کارگر

کارگر

Özgürlüğün çeşitli anlamları vardır. Bu anlamlara göre de sınırları değişir. Özgürlüğün anlamlarını şöyle özetleyebiliriz:

- İnsan için hiçbir şey özgürlük kadar değerli değildir. Eğer insanı bir yere hapsetseler ve ona dünyanın bütün lezzet ve güzelliklerini sunsalar yine de buna razı olmaz ve özgürlüğü seçer.

Peygamberlerin kutsiyetlerinin kalıcı olmasının önemli nedenlerinden birisi bu noktada yatmaktadır. Yani insanlığın her zaman özgürlüğe ihtiyacı vardır. Bu, onun doğal ve fıtrî hakkıdır. İnsanlığın bu büyük hakkını yani özgürlüğü ilk olarak savunanlar peygamberlerdir. Onlar (a.s) özgürlüğü tanıtıp onun gerçekleşmesi için mücadele verdiler. Getirdikleri öğretiler, özgürlüğü koruyacak en güzel ilkeleri içermektedir. Bu yüzden peygamberler, insanların hatırasında hep canlı kalmışlardır. Oysa insanların ihtiyaçlarını gidermek için çaba harcayan bilim insanlarına gelince, bilim ve teknolojideki yeni gelişme ve ilerlemeler onların unutulmalarına neden olmuştur. Örneğin, Mısır Firavunları zamanında “cam”ı icat edeni, kimse anmamakta ve değer vermemektedir.

Kısacası özgürlük insanın tabii hakkı olup onun yapısına işlemiştir.

Özgürlük hakkına gelince şu nokta göz önüne alınmalıdır ki, özgürlük kavramı çeşitli manaları olan kavramlardandır. Birisi bilerek ya da bilmeyerek özgürlüğün bir manasına ait olan bir hükmü başka bir manaya yükleyebilir. Özgürlük kavramında lafzî mugalataya düşmemek için çeşitli manalarını bilmek gerekir.

Özgürlüğün Manaları

1. Varlığında hiçbir şeye bağlı olmamak (istiklali vucudi) manasında özgürlük: Özgürlüğün anlamlarından biri şudur: Bir varlık varlığında tamamen bağımsız olur, başka hiçbir varlığın etkisi ve sultası altında olmaz. Allah’a inanmayan kimseler diyorlar ki: “Varlık âlemi hiçbir şeye bağlı değildir. Kendi ayağı üzerinde durmaktadır.” Hatta Allah’a inananlardan bazıları da şöyle diyorlar: “Allah âlemi yarattıktan sonra onu kendi haline bırakmıştır, yaratıldıktan sonra âlemin Allah’a ihtiyacı yoktur.” Onlar âlemde insan için böyle bir özgürlüğe inanıyorlar. Ama İslam’a göre böyle bir özgürlük ancak Allah-u Teâlâ’ya aittir. Yalnızca Allah’ın varlığında hiçbir sınırlama yoktur. O’dur müstakil ve muhtaç olmayan varlık ve diğer bütün varlıklar O’na muhtaçtır.

2. İhtiyar manasında özgürlük: İlahiyat, felsefe, kelam ve felsefi psikolojiye konu olan bu özgürlüğün karşıt anlamı cebirdir. Bilginler eskiden beri, acaba insan davranışlarında özgür müdür yoksa özgür olduğunu mu zannediyor, yani aslında mecburdur ve herhangi bir ihtiyarı yok mudur, konusu üzerinde hep tartışmışlardır. Burada üç görüş bulunmaktadır:

a) Cebir: Bu görüşün taraftarları[1] diyorlar ki: İnsanların kendi amel ve davranışları üzerinde en küçük bir ihtiyarı /özgürlüğü yoktur. İnsan bir üstadın elindeki şuurlu bir varlık gibidir. Yaşananlar Allah’ın meşiyyetinden başka bir şey değildir.

b) Tefviz (Kendi haline bırakmak): Bu görüşün taraftarları şöyle diyorlar: [2] Allah insanı yarattı, ona akıl, şuur verdi sonra da kendi haline bıraktı. İnsanın fiillerinde ne Allah’ın bir tesiri vardır, ne de kaza ve kaderin.

c) Emrun beyne’l-Emreyn (Ne cebir, ne de tam serbestlik): Bu görüş Şia’nın inancıdır. Şiiler bunu Ehl-i Beyt’ten (a.s) almışlardır. Yani insanın kaderi kendi elindedir. Amel ve davranışlarında irade sahibidir. Ancak bu irade, ilahi kaza ve kader ile yani Allah’ın isteğiyle olur. Yani insanın bir ameline iki irade etki eder: “Allah’ın iradesi ve insanın iradesi.” Bu iki irade olmadıkça amel gerçekleşmeyecektir.

Ancak bu iki irade birbirlerinin enleminde değildir. Yani iki nedenin bir sonuçta etki ettiği anlamına gelmemektedir. Aksine birbirinin boylamındadır. Yani nasıl ki her varlığın var oluşu ilahi varlığın sayesinde ve her kudretlinin kudreti Allah’ın kudretine bağlı ise, aynı şekilde her muhtarın ihtiyarı Allah’ın irade ve ihtiyarındandır.

Bu görüşü ispat etmenin en kolay yolu, Allah’ın yaratıcılık ve rububiyetindeki tevhid inancı, O’nun irade ve kudretinin her şeyi kapsaması ile Allah’ın adaleti ve her fıtrat ve vicdanın, insanın özgür olması gerektiğine tanıklık etmesidir.

Burada şu husus dikkate alınmalıdır: Mevzu bahis olan özgürlük, gerçeğin göstergesi olan tekvinî özgürlüktür. Bunlardan hukukî ve ahlâkî sonuçlar çıkaramayacağımızdan mugalata tuzağına düşmemek gerekir.

3. Dünya lezzetlerine bağlanmamak manasında özgürlük: Özgürlüğün üçüncü manası daha çok ahlâk ve irfanda geçerli bir manadır. Yani insanın dünyaya, maddiyata, dünyevî lezzetlerin hiçbirine bağlı olmaması demektir. Yalnızca Allah’a aşk ve sevgi beslemesidir. Birisini ya da bir şeyi seviyorsa bu ilahi cemalin tecellisi olduğundan ve Allah’a olan sevgisinden dolayı olmalıdır.

Ahlâkî bir anlamı olan özgürlüğün bu manası konusunda da mutlak bir genellemeye gitmemek gerekir. Çünkü bu alanda mutlak manada özgürlük insanın hiç bir şeyi, hiç kimseyi hatta Allah’ı da sevmemesi ve bağlanmaması demektir ki bu değer yargısına terstir. İşte sapma ve mugalata buradan başlar.

4. Köleliğin karşısındaki özgürlük: Bu bir toplumsal kavramdır. Eski zamanlarda[3] köle alım-satımı yaygındı. İnsanlar, insanları köle olarak alabiliyor, onları çalıştırıyorlardı. Kimsenin kölesi olmayan insanlar da vardı. İslam, köleliği kaldırmak için önemli adımlar atmış, akılcı yollar göstermiştir. Sözü uzatmamak için bu konuya girmeyeceğiz.

5. Hukuk ve siyasette özgürlük (Hakimiyet hakkı): Özgür insan başkalarının hakimiyetinde olmayan kimsedir. Kendi yolunu kendisi çizer.

Bu görüşe sahip olanlar ikiye ayrılır:

a) İnsan tam olarak özgür olmalıdır, kimsenin hatta Allah’ın bile hakimiyeti altında olmamalıdır.

b) (Şia’nın görüşü) İnsan Allah’tan başka kimsenin hakimiyeti altında olmamalıdır. Yani hakimiyet Allah’ındır ve ancak O hakimiyet hakkını başkasına verebilir.

Basit bir şekilde anlatmaya çalışırsak şöyle diyebiliriz: Yüce Allah fiziksel ve maddî varlığımızı yarattı ve ruhunu ona üfledi. Ardından hava, su, yiyecek, beden uzuvları, düşünme gücü gibi insanın yaşamında ihtiyaç duyduğu sayısız nimetler verdi. Allah’ın bütün bu maddî ve manevî nimetlere olan malikiyeti asla kaldırılamaz. Madem Allah malik ve biz O’nun kuluyuz, aklın “Malik mülkünde istediğini yapabilir” hükmü gereği O, bizim üzerimizde istediğini yapabilme hakkına sahiptir. Biz de Onun karşısında teslim ve itaatkâr olmak zorundayız.

Ayrıca kimse yaratıcı kadar bizim varlığımızın özelliğini, ihtiyaçlarını ve kemale giden yolları bilemez. Bizim menfaat ve kemalimizi isteyen, kemale erişmemizin yolunu bilen yalnızca O’dur. Dolayısıyla biz de kendi menfaatlerimizi düşünüyorsak Allah’ın bizim için istediği dini seçmeli ve Onun hakimiyetini benimsemeliyiz.[4]

6- Hukuksal özgürlük[5]: Hukukta özgürlükten kasıt şudur: Toplumsal yaşamda bazı işler var ki insan onları yerine getirebilir ve devlet ve hükümetin onlara engel olma ve takip etme hakkı yoktur. Mesken, elbise, iş ve eş seçimi özgürlüğü, düşünce ve inanç özgürlüğü vb. gibi…

Burada bilinmesi gereken şey, bu hukuk ve özgürlüğün mutlak olmayışı ve sınırlandırılması gereğidir. Bunda şüphe yoktur. Dünyanın hiçbir yerinde, geçmişten günümüze kadar hiçbir hukuk nizamında bireylere mutlak özgürlük verilmemiştir. Aslında kanun koymak ve hukuk nizamı düzenlemek demek insanların davranışlarına sınırlama getirmek demektir. Mevzu bahis olan şey bu özgürlüğün sınırının nereye kadar olduğudur.

Günümüzde genellikle deniliyor ki, özgürlüğün sınırı başkalarının özgürlüğüdür. Yani insan başkalarına engel olmadığı sürece istediğini yapabilir.

Hukukta liberal eğilimin görüşü budur. Ama bu konuyu İslam açısından ele alırsak İslam’ın görüşünü şöyle özetleyebiliriz: Özgürlüğün sınırı insanların maddî, manevî, dünya ve ahiret menfaat ve faydaları esası üzerinedir. Yani bir davranışı seçmedeki özgürlüğün asıl şartı, insanın maddî ve manevî maslahatlarını temin etmesidir. Bunu, bir yiyecek ya da ilaç üreticisine, insan sağlığına zarar verecek şeyin dışında istediği yiyecek ya da ilacı üretme özgürlüğü verilmesine benzetebiliriz. Bir yiyecek ya da ilaçta tehlikeli ve zararlı bir madde keşfedilirse üretim durdurulur. Artık burada ticaret özgürlüğünden bahsedilmez. Kimse de çıkıp bu insan haklarına aykırıdır demez. Dünyada bugün en çok üzerinde durulan şey insanın bedenine (maddî boyutuna) verilen zararlardır. Ama İslam bedensel zararların yanı sıra manevî ve ruhsal zararları da göz önüne almaktadır.

Son nokta olarak şunu belirtmek gerekir ki, siyasi konularla ilgili olan medenî ya da toplumsal özgürlük bu kavramın kapsamına girmektedir. Toplumsal özgürlükte asıl soru şudur: Devlet ve kanun bireysel özgürlükleri nereye kadar sınırlayabilir?

Bu sorunun cevabı şudur: İslam’a göre insanın, onu hayra ve maneviyata davet eden[6] ilahi bir fıtratının olmasının yanı sıra, maddi boyutu da vardır. Bu maddî boyut, hayvanî isteklerin menşeidir. Beşerin saadeti, fıtratının onun doğasına galip gelmesiyle temin olur. Tabi doğasının da layık olduğu seviyeye ulaşması gerekir.

Öte yandan kanun koymak ve insanın dünyadaki gidişatını belirlemek ilahi hidayet ve rabbani vahyin ışığı altında olmalıdır. Zira insanın zarar ve faydasını tam manasıyla bilen ancak Allah’tır.

Bununla birlikte İslami siyasi düşüncede insanın fesadına neden olacak aşırı bir özgürlüğe cevaz verilmediği gibi insana kötümser bakarak onun bütün değerini yok eden, onu faal, muhtar ve sorumlu biri yerine zelil ve iradesiz hale getiren adaletsiz hükümetleri kabul etmeye mecbur eden bir bakış da yoktur.[7]

–—

[1] Günümüzde Ehl-i Sünnet dünyasının çoğunluğu hatta tümüne yakını bu görüşe sahiptirler.

[2] Bu görüşün taraftarları Ehl-i Sünnet’ten Mu’tezile adındaki bir fırkaya mensuptular. Şu anda bu fırkaya mensup kimse kalmamıştır.

[3] Kölelik gelişmiş ülkelerde değişik şekillerde hala devam etmektedir.

[4] Bu hakimiyet İslam’ın hükümet sisteminde (velayet-i fakih şekliyle) tecelli etmiştir.

[5] Hukukta özgürlük, yalnızca bireysel davranışlara, şahsî ve özel yaşama ait değildir ki hukuk onları sınırlasın ya da sınırlamasın. Aksine toplumsal yaşamdaki işlere aittir.

[6] “Allah’ın fıtratı ki Allah insanları o fıtrat üzerine yaratmıştır.” (Rum/30)

[7] Hadevi Tahranî, Mehdi, Velayet ve Diyanet, s.133 ve 134.

İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile görüşmesinde nükleer anlaşma konusunda verilen destek için teşekkür ederek, ABD’nin nükleer anlaşmayı ihlal eden taraf olduğunu söyledi. Abdullahiyan, “Beyaz Saray, İran’ı tehdit etmemeyi öğrenmeli” dedi.

 
 
İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Şangay İşbirliği Örgütü zirvesine katılmak için gittiği Tacikistan'da Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile görüştü. Abdullahiyan yeni dönemde İran dış politikasının Asya merkezli olduğunu vurgulayarak, “Çin ile ilişkimizi iki ülke arasında imzalanan 25 yıllık anlaşma çerçevesinde sürdürmek istiyoruz” dedi.

Nükleer anlaşma konusunda Çin'in İran'a verdiği destek nedeniyle teşekkür eden Abdullahiyan, ABD'nin nükleer anlaşmayı ihlal eden taraf olduğunu belirtti. Abdullahiyan, “Nükleer anlaşmayı ihlal eden taraf ABD'nin kendisidir. Beyaz Saray artık İran'ı tehdit etmemeyi öğrenmeli” ifadesini kullandı.

Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ise İran ile uluslararası alanda işbirliğini artırmak istediklerini ve İran'ın Şangay İşbirliği Örgütü'ne katılmasını desteklediklerini belirtti.

Şangay İşbirliği Örgütü'nün Devlet Başkanları düzeyinde gerçekleştireceği zirve 16-17 Eylül'de Tacikistan'da düzenlenecek. ŞİÖ'de gözlemci statüsünde yer alan İran, birçok kez Şangay İşbirliği Örgütü'ne katılmak için başvuruda bulunmuştu.

Haber: İHA

 Bizler maalesef Ehlibeyti tanımadık! Ömrümüz tükendi ama nasıl bir sermayeye sahip olduğumuzu anlayamadık! Paha biçilmez cevherimizi tanımadan ölüp gittik!


Ayetullah Vehid Horasani, İmam Hasan (a.s) hakkında yaptığı sohbetinde şöyle konuştu:

Adamın birisi elinde bıçağı ile bir harabeden dışarı çıkarken halk tepesine üşüşüp onu tutukladı. Zira aynı harabede kanlar içerisinde yere yığılmış bir adam çırpınmaktaydı… Adama oracıkta sordular: Bu harabede ne yapıyordun? Adam hemen cevap verdi: şu gördüğünüz adamı öldürdüm! Onu Emirulmuminin'in (a.s) yanına götürdüler. Orada da adamı kendisinin öldürdüğünü ikrar etti. Onu kısas etmek için götürdüklerinde birisi çıkageldi ve dedi ki: Durun!

Bunun üzerine adamın boynunu vurmak için havaya kalkmış olan kılıç durdu… Dedi: Asıl katil benim, onu yanlışlıkla tutukladınız! İnsanlar büyük bir şaşkınlığa düştü… Bu, adamı öldürdüğünü ikrar etti ve şimdi şu adam çıkmış “asıl katil benim” diyor…

Ortada iki ikrar var… Her ikisi de kendi aleyhine ikrar ediyor ve bu iki ikrar arasında bir çelişki var… Birinin ikrarı diğerini yalanlıyor…

Konuyu, Peygamberimizin (s.a.a) ilmine açılan kapı olan İmam Ali'ye (a.s) getirdiler.  Ali (a.s); “Her ikisini de Hasan'ın yanına götürün, hakemlik etsin” buyurdu.

İmam Hasan'ın (a.s) yanına geldiler ve meseleyi anlattılar. Ortada bir cinayet var. Ancak iki kişi var; her ikisi de tek başına cinayeti işlediğini ikrar ediyor...  Daha sonra birinci şahıs olayı anlatıyor: Ben o harabenin yakınında bir hayvan boğazlamıştım. Aniden tuvalet ihtiyacı hissettim. Elimde bıçak olduğu halde o şekilde harabeye girdiğime yerde kanlar içinde can çekişen bir adamı gördüm. Bütün karineler o adamı benim öldürdüğümü gösteriyordu. Ben de inkâr etmemin yararsız olacağını düşündüğüm ve işkence edilmekten korktuğum için cinayeti üstlendim…

İmam Hasan (a.s) buyurdu: İkisini de serbest bırakın ve maktulün diyetini beytülmal dan ödeyin…

Burada asıl mesele İmam Ali'nin (a.s) halkı İmam Hasan'a yönlendirmesindedir. İmam Ali (a.s), bu hareketiyle ümmet arasındaki imamet görevinin kendisinden sonra kimde olduğunu da belirtmek istemiştir.

Düşünsenize, ortada bir cinayet var. Cinayeti ikrar eden iki kişi var. Ama ikisi de serbest bırakılıyor ve maktulün kan parası (diyeti) beytülmal dan ödeniyor!.. Böyle bir hükmü ancak Peygamber (s.a.a) vasisi verebilir…

İmam Ali (a.s) daha sonra İmam Hasan'ı (a.s) çağırdı ve verdiği hükmün hikmetini sordu. İmam Hasan (a.s) şöyle dedi: Babacığım, bu adam (ikinci kişi) birini öldürdü ama birini ihya etti, öldürülmekten kurtardı. Adam öldürdüğü için kısas edilmeliydi ama birini öldürülmekten kurtardığı için affedilmeyi hak etti. Ortada bir öldürme ve bir ihya etme meselesi var. Bu iki mesele arasındaki çelişki ikisinin de serbest bırakılmasıyla giderilir. Fakat kanun hiç kimsenin kanının heder olmamasını iktiza ettiğinden maktulün diyeti de beytülmalden karşılanmalıdır. çünkü bu kamunun maslahatına olan bir durumdur.

Bu nasıl bir ilimdir ki tüm incelik ve ayrıntıları ihata etmiştir?! İlahi ilim işte böyledir.

Beşerin tekâmülü için dört rükün gereklidir: İlim, hilm, şecaat ve kerem. İşte Ehlibeyt bu özelliklere bir insanın sahip olabileceği en üstün düzeyde sahip olan kimselerdir.

İmam Hasan'ın (a.s) hilmini düşmanları dahi övmüştür. Mervan, onun tabutunun başına gelip durduğunda ona dediler ki: Yaşadığında onun yüreğini kanla doldurdun ve şimdi cenazesinin başına mı geldin?! Mervan şu cevabı verdi: Ben öyle birinin yüreğini kanla doldurdum ki onun hilmi âlemdeki dağlardan daha üstündü!

Nasıl bir ilim ve hilmin vardı senin ya Hasan-ı Mücteba! Nasıl bir kerem ve cömertliğin vardı! Gerek şia kanalından gerekse Ehlisünnet yoluyla gelen birçok rivayete göre “Halkın arasından Resulullah'a (s.a.a) en çok benzeyen kişi Hasan b. Ali b. Ebutalib'di”.

Onun bu kerem ve cömertliği hakkında Ehlisünnet kaynaklarında da şu olay anlatılmıştır:

İmam Hasan Medine'de dört tarafı duvarla çevrili bir bahçenin yanından geçiyordu. Gözü, orada oturan küçük bir zenci çocuğa ilişti. çocuğun elinde bir ekmek, önünde de bir köpek vardı. Yavrucak, ekmekten bir parça kendisi yiyor, bir lokma da köpeğe veriyordu. Bu şekilde yaparak bütün ekmeği bitirdi. İmam Hasan ona neden böyle yaptığını sordu. çocuk; “Gözlerim o köpeğin gözlerine bakarken daha fazlasını yemekten utandım” diye cevap verdi. İmam Hasan bu sözden çok etkilendi ve kölenin ve bahçenin sahibinden hem bahçeyi, hem de çocuğu satın aldı. Kölenin yanına giderek; ”Ben seni satın aldım” deyince o tatlı çocuk ayağa fırladı; “Allah'ın ve O'nun peygamberinin, sonra sizin emirlerini dinleyip itaat edeceğim” dedi. İmam Hasan ise; “Benim tarafından azad edildin ve bu bahçeyi de sana bağışladım” buyurdu.

Fakat nadan insanlar bu büyük hazinenin değerini, kıymetini bilmediler, bilemediler… İş öyle bir yer vardı ki ciğer yiyen kadının oğlu ve alçaklıklarını sayfaların sayıp dökemeyeceği o mel'un unsur tarafından zehirletildi…

Böylece hayatı sona erdi ama keremi ve cömertliği asla! Akıllar onun bu keremi karşısında derbeder oluyor. Parçalanmış ciğerleri önündeki teştin içine döküldüğünde kardeşi İmam Hüseyin yanındaydı…

İmam Hasan'ı (a.s) iyi tanıyalım ve tanıtalım….

Bakın, o anda İmam Hüseyin (a.s) soruyor: Kardeşim kim bunu yaptı, kim seni zehirledi? İmam Hasan, kardeşine şu cevabı veriyor: Bana bunu sorma! Bana bunu yapanı ben biliyorum ama asla söylemeyeceğim!

Ey Allah'ın kusurları örten sıfatının tecellisi Hasan! Ey Ali'nin oğlu Hasan! Kendi katiline bile bu derece kerem sahibi biri acaba dostlarına nasıl davranır?!!!

Böylesine üstün bir ilim, hilim, şecaat ve cömertlik kaynağını acaba ne kadar tanıdık?!

ehlader

Cuma, 17 Eylül 2021 12:49

Şefaatin Kıyametteki Yeri ve Önemi

Şefaat, zayıf birini güçlendirmek, takviye etmek demektir. Şefi’ (şefaat edici) ise ihtiyacı olana yardım eden ve onu mutedil bir duruma getirip ihtiyacını gideren kimsedir.


Şefaatin Kıyametteki Yeri ve Önemi

- Kıyamette şefaat etmek Allah’a mahsustur. Elbette Yüce Allah bazılarına da başkalarına şefaat etmeleri için izin vermiştir. Bu konu hakkında gelen birçok rivayetten, kıyamette şefi’lerin çok olacağı anlaşılmaktadır. Peygamberler (a.s), âlimler, şehidler, melekler, mü’minler, salih ameli olanlar, Masum İmamlar (a.s) ve Kur’an, şefaat edicilerdendir.

1- Şefaatin Manası

Şefaat, zayıf birini güçlendirmek, takviye etmek demektir. Şefi’ (şefaat edici) ise ihtiyacı olana yardım eden ve onu dengeli ve normal bir duruma getirip ihtiyaçsız kılan kimsedir.[1]

2- Şefaat Ediciler

Kur’an-ı Kerim’de birçok âyette kıyamet günü şefaatin Allah’a mahsus olduğu belirtilmiştir.[2] Allah, şefaat iznini istediği kimselere verecektir. Gaybî ilim nasıl Allah’a mahsus ise ve onu Resulüne (s.a.a) vermişse[3] şefaat de Allah’a mahsustur ve onu Resulüne (s.a.a) ve başkalarına vermiştir.

Şefaat iki kısma ayrılır:

1- Tekvinî

2- Teşriî

Tekvinî şefaat, dünyadaki bütün sepeplerden kaynaklanmaktadır. Allah katında bütün sebepler şefaatçidir. Çünkü onlar Allah ile yaratıkları arasında vasıtadırlar.

Teşriî ve kanunî şefaat iki kısıma ayrılır:

1- Dünyadaki şefaat: Bu şefaat ilahi bağışlanmaya veya ilahi dergaha yakınlaşmaya neden olur. Bu kısım şefaatte Allah ile kul arasındaki şefaatçi ve vasıta bir kaç guruptur:

a- Günahtan tevbe edenler.[4]

b- Allah Resulüne (s.a.a) inananlar.[5]

c- İnsanın salih ameli.[6]

d- Kur’an-ı Kerim.[7]

e- Salih amelle ilgisi olan her şey. Örneğin camiler, türbeler, eyyamullah, Enbiya gibi.[8]

f- Melekler.[9]

g- Kendisi ve din kardeşleri için istiğfar eden mü’minler.[10]

2- Kıyamet günü şefaat edecek olanlar: Kur’an’ın âyetlerinden kıyamet gününde fazlasıyla şefaatçinin olacağı anlaşılmaktadır. Peygamberler (a.s),[11] âlimler, şehidler, melekler,[12] ve mü’minler bu şefaatçilerdendir.

-Rivayetlere Göre Şefaatçiler

Sünni ve Şiiler bu konuda bir çok hadis rivayet etmişlerdir. Aşağıda onlardan bazılarını naklediyoruz:

1- Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“Kıyamet günü mü’minler Âdem’in yanına gidecek ve diyecekler ki: “Ey baba, cenneti(n kapısını) bize aç.” O zaman Âdem diyecek ki: “Ben buna layık değilim (ben bunu yapamam).” Onlar İbrahim’in yanına gidecekler, O da diyecek ki: “Ben de bunu yapamam.” Musa ve İsa da aynısını söyleyecekler. Onları benim yanıma yollayacaklar. Ben kalkıp Allah’tan izin alacağım ve siz Müslümanları şimşek gibi sırattan geçireceğim.” [13]

2- Yine şöyle buyuruyor:

“Her peygamberin Allah’tan bir isteği var, ben ise isteğimi kıyamete sakladım; o da ümmete şefaat etmektir.”[14]

3- İmam Sâdık (a.s) şöyle buyuruyor:

“Kim üç şeyi inkâr ederse bizim Şiilerimizden değildir: Allah Resulünün (s.a.a) miracını, kabirde suali ve şefaati.” [15]

4- İmam Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor:

“Allah Resulünün (s.a.a) ümmetine şefaat izni vardır, biz de Şiilerimize şefaat edeceğiz ve Şiilerimiz de kendi ailelerine şefaat edecekler.”[16]

3-Şefaat Olunacakların Şartları

İnsanların hak yoldan sapmamaları ve doğru şekilde eğitilmeleri için, şefaatin kimlere erişeceği konusu kapalı tutulmuştur.[17] Nitekim Ku’ran-ı Kerim de şefaat olunacakları belirlememiş, sadece özelliklerini beyan ederek şöyle buyurmuştur:

“Herkes kazancına bağlıdır. Ancak sağ taraf ehli başka. Cennetlerdedir onlar, sorarlar, konuşurlar mücrimlerin halinden. Nedir derler cehenneme sokan sizi? Derler ki: Namaz kılmazdık ve yoksulu doyurmazdık ve boş laflarla azgınlığa dalanlarla biz de dalardık ve ceza gününü yalanlardık, bize ölüm gelip çatıncaya dek. Derken şefaatçilerin şefaati fayda vermez onlara.”[18]
Âyet demek istiyor ki, cehennem ehli bu dört sıfatlarından yani namaz kılmamak, Allah yolunda infakta bulunmamak, dünyaya dalmak ve hesap gününü yalanlamalarından dolayı cehennemlik oldular. Bu dört kötü sıfat dinin temellerini sarsan şeylerdendir. Bunların aksi yani namaz kılmak, infak etmek, dünya zevklerine dalmamak ve kıyamete inanmak Allah’ın dinini ayakta tutar. Çünkü dindarlık masum olan hidayetçilere uymak demektir. Bu da ancak dünya ve onun insanı aldatan ziynetlerine gönül vermemek ve Allah’a yönelmekle olur. Bu ikisi gerçekleşti mi hem dünyaya dalanlardan uzaklaşlaşılmış olunur, hem de kıyamet yalanlanmaz.

Bu iki sıfat, ardından Allah’a yönelmeyi ve topluma hizmet etmeyi getirir. Bu da âyette namaz kılmak vasfı ve diğerine Allah yolunda infak etmek özelliği ile işaret edilmiştir. Demek ki dinin temeli bu dört sıfatı bilmek ve onlara amel etmektir. Bu dördü dinin diğer rükünlerini de peşinden getirir; zira birisi muvahhid olmazsa veya nübüvveti inkâr ederse bu dört sıfata sahip olması mümkün değildir.[19]

Kısacası aşağıdaki şartlara sahip olanlar şefaat edilmeye layıktırlar:

1- Allah’a, peygamberlere, kıyamete ve Allah’ın peygamberlerine gönderdiklerine sağlam bir imanının olması. Zira Kur’an’ın bazı âyetlerinde kâfir ve müşriklere neden ateşe atıldınız, diye sorulduğunda “Bize şefaat edecek kimse yoktu”[20] diye cevap verirler. Demek ki kâfirlerin şefaat olunma liyakatleri yoktur. Enbiya Sûresinin 28. âyetinde de şöyle buyuruluyor:

“Peygamberler ve melekler kendisinden razı olunmuş kimseye şefaat ederler.”
İmam Rıza’ya (a.s) bu âyetin tefsiri sorulduğunda şöyle buyurdu:

“Maksat, dinde beğenilmiş olmak demektir.”

Dolayısıyla şefaat, din ve inançta kendisinden razı olunmuş kimseye mahsustur; çeşitli kısımlarıyla kâfirler, örneğin inkârcılar ve müşrikler şefaatten mahrum olacaktır.

2-Şefaatin hak olduğuna inanan kimseler. Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“Benim şefaat edeceğime iman etmeyen kimseye Allah şefaatimi nasip etmeyecektir.” [21]

3 ve 4- Namaz kılanlar ve fakirlere yardım edenler. Görüldüğü üzere Müddessir Sûresinde günahkârların cehenneme gitmesinin nedeni olarak namaz kılmamak, fakirlere yardım etmemek ve kıyameti yalanlamak sayılmaktadır. İmam Sâdık (a.s) buyuruyor:

“Bizim şefaatimiz namazı hafife alana ulaşmaz.”[22]

Kısacası şefaat şartsız bir konu değildir; hem şefaate konu olacak günah yönünden, hem şefaat eden yönünden, hem de şefaat olunacak yönünden bir takım şartları vardır. Bu ilkeye inanan kimseler bu çok kıymetli fırsattan yararlanmak ve şefaat olunmak için onun şartlarını yerine getirmek ve zulüm, şirk gibi şefaate engel olan günahlardan kaçınmak zorundadırlar.

–—

[1] el-Mizan, c. 1, s. 157.

[2] Bakara, 256; Zümer, 44.

[3] Cin, 27.

[4] Zümer, 54.

[5] Hadid, 28.

[6] Maide, 9.

[7] Maide, 16.

[8] Nisa, 64.

[9] Mümin, 7.

[10] Bakara, 286.

[11] Enbiya, 28.

[12] Zuhruf, 86.

[13] Biharu’l-Envar, c. 8, s. 35.

[14] Şeyh Müfid, el-İhtisas, s. 37.

[15] Biharu’l-Envar, c. 6, s. 223.

[16] a.g.e.

[17] el-Mizan, c. 1, s. 159.

[18] Müddessir, 38-48.

[19] el-Mizan, c. 1, s. 259.

[20] Şuara, 100.

[21] Biharu’l-Envar, c. 8, s. 34.

[22] Vesailu’ş-Şia, c. 4, s. 25.

Amerika Birleşik Devletleri, her ne kadar bazı saflar tarafından “özgürlük ve refah ülkesi” olarak tanımlansa da esasen terörist bir devlettir.Kuruluşundan bugüne, kan ve gözyaşı üzerine bina edilmiştir.

Amerikan yerlileri, Afrikalılar, İrlandalılar, Latin Amerikan ve Karayip halkları en eski kurbanlardır.

2. Dünya savaşını kazanan Sovyetler olmasına rağmen, büyük paylaşım mücadelesinin galibi koltuğuna oturduktan sonra bu kez tüm dünyayı hedef aldı Yankiler.

Amerika Birleşik Devletleri esasen 5 bin kişilik kapitalist ekipten oluşan bir derin devlettir.

Bunlar büyük sermaye gruplarının temsilcileridir.

ABD bu yüzden bir emperyalist devletten çok, bir emperyalist şirketler grubuna benzer.

Burada esas olan halk veya devlet çıkarı değil, para babalarının çıkarlarıdır.

İşte bu yüzden terör, pandemi ve savaş onların vazgeçilmezidir.

1945 sonrası için yapılan bir çalışma, ABD’nin ikinci dünya savaşı sonrası 37 ülkeyi hedef alan doğrudan veya dolaylı saldırıları sonucu 20 ila 30 milyon insanın yaşamını yitirdiğini gösteriyor.

Kapsamlı araştırma, ABD’nin sadece Kore ve Vietnam Savaşları ve 2 Irak Savaşı sırasında, 10 ila 15 milyon ölümden doğrudan sorumlu olduğunu ortaya koymaktadır. Kore Savaşı ayrıca Çinli kayıpları  içerirken, Vietnam Savaşı da Kamboçya ve Laos'taki ölümleri de içeriyor.

 

ABD’nin hedefi asla İngiltere gibi tüm dünya üzerinde hakim bir düzen kurmak olmadı.

ABD “süper gelişmesini” hep savaşlara borçluydu.

Birinci Dünya savaşında liderliğe hazırlanırken, İkinci Dünya savaşında sadece tahta oturmayı bekledi.

Her iki savaşta da askeri sanayi kompleks müthiş karlara imza attı.

Kurucularının tamamının mason olduğu ABD için geçerli slogan, hep “Ordo Ab Chao” oldu.

Latinceden Türkçeye, “Kaostan doğan Düzen” olarak çevrilebilir.   

ABD’nin deniz gücü olmasını öngören Mahan ve Sovyetler’i kuşatma prensibinin müellifi Kennan’ı bir yana koyarsak, ABD’nin en ünlü 2 stratejisti Kissinger ve Brzezinski’dir.

Petrodoların mucidi Kissinger, doğrudan güçlü Rockefeller ailesinin avukatı olarak siyasete girmişti.

Sovyetler’in çöküşünde etkili olan, “İnsan hakları (STK) kisveli Helsinki nihai Senedi”nin mimarı Polonya kökenli Brzezinski ise, SSCB’yi kuşatma teorisinin babası Spykman’ın sadık takipçisi olarak “Yeşil Kuşak” projesinin de yaratıcısıdır.    

Yani Türkiye’nin merkez sağ ile başlayan ve giderek dinci muhafazakar bir hale bürünen iktidar formüllerinde asıl onun imzası vardır.

Keza Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden önce “mücahitleri” ya da bugünkü isimleriyle “Taliban”ı örgütleyen isim O’dur.

Brzezinski, Suudi Arabistan ve Pakistan gizli servisi ISI ile işbirliği içinde açılan medreselerde Taliban’ın kurulmasına ön ayak olmuştu. Liderlerini Beyaz Saray’da dönemin Başkanı Ronald Reagan ile bir araya getirmişti.

 

11 Eylül 2001 saldırılarının olağan suçlusu Usame Bin Ladin, 1993’te ünlü muhabir Robert Fisk ile Sudan’da yaptığı röportajda adeta bir melek olarak tanıtılıyordu.

The Independent gazetesinde 1993 yılında yayımlanan röportajda bugünkünden çok farklı bir Usame bin Ladin portresi çiziliyordu.

İhvancı Suudi Terörist Bin Ladin, dünyaya, ‘Sovyet karşıtı savaşçının ordusu barış yolunda’ başlığıyla tanıtılıyordu.

 

Brzezinski’nin başlattığı işi Bush-Cheney cuntası devam ettirdi.

11 Eylül tezgahıyla Afganistan’a ve ardından Irak’a girdiler.

Terör ve savaş kol kolaydı.

Amerikan savaş makinasının keyfine diyecek yoktu.

Karşılıksız basılan dolarlar Pentagon ve savunma sanayine akıyordu.

İşte bu dönemde pek bilinmeyen bir isim, ABD’nin bugün de devam eden stratejisine ismini verdi.

Bush cuntasının savunma bakanı Donald Rumsfeld tarafından 11 Eylül saldırılarını takip eden günlerde Pentagon’da kurulan “Güç Dönüşüm Bürosu” (Office of Force Transformation) başına getirilen Amiral Arthur Cebrowski idi bu kişi.

Amiral Cebrowski, ABD ordusunun misyonunu dönüştürmek için oradaydı.

Arthur Cebrowski üç yıl boyunca (2002-2005) tüm üst düzey ABD subaylarına ve dolayısıyla da bugün görevde olan tüm generallere öğretmenlik yaptı.

 

Fransız Gazeteci Thierry Meyssan’ın “Gözlerimizin Önünde” isimli kitabından aktarıyorum:

“Öğrettiği şey oldukça basitti. Dünya ekonomisi küreselleşiyordu. Dünyanın önde gelen gücü olarak kalması için Amerika Birleşik Devletleri’nin finansal kapitalizme uyum sağlaması gerekiyordu. En iyi yol, gelişmiş ülkelerin, siyasi engellerle karşılaşmadan yoksul ülkelerin doğal kaynaklarını sömürebilmelerini güvence altına almaktı. Böylece dünyadaki hedeflerini ikiye bölüyordu:

1-İstikrarlı pazarlar olması gereken küreselleşen ekonomiler (Çin ve Rusya dahil).

2-Ulusötesi şirketler varlıklarını herhangi bir direnişle karşılaşmadan sömürebilsinler diye devlet yapılarından yoksun bırakılan ve kaosa terk edilecek diğer tüm ekonomiler.

Bunu başarmak üzere küreselleşmemiş halkları etnik ölçütlere göre bölmek ve ideolojik olarak elde tutmak gerekiyordu.

Söz konusu ilk bölge, (dost İsrail ve iki komşu devlet olan Ürdün ve Lübnan dışında) Fas’tan Pakistan’a uzanan Arap-Müslüman bölgesi olacaktı. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın “Genişletilmiş Orta Doğu” dediği şey budur. Bu alan, petrol rezervlerine göre değil, burada yaşayan halkların ortak kültür unsurlarına göre tanımlanmıştır.

Amiral Cebrowski’nin tasavvur ettiği savaş, başlangıçta tüm bu bölgeyi kapsayacaktı. Soğuk Savaş’ın getirdiği bölünmeleri hesaba katmamalıydı. Birleşik Devletler için artık bu bölgede dost ya da düşmanları yoktu. Düşman, artık ideolojisi (Komünistler) veya dini (“medeniyetler çatışması”) ile değil, sadece finansal kapitalizmin küresel ekonomiyle bütünleşip bütünleşmemesiyle tanımlanıyordu. Buna boyun eğmeyen, bağımsız olanları artık hiçbir şey koruyamayacaktı.

Bu savaş, önceki savaşlar gibi tek başına ABD’nin değil, tüm küresel devletlerin (şirketlerin) doğal kaynakları sömürmesine izin vermeliydi. Dahası, Amerika Birleşik Devletleri artık hammaddelerin ele geçirilmesiyle çok da ilgilenmiyordu, esas olarak küresel ölçekte iş bölümüne gitmeyi ve başkalarının onlar adına çalışmasını sağlamayı amaçlıyordu.

Bütün bunlar, artık bir zafer için değil, George W. Bush’un sözleriyle ‘sonsuz savaş’ yürütmek içindi.

Nitekim 11 Eylül’den beri başlayan tüm savaşlar beş farklı cephede halen süregelmektedir: Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Yemen.”

Türkiye’deki siyasi iktidar da bu çerçevede tertiplenmiş ve gerekli düzenlemeler yapılarak Cebrowski doktrinine göre uyarlanmıştır.

2001’de Ankara’da Başbakan Bülent Ecevit ile bir araya gelen Cheney ve ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Wolfowitz bu projenin başlıca şüphelilerindendir.   

Bu NEOCON ekipten olan ünlü BOP haritasının sahibi Albay Ralph Peters’in bir makalesinin başlığı bu doktrini net olarak açıklıyordu: “Amerika’nın Düşmanı İstikrar”.

 

2001 sonrası ABD’yi avucuna alan Neocon ekip, esasen eski Troçkist - Yahudi kökenli siyasetçilerden oluşur ve ilginç bir doktrine sahiptir.

Bu ekibin liderlerinden olan ve Irak işgalinde “Valilik” yapan L. Paul Bremer III, Kissinger’in asistanlığından gelmektedir.

Bremer, SSCB’nin dağılması sırasında ABD’nin gelecek stratejisini belirleyen Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ile doğrudan bağlantılı olarak çalışır.

Bremer, Prof. Leo Strauss’un düşünceleriyle eğitim görmüş olan bir Troçkist Yahudidir. Yahudi asıllı Alman filozofun birçok yandaşını Pentagon’a yerleştirir. Birlikte çok uyumlu ve birbirine bağlı, iyi yapılanmış bir grup oluştururlar. Onlara göre, Weimar Cumhuriyetinin Naziler karşısındaki zayıflığından ders alarak, yeni bir soykırıma maruz kalmamaları için Yahudilerin artık demokrasilere güven duymamaları gerekir. Aksine otoriter partilerin tarafını tutmalı ve iktidarın yanında durmalıdırlar. Böylece bir dünya diktatörlüğü düşüncesi meşrulaştırılır.

Profesör Leo Strauss, Yahudi öğrencilerinden bazılarını bir grup hoplit (Sparta askerleri) oluşturmak üzere seçmişti. Onları rakiplerinin derslerini sabote etmek için Chicago Üniversite’sine gönderdi. Onlara bir rejimin kurbanı olmaktansa bir diktatörlük kurmanın daha iyi olduğunu öğretti.

Diktatörlükler hep düşman ister.

ABD de düşmansız ve savaşsız yaşayamaz.

Trump sonrası iktidara gelen Neocon Biden ve ekibinin amacı da tam olarak budur.  

Sürekli ve bitmeyen savaşlar.

Afganistan’dan apar topar çekilmesi, Suriye’de yeniden savaşı yellemesi, Somali ve Afrika’da kışkırtıcı hamleler, Rusya ve Çin’e karşı NATO’nun zincirlerini gevşetmesi hep bu kapsamdadır.

Rusya, Çin, İran, Suriye, Venezuela, Küba vs. Dünyanın tüm diğer ülkelerini eleştirebilirsiniz.

Kuşkusuz onlar da sütten çıkmış ak kaşık değildir.

Ancak dünyada sadece bir ülke vardır ki, savaş ilanihaye sürsün ister.

O da Amerika Birleşik Devletleri’dir.   

İsrail, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Avrupalı diğer müttefiklerini de ABD’ye ekleyebiliriz ama, İsrail dışında hiç biri gönülden ABD’ye destek vermemektedir.

İktidar-Sermaye ilişkileri ekseninde destek verirler.

Rusya ve Çin için barış istikrar, istenen ve talep edilen şeylerdir.

Rusya Avrupa ve tüm Asya ile ekonomik entegrasyon peşinde iken, Çin karşılıklı kazanca dayalı yeni bir dünya düzeni kurmak istiyor.

ABD’nin bunlara yanıtı ise savaş, terör ve kargaşalık.

Afganistan’ın Taliban eline düşmesi sonrası Türkiye’ye gelecek olan binlerce Afgan göçmen de bu planın bir parçasıdır.

Veya İdlib ve tüm Suriye’deki kargaşadan kaynaklı 5 milyon Suriyeli göçmen de öyle.

Orta ve Batı Asya, Kuzey Afrika ile Ortadoğu’daki İhvancı siyaset, Amerika’nın sürekli savaş ve kaos stratejsinin bir ürünüdür.

Neocon imzalıdır.

Yine Meyssan’ın kitabından küçük bir bölüm aktarıyorum:

“12 ila 14 Ekim 2003 arasında, Kudüs’teki King David Otelinde bir garip toplantı düzenlenir. Davetiyede yazanlara göre: İsrail, Doğu totalitarizminin ve Batının ahlaki seçeneğidir. İsrail medeniyetimizin ayakta kalma merkezi savaşının merkezidir. İsrail ve Batı’nın geri kalanının onunla birlikte kurtarılması hala mümkündür. Kudüs’te birleşmenin zamanı gelmiştir.

İsrail ve ABD aşırı sağından davet edilen yüzlerce şahsiyetin masrafları Rus mafyası tarafından karşılanır. Avigdor Lieberman, Binyamin Netanyahu ve Ehud Olmert, Amerikalı eli kanlı savaş köpekleri Elliot Abrams, Richard Perle ve Daniel Pipes’i kutlarlar.

Hepsi aynı inancı paylaşmaktadır: Teo-politika. Onlara göre “Zamanın sonu” yakındır. Dünya yakın zamanda Kudüs’te yerleşik bir oluşumun yönetimi altına girecektir.

Leo Strauss’un uzmanı olduğu bu düşünce akımı, Yahudi dinini, Mısırlıların atalarına karşı işlediği cinayetlerin, Asurlular tarafından Babil’e sürgün edilişleri ve hatta Avrupa Yahudilerinin Naziler tarafından yok edilmesinin intikamı için Yahudi halkının bin yıllık duası olarak yorumlamaktadır.  

“Cebrowski-Wolfowitz Doktrini”nin, önce genişletilmiş Ortadoğu’da, daha sonra da Avrupa’da kaosun yerleşmesi anlamına gelen Armageddon’u (nihai kıyamet savaşı) hazırladığına inanırlar. Bu, Yahudi halkının acı çekmesine neden olanların Tanrı tarafından cezalandırılmasına yol açacak topyekün bir yıkım olacaktır.”

İşte geldiğimiz bu noktada, “Amerikancılık” bir seçim değil cehennemin kapılarının açılmasıdır.

William Shakespeare’ın dediği gibi: “Cehennem boş, tüm zebaniler burada!”

Son dönemde başımıza yıkılan ekonomik krizler, yolsuzluklar, gericilikler, yangınlar, seller ve tüm afetler bir yana, Afganistan örneğindeki gibi devletsizleşmek ve ufalanıp yok olmak tehlikesi ile karşı karşıyayız.

Bize düşman, müstakbel katilimiz ABD ve NATO’yu bırakıp, bir an önce ŞİÖ (Şanghay İşbirliği Örgütü) ve bölge ülkeleriyle işbirliği yapmak zorundayız.  

KAYNAKLAR: 

https://www.globalresearch.ca/u-s-regime-has-killed-20-30-million-people-since-world-war-ii/5633111

https://www.voltairenet.org/article213722.html

https://www.voltairenet.org/article213172.html      

 veryansın

Hüseyin Vodinalı

İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, ülkesinin Şanghay İşbirliği Örgütüne tam üye olarak kabul edildiğini açıkladı.
 
 
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, ülkesinin Şanghay İşbirliği Örgütüne (ŞİÖ) tam üye olarak kabul edildiğini açıkladı.

Reisi, Tacikistan'ın başkenti Duşanbe'de düzenlenen ŞİÖ 21. Devlet Başkanları Zirvesi'nde konuştu.

Bugünkü zirvede İran'ın ŞİÖ'ye tam üye olarak kabul edildiğini duyuran Reisi, "Bölgesel düzeyde gerçek barış ve iş birliğini sağlamak için birkaç fırsattan biri olan bu önemli ve etkili toplantıya katılmaktan duyduğum memnuniyetimi ifade etmeme izin verin. İran'ın daimi üyeliği vesilesiyle tüm üyelere samimi teşekkürlerimi sunuyorum." dedi.

Uluslararası sistemin kutuplaşmaya ve bağımsız devletler lehine gücün yeniden dağılımına doğru değiştiğini belirten Reisi, ŞİÖ'yü ekonomik, siyasi ve demografik değerlere sahip bir örgüt ve küresel çok taraflılık için "itici bir güç" olarak niteledi.

İran'ın dış politikasının uluslararası kuruluşlara aktif katılım, çok taraflılık, iş birliği ve karşılıklı saygı üzerine kurulduğunu aktaran Reisi, "Dünya yeni bir döneme girdi. Hegemonya ve tek taraflılık ortadan kalkıyor. Uluslararası sistemdeki güç bağımsız devletler lehine değişiyor." diye konuştu.

Pazartesi, 13 Eylül 2021 04:33

Küreselleşme, Tarihin Sonu ve Mehdi İnancı

"Rivayetlere göre İmam-ı Zaman (a.s.) insanlık toplumundaki sınıf farklılıklarını ortadan kaldıracak. Elimizdeki rivayetlere göre Mehdi’nin döneminde yeryüzünde hiçbir aç insan kalmayacaktır. Bizim inandığımız, tüm dinlerin inandığı Mehdeviyet budur. Fakat hiç kimse ahir zaman toplumu ve Büyük Dünya Devrimi konusunda Şiiler kadar açık konuşmamıştır.

 Ezelden Hatemu'l-Enbiya'ya (s.a.a.) kadar tüm peygamberlerden Hz. Mehdi (a.s.) ile ilgili olarak yüce ifadeler nakledilmiştir. Bunlar tüm ilahi ve İbrahimi dinler arasında hemen hemen en toplumsal konulardır ve kurtarıcıyı vaat etmekte ve müjdelemektedir. Hepsi de tüm peygamberlerin ve dinlerin yarım kalan işlerini bu yüce insanın tamamlayacağını söylemiştir. Derler ki tarihin en büyük görevi, tarihin en büyük insanının işidir. Hatta ulûhiyet ve ilahiyata düşman ekoller bile bir şekilde yine bu meseleyi düşünmüştür. O'nun ismini zikretmemiş olsa da herkes zuhurunu müjdelemiştir. Hatta ateist ve Marksist ekoller bile ahir zaman meselesine ilgisiz kalamamıştır.

İnsanların büyük çoğunluğunun dinleri olan Budizm, Hıristiyanlık ve Yahudilik bu hususta görüş belirtmiştir. Yahudilik hala Mesih (a.s.) bekliyor, Hıristiyanlık Mesih'in (a.s.) yeniden zuhurunu gözlüyor. Tüm peygamberler, dinler, mezhepler, gelecekteki büyük açılımı veya tarihin sonunu bekliyor. Sonra değineceğimiz üzere hatta bugün onlarca yıldır tarihin sonunu ve tarihin gayesini reddeden bir ekol bile insanlık tarihinin aydınlık bir geleceği yok, ona hâkim olan bir ilke yok diyerek telaşa kapılıyor. Yani 50-60 yıldır tarihin gayesi yoktu ve olmayacak diye teori geliştiren liberalizmin Fukuyama gibi bir teorisyeni de tarihin sonundan söz ediyor ama onların kastettiği “tarihin sonu”, liberal kapitalist rejimin tahkimi ve propagandasıdır.

Rivayetlerde Hz. Mehdi'den (a.f.) “günlerin baharı” diye söz edilmektedir. Hz. Mehdi'ye sunulan selamlarda şöyle deniyor: “İnsanlığın baharına selam olsun, tarihin ilkyazına ve günlerin tazeliğine selam olsun.”

O'nu görenler dış görünüşüne dair tasvirlerde bulunmuştur. Hz. Peygamber ve İmamlar (a.s.) da O'nu tasvir etmiştir, bunlar araştırmacıların eserlerinde şu şekilde yer almaktadır: Buğday tenlidir. Kaşları hilal ve çekiktir. Gözleri siyah, iri ve etkileyicidir. Omuzları geniş, dişleri parlak, burnu kalkık ve güzel, alnı açık ve parlak, iskelet yapısı kaya gibidir. Yanakları etli değildir, gecelerin çoğunda uyanıktır, sağ yanağında siyah bir ben vardır. Kasları sıkı ve sağlam, saçları kulak memelerine dökük ve omuzlarına yakın, endamı uyumlu ve güzel, güzel görünüşlü, yüzü yüce ve görkemlice bir utangaçlık halesiyle saklı, görünüşü liderlik haşmetiyle dolu, bakışı nafiz ve değiştirici, sesi coşkun denizin dalgaları gibidir.

“Bekleyişin” (İntizar), “gerçeklik” ile “hakikat” arasındaki tezadın sentezi olduğu söylenir. “Gerçeklik” var olan şey, “hakikat” ise mevcut olmayan ama olması gereken şeydir. O halde birinci nokta, insanlık tarihinin yorumu için bugün iki bakış açısının bulunuyor olmasıdır: Birincisi “Mesiyanizm” yani Mesihçilik-Mehdicilik veya “vaat edilmişçilik” diye adlandırılan ilkedir. Burada “Mesih” vaat edilmiş demektir; Mesiyanizm ise bekleyişe davettir. Vaat edilenin zuhurunu beklemek, insanlık düzeyinde mevcut duruma itiraz etmektir ve tarihin sonunda hakkın ve adaletin kesin zafer vaadini içerir. Bundan da “Fütürizm” ilkesi olarak bahsedilir. “Fütürizm” “Gelecekçilik” veya geleceğe bakış demektir. Yarına yönelik ideolojide tüm haberler gelecektedir; dünyanın vakti henüz bitmemiştir, mahrumlar ümitsiz olmasınlar demektedir. Özgürlük, bilinç ve adalet yolunun savaşçıları ve mücahitleri mücadelelerinden pişman olmasınlar. Dünya hareketleri içerisinde adaleti gerçekleştirmeye çalışırken defalarca mağlup olanlar, her şey bitti demesinler. Geleceğe bakınız. Başınızı dik tutunuz. Şehit verdiniz, darbeler yediniz, kayıplar verdiniz, bazı cephelerde geri çekildiniz ama başınızı dik tutunuz. “Fütürizm” yani gözlerinizi kararlı ve umutlu bir şekilde geleceğe dikin. Bugünkü batıştan sonra gelecek yarınki doğuşu düşünün ve bu düşünceyle neşelenin. Bu düşünce kamuoyunu kandırmak için değildir.

Ayrıca “İmam-ı Zaman var olmasa bile ona inanmak faydalıdır” diyen bazı pragmatistlerin söylediğinin aksine bu inanç hem hakikattir, hem de faydalıdır. Mehdeviyetin hakikatini anlayıp ona inanmayanlar, deneyci-emprik dogmatizme esir olup sadece duyu âleminin gerçekleriyle yetinenler, Peygamberler (s.a.a.) eliyle âlemin ötesine ve metafiziğe açılan pencereden dışarıya bakmaya yanaşmayanlar İmam-ı Zaman olgusunu gerçeklikten uzak ama en fazla faydalı bir şey olarak görüyor olabilirler. Hâlbuki işin gerçekliği şudur: İmam-ı Zaman'ın hikâyesi bir masal değildir, buna dini bir efsane olarak bakmamak gerekir. İmam-ı Zaman'ın (AS) hikâyesi gerçektir, faydalıdır ve her ikisi iç içedir.

O halde Batı'da “Mesiyanizm ve Fütürizm” diye tabir ettikleri geleceğe ve tarihe bir bakış söz konusudur, çünkü tarih canlı ve aktiftir, bilinçli bir varlık tarafından yönlendirilmektedir, insanlığın öyküsü en sonunda bir lağım çukurunda sonlanmayacaktır. İnsanlık tarihi konusunda iyimserdir, insanlığa söylenen tüm yalanlardan, yapılan adaletsizliklerden ve zulümlerden sonra “hakikat ve adalet” güneşinin doğacağına inanmaktadır. Allah insanı tarihin zalimlerine bırakmayacaktır. Ancak buna karşın ikinci bir çizgi daha var ve bu, Batı liberalizmi, kapitalizmi ve hegemonyası tarafından bugün dünyadaki akademilere ve üniversitelere pompalanıyor. Dünya kamuoyuna zorla empoze ediliyor, o da “tarihin gayesinin, hedefinin” reddedilmesi düşüncesidir.

Burada Batı derken Batı ülkelerinde yaşayan halkı kastetmiyoruz. Batı ülkelerinin halkları, dindar ve Hıristiyan olanlar, “vaat edilmiş” olana inanırlar. Fıtratlarının bombardıman edilmiş olmasına rağmen -Batı'da, ABD'de, Avrupa'daki küçük bir azınlık dışında- hala içsel inceliklerini koruyorlar. Şunu hatırlatayım, Washington'daki bazı dostlarla birlikte bir kiliseye gitmiştik. Çok muazzam ve eski bir kiliseydi. Hemen hemen bir müze halindeydi ve iç içe yedi kiliseyi içeriyordu. Kilisenin salonunda Amerikalı bir kız öğrenci gördük. Oturmuş ney üflüyordu. Pazar sabahıydı, yanına gidip ona ne yaptığını sordum: “Vaat edilmiş olanı bekleme adına ve onun aşkıyla her Pazar sabahı gelip ney üfleyeceğim diye adak adadım” dedi. Bu, maneviyatın, insanlığın, adaletin gece gündüz bombalandığı bir toplumdur, buna rağmen Washington'un göbeğindeki bu genç dindar kız öğrenciyle baş edemiyor. O halde Batı derken Batı ülkelerinde yaşayan sıradan saf, bilinçsiz halkı kastetmiyoruz. Hatta aslında bir şekilde mazlum ve kurban konumundaki, sıradan dejenere vatandaşları da kastetmiyoruz. Kastettiğimiz “liberal kapitalist hegemonyadır” ve bugün Amerika'ya ve Amerika üzerinden de tüm dünyaya hükmeden Yahudi kapitalist hücrelerdir. Sahtekârlıklarla dolu olan son seçimlerde her ikisi de kapitalist çelik çekirdeğin çıkarlarını koruyan iki kişiden biri lehine kamuoyunun beynini yıkayanlar onlardır. Bu şirketlerin milyarlarca dolarlık parası, Batı'nın ve bugünün dünyasının gerçek efendisidir, modern kölecilik düzenine bunlar liderlik etmektedir.

İnsanlık tarihi boyunca en muhafazakâr güç hücreleri, Amerika'ya ve Batı'ya liderlik eden işte bu liberal düşünce hücreleridir. Peki niçin muhafazakarlar? Çünkü dünyadaki mevcut durumun onların lehine korunması gerekmektedir. Bu durum nasıl korunur? Öncelikle şuna inandırmalıdırlar ki dünyadaki mevcut durum, onlarca yıldır dünyada meydana gelen gelişmeler, küresel siyonist kapitalizmin yedeğindeki liberalizm ideolojisi, güç ve servet denklemini tanımlıyor. Bunun rasyonalitenin ta kendisi olduğuna, herkesin buna inanması gerektiğine ve adını modernite koydukları şeyin tarihin sonu olduğuna herkesi inandırmaya çalışıyorlar.

Şunu demek istiyorlar: Dünya toplumunda bizim liderlik ettiğimiz mevcut durumdan daha iyi ve üstün bir “Medine-yi Fazıla” (erdemliler toplumu, şehri) gerçek hayatta olmadığı gibi zihinsel olarak mevcut olması da mümkün değildir. Popper, ölümünden birkaç yıl önce Spiegel'e verdiği mülakatta, “Bugün tüm insanlık tarihinin ‘medine-yi fazıla'sı, Amerika Birleşik Devletleri toplumudur” demişti. Söyleşiyi yapan gazeteci, ona “Her sekiz saniyede bir cinayetin işlendiği, her dokuz saniyede bir cinsel saldırının yaşandığı bir toplum, en büyük gelir kaynağı uyuşturucu madde ile kimyasal ve biyolojik kitle imha silahları olan bir toplum nasıl erdemli toplum ve tarihin sonu olabilir?” diye sorsaydı o şöyle cevap verirdi: “Medine-yi Fazıla üzerine düşünme gerekliliği aslında bize söylenmiş bir yalandı. Tarihin sonuna kadar hiçbir ‘medine-yi fazıla' olmayacaktır ve böyle bir şey düşünülmemelidir. İnsan zihnindeki bu sapkın düşünce bir masal inancıdır.” Veya Amerikan kapitalizminin teorisyeni Fukuyama da şöyle diyor: Eğer tarihin bir sonu varsa o da şu andaki Amerika Birleşik Devletleri toplumudur. Bu, “muhafazakâr” bir düşüncedir.

Muhafazakârlık, dünyadaki mevcut durumu ve şu an dünyaya hükmetmekte olan güç piramidinin korunmasını savunur. Bu piramidin başında kapitalistler vardır, diğer tüm milletler, doğulu ve güneyli milletler ise güç piramidinin başındakileri omuzlarında taşıyan kölelerdir. Bugün dünyadaki servet nasıl bölüşülüyor? İnsanlığın yüzde kaçı, yeryüzündeki servetin yüzde kaçını elinde bulunduruyor? Bu açık rakam nedir? Eğer birileri bu mevcut durum devam etsin diyorsa bunun anlamı nedir?

Rivayetlere göre İmam-ı Zaman (a.s.) insanlık toplumundaki sınıf farklılıklarını ortadan kaldıracak. Elimizdeki rivayetlere göre Mehdi'nin döneminde yeryüzünde hiçbir aç insan kalmayacaktır. Bizim inandığımız, tüm dinlerin inandığı Mehdeviyet budur. Fakat hiç kimse ahir zaman toplumu ve Büyük Dünya Devrimi konusunda Şiiler kadar açık konuşmamıştır. Diğerleri muhtemelen bu duruma ilişkin ayrıntılı bilgiye sahip değildi. Şia, o büyük Küresel Devrim Önderinin yüce adını dahi biliyor. O'nun yönetim tarzını açıklıyor. Muhtemelen başka hiçbir ekol böyle değildir. Sizler Upanişadlar'da, Vedalar'da, İncil'de, Tevrat'ta, tüm Doğu ve Batı kaynaklarında ahir zaman müjdesini görürsünüz. Fakat hiçbiri Şii kaynakları kadar O'nun hakkında fiziğine, sözlerine, şiar ve devrimci yöntemlerine varacak kadar açık ve net bir şekilde söz etmemiştir. Biz medine-yi fazıla düşüncesine, Mesiyanizme, dini köktenciliğe, devrimci radikalizme ve ideolojiye karşıyız diyen ve hatta dini olmasa dahi her türlü ilkeciliğe muhalif liberal kapitalizmin başlıca hedefi şudur: İnsanlık kamuoyunda, özellikle de Doğulu ve İslami üniversitelerde, öğrencinin ve ardından halkın zihninde mevcut durumla ilgili bir şüphe, beklenti hali ortaya çıkmasın. “Yoksa kapitalist modernite yolun sonu değil mi? Başka bir yolu mu gözlemek gerek?” gibi sorular kamuoyunun zihninde filizlenmesin.

Onlar demek istiyor ki dünyadaki bu mevcut durumun ötesinde başka hiçbir şey yoktur. Var olanlar bilimin, akılcılığın ta kendisidir ve tarihin sonudur. Diyorlar ki burası son duraktır, insanlık trenden inmelidir. Ancak dikkat ederseniz tüm insanlık bizim seviyemizde hayat sürsün ve Amerikan halkının imkânlarına sahip olsun demiyorlar. Bunu deselerdi küresel ölçekteki zulüm ve adaletsizlikten vazgeçmeleri gerekirdi. Çünkü küreselleşmenin anlamı servetin, gücün, bilginin, onurun, saygınlığın tüm dünyada eşit olması demek olsaydı bu kabul edilir bir şey olurdu. Fakat onların istediği küreselleşme “Amerikanlaşmak”tır. Küreselleşme başında Amerika'ya egemen olan kapitalistlerin bulunduğu, insanlığın geri kalanının ise piramidin gövdesini oluşturduğu bir şeydir.

Batılı küreselleşme, Batı'nın dünyadaki zulmünü izah edilebilir kılma amaçlıdır. Onlar “Mehdevi küreselleşmeye” karşıdırlar. Amerikan kapitalizminin küreselleşmesine çağırmaktadırlar. Eğer küreselleşme, Amerika'nın Amerika'yı, Amerika'ya hâkim kapitalizmi, Siyonizmi ve İngiltere'yi küreselleştirmesinden ibaretse bu küreselleşme yalnızca onların çıkarınadır. Onlar işte bunu yayıyorlar, bu “küreselleşme” bütün kültürleri, ideolojileri, direnişi yutuyor ve sindiriyor. Ama eğer “Biz küreselleşmeyi kabul ediyoruz; ancak Yahudi kapitalizmi ölçütlerindekini değil, ‘tüm dünyada hiçbir aç kalmamalıdır' diyen İmam Mehdi'nin ölçütlerini” dersek, “Afrika'nın bir köşesindeki 11 yaşındaki çocukların ağırlığı Washington ve New York'taki 6 aylık çocuğunki kadar olmamalıdır. Bir deri bir kemik olmamalı, kaburgaları sayılmamalıdır” diye itiraz edersek bunu kabul etmiyorlar.

Onlar Mehdevi küreselleşmeyi, yani adaletin küreselleşmesini reddediyor ve onu bir kuruntu, bir ütopya olarak görüyorlar. Çünkü İmam Mehdi (a.s.) güvenliği sadece Batılı kapitalistler için değil, herkes için istiyor. Rivayetlere göre İmam Mehdi döneminde güvenlik dünyaya o kadar hâkim olacak ki genç bir kız en küçük bir hakarete ve tehdide uğramadan dünyanın bir ucundan diğer ucuna tek başına gidebilecek. Bu bizim rivayetlerimizde vardır. Mehdevi küreselleşme herkes için güvenlik demektir. Sadece New York'taki kapitalistlerin kızları için değil, Afrika'nın, Meksika'nın, Gana'nın ve Afganistan'ın kızları için de emniyettir.Ancak Batı kapitalizmi tarzı küreselleşme düşüncesinin söylediği ve istediği “muhafazakârlığın” ta kendisidir. Bunlar küresel ölçekte ilkeciliğe, medine-yi fazıla kurulmasına, ideolojiye, değerlerin hâkimiyetine karşıdırlar. Onlar diyorlar ki değerler, prensip olarak bilimsel ve rasyonel şeyler değildir. Değerler kişisel ve görecelidir, o halde bunun yönetimle ve kamu işleriyle bir ilgisi yoktur, sekülerizm işte budur.

Onların propaganda tarzına göre Mehdeviyetten, küreselleşmeden, küresel adalet vaadinden söz etmek hayalciliktir ve imkânsızdır. Üniversite bahislerinde bunu söz konusu ediyorlar ve muhafazakârlık tezini küreselleştirmeye çalışıyorlar. Diyorlar ki bu fikir zaten ideolojik, totaliter ve tekelcidir. Mehdi adlı birinin gelip de tüm dünyada tek bir yönetim kurması da ne demek oluyor!

Bizim rivayetlerimize göre Mehdi (a.s.) akli kanıt ve kılıçla küresel hâkimiyeti ve adaleti gerçekleştirecektir. O, Hıristiyanlarla gerçek İncil'le, Yahudilerle gerçek Tevrat'la tartışıp delil getirecek. Hiç kimse için bir bahane ve mazeret bırakmayacak. İnsanların çoğu mantık ve akli kanıtla, öğüt ve rahmetle ikna edilecek; inat edenler de kılıçla ıslah olacak. İnsanlık İslam'a girecek.

medyaşafak

Pazartesi, 13 Eylül 2021 04:27

Kur’an-ı Kerim’de Tövbe

Kur’an-ı Kerim’de Tövbe

 1-Allah Tövbeleri Kabul Edendir;

“Onlar, kullarından tövbeyi kabul edecek, sadakaları alacak olanın ancak Allah(cc) olduğunu ve onun tövbeleri kabul edici, merhamet eyleyici bulunduğunu bilmediler mi?” (Tövbe-104)

“O, kullarının tövbesini kabul eden, günahlarını affeden ve ne işlerseniz bilendir.” (Şura-25)

2-Tövbe Eden Kimsede Bulunması Gereken Şartlar:

a) Salih amel işlemek:

“Kim tövbe edip, salih amellerde bulunursa şüphesiz o, Allah(cc)’a gereği gibi yönelmiş olur.” (Furkan-71)

b) Eski (İyi) hale dönmek:

“Allah(cc), onlar da eski hallerine dönsünler diye, tövbelerini kabul etti. Şüphesiz ki Allah, tövbeleri çok çabuk kabul edici ve çok merhamet edicidir.” (Tövbe-118)

c) İnanmak:

“Kötülük işleyip ardından tövbe eden ve inananlar bilsinler ki, Allah(cc) İmandan sonra muhakkak onları bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (A’raf-153)

d) Günahtan sonra tövbe:

“Ama Allah(cc)’ın vaad ettiği tövbe; ancak cahillikle yapılan kusurlar ve çok geçmeden edilen tövbedir. İşte Allah(cc) böylelerin tövbelerini kabul buyurur. Allah(cc), tövbe edenleri bilir ve hikmet sahibidir.” (Nisa-17)

e) İyiliği emredip, kötülükten alıkoymak:

“Tövbe edenlere, abidlere(ibadet edenlere), hamd edenlere, rüku edenlere, secde edenlere, iyiliği emredenlere, kötülükten alıkoyanlara ve Allah(cc)’ın hükümlerini koruyan mü’minlere cenneti müjdele” (Tövbe-12)

f) Pişmanlık:

kuran
“Ey İman edenler! Yürekten tam bir pişmanlık içerisinde tövbe ederek, Allah’a dönün. Olur ki, rabbiniz kötülüklerinizi mağfiretiyle örter ve sizi de altında ırmaklar akan cenetlere koyar.” (Tahrim-8)

3-Allah(cc)’ın ve Onun Peygamberleri(sa)’nin Tövbe Emri:

a) Allah(cc)’ın emri:

“Onlar yaptıklarından hala Allah’a tövbe edip, onun mağfiretini dilemeyecekler mi? Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Maide-74)

b) Hz.Musa(as)’nın kavmine tövbe emri:

“O zaman Musa kavmine; Ey kavmim! Buzağıya tapmakla gerçekten nefsinize zulüm ettiniz. Hemen rabbinize tövbe edip nefsinizi temizleyin. Bu, yaradanınız nezdinde sizin için hayırlı olacaktır. O tövbeleri kabul eder, demişti. Çünkü şüphe yok ki, Allah tövbeleri kabul eder ve (O) acıyandır.” (Bakara-54)

c) Hz.Salih(as)’in kavmine tövbe emri:

“Semud milletine de, kardeşleri Salih’i gönderdik. Salih; Ey milletim! Allah’a kulluk eden. Ondan başka ilahınız yoktur. O sizi topraktan yarattı ve orada ömür geçirmeye memir etti. O halde ondan bağışlanma dileyin, sonra tövbe edin. Şüphesiz ki Rabbimin merhameti, çok yakındır. O duaları kabul edendir.” (Hud-61)

4-Tövbe Edenler Kurtuluş Üzerindedir:

a) Tövbe eden kurtulur:

“Sonra arkalarından namazı bırakıp, şehvetlerine uyan kötü bir nesil geldi. İşte bunlar azgınlıklarının cezasına uğrayacaklardır. Ancak tövbe edip, İman eden ve yararlı işler yapanlar bunun dışındadır. Çünkü bunlar, hiçbir haksızlığa uğratılmadan cennete gireceklerdir.” (Meryem-59-60)

b) Kötülükleri iyiliğe çevrilir:

“Kıyamet gününde azabı kat kat artar. Orada alçaltılarak sürekli kalır. Ancak tövbe eden, İman edip yararlı işler işleyen kimse müstesnadır. Çünkü Allah bunların kötülüklerini iyiliği çevirir. Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Furkan-69-70)
c) Ebedi lanetten kurtuluştur:

“Bu lanete, ebedi olarak maruz kalacaklardır. Azapları hafifletilmez, ve yüzlerine bakılmaz. Ancak onun ardından tövbe edip, durumlarını düzeltenler müstesna.” (Al’i İmran-89)

5- Tövbe’nin Faydası:

a) Rahmet:

kuran
“Rabbiniz, sizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar da, arkasından tövbe eder, nefsini düzeltirse, ona rahmet etmeyi; kendi üzerine almıştır. Şüphesiz Allah, çok yargılayıcı(bağışlayıcı) ve çok esirgeyicidir.” (En-am-51)

b) İyi şekilde geçinmek:

“Hem rabbinize bağışlanma dileyesiniz, sonra da tövbe edesiniz ki, O da sizi takdir edilmiş bir zamana kadar güzel bir şekilde geçindirsin.” (Hud-3)
c) Bereket ve kuvvet:

“Ey Milletim! Rabbinizden bağışlanma dileyin. Sonra da ona tövbe edin ki, size gökten bol bol yağmur yağdırsın, kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günah işlemeye devam ederek, İmandan yüz çevirmeyin.” (Hud-52)

d) Hidayet bulmu:

“Şüphesiz ku ben, tövbe edip iman edenlere, salih işlerde bulunanlara, hidayeti gösteririm.” (Ta’ha-82)

e) Kurtuluşa erme:

“Fakat tövbe eden, İman edip yararlı işler yapan kimse kurtuluşa erenler arasında bulunur.” (Kasas-67)

f) Allah(cc)’ın sevdiklerinden olma:

“Şüphesiz Allah, tövbe edenleri ve temiz olanları sever.” (Bakara-222)

6- Tövbesi Kabul Edilmeyenler:

a) Kafirler ve son anda tövbe edenler:

“Devamlı olarak günah işleyip de ölüm gelince, -Ben şimdi tövbe ettim, diyenlerin tövbesi kabul edilmez. Kafir olarak ölenlerin tövbesi de kabul edilmez. Böz öylelerine acı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa-18)
b) Mürtedler:

“İman ettikten sonra kafir olup, sonra da küfürlerini artıranların tövbeleri kabul edilmez. İşte onlar sapıktırlar.” (Al’i İmran-90)

 İranlı üst düzey yetkililerle temaslarda bulunmak üzere Tahran’a gelen Irak Başbakanı Mustafa Kazımi, Cumhurbaşkanı Ayetullah Seyyid İbrahim Reisi tarafından resmi törenle karşılandı.

İranlı üst düzey yetkililerle temaslarda bulunmak üzere Pazar günü sabah saatlerinde üst düzey bir heyet başkanlığında Tahran’a gelen Irak Başbakanı Mustafa Kazımi, Cumhurbaşkanı Ayetullah Seyyid İbrahim Reisi tarafından resmi törenle karşılandı.
Resmi karşılama töreninin hemen ardından ise Cumhurbaşkanı Reisi ve Başbakan Kazımi ikili müzakerelere geçti.

 

İran ve Irak Karşılıklı Vize Uygulamasını Kaldırdı 

 İran’ın başkenti Tahran’a resmi ziyaret gerçekleştiren Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ile bir araya geldi. Görüşmenin ardından gerçekleştirilen ortak basın toplantısında konuşan Reisi, iki ülke arasında vize uygulamasının kaldırıldığını açıkladı.
 

Reisi, Irak ile İran’ın derin ilişkilerinin olduğunu belirterek, el-Kazımi’nin iki ülke arasında vizenin kaldırılmasını ve Erbain ziyareti için İran’ın kontenjanının artırılmasını onayladığını söyledi. Irak ile ilişkilerini daha fazla geliştirmeyi amaçladıklarını vurgulayan İran Cumhurbaşkanı, el-Kazımi ile yaptığı görüşmede birçok kararın daha alındığını dile getirdi.

Basın toplantısında iki ülke arasındaki tarihi ve dostane ilişkileri güçlendirecek birçok ortak konunun görüşmede ele alındığını kaydeden Irak Başbakanı Kazımi, “Terör örgütü IŞİD ile mücadelesinde Irak’ın yanında duran herkese teşekkür ederim. İran savaşın ilk anından bu yana Irak’ın yanında durdu” ifadelerini kullandı.

Kazımi, Irak ile İran’ın ilişkilerinin iki ülke arasındaki sınırlardan daha derin olduğunu ifade etti.

Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova, ABD'nin Rusya'nın meselelerine ve seçim süreçlerine müdahale ettiğinin belgelerle kanıtlandığını belirtti.

 
 
YouTube kanalında yayınlanan bir programa katılan Zaharova, ABD'nin Rusya'nın meselelerine ve seçim süreçlerine müdahale ettiğinin belgelerle kanıtlandığını söyledi.

Bu nedenle ABD’nin Moskova Büyükelçisi John Sullivan'ın Rusya Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldığını hatırlatan Zaharova, “Amerikan tarafına ABD topraklarından, Amerikan İnternet tekellerinin sahip olduğu ve yönettiği İnternet platformları kullanılarak açık eylemlerin gerçekleştiğini, iç siyasi süreçlerimize, seçim süreçlerine, seçimlere müdahale edildiğini ve bunun belgelerle kanıtlandığını somut gerçekler üzerinde ortaya koyduk” vurgusunu yaptı.

Rus diplomat, ABD tarafından bu adıma karşılık herhangi bir açıklama, yorum yapılmadığını, tepki verilmediğini ifade etti.

ABD’nin Moskova Büyükelçisi John Sullivan, Rusya’nın iç meselelerine, özellikle de seçimlere müdahale edildiği gerekçesiyle Rusya Dışişleri Bakanlığı’na çağrılmıştı.

Bakanlıktan yapılan açıklamada, Sullivan’a Rusya’nın iç işlerine müdahalenin kesinlikle kabul edilemez olduğu ifade edildiği kaydedilmişti.

Diğer yandan ABD Dışişleri Bakanlığı, Amerikan Büyükelçi’nin Rus-Amerikan ilişkilerinin istikrara kavuşturulmasına ilişkin konuların ele alındığını açıklamıştı.