilim gerçeklerin sebeplerini keşfetmek istemektedir. Ama din olayların manalarını ortaya koymak istemektedir. Buna göre mükemmel bir anlayışa ulaşmak için hem kelami yorumlara ihtiyacımız vardır hem de bilimsel açıklamalara.”

Elbette Mack Gay şu soruya cevap vermekten aciz kalmıştır: Din ve bilimin çeliştiği yerlerde hangisini tercih edeceğiz?

Suen Born diyordu ki: “Bilim ve ilahiyat anlatım tarzlarındaki yöntem farklılıklarından dolayı bir birlerinden ayrılırlar. Bilimsel açıklama şuursuz maddî varlıklardaki zati kabiliyetler üzerinde yoğunlaşmıştır. Ancak dinî açıklama, bağımsız bir fail olarak Allah’ın fiilinden kaynaklanan bir takım özel olayları konu edinir.”

Elbette bazıları bilimin görevinin açıklama olduğunu kabul etmezler ve bilimin gücünün, öngörü ve kontrol olduğunu savunurlar. Aynı şekilde din için de derler ki: Dinin asıl vazifesi açıklama değil, bireysel ve toplumsal hayatı düzenleme gibi sorumlulukları üstlenmektir.[25]

Ama İslâm’da, Kur’ân’ın tahriften korunmasından dolayı din ve bilim arasında bu tür çatışmalar söz konusu değildir. Bilimin yeni buluşları dinle çelişmediği gibi Kur’ân’ın bilimsel mucizesini de ortaya çıkarmıştır. Elbette şunu da hatırlatmalıyız ki, Kur’ân ayetlerinin yüzde onundan fazlası farklı alanlardaki bilimsel meselelere yöneliktir ve bu ayetlere yönelik üç bakış açısı söz konusudur:

Bir gruba göre Kur’ân bütün bilimsel meselelere değinmiştir. Dolayısıyla bu gurup âyetleri bilimsel meselelere tatbik etme çabasındadırlar.

Başka bir gurup Kur’ân’ın bilimsel tefsirine karşıdırlar ve bilimsel tefsiri Kur’ân’ın hedef ve maksatlarına aykırı telakki ediyorlar.

Başka bir gurup da, ihtiyatlı bir yaklaşımla Kur’ân ayetlerini bilimin kesin bulgularına uygun olarak tefsir etmişler ve bilimsel bulgular temeline dayalı tefsir alanında aşırılıktan uzak durulmasını tavsiye etmişlerdir.

Birinci akım Kur’ân’daki bazı âyetlerin zahirine[26] dayanarak diyorlar ki: Her şey Kur’ân’da beyan edilmiştir. Nitekim âyette şu ifade yer alır: “Her şey için açıklayıcı.”[27] Ama bunlar, Kur’ân’ın insanların saadeti ve hidayeti için nazil olduğu gerçeğini göz ardı etmişlerdir. Kur’ân, bilimin değişik alanlarıyla ilgili bilgileri ihtiva eden bilim ansiklopedisi değildir. Kur’ân’daki “Her şey” den maksat, hidayetle ilgili olan her şeydir: “O her şeyi beyan eden hidayet ve rahmettir…” Yani Kur’ân, insanların hidayeti için gerekli olan[28]; yaratılış, ahiret ve güzel ahlak gibi gerçek bilgileri -ki insanlar hidayeti bulmada onlara muhtaçtırlar- kapsamlı bir şekilde ihtiva etmektedir. Elbette bazen terbiye etmekle ilgili bazı hedeflerine ulaşabilmek için tabiat ve varlıkla ilgili bazı konulardan da yararlanmıştır.[29]

Bilimin aydınlatıcılığı sayesinde Kur’ân’ın bilimsel mucizesi kendini göstermiş ve bu vesileyle bilim hayranlarına İslâm’ın ve Kur’ân’ın hakkaniyeti aşikâr olmuştur.

İkinci gurup, Kur’ân ve bilimin çelişmesinden korkarak Kur’ân’ın bilimsel tefsirine karşı çıkmıştırlar. Ama şu gerçeği görememişlerdir; eğer Kur’ân kesinleşmiş bilgilere dayanılarak tefsir edilirse asla çelişki söz konusu olmayacaktır. Bundan dolayı üçüncü gurup Kur’ân’ın bilimsel tefsiriyle ilgili bir takım şartları öngörmüşlerdir ki bu şartlar ilgili yerlerde beyan edilmiştir.[30] Şunu da hatırlatalım, böyle bir çelişki ancak Keşfedilmiş Dinde söz konusu edilebilir ve Nefsu’l-Emrî Din ile Mürsel Dinde böyle bir şeyden söz edilemez. Kimse de dinden anladığı her şeyin yüzde yüz doğru olduğunu iddia etmemiştir.

[1] Mehdi Hadevî Tahranî, İnançlar ve Sorular, 153-162 ve İçtihadın Kelamî Kökenleri, 377-379.

[2] İlim ve Din, Ian Barber, Hurremşahî tercümesi, s. 9.

[3] Muhammed Hüseyinzade, Dinî Anlayışın Dayanakları, s. 36-44.

[4] Hadevî Tahranî, İnançlar ve Sorular, s. 16-17.

[5] Yusuf, 76.

[6] Mümin, 26.

[7] Kafirun, 6.

[8] Nasr, 2, Bakara, 193, Enfal, 39, A’raf, 29, Tevbe, 29-33.

[9] Cevad Amulî, Marifet Aynasında Şeriat, s. 93-97, İnançlar ve Sorular, s. 16-17.

[10] Âl-i İmran, 19.

[11] Hadevî Tahranî, İçtihadın Kelamî Kökenleri, s. 384-389.

[12] Suruş, Şeriatin Teorik Genişlemesi ve Daralması, s. 182, 184 ve 245.

[13] Hadevî Tahranî, İnançlar ve Sorular, s. 153-162.

[14] John Hayk, Din Felsefesi, Behram Rad’ın tercümesi, s. 23-24, İçtihadın Kelamî Kökleri, Hadevî Tahranî, s. 384.

[15] Michael Peterson, Dinî İnançlar, s. 18-22.

[16] Michael Peterson, Akıl ve Dinî İnanç, s. 69-95, Hadevî Tahranî, İnançlar ve Sorular, s. 49-58.

[17] Kur’ân, Zümer Sûresinin 17 ve 18. âyetlerinde şöyle buyuruyor: “Tâğût’tan, ona kulluk etmekten kaçınan ve içtenlikle Allah’a yönelenler için müjde vardır. O hâlde, kullarımı müjdele! Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir.” İmam Musa Kazım (a.s) da Hişam’a şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ bu ayetle akıl sahiplerine müjde vermiştir.” Tuhufu’l-Ukul, s. 404.

Bu ayet aşağıdaki nüktelere işaret etmiştir: 1-Allah’a kulluğun gereği ayetten açıklanan görevden ibarettir. 2-Duymayla dinleme arasında fark vardır. Birincide sadece işitme söz konusudur hatta istenmese bile; ama ikincide istekli bir dinleme söz konusudur. Yani onlar bir şeyi dikkatle dinleyip anlamadan reddetmezler. 3-Duyduklarını eleştiriye tabi tutup en iyisine tabi olurlar. 4-Gerçi burada yol gösteren akıldır ama Allah Teâlâ onu ilahî hidayet olarak telakki etmiştir. 5-Akıl ve anlama nimetinden yoksun olan insanın hiçbir değeri yoktur. Aynı bademin özünün içinden ibaret olması gibi “Onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir” .

[18] Bakara 170, Maide, 104, Enbiya, 53-54, Şuara, 74 ve Zuhruf, 23.

[19] Tuhufu’l-Ukul, 404- 425, İslâm’da Talim ve Terbiyet, s. 17-30 ve 175-195.

[20] Marifet Aynasında Şeriat, s. 335, İçtihadın Kelamî Kökenleri, s. 384-389.

[21] Nehcü’l-Belağa, 1. Hutbe.

[22] İmam Musa Kazım (a.s) buyuruyor ki: “Allah’ın insanlara iki delili/hücceti vardır; iç delil, insanların aklıdır ve dış delil, vahiydir.” Tuhefu’l-Ukul, 407; İslâm’da Talim ve Terbiye, Şehit Mutahharî, s. 17-30 ve 175-195, İslâm Ahlakı, Muhyiddin Hairî Şirazî, s. 5-17.

[23] Cevadî Amulî, Marifet Aynasında Şeriat, s. 190-194.

[24] Bakara, 151.

[25] Akıl ve Dinî İnanç, s. 358 ve 396.

[26] Nahl, 89, Enam, 38-52, Saba, 3, A’raf, 52, Furkan, 6.

[27] Nahl, 89.

[28] Maide, 15-16.

[29] el-Mizan, c. 12, s. 325.

[30] Bu şartlar şundan ibarettir: 1-Tefsir kaidelerine uymak, 2-Bilimsel teori ve ihtimallere değil kesinleşmiş bilimsel bilgilere dayanmak, 3-Kur’ân’ın makamını dikkate almak, 4-Âyetler arasındaki uyumu dikkate alma, 5-Şeriatin kesin hakikatleriyle çelişmemek, 6-Bilimsel kanunla ayet arasında ilişki olması. Daha fazla bilgi için: Nasır Rafiî, Muhammed, Kur’ân’ın Bilimsel Tefsiri, c. 2, s. 176 ve 219.

Pazartesi, 10 Ekim 2022 16:51

İran'da yaşanan olayların perde arkası/

Sayın okuyucumuz bildiğiniz üzere büyük şeytan ABD'nin düşman addettiği ülkelerin başında İran İslâm Cumhuriyeti gelmektedir. Çünkü devrimle birlikte ABD'nin İran coğrafyasındaki sömürü vantuzları kesildi.

 


 ABD, İslâmî yönetimi yıkıp yerine sömürebileceği bir rejim tesis etmenin derdinde. Onun için iç karışıklıkların arkasında hep bu şeytanı görüyoruz. Hatırlayalım, ABD, aynı şekilde SSCB'nden ayrılan ülkelere nüfuz etmek ve kendisine piyonluk yapacak yöneticileri işbaşına getirmek için turuncu halk ayaklanmalarını Soros vasıtasıyla organize etmişti. Öte yandan yine bildiğiniz üzere 12 Eylül ve 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında ABD olduğu gibi Gezi Parkı olaylarında da yine ABD'nin şeytanî parmağı vardı. İran'da daha önce yeşil muhalefeti organize eden ABD olduğu gibi bu son olayda da yine onun entrikalarını görüyoruz. Elbette ABD ve CIA bu işi tek başına yapmıyor. Önce içerideki muhalifleri maşa olarak kullanmak için sinsi plânlarını organize edip ileri sürüyor. Bizzat kendi siyasîlerinin açıklamasına göre, ABD, İran'daki mevcut İslâm rejimini yıkmak için her yıl bütçeden 20 milyar dolar ayırıyor. Özellikle üniversite gençlerinin bu işe teşne olanları tespit ediliyor ve kendilerine finansman kaynak aktarılıyor. Kısacası ele geçirdikleri üniversite gençlerini fonluyorlar.
Bilindiği üzere ayaklanmalar ufak bir kıvılcımla başlar. Mahsa Amini olayına bakın, tamamen "vaka-i adiye"den münferit bir hadise. (Bu ifade ile Mahsa Amini'nin ölümünü baside aldığımız anlaşılmasın.) Bu olaydan dolayı sokak eylemleri yapıp 40 insanın ölümüne sebep olmak ne ile izah edilebilir? Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi açıklama yapıyor: "Olay araştırılacak, bir ihmal ve kasıt varsa suçlular cezalandırılacak." Ayrıca Reisi, Mahsa Amini'nin ailesini arıyarak, "Kızım ölmüş gibi üzüntü duydum" diyor. Elbette hiçbir hükümet yetkilisi serkeş bayanların irşad için götürüldükleri yerde ölüm hadisesinin yaşanmasını istemez. Üstelik kamera kayıtlarında görüldüğü üzere burada herhangi bir darp veya şiddet olayı da söz konusu değil. Mahsa Amini iki kez beyin ameliyatı geçirmiş, beyninde tümör olan bir bayan. Ölüm nedeni ise kalp krizi. Olay böyle sonuçlanmasına rağmen Mahsa Amini'nin ölümünü fırsata dönüştüren ABD'nin paralı piyonları hemen harekete geçip sokaklarda polislere ve tesettürlü/hicaplı kadınlara saldırıp ortalığı yakıp yıkmaya koyuldular. Yere düşen motosikletli polisin üzerine topluca çullanarak linç girişiminde bulundular ve bununla yetinmeyip polisin üzerine benzin dökerek yaktılar. Böylesine barbarlıkta bulunan bu insanlar yaptıkları vandallıkla bu ülkeye hangi özgürlüğü getirecekler. Bakınız bunlar başörtüsünü bahane ediyorlar. Maksatları başka. Kullanıldıklarının da farkında değiller. ABD öyle şeytan ki, Suudi Arabistan'da hiçbir ülke ile kıyaslanmayacak şekilde baskıcı ve despot yönetim var. Kadınların eğitim hakları ellerinden alınmış, ehliyet dahi alamıyorlar. Suudi Arabistan'da kadının kocasına kahve yapmaması boşanma sebebidir. Din adına orada insanlık dışı bir yönetim var. Daha kısa bir süre önce Ehl-i Beyt muhibbi 38 kişi idam edildi. İdam edilenler arasında 15-16 yaşlarında çocuklar da vardı. Ne Birleşmiş Milletler'in, ne ABD'nin, ne Avrupa ülkelerinin gıkı çıkmadı. Aynı şekil ABD vatandaşı olan gazeteci Adnan Kaşıkçı, Suudi Arabistan prensi Muhammed bin Selman'ın talimatıyla testere ile kesilip parçalara ayrılıyor ve ceset yok ediliyor. Ne ABD vatandaşını katledenlerin peşine düştü, ne dünyanın gıkı çıktı. Bunların nezdinde varsa yoksa İran. Çünkü maksatları başka. İran küresel emperyalizme teslim bayrağını çekmeyen ender ülkelerden biri. Müslüman ülkeler arasında ise tek. İran'dan başka ABD'nin dümen suyunda olmayan başka bir Müslüman ülke var mı? İran'ın haricinde hangi ülkede ABD üssü yok?


ABD'nin İran'a yönelik tek bir derdi var, diğer ülkeler gibi İran'a da diz çöktürmek. Bi iznillah İran'nın onur sahibi halkı ve yönetim erki böyle bir zillete boyun eğmeyecek. Bu yüzden şeytan ABD, şeytanlığından vazgeçmeyecek.
Bugüne kadar görüldüğü üzere başta Arap Baharı ve Gezi Parkı olayları olmak üzere hiçbir ayaklanma kendiliğinden ortaya çıkmadı. ABD'nin şeytanî anlamda bir özelliği daha var. Kalkışmaları kendi lehine çevirmekte çok mahir, çok becerikli. Arap Baharı kalkışmasında bunu yapmıştı. O dönem Arap ülkelerindeki baskıcı rejimlere karşı kıyam edenler, kalkışma yapanlar genelde İslamî hassasiyeti olan gençlerdi. Nitekim bu kalkışma Mısır'da Mubarak despotunu devirmiş, İhvan-ı Müslimin'i iktidara getirmişti. Ama olur mu? ABD tahammül edemedi ve derhâl düğmeye basarak askerî bir darbe ile General Abdulfettah Sisi'yi iktidara getirdi. Ellili yıllar İran'ına bakın, halkın iktidara getirdiği Musaddık'ı devirip, iktidardan inmiş olan Şah'ı tekrar iktidara taşıdı. ABD bu şeytanlığı hep yapıyor...
Çok azınlık da olsalar İran'da öteden beri İslâmî yönetime muhalif olan bir grup var. ABD her kıpırdanışta bunları harekete geçirip kitlesel bir ayaklanma olsun istiyor. İran'da bu küçük grubun sürdürdüğü nümayiş ve sokak eylemleri üç - dört gün sürdü. Cuma günü ise devrim yanlısı büyük halk kitleleri sokağa inerek İslâmî yönetime bağlılıklarını ibraz eden mitingler yaptılar. Tabi büyük şeytan ABD'nin bir kez daha hevesi kursağında kaldı. Soros'muş, CIA imiş, MOSSAD'mış hiçbirinin entrikası İran halkına sökmez, bu böyle biline...
İran'ın bölgesinde etkin bir güce sahip olarak Şanghay İşbirliği Örgütü'ne katılması bile ABD'yi tedirgin edip korkutmaya yetmektedir. Bu sözümüz Türkiye için de geçerlidir. Türkiye'nin ŞİÖ'ne gözlemci olarak katılması ve tam üyelik sözünü gündeme taşıması ABD'yi rahatsız etti. ABD, bu girişimi engellemek, bu iradeyi kırmak için çabalıyor. ABD, ortak projemiz, ortak üretimimiz olan F-35 savaş uçaklarını bize teslim etmeyince, biz de buna mukabil Rusya'dan hava savunma gücü olan S-400 radar sistemlerini aldık ve diğer birçok alanda Rusya ile ticarî anlaşmalara imza attık. Bu durum ABD'yi ziyadesiyle rahatsız etmeye yetti. ABD, Dedeağaç'a silah yığıp, Güney Kıbrıs'a silah ambargosunu kaldırıp Türkiye'yi ablukaya alıyor. Öte yandan İran'ı içten karıştırıp şeytanî entrikalarına çok yönlü devam ediyor. ABD'nin Gezi Parkı olaylarına gaz vermesi ile bugün İran'da başörtüsü bahane edilerek sokak eylemlerinin yapılması aynı kirli elin entrikaları olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yakın geçmişimize bakalım,


onlar D-8'i akamete uğratmak için 28 Şubat'ı yapmadılar mı?
Kesinlikle şunu ifade etmiş olalım ki, Merhum Erbakan'ın temellerini attığı D-8 aktif bir şekilde hayata geçmiş olsaydı ABD'nin küresel hegemonya etkisi kırılmış olacaktı. Müslüman ülkelerin birlik olmayışı ABD'nin dünya jandarmalığını pekiştirmesine sebep olmaktadır. Ümmet olarak 57 ulus devlete bölünmüş olmamız ABD'nin dünya üzerindeki tahakkümüne katkı sağlamaktadır. Her şeyden önce ABD haydut/soyguncu bir devlettir. ABD'nin genlerinde/sicilinde bu var. Kızılderili halkın vatanını ellerinden aldı. Alırken acımasızca soykırım yaptı.
Bir ırkın soyunu tüketti. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ise dünya jandarmalığına soyundu. Bu jandarmalık sadece soygun amaçlı olmaktadır. Bugün bunu bazı coğrafyalarda askerî gücü ile yapıyor. Tahakkümü altına aldığı veya tasallut ettiği ülkeleri ise dolar silahı ile vuruyor. Bir buçuk yıldan beri Türkiye'nin başına nasıl bir gaile açtıklarını hep beraber (bütün halk olarak) gördük. Kontrollü bir şekilde ülkelerin zenginliklerini ele geçirerek ekonomik krizleri devreye sokuyor. Neden 43 yıldan beri İran'a ambargo uyguluyor dersiniz? Bir taraftan ambargo, diğer taraftan içerideki münafık/hainleri fonlayıp kışkırtarak iç kargaşa çıkarıyor ki İslâmî İran istikrarsızlık sarmalına düçar olsun, İran'da kaos çıksın, İran'da iç savaş çıksın ve rejim yıkılsın, bütün dert ve amaçları bu. Bakınız an itibariyle ABD destekli teröristler İran'da eylem yapmaya devam diyor. 
İran'ın güneydoğusundaki Sistan-Belucistan eyaletine bağlı Zahidan kentinde Cuma namazının ardından karakola ve meydandaki vatandaşlara yönelik saldırıda 19 kişinin hayatını kaybettiği bildirildi.
İran resmi ajansı IRNA’nın haberinde, “Zahidan’ı güvensiz hale getirmek için önceden bölgeye gelen teröristler ve isyancıların karakola ve meydandaki halka ateş açtığı” belirtildi. Bilindiği üzere Sistan-Belucistan eyaletine bağlı Zahidan kentinde yoğunluk olarak Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz yaşamaktadır. ABD eskiden beri yaptığı üzere, kimi bölgede etnik köken üzerinden kışkırtıcılık yaparken, kimi yerde de mezhep üzerinden provokasyonlar yapmakta ve yaptırmaktadır. Kısacası ABD, sinsi ve şeytanî entrikalarıyla düşman gördüğü rejimleri zor durumda bırakmak için sadece başörtüsü üzerinden değil, etnik köken veya mezhep üzerinden de halkı birbirine düşürmenin hesabını yapmaktadır. Bi iznillah bu hesap İran'da tutmayacaktır...

Hazım Koral

Pazartesi, 10 Ekim 2022 15:32

Müslüman ülkeler neden geri

Zengin enerji kaynaklarına sahip olmalarına rağmen, demokrasi ve gelişme yolunda bir türlü mesafe alamayan ülkelere en iyi örnek Orta Doğu'dur.


Orta Doğu ülkeleri, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da sömürge anlayışına devam etmiş, otoriter siyasi rejimlerle yönetildiklerinden demokratik yönetimi ve ekonomik başarıyı sağlayabilecek kurumlar oluşturamamıştır. Oysa yüzyıllarca İslam dünyası uygarlık ve başarının öncüsüydü, Müslümanlar, yüzyıllar boyu dünyadaki en büyük askerî ve ekonomik gücü temsil etti. 9'uncu ve 12'nci yüzyıllar arasında İslam Dünyası, Bizans'ın ilerisindeydi. Farabi, Al Khwarizmi, Ömer Hayyam, Al-Razi, Al Rawandi, İbn-Sina, İbn-Rüşd gibi filozoflar ve bilim insanları, bilim ve sanatta insanlık tarihindeki en büyük başarılara imza attı. İslam dünyası, bu dönemde altın çağını yaşadı.

***

Osmanlı Devleti 600 yıl boyunca İslam coğrafyasında yaşamış olan İbn-Sina ve İbn-Rüşd düzeyinde tek bir filozof ve bilim insanı yetiştiremedi. Osmanlı; uygarlığa gözünü kapadı, bilime ve felsefeye geçit vermedi. Oysa Avrupalılar, 15-16'ncı yüzyılda Rönesans'ın oluşturduğu yeniden doğuş sayesinde bilim, sanat ve teknolojide İslam dünyasını geride bırakan büyük gelişmeler sağladı. Müslümanlar ise, uzun süre bu gelişmelerin farkına varamadı. 18'inci yüzyıla kadar, yalnızca Frengi hastalığı ile ilgili bir kitap Avrupa dillerinden Orta Doğu dillerine çevrildi. 1699'da, Karlofça Anlaşması ile Osmanlı Devleti büyük toprak kaybına uğradı. Karlofça, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde, yenilmiş bir Osmanlı'nın zafer kazanmış Hristiyanlarla yaptığı ilk anlaşma olması nedeniyle önem taşır.

***

Kâfir icatlarını öğrenmenin veya kâfir öğretmenlerden ders almanın dinen caiz olup olmadığı tartışıldı. 1450'lerde icat edilen Matbaa, 300 yıl sonra Osmanlı Devleti tarafından kullanılmaya başlandı. 1729'da kurulan matbaa çoğu tarih, coğrafya ve yabancı dil alanında 17 kitap bastı ve 1742'de kapatıldı. 1784'te padişah fermanıyla yeniden açıldı ve ancak 1796 yılından sonra Türkçe ve Arapça baskı yapabilen matbaalar kurulabildi.

Bin yıllık rakibi Hristiyan dünyasıyla karşılaştırıldığında, İslam dünyası yoksul ve bilgisiz kaldı. 20'nci yüzyılın özellikle ikinci yarısında, İslam ülkeleri için çöküş daha da hızlandı. Beş Müslüman devlet, yarım milyon Musevi'nin 1948'de Filistin'de bir devlet kurmasını önleyememiş, 1967, 1973 Arap-İsrail savaşlarında, İsrail'den daha güçlü olmalarına rağmen Arap ülkeleri varlık gösterememişlerdi.

Yaygın ve kabul gören bir görüşe göre, Batı ülkelerinin gelişmesinin temel nedeni, kilise ve devletin ayrılması; toplumun laik yasalarla yönetilmesidir. Müslümanlarca kutsallığın kaynağını oluşturan ve yaşamın her alanını düzenleyen tek yasa ise şeriattır. İslam ülkeleri ile Batı'nın yaklaşımlarındaki bu farklılık, önlenemeyen yolsuzluk yöntemlerinde de açıkça görülür. Batı'da para piyasada kazanılır ve iktidarı satın almakta kullanılır. Doğu'da iktidar ele geçirilir ve öylece para kazanılır.

***

Müslümanlar, laiklikle ilk kez Fransız Devrimi'nde tanıştılar. Ama sadece bir Müslüman ülke, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Mustafa Kemal Atatürk'ün stratejik öngörüsü sayesinde laikliği bir ilke olarak kabul etti. İslam'ı anayasadan çıkardı, şeriatı yasal alan dışına koydu ve çağdaşlaşma yolunda hızla ilerledi. Sonuçta, Müslüman ülkelerde yaygın olan kökten dinci yönetim sistemi ile Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Laik Demokrasi örneği karşımıza çıktı. Birincisinde, biat kültürü ile şuursuz bir itaat gelişmiştir. Bu sistemde; ülkenin yolsuzluklardan ve kötü yönetilmekten kurtulma mücadelesi, konuşma ve araştırma özgürlüğü, kadın erkek eşitliği yoktur. İslam dünyasının bugünkü geri kalmışlığının nedenleri, işte bu özgürlüklerin yokluğudur. Mustafa Kemal Atatürk'ün Laik Demokrasi sisteminde, akılcılık ve bilim ön plandadır; biat kültürü değil sorgulama kültürü gelişmiştir. Türkiye'de Atatürk'ün mirası da korunamadı. Laiklik, başörtüsü tartışmaları düzeyine indirgendi. Türkiye; Irak, Suriye, Yemen, Afganistan, Libya olmamışsa, bunun ana nedeni Atatürk'ün devrimleri ve özellikle laiklik sayesindedir.

Naim Babüroğlu

***

1923'te Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte, sorgulayan akıl; erdemli duruşu, insan onurunu, doğal hak ve özgürlükleri belirledi. Toplumda, kadın eşit duruma getirildi. Atatürk, Türk kadınına seçme ve seçilme özgürlüğünü 1934 yılında verdi. Fransa ve İtalya 1946'da, İsviçre ancak 1971 yılında kadınlara bu hakları verdiler. Türkiye, diğer Müslüman ülkelere örnek olacak şekilde modern, çağdaş bir yapıya kavuşturuldu.

Özetle, Batı'da siyasi iktidarlar topluma hesap vererek, denetlenirler.  Müslüman ve otoriter ülkelerde ise ele geçirilen siyasi iktidar, hesap vermeden tek kişi ya da belirli bir grup tarafından kontrolsüzce kullanılır. Güney Kore ve Kuzey Kore gibi dünya üzerinde coğrafi olarak yan yana olup da politik, ekonomik ve sosyal açıdan birbirinden çok farklı birçok ülke var. Oluşturulan politik kurumların farklı oluşu, sınırın iki yanına tümüyle değişik yaşamlar sunmakta ve ekonomik refah açısından kıyaslanamayacak bir fark yaratmakta.

***

Gelinen noktada, Orta Doğu; tarihten hiç ders almayan, aşiret yaşamından toplum düzenine bir türlü geçmeyi başaramayanların coğrafyası olma yolunda hızlı adımlarla ilerlemekte kararlı. Başkalarından satın aldığı silahla birbirini öldüren ve başkalarının bulduğu ilaçla iyileşmeye çalışan bir geri kalmışlığın öyküsüdür Orta Doğu...

İtalyan düşünür, Giordano Bruno, 1600'lerde; "Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır, yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Allah'ı kullanırlar." demişti. Çok doğru söylemiş…

........

Özet Kaynakça:

Francis Fukuyama, Siyasi Düzenin Kökenleri, 2011; D. Acemoğlu, J. A. Robinson, Güç, Refah ve Yoksulluğun Kökenleri, 2013; Bernard Lewis, What Went Wrong? (Yanlış Giden Ne Oldu?), 2002.

Pazartesi, 10 Ekim 2022 15:19

Kardeş Azerbaycan’ın İsrail aşkı

  Ocak 1990’da Turgut Özal’ın Azerbaycan ile ilgili, “Onlar Şii biz Sünni’yiz. Onlar İran’a daha yakın” mezhepçi söylemi birçok kesimde garipsenmiş ve ağır eleştirilerin yapılmasına sebep olmuştu.

Ülkemizi, aynı dil ve etnik köken familyasına mensup olma duygudaşlığı, komşuluk sorumluluğu prensipleri ile yönetmediler. Efendileri olan mahfillerin kıblesine secde etmeyen herkesi, Türkü, Kürdü, Arabi, Sünni’si, Alevi’si, Mesihi, Musevi, Ermeni’sini, Süryani’sini düşman belledi. Bu sebeple henüz o tarihte Azerbaycan üzerinde güçlü bir hâkimiyet ve etkili bir nüfuz kuramamış olan ABD ve İsrail, Azerbaycan’a yönelik başlayan Ermenistan saldırıları ve katliamlarına karşı pasif kaldılar. Bu tavra uygun olarak Özal ve benzeri zihniyetin İslam Sünnetine uygun olmayan yaşam tarzları aşina iken Azerbaycan’a yardımı reddetmesinin gerekçesi olarak “Biz Sünni’yiz.” çıkışı trajikomiktir.

KIBLELERİ BATI OLANLARIN SECDE ETTİĞİ
“Türkçülük ve Atatürkçülük” söylemleri ile kafa ütülerken Türk Azerbaycan’ın çoğunluğu Alevi olması hasebiyle onları İran’a daha yakın gören bir zihniyetin temsilcileri sadece efendilerini memnun eden hizmetkâr mesabesindedir. Bunlar o derece münafıklar ki, mesele Sünnilik olsaydı Azerbaycan’daki yüzde 30’luk Sünniler için harekete geçerlerdi. Allah’ın bir müminin suyu hürmetine çürüyen Âlemi yok etmemesi hakikatine müdrik olurlardı. Aksine, “Atatürkçü, liberal, ülkeyi özgürleştirenler” olarak propaganda edilen Evren-Özal zihniyeti bir Yahudi terbiyesi olan Suudi Vahhabi Sünnetinin yaygınlaştırılması ve ülkemizde Hak Muhammed Ali Sünnetini telkin eden, İmam Hüseyin’in torunu ve İmam Zeynel Abidin’in oğlu Zeyd Bin Ali ve İmam Zeynel Abidin’in oğlu İmam Muhammed el-Bakır’ın oğlu İmam Cafer-i Sadık’ı öğretmenleri olarak seçen, vicdanı cüzdana satmamış, Emevi ile Abbasi istibdadı ve küfrüne boyun eğmediği için zindanda katledilmiş büyük din âlimi İmam Abu Hanefi’nin Sünnetini de bilmezler. Zira kıbleleri ABD, AB, NATO, Riyad ve İsrail olan hükümetler ancak onların Sünnetine uygun secde ederler. İnsan merkezli, herkes için barış, adalet ve ekonomik refah kaygıları yoktur.

 

MEZHEP YAKINLIĞIN ÖLÇÜTÜ MÜ?
Peki, bu mantık silsilesini baz alıp soralım: Bugün “Ali Şia’sına tabi olan Azerbaycan”, “Ali Şia’sına tabi olan İran’a” daha mı yakın? Hayır değil. “Ali Şia’sına tabi Haydar Ali Rıza Oğlu İlham Aliyev,  Siyonist Yahudi İsrail liderlerine mi, Sünni Erdoğan’a mı yoksa Ali Şia’sına tabi İran lideri Reisi ’ye veya Ali Şia’sına tabi Esad’a mı” daha yakın? Ali Şia’sına tabi Haydar Oğlu Aliyev Yahudi İsrail ile Sünni Erdoğan’a daha yakın. Hatta yoldaş ve sadık bir müttefik. “Ali Şia’sına tabi İran, Mesihi olan Ermenistan’a mı yoksa Ali Şia’sına tabi Azerbaycan’a mı” daha yakın? Ülkesinde milyonlarca Azeri Türkü ihtiva eden İran, Ermenistan’ın müttefiki ve dostudur. Azerbaycan’ı İsrail ile kurduğu derin askeri, istihbarat ve ekonomik ilişkilerden dolayı her fırsatta uyarmakta ve hatta tehdit etmektedir. Türkiye’yi açıkça telaffuz etmeseler de İsrail’in Azerbaycan üzerinde artan nüfuzunu İran için bir tehdit ve yaşamsal varlığına bir kumpas olarak telakki etmektedir.

Görülüyor ki mesele din, mezhep ve etnik köken üzerinden değerlendirildiği zaman işin içinden çıkamazsınız. Şüphesiz ki yüzlerce yıldır süren bu kavganın ideolojik ve dinsel temeli vardır. Meseleye bu zaviyeden bakan zihniyetlerin hüküm sürdüğü iktidarlar da söz konusudur. Ama ve lakin bu unsurlar esas bağlayıcı etmenler olsaydı bol kepçeden Türkçülük edebiyatı yapan ülkemiz iktidarları Irak Türklerine (Türkmenlerine) yoldaş ve müttefik olurdu. “Ali Şia’sına tabi oldukları için Sünni Kürt Barzani ve Vahhabi Sünni IŞİD’e” kurban edilmezlerdi. ABD ve İsrail ile savaşan “Ali Şia’sına tabi Iraklı Haşdi Şabi” kuvvetlerinde en kalabalık sayı “Ali Şia’sına tabi olan Türklerdir.”

AZERBAYCAN’IN ÇIKMAZI
Hâlbuki ABD ve İsrail karşıtı Iraklı Türklere en büyük desteği ve korumayı Türkiye sağlamış olması gerekirken bunu Arabi Suriye ile Farisi İran yapmıştır. Çünkü mesele esas olarak iktidarı elinde tutanların şahsi siyasi ve maddi varlığı ile alakalıysa kavganız ve aldığınız kararlar şahsi iktidarınızı pekiştirmek ve daim kalması için olur. Bu amaç için yaptırım gücünü elinde tutan ve menfaatinize hizmet eden Şeytanın kendisi dahi olsa ona bağlanır ve ondan medet umar hale gelirsiniz. Vatan ve milletin güvenliği, ekonomik çıkarları ve egemenliği söylemlerde baki kalır. Azerbaycan’ın İsrail aşkı bu minvalde okunmalıdır. Bu sebeple İsrail, ABD, İngiltere ve Türkiye ile can gardaş olur. Ama Azerbaycan, ABD, NATO ve AB’nin üssü olan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Devletini rahatsız edecek adımı atamaz ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıyamaz. Bir devlet iki millet türküsü söylemde kalır. Konuyu biraz daha farklı bir tablo ile arz edelim.

 

ERMENİ-İSRAİL HUSUMETİ
Suriye ve İran’ın Azerbaycan’a daha yakın olması gerekirken her iki ülkenin Ermenistan ile yakın bir dostluğu ve ittifakı vardır. Bunun sebebi sadece Suriye ve özelde Ermeniler genelde Ermenistan ile uzun yıllara dayalı yaşadığı birliktelik değildir. Anadolu’dan göç etmek zorunda kalan on binlerce Ermeni vatandaşımıza yurt olmuş olması da değildir. Bunun temel nedeni Ermenistan-İsrail ilişkilerinde yatmaktadır. Ermenistan ve İsrail arasında 1993’ten sonra ikinci derecede diplomatik ilişkiler kurulmasına rağmen iki ülke arasındaki münasebet limoni kalmıştır. 2019’a kadar İsrail’e Büyükelçilik açmamış olan Ermenistan 2020 Nahcivan-Karabağ savaşında Büyükelçisini İsrail’den geri çekti. Savaş esnasında İsrail’in Ermenistan ile savaş halinde olan Azerbaycan’a sofistike silahlar temin ettiği ve askeri istihbarat sağladığı gerekçesiyle İsrail ve Dünyadaki nüfuzlu Yahudi örgütlerine karşı ağır eleştirilerde bulunarak onları “tarihte yaşanan Ermeni Soykırımında aktif rol oynamakla” suçladı.

ABD VE AB’YE VERİLEN TAVİZLER
Ermenistan geleneksel dostları Moskova, Şam ve Tahran’ın yanı sıra ABD ve AB ile ilişkilerini düzeltmek ve geliştirmek için onlara ciddi tavizler verdi. Diaspora Ermenileri üzerinden ABD ve AB’ye yakın olmak için bir lobi faaliyeti içindedir. Ama ve lakin bu ilişkilerini İsrail’e rağmen düzeltemeyeceğini, Tel Aviv ve Dünya Siyonist Yahudi Örgütlerinin ABD ve AB üzerindeki kuvvetli etkisini geç kavradı. Ermenistan’ın ABD’ye yakınlaşma çabaları sadece Moskova’nın Ermenistan’a öfkelenmesine ve 2020 Azerbaycan-Ermenistan savaşında Rusya’nın Ermenistan’ı yüzüstü bırakmasına sebebiyet verdi. Buna mukabil ilişkilerini Türkiye, İsrail ve onun üzerinden ABD ile kuvvetlendiren ve aynı zamanda Moskova’ya zarar veren tavırlardan uzak duran Bakü ilk kez Ermenistan’a karşı üstünlük sağladı. Biraz gerilere giderek Azerbaycan-İsrail ilişkilerine ayna tutalım ve bu konuyu da açalım.   

SOVYETLERİN DAĞILMASINDAN SONRA KURULAN KÜÇÜK İSRAİL ERKLERİ
Moskova’nın başını çektiği Sovyetler Birliği dağılırken ortaya çıkan toprak ihtilafları Birliğin eski yoldaş başkentleri arasında çatışmaya, savaşa ve katliamlara ortam hazırladı. Çöken Birliğin içinden onlarca devlet doğdu. İlk defa “bağımsız ve egemen” devlet oldular. Bu devletlerin temel taşlarını döşeyenler eski Sovyet yönetimlerinde yer almış nüfuzlu şahsiyetler ile bu çöküş döneminde Birliğin zenginliklerini talan eden oligarklardı. En büyük serveti özellikle İsrail ile güçlü ilişkilere sahip Yahudiler oldu. İsrail uluslararası ilişkilerde sahip olduğu imkânlarını ve istihbaratını çöken Sovyetler Birliği’nden türeyen devletlerin siyaset ve ekonomilerinde etkili olmaları için merkezi bir rol üstlendi. Yahudi nüfusun yoğun olduğu başkentlerde “Küçük İsrail” erkleri inşa etti. Buna en bariz örneği başkent Bakü ve Azerbaycan için gösterilebiliriz. Azerbaycan’da tahmin edilen Yahudi nüfusu 30-35 bin arasındadır. Azerbaycan’ın Kuba bölgesinde yer alan Kızıl (Kırmızı) Kasabası dünyada İsrail ve ABD’den sonra sadece Yahudilerin yaşadığı tek kasabadır. Azerbaycan Yahudileri İsrail ve Bakü ile Washington arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinde esaslı ve aktif bir rol oynadılar. İki ülke arasındaki ilişkiler Sovyetler Birliğinin çöktüğü ve içinden yeni devletlerin çıktığı 1991’de kuruldu.

BUZDAĞININ ALTINDA KALANLAR
18 Ekim 1991’de Azerbaycan bağımsızlığını ilan etti. Türkiye Kasım’da Azerbaycan’ı tanıyan ilk ülke oldu. İsrail Aralık’ta Azerbaycan’ı tanıyan ikinci ülkeydi. Nisan 1992’de diplomatik ilişkiler tesis edildi. Gizli bilgilerin ifşa edildiği Wikileaks belgelerinde yer alan 2009 ABD Bakü Elçiliği’nden Washington’a gönderilen bir mesajda Azerbaycan lideri Haydar Oğlu İlham Aliyev İsrail ile olan derin ilişkilerini şöyle ifade etmiş: “İsrail ile olan ilişkilerimizi buzdağına (iceberg) benzetiyorum. Suyun üstünde gördüğünüz sadece onda biridir. Onda dokuzu suyun altındadır.” İsrail’in Azerbaycan ile askeri, istihbarat, ticaret ve yatırım sahalarındaki varlığı Türkiye’den kat be kat daha fazladır.  Azerbaycan ordusunun ihtiyacı olan savunma ve saldırı askeri teçhizatının yüzde 70’ni yani İsrail’in Dünyaya sattığı silahların yüzde 18’ini Azerbaycan almaktadır. İsrail şirketlerin, Azerbaycan’ın tarım, enerji, askeri, turizm ve teknoloji alanlarında milyarlarca dolar yatırımı var. Azerbaycan bankaları bu şirketlerin varlığı ve hizmetleri için milyarlarca dolar kredi sağlamaktadır. İki ülke arasında duble vergi sistemi kaldırıldı.

 

AZERBAYCAN’DAKİ İSRAİL YATIRIMLARI
Azerbaycan, İsrail’den 1,6 milyar dolar değerinde Kamikaze Sky Strikers adıyla bilinen İHA ve SİHA’lar ile hava savunma sistemlerini ilk satın alan yabancı devlet oldu. Azerbaycan İsrail’e Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı üzerinden petrol ve doğal gaz akmaktadır. İsrail’in en büyük hedefi İsrail’in Aşkelon ve Eilat bölgelerinden Azerbaycan’a uzanan bir trans-İsrail petrol boru hattını inşa etmek. İsrail ithal ettiği petrolün yüzde 40’nı Azerbaycan’dan sağlamaktadır. İsrail’in en güçlü Bezek ve Bakcell telekomünikasyon şirketleri alt ve üst yapı hizmetlerinde, enerji şirketleri ise Azerbaycan sahasında çok etkili ve aktif bir faaliyet yürütmektedir. İsrail kaynaklarına binaen Azerbaycan da İran’ı önemli bir tehdit olarak görmektedir. İran, nükleer santrallerine yönelik bir olası İsrail saldırısında Azerbaycan’ın üs olarak kullanılacağını iddia ediyor. 29 Mart 2012’de İsrail’in Azerbaycan askeri üslerinde casus İHA’larla tatbikat yaptığı ve bu üslerden hareketle İran’ın nükleer faaliyetlerini gözlemlediği iddia edildi. Bakü bu iddiaları ret etti.

BÖLGESEL İTTİFAKA ENGEL
İran Genelkurmay Başkanı Bakıri’nin Azerbaycan-Ermenistan arasındaki sorunların diyalog yoluyla çözülmesi gerektiği önerisini dile getirdi ve “Siyonistlerin bölgedeki varlığı bir tehdittir ve bölge güvenliğini ve istikrarını bozmaktadır. Elbette biz onların tüm adımlarını yakından takip ediyoruz. Eğer doğrudan tehdit hissedersek Siyonist rejim ve destekçileri ile karşı karşıya geliriz.” ifadelerini kullandı. Bakıri, ABD ve İsrail'in bölgede tehdit oluşturduğunu ve bu tehditler ortadan kalktığı zaman bölgesel ittifakın oluşacağını söyledi.

aydınlık

 İslami İran Güvenlik Güçleri Genel Komutanı "Mehsa Amini olayında Polisin hiçbir kusuru olmadı" dedi.


 Güvenlik Güçleri Genel Komutanı General Hüseyin Aştari, dün Tahran Cuma Namazı Hutbe öncesi konuşmasında ülkede baş gösteren son olaylar ve polisin oynadığı rolün değerlendirmesini yaptı.

General Aştari konuşmasının başında "Polis Hafatsı" dolaysıyla tebriklerini ifade ederek "Görevlerin genişliği ve çeşitliliği ve de düzen ve güvenliğin önemini dikkate aldığımızda polis görevlilerin yaptıklarının önemini daha iyi kavrayabiliyoruz" dedi.

Güvenlik Güçleri Genel Komutanı General Aştari daha sonra şöyle devam etti: "Bugün güvenlik nimati bütn ülkeler için en başta gelen nimettir ve dünyanın her tarafında bütün yetkililler güvenlik sağlama çabasındalar. Biz de Şehidlerimizin bu yolda verdikleri kanları, halkın uyanık olması ve İslam İnkılabı Liderinin tedbirleri ve de güvenlik koruyucularının çabaları sayesinde örnek bir güvenliğe sahibiz. Ama tabi bizim ilerlemelerimize düşman olanlar bu huzur ve güvenlik ortamının bozulmasını istiyor. Nitekim son kargaşa olaylarında onların huzuru bozmak için ne denli çaba gösterdiklerine şahit oldunuz."

General Aştari konuşmasının devamında, Mehsa Amini adlı kızcağızın ölümüne sebep olan hadiseye değinerek "Ben daha önce bu hadise konusunda geniş bir şekilde açıklamada bulundum. Onları burada tekrarlamak istemiyorum. Fakat şu kadarını söyleyeyim: Allah'a şükürler olsun, bu hadisede polisi gücü tarafından hiçbir kusur ve hata olmadı. Tabi olan şeye ve bu kızcağızın ölümüne hepimiz üzüldük. Ama ilgili idareler ve Güvenlik Güçleri yetkilileri meseleyi özenle incelediler. Herşey belirlenen görev üzerine ve yasalara göre yapılmış. Olayda tartaklama gibi bir durum da söz konusu değil. Ama gör ki, fırsat bekleyen düşman bu hadiseyi bir kargaşaya çevirdi" dedi.
Mehsa AminiİranPolisinin

İslam İnkılabı Lideri Imam Hamenei bugün Silahlı Kuvvetler Askeri okullarında öğrenimin başlaması töreninde yaptığı konuşmasında "Genç bir kızın ölümü konusu olmasaydı düşman yine bir bahane bulur yine kargaşaya girişirdi" dedi.


 İslam İnkılabı Lideri Imam Seyyid Ali Hameni Silahlı Kuvvetler Askeri üniversite öğrencililerinin yeni öğrenim yılının başlamsı nedeniyle düzenledikleri ortak merasimlerine katıldı. Imam Hamenei bu merasimde yaptığı konuşmasında son gelişmeleri değerlendirdi.
İslam İnkılabı Lideri Imam Hamenie ülkemizde baş gösteren son fitne ve kargaşa olaylarına değinerek "Açıkça söyleyeyim: Bu hadiseler, ABD ve Siyonist İsrail ve bunları izleyenler tarafından planlanan bir projedir.
Onların çekemedikleri ve dayanamadıkları bağımsız, güçlü ve kalkınmış bir İran'dır. Bu olaylarda İran halkı çok güçlü bir şekilde boy gösterdi ve gelecekte de, gerektiğinde yine gücüne ortaya koyacaktır" diye vurguladı.
Imam Hamenei daha sonra İran halkını iktida ettikleri Emir El Müminin Hz. Ali (s.a.) gibi mazlum ve aynı zamanda güçlü diye tanımlayarak "Meydana gelen hadisenin başında genç bir kızın vefatı hepimizin yüreğini yaktı. Fakat konunun aslı esası belli olmadan ve araştırma sonuçları kesin olarak ortaya çıkarılmadan bu hadiseye tepki diye bir grup insanın sokağa dökülmeleri, Kuran yakmaları, başörtülü hanımların başından başörtülerini çekip almaları, cami, hüseyniye ve araba yakmak gibi bir teşebbüste bulunmaları normal bir durum değil" dedi.
İslam İnkılabı Lideri Ayetullah Hamenei konuşmasının devamında, bu kargaşa olaylarının önceden planlı bir proje olduğunun altını çizerek "Eğer bu genç kızın ölüm konusu olmasaydı onlar yeni bir bahane bulur, yine yeni öğrenim yılının başında kargaşa yaratmaya ve ülkeyi huzursuzluğa sürüklemeye kalkarlardı" ifadesini kullandı.
Imam Hamenei ayrıca "Ben şunu açıkça söyleyeyim: Bu kargaşa, bu huzursuzluk ABD, işgalci ve sahte rejim İsrail ve bunların takipçileri tarafından planlanan bir projeydi. Bu arada yurt dışındaki bazı hayin İranlılar da bunlara yardımcı oldular" dedi.
İslam İnkılabı Lideri daha sonra, kimilerinin hizmet ettikleri Ameriakn CIA teşkilatı ve İşgalci İsrail'in casusluk teşkilatıları için düşman tabirinin kullanılmasından rahatsız olduklarını ve çeşitli lafazanlıklarla bu tür işlere yabancıların karışmadığı konusunda muhataplarını inandırmaya çalıştıklarına dikkat çekerek "Dünyada birçok yerde kargaşa ve anarşi yaşanıyor. Fransa ve özellikle Paris bu tür gösterilere defalarca şahit oldular. Acaba bugüne kadar ABD Başkanı veya Temsilciler Meclisi'nin bu gösterilerden yana olup protestocuları destekleyici bildiriler yayınlamaya kalkıştılar mı? Bizler yanınızdayız diye onlara mesaj yolladılar mı? Biz internet ve iletişim imkanlarımızı göstericilere sunacağız dediler mi acaba?" diye hatırlattı.
Imam Hamenei ayrıca "Ama böylesi destek girişimleri İran konusunda defalarca oldu bugüne kadar. Öyleyse bazıları yabancı parmağını neden görmiyor veya görmek istemiyorlar?" diye ilave etti.

Cumartesi, 01 Ekim 2022 13:47

Tükenmişliğin Tablosu

 Bismaillahirrahmanirrahim

Toplumsal tıkanma ve tükenme bir ideolojinin, bir fikri akımın en büyük belasıdır.

Bir toplumda bir düşünce akımının “mebde-mead/ başlangıç-son“ diye bir seyri vardır. Mebde çıkış kaynağı, Mead ise varacağı hedeftir. Bir ideoloji ve fikri akım bu seyrinde kendisine inanan insanları bir hedefe doğru götürür. Başlangıçtan sona doğru bir tekamül, olgunlaşma söz konusudur.

Bir ideoloji veya düşünce akımı başlangıcında yeni bir düşünce olarak ortaya çıkar ve insanlar da yeni bir fikri akım diye peşinden gider. Bir kaç nesli peşinde sürükleyen bu ideoloji kendisini yenilemez ve peşine taktiği insanları akli ve ilmi olarak doyurmaz, toplumların ihtiyacına cevap veremezse duraklama ve çok geçmeden çöküş sürecine başlar.

Batı düşünce akımları - doğru veya yanlış- devamlı kendilerini yenileyerek veya yeni düşünce akımlarını ortaya çıkararak insanları peşinden sürüklemesini başarmıştır. Batı düşünce akımlarının kutsal veya ilkesel değerleri olmadığından eski düşünceleri terk edip yenisini sunmaktan çekinmezler.

Ürettikleri düşünce akımlarını kendi has terminoloji ve yeni metodolojiler ile küreselleştirmeyi başardılar. Hedefleri fizik alemi, maddi dünya olduğundan insanların dünyevi ihtiyaçlarını gidererek dünyalaştırıp materyalistleştirdiler. Maddi ilerlemeler artıkça sekülerleşti insanlar.

Müslüman dünyası haklı olarak bir taraftan kutsalları, değişmez ilkeleri terk edemedikleri; öte yandan zamanın şartlarına göre düşüncelerini yenileyip güncel ihtiyaçlara cevaplar, çözüm yolları üretemedikleri için ister istemez Batıyı takip etmek zorunda kaldı.

Şii Müslümanlar da diğerleri gibi Batının aydınlanma döneminin ürettiği kavramları kullandı ve bu yüzden Batı paradigması dışına çıkamadılar.

İlmi öğrenmek için yanlış kapıdan girdiğimiz için ilim şehrine varamıyoruz. Düşünce üretmek için “Şehir Risalet şehri, kapı Velayet kapısı“ olmazsa çok doğal olarak elde edilen ilim, dalalete götüren bilgiden ibaret olacaktır.

Bilgi üretemiyoruz, aynı şeyleri tekrarlayıp duruyoruz, dünyanın değişmesine, insanın bilgi, bilim ve zekası gelişmesine rağmen yeni bir şey ortaya koyamıyoruz.

İlim, bilim ve aklı, iman ile birleştiremedik, ya taabbudi imanda derinleşip ilimden uzaklaştık veya bilgi ve bilimde derinleşip imandan uzaklaştık.

İkisini sentezleyip “Akli imana ve ilmi imana“ ulaşamadık.

Allah’ı tanımadık sadece iman ettik. Dini tanımadık sadece iman ettik, velayeti tanımadık sadece iman ettik. Yaratılışın kaynağı Allah’a ulaşamadık, hayatımızdaki rolünü anlayamadık sadece ibadette bir vazife olarak O’na yöneldik.

Böyle bir durumda bir kaç seçenek vardır; ya gerçekleri görüp kendimizi yenileyerek zamanın gereksinimine göre ihtiyaçları giderecek bilgileri üreteceğiz veya mektep takipçilerini işba-i kazip/ yalancı doyurma ile avutacağız, veyahut tükenmişliği ilan edeceğiz.

Alimler, düşünürler, kanaat önderleri tıkanmışlığın, tükenmişliğin tablosunu göremediğimizden velayet düşünce takipçilerini işba-i kazip ile avutmayı tek seçenek olarak kullanıyoruz.

Bazıları bu tükenmişliği ve toplumsal tıkanıklığı gördüğü halde çözüm yolu da sunamadığından suçu başka kesimler üzerine atmakta, başkasını suçlamayı kurtuluş yolu olarak tercih etmektedir.

Herkesin bir görevi ve sorumluluğu vardır; alimin, düşünürün, öğrencinin, tüccarın, çiftçinin, işçinin kendi konumuna göre Allah’a karşı bir vazifesi olduğu göz ardı edildi.

Maalesef birilerini suçlamak, kendi sorumluluğundan kaçmak olduğunu anlama ferasetini gösteremiyorlar. Günah keçisi aramak aslında bir şey yapamamanın verdiği suçluluk psikolojisinin dışa vuruşudur.

Mevcut kurum ve kuruluşların yayılmacı ve kalkınma atılımları; camiler açıp binalar yaptırmaları, başka bölgelerde temsilcilikler açmaları bu tıkanıklığı gidermeye çare olmayacağı gibi zahiri korumaktan öteye gitmeyecektir.

Eleştirel paneller, sloganik inkılabi söylemler düşünce üretmiyor, sadece geçici bir heyecan yaratıyor.

Yeni neslin, dinden uzaklaşmasının önemli nedenlerinden biri fikri doyumsuzluktur. Çünkü onları ikna edecek yeni bir söz yok, cazip ve çekici yöntem ortaya konulamıyor.

Yeni bir hareketin, yeni bir uyanışın fitilinin ateşlenmesi gerekir.

İşte bunun başlangıcı Rehberin son konuşmalarında buyurduğu “Cihad-ı tebyindir/ Tebyin cihadıdır”.

Cihad-ı Tebyin nedir? İnşallah önümüzdeki günlerde bu konu üzerinde duracağız.

Sabahattin Türkyılmaz