
کارگر
Kur’an’da Semanın Manası
Kur’an’da defalarca zikredilen”sema” kelimesinin kendi dilimizdeki tercümesi gök değildir. Değişik örnekleri olan yukarı taraf manasındadır.
Kur’an’da Semanın Çeşitli Kullanılışları
“Sema” kelimesi sözlükte yukarı taraf manasındadır. Bu, genel bir mefhum olup değişik örnekleri içinde barındırmaktadır. Bundan dolayı Kur’an’da değişik yerlerde kullanılmış olduğunu gözlemlemekteyiz:
1. Bazen yerin çevresinde yer alan “yukarı taraf” anlamında kullanılmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir.”[1]
2. Bazen yeryüzünden daha uzak bir bölgeye (bulutlar mahalline) denmiştir. Nitekim şöyle okumaktayız:
“Ve gökten bir mübarek su indirdik.”[2]
3. Bazen yeryüzü etrafında toplanmış kümelenmeye (atmosfer) denmiştir:
“Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık.”[3]
Allah’ın biz göğü (atmosfer) korunmuş bir tavan yaptık diye buyurması, yeryüzü atmosferinin bir tavan gibi başımızın üstünde durması ve yeryüzünü gök taşlarının düşmesi karşısında koruyacak derecede sağlam olması nedeniyledir. Eğer kümelenmiş bir hava kalkanı olmasaydı, gece ve gündüz devamlı bir şekilde yeryüzünün çekim alanına giren ve ona doğru çekilen bu taşların düşme tehlikesiyle yüz yüze kalacaktı. Ama bu kalkanın varlığı, taşların yeryüzü atmosferine değmesiyle yanması ve sonra da kül olmasına neden olmaktadır.
4. Bazen de “yukarı küreler” manasında kullanılmıştır[4]:
“Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi” (Ve ilk gaz ile gezegenleri yarattı).”[5]
5. Kur’an âyetlerinde “yedi göğün”[6] yaratılışı ve varlığı zikredilmiştir. Yedi gök denilirken gerçek manasıyla yedi gök kastedilmiştir. Bu tabirin değişik Kur’an âyetlerinde zikredilmesi, yedi sayısının burada çokluk[7] anlamında olmadığını ve özel bir sayıya işaret olduğunu göstermektedir. Bu âyetlerden anlaşıldığı kadarıyla gördüğümüz tüm gezegen ve yıldızlar birinci göğün parçasıdır. Ulaşamadığımız ve bugünkü bilimsel araçlarımızın kapsama alanının dışında kalan başka altı gök daha mevcuttur. Toplam yedi âlemi, yedi gök oluşturmaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
“En yakın göğü kandillerle süsledik.”[8]
Bu âyetlerden iyice anlaşıldığı üzere gördüğümüz ve yıldızlar dünyasını oluşturan her şey birinci göğün parçasıdır, onun ötesinde altı gök daha mevcuttur ve bizim hâlihazırda onların detayları hakkında tam bir bilgimiz yoktur.[9] Nitekim yeni nücüm ilmi bu doğrultuda hareket etmiş ve bu görüşü desteklemiştir.[10]
Netice şudur: Kur’an’da kullanılmış “sema” ve “es-sema” kelimesinin tam manası “gök” değildir. Mana itibariyle kastedilen yukarı taraftır. “Atmosfer”, “yeryüzünden biraz yüksek”, “bulutlar mahalli” manalarında kullanılmıştır. Bu Kur’an âyetlerinde sadece bazı yerlerde “gök” (yıldızların bulunduğu yer) manasında kullanılmıştır. Öte taraftan Kur’an on dört asır önce (nücum ilmi bugünkü geldiği noktadan çok uzakken) evrenin azametini ve görünmeyen şeyler karşısında bu görünen dünyanın ne kadar küçük olduğunu açıklamıştır. Göze görünen tüm şeylerin ve yukarıdaki göğün tüm kürelerinin birinci gök olduğunu beyan ederek, evrenin azametini tüm açıklığıyla dile getirmiştir. Soruda işaret edilmiş âyetlerin incelenmesine gelince ise şunları ifade etmek gerekir:
1. Enbiya Sûresi, 32:
وَ جَعَلْنَا السَّماءَ سَقْفاً مَحْفُوظاً وَ هُمْ عَنْ آیاتِها مُعْرِضُونَ
“Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise oradaki, (Allah’ın varlığını gösteren) delillerden yüz çevirmektedirler.”
Bu âyet ile ilgili bahis ve onun Kur’an’ın ilmî mucizesine ve ilmî azametine delalet ettiği konusu daha önce belirtildi.
2. Lokman Sûresi, 10:
خَلَقَ السَّماواتِ بِغَیْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَها
“Allah, gökleri görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı.”
Bu âyet de söyleyeninin azametini bildirmekte ve O’nun sonsuz, zaman ve mekân ile sınırlı olmayan bir ilme sahip olduğunu belirtmektedir. Bu âyet göklerin sütunsuz olduğunu ve sütunsuz bir şekilde durduklarını buyurmamaktadır. Sadece göklerin gözle görülebilecek sütunlara sahip olmadığını bildirmektedir.[11] Bu, bilimin on dört asır sonra ulaştığı yer çekimi kanunudur.[12] Bu, bilimin çocukluk döneminde olduğu bir dönemde, on dört asır önce Kur’an’ın işaret ettiği mucizevî bir konudur.
3. Bakara Sûresi, 22:
الَّذی جَعَلَ لَکُمُ الْأَرْضَ فِراشاً وَ السَّماءَ بِناءً
“O, yeri sizin için döşek, göğü de bina yapan, gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkarandır.”
Tefsir-i Numûne bu âyet hakkında latif ve güzel bir açıklamada bulunmakta ve şöyle demektedir: “Bu âyette şükretmeyi motive edebilecek Allah’ın büyük nimetlerinden bir kısmına işaret edilmiş ve “O, yeri sizin için dinlenme döşeği kılandır” diye buyurulmuştur.” Başka bir ifadeyle, sizi üzerine alan ve uzayda büyük bir hızla değişik hareketlerini sürdüren bu gezegen, varlığınızda en küçük bir titremeye sebep vermeyen şey O’nun büyük nimetlerindendir. O’nun yarattığı yer çekimi gücü size hareket, istirahat, ev ve yuva yapma, bağ ve bahçe kurma ve de türlü yaşam araçlarını icat etme imkânı vermektedir. Bir başka nimet daha vardır. Hiç düşündünüz mü eğer yer çekimi olmasaydı, bir göz kırpma süresi zarfında hepimiz ve tüm evlerimiz ve de yaşam araçlarımız yerkürenin dairevî hareketi neticesinde uzaya uçar ve uzayda kaybolurduk! “Firaş” (istirahat döşeği) çok güzel bir tabirdir. Firaş, sükûnet, huzur ve istirahat mefhumlarını taşımakla birlikte sıcak ve yumuşak olmak ve denge haddinde bulunmak mefhumlarını da kendinde barındırır. Sonra gök nimetine değinmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“O, sizin için, göğü de bina yapandır.” (وَ السَّماءَ بِناءً).
“Bina” kelimesi, gök sizin başınızın üzerinde bina edilmiştir mefhumunu çağrıştırmaktadır. Doğal olarak da bir tavan mesabesindedir. Bu mana daha açık şekilde Enbiya Sûresinin otuz ikinci âyetinde açıklanmıştır. Bu âyette işaret edilen “sema” kelimesi, yerin atmosferidir. Bu hususta daha önce açıklama yapılmıştı. Yani yerkürenin etrafını kaplayan ve bilginlerin teorilerine göre kalınlığı birkaç yüz kilometre olan kümelenmiş hava birikimine denmektedir. Yerküreyi her taraftan saran bu katı hava kümelenmesinin temel ve hayatî rolünü düşünürsek, bu tavanın ne ölçüde sağlam ve insanları korumak için ne kadar etkili olduğunu anlarız. Etrafımızı kuşatan bir kristal tavan mesabesindeki bu özel hava kümelenmesi, güneş ışınının direk vurmasını engellemekle birlikte, metrelerce kalınlıktaki çelik bir kaleden daha sağlam ve dayanaklı olacak kadar da muhkemdir! Eğer bu tavan olmasaydı, yer daima dağınık gök taşlarının yağması tehlikesiyle karşı karşıya olurdu ve dünyadaki insanların huzuru sona ererdi. Ama bu yüzlerce kilometre kalınlığındaki basınçlı kümelenme, tüm gök taşlarını yeryüzüne düşmeden önce yakmakta ve yok etmektedir. Sadece çok az bir kısmı ondan geçebilmekte ve yeryüzü ehline bir tehlike çanı sıfatıyla bir köşeye düşmektedir ve bu az sayı asla huzuru bozamamıştır.[13]
Nebe Sûresinin on dokuzuncu âyetinin manası ise manevî gök ve insanın yaşadığı evrenin, melekût ve melekler âlemiyle iletişime geçmesidir. Yani o zamana dek insanın yaşadığı evren, meleklerin âleminden ayrıydı ve şimdi bu ayrılık sona erdi. Çünkü maddî âlem kaldırılmış ve yerine bir başka âlem kurulmuştur. Bu yüzden melekler ve insanlar birbirleriyle iletişim kurmaktadır.[14] Nitekim Kummî Tefsiri’nde de bu âyet cennetin kapıları olarak yorumlanmıştır.[15] Elbette bazıları da bu âyeti ve İnfitar Sûresinin ilk kısmını maddî gök olarak tefsir etmiştir.[16]
[1] İbrahim, 24.
[2] Kaf, 9.
[3] Enbiya, 32.
[4] Fussilet, 11.
[5] Mekarim Şirazî, Nâsır, Tefsir-i Numûne,, c. 1, s. 164, Daru’l-Kutubi’l-İslamiye, Tahran, 1. baskı, h.ş. 1374.
[6] Bakara, 29; Fussilet, 12; Talak, 12; Mülk, 3; Nuh, 15.
[7] Sayının çokluk için olmasının manası, sayının bizzat gerçek bir adeti göstermeyip sadece söz konusu şeyin çokluğunu yansıtmak için kullanılmasıdır.
[8] Fussilet, 12.
[9] Tefsir-i Numûne, c. 1, s. 165 ve 167; Tabatabâî, Seyyid Muhammed Hüseyin, el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 17,s. 369, Defter-i İntişarat-ı İslamî Camia-i Müderrissin-i Havza-i İlmiye-i Kum, Kum, 5. baskı, h.k. 1417.
[10] Dünyanın Azameti: Palumar rasathanesi evrenin azametini şöyle nitelemektedir: Palumar rasathanesinin teleskopu yapılmadan önce, bizim sanılarımıza göre dünyanın genişliği beş yüz ışık yılından fazla değildi. Ama bu teleskop dünyamızın genişliğini bin milyon ışık yılına çıkardı. Neticede milyonlarca yeni galaksi keşfedildi ve onlardan bazıları bizden bin milyon ışık yılı uzakta bulunmaktadır. Bin milyon ışık yılı mesafesinden sonra ise büyük, müthiş ve hiçbir şey görünmeyen karanlık bir feza göze çarpmaktadır. Orada rasathane teleskopunun fotoğraf sayfasını etkileyecek bir aydınlık geçmemektedir. Ama bu müthiş ve karanlık fezada kuşkusuz milyonlarca galaksi bulunmaktadır ve bizim tarafımızda olan dünya, o galaksilerin çekim gücüyle korunmaktadır. Göze görünen ve yüz binlerce galaksiye sahip olan bu azametli dünya, daha büyük bir dünyanın küçük ve önemsiz bir parçasından öte değildir ve henüz belirtilen ikinci dünyanın ötesinde başka bir dünyanın olmadığından emin değiliz. (Tefsir-i Numûne, c. 1, s. 168 ve 169).
[11] el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 11, s. 287.
[12] el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 11, s. 287.
[13] Tefsir-i Numûne, c. 1, s. 118 ve 121.
[14] el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 20, s. 166.
[15] el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 20, s. 176.
[16] Tefsir-i Numûne, c. 26, s. 33.
Neden Vahdet Olmuyor?
Bismillahirahmanirrahim
Bütün mü’minler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının ki O’nun rahmetine erişesiniz”1 “Ey İman edenler, Allah’ın kendilerine karşı gazablandığı bir kavmi veli dost/müttefik edinmeyin”2 “Ey iman edenler Allah’tan sakının ve doğru olanlar ile birlikte olun”3 (1Hucerat-10), (2Mümthin-13), (3Tevbe-119)
Vahdet; Kelime Kökeni, Arapça wḥd kökünden gelen waḥdat وحدة "bir olma, birlik" sözcüğünden alıntıdır. Arapça aḥad veya waḥīd أحد/وحيد "bir, tek" sözcüğünün mastarıdır. Bu sözcük Aramice/Süryanice aynı anlama gelen χad חד Sözcüğü ile eş kökenlidir. Aramice Süryanice sözcük İbranice aynı anlama gelen eχād אחד Sözcüğü ile eş kökenlidir. İbranice sözcük Akatça aynı anlama gelen ēdu sözcüğü ile eş kökenlidir.
Iman, sözlükte “güven içinde bulunmak, korkusuz olmak” anlamındaki emn (emân) kökünden türeyen îmân “güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak” demektir. “Sağlamlaştırmak, kesin karar vermek, tasdik etmek” manasındaki akd kökünden türeyen i‘tikād da “iman” karşılığında kullanılır. Terim olarak iman genellikle “Allah’tan alıp din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan hususlarda peygamberleri tasdik etmek ve onlara inanmak” diye tanımlanır. Bu inanca sahip bulunan kimseye mü’min, inancının gereğini tam bir teslimiyetle yerine getiren kişiye de müslim denir. Ayrıca Türkçe’de müslim kelimesinin Farsça kurala göre çoğulu olan müslüman da (müslimân) bu anlamda kullanılmaktadır.
Teslim, Bir kişinin her hâliyle oluşmuş şartları kabul etmesi ve kaderini kendini teslim alanın eline bırakmasıdır. Dini bağlamında içeresinde Tevekkül, itaat ve inanç olmayan bir teslim inandırıcı bir teslimiyette değildir. Dolaysıyla teslim olmak ve iman etmek iki ayrı tanımlamadır. Iman etmeden Teslim olan bir kişi bilmediği, inanmadığı ya da kabullenmediği fikirden, yoldan her fırsatta kaçmanın yollunu arayacaktır. Bu konuda Allah (cc) şöyle buyuruyor; “Bedeviler (her asırdaki cahil, gafil ve menfaatçi kesimler; kavim ve kabilesiyle övünen cahil kimseler): "Biz de iman ettik" derler. (Onlara) De ki: "(Hayır) Siz (hâlâ) iman etmediniz; ancak (mecburen ve görünüşte) İslam (veya teslim) olduk deyin.” (Çünkü) İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resulüne (tam iman ve) itaat ederseniz (Kur’an ve Sünnet ölçülerine göre hayatınızı düzenlerseniz), O (zaman Allah CC) sizin amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmeyecek (ve emeklerinizi boşa vermeyecektir). Şüphesiz Allah, çok Bağışlayandır, çok Esirgeyendir.” (Hucurat-14)
Bu açıklamadan sonra biz Müslümanlar, dinimizin özünü oluşturan imanın alt yapısını bilmemiz, inanmamız, yaşamamız ve hiçbir şeyi ortak etmeden teslim olmamız gerekmektedir. Biz Müslümanların dininin özü Tevhid inancına imandır. Kısaca bizler Tevhid inancına teslim olmuş kişileriz. Bizlerin farklılıkları (renkleri, ırkları, kültürel sosyal yapıları) değişmeyen üç sarsılmaz anan temel iman etme üstüne birleşmiştir o ise ISLAM dinidir.
1. La ilahe illallah- Tevhit: (Bilmek, inanmak, yaşamak, ortak koşmamak); “De ki: O, Allah'tır, bir tektir. Allah Samed'dir. (Her şey O'na muhtaçtır, o, hiçbir şeye muhtaç değildir.) Ondan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir).”
2. Muhammed Resulullah (Iman ve itaat etmek); "Ey iman edenler! Allâh'a itaat edin ve Peygamber'e itâat edin ki amellerinizi boşa çıkarmayın!" (Muhammed, 33). "…Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah'tan korkun! Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir." (Haşr -7)
3. Peygamberimizin Ehli beytini sevmek ve takipçisi olmak- (İhlas & Samimiyet & Kemalliye.) “De ki: 'Ben buna karşı ehli beytime sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum.” (Sura-23)
Peygamberimiz ve Ehli Beytine olan sevgimiz ve bağlılığımız imanımızın olmazsa olmazıdır ve sadece kelime ile olan bir sevgi ve bağlılık değildir. Onlar olan bağlanma, bizlerdeki Allah sevgisini pür ve güçlü kılarak, Allah’a gerçek manada iman etmemizi, bağlanmamızı, tevekkül etmemizi sağlamaktadır.
Bizlerin vahdet için bilmemiz, iman & itaat etmemiz gereken ana temeller kısaca;
· Rabbiniz kim? “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.” (Araf-172) Ne evveli ne ahir olmayan, bilip bilemediğimiz her şeyi kapsayan, hayal gücümüzü aşan, rakamsal olmayan her şeyin sahibi tek ilah olan ALLAH ve O Allah’a teslim olmak.
· Muhammedîn Resulullah. “Ancak o Allah'ın Resûlü (habercisi) ve peygamberlerin sonuncusudur.” (33/40). Allah (cc), yaratılış gayesini hatırlatmak ve göstermek için bizleri bilgilendiren, doğru yolu gösteren İlahi haberci (Peygamber) eğitmenler yollamıştır. En son olarak Peygamberimiz Muhammed Mustafa (saa) yollayarak insanlığın “yaşam kılavuzunu” kemale erdirmiş ve en son noktayı da İslam ile koymuştur.
· İmam-i zamanı tanımak; “Ey inananlar, Allah'a, peygambere ve içinizden emredecek kudret ve liyakat sahip olan öndere itaat edin” (Nisa-176). Şeytanın yeryüzündeki mücadelesini insanoğlunun varlığının sonuna dek (o malum güne kadar) sınırlandırılmamıştır. Buna karşın, Allah (cc), insanlığın hakikat çizgisinde, eksiksiz, sapmadan kalmasını sağlayan kendisinin seçtiği ve peygamberler soyundan olan önderler/ rehberler/ imamalar göndermiştir. Bu önderin sahip olması gereken (liyakat) özelikleri Allah (cc), insanların onları tanımaları için açıklamıştır. “Onları emrimizle (insanlara) hak yolu gösteren imamlar (kendisine tâbi' olunan rehberler) yaptık; onlara hayırlı işler yapmayı, namazı hakkıyla edâ etmeyi ve zekât vermeyi vahyettik. (Onlar) bize kulluk eden kimselerdi.” (Enbiya-73). “Ve onların içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola iletip-yönelten önderler seçtik; onlar bizim ayetlerimize kesin bilgiyle inanıyorlardı” (Secde-30).
Buna rağmen, Herkes kendi nefsini tatmin etme doğrultusunda dinini yaşamak isteyince, inanların hayatı cahiliye hayatından bir farkı kalmamıştır, fakat bu cahiliye hayatına dönüş tevhitti inkâr etme (Hristiyanlar & Yahudiler) ve biz Müslümanlarsa İslam adına tevhitten sapmayla olmuştur ki bugün bunların hepsini görüp yaşıyoruz. Münafıkların varlığı, mürtedinlerin varlığı tefrikacıların varlığı hep olmuştur fakat bu halleri peygamberimizin vefatından sonra, insanların hayatına yön veren “saray İslam'ı” / “matris İslam'ı”( hanedan sistemi) İslam adı altında yaşanmaktadır.
İnancı-imanı, İhlasla, Samimiyetle ve Kâmil olarak Peygamber ve Ehli Beyit sevgisinin yaşamak yerine, inananlar kendi nefislerinin arzularına tabi olup “Allah” adı ile, Allah’ın emrine karşı yaşantıların kendilerine yol (inanç) yapmışlardır veya yapanlara uymuşlardır. Buna karşın, Allah'ın dinine ihlasla, samimiyetle ve kemaliyle bağlanalar yalnızlaştırılmış “marjinalleştirilmiş” ve de onlara zülüm yapılmış ve halada zülüm görmektedirler.
Burada Karşımıza çıkan tablo; “Dine karşı din” & “İnanca karşı İnanç” olmuştur. Dolaysıyla Her bir inanç sahibi kendi inancını kendinden olmayana karşı üstün görmekte karşısındakini küfürleştirmektedir. Bu ise bizlerin Vahdetti oluşturmasın engellemektedir. Çünkü Peygamberimiz ve Ehli beytine olan aşk & sevgi, inancımızdaki ihlasın & samimiyetin & Kemaliyelin bir göstergesidir ne yazık ki bu aşkın & sevginin yerine dünyevi çıkarlarımız doğrultusunda materyaliste sevgiler almıştır.
Peygamber & Ehli beyti sevgisi/aşkı yaşantımızı etkilediği & hâkim olduğu sürece, Allah'ın dini İslam'a ihlasla, samimiyetle insan-ı kâmil, Muhlisin olarak yaşamamızı sağlayacaktır. Buda bizleri gerçek anlamda & manada Allah’a iman ve Teslim & tevekküle etmemizi sağlayacaktır. Dolaysıyla bizleri otomatik olarak Allah’ın ve Peygamberi & Ehli beytinin dostlarını kendimize veli ve dost, Allah’ın düşmanlarında kendimize düşman olarak tanımamızı sağlayarak biz, inanlar doğal olarak Vahdet’i sağlayacağız.
Buna rağmen diyebiliriz ki, biz, Müslümanlar hiç olmazsa “simetrik” ya da “asimetrik” olarak TEVHID bayrağı altında birleşelim! Peygamber ve Ehli beyti sevgisi, aşkı olmadan gerçek manada Tevhit oluşmuyor ne yazık ki yerine başka yapılar oluşuyor. Bugüne kadar Müslümanların birbirlerini “Allah-u Ekber” diyerek öldürmesinin altında yatan an temeli budur. Bizler hangi inançta vahdet sağlamak istiyoruz? “Tevhid” (تفهيد) inancında mı? Yoksa “Tehvid” (تهويد) inancında mı?
Özet olarak; Allah (cc), (Tevhit inancına) olan imanımızın teminatı, Peygamberimize ve Ehli beytine olan sevgi/aşk ve teslimiyettir. "Kim Allah'a ve Rasûl'e itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, Sıddıklar, şehitler ve Salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel dost(lar)dır." (Nisa-69)
Mustafa Kemal TASPINAR
1 Kasım 2021
İran: Türkiye İle Üst Düzey Diplomatik Ziyaretler Gerçekleşecek
İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Said Hatibzade, başkent Tahran'daki Dışişleri Bakanlığı binasında düzenlenen haftalık basın toplantısında gazetecilerin gündeme ilişkin sorularını yanıtladı.
Ankara ile Tahran arasındaki ilişkilerin siyasi, sosyal, ekonomik ve güvenlik alanında gelişme kaydettiğini belirten Hatibzade, şu ifadeleri kullandı: "Türkiye ile İran arasındaki iş birliği kapasitesi gerçekleşenden fazla. Son yıllarda yakın ilişki içinde olduk ve uygulamaya geçecek birçok proje var. Yakın bir gelecekte Türkiye ile üst düzey diplomatik ziyaretler olacak."
Son 30 yılda Azerbaycan'ın işgal edilmesine karşı durduklarını ve Azerbaycan'ın toprak bütünlüğü ile egemenliğini savunduklarını söyleyen İranlı Sözcü, "İşgalden kurtarılan bölgeler nedeniyle Azerbaycan yönetimi ve halkını tebrik ettik ve bunun yıl dönümünü de memnuniyetle karşılıyoruz" dedi.
Tahran ve Bakü'nün ilişkileri geliştirmekten yana olduğunu ve dışişleri bakanlarının düzenli olarak görüştüğünü aktaran Hatibzade, "İlişkilerin gelişmesini ve basın üzerinden gerçekleşen yanlış anlaşılmaların tekrarlanmamasını temenni ediyorum" diye konuştu.
'ABD nükleer anlaşmaya dönüş için tüm yaptırımları kaldırmalıdır'
ABD yönetiminin nükleer anlaşmayla ilgili attığı adımların kendi iddialarıyla çeliştiğini savunan Hatibzade, "ABD nükleer anlaşmaya dönüş için yanlış yaptığını kabul etmelidir, tüm yaptırımları kaldırmalıdır. Bunun yanında bir daha hiçbir ABD yönetiminin mevcut şartları tekrar etmeyeceğinin garantisini vermelidir" değerlendirmesinde bulundu.
ABD'nin nükleer anlaşmanın bir tarafı olmadığını ve bu nedenle Viyana'daki toplantıya katılamayacağını dile getiren İranlı Sözcü, Dışişleri Bakan Yardımcısı Ali Bakıri'nin başmüzakereci olacağını ve heyetin de onun yönlendirmesiyle oluşturulacağını söyledi.
Hatibzade, Afganistan'da Taliban hükümetine karşı çıkan muhalif grup liderlerinden Ahmed Mesud'un İran'ı ziyaret ettiğini ve bunun Afganistan'daki muhtelif grupların ve birimlerin bilgisiyle gerçekleştiğini söyledi.
Sözcü Hatibzade, ayrıca Suudi Arabistan ile müzakerelerin de devam ettiğini ve ilerlemenin Riyad'ın tavrına bağlı olduğunu savundu.
Filistin Direnişi Füze Testi Yaptı
Filistin basın yayın kuruluşları, direniş güçlerinin Filistin'in füze kabiliyetini geliştirme doğrultusunda füze denediğini duyurdu.
Şahab haber ajansında yer alan habere göre, Gazze Şeridi'nde büyük şiddetli patlama seslerinin direniş güçlerinin füze denemesinden kaynaklandığını bildirdi.
Siyonist rejim medyası ise, direniş güçlerinin denize doğru en az 5 füze fırlattığını bildirdi.
Filistin İslami Direniş Hareketi Hamas'ın siyasi büro üyesi 7 ay önce yaptığı açıklamada, Filistin direnişinin füze üretimine başladığını bildirmişti.
Bazı Siyonist komutanlar da, Tel-Aviv ve Asdot kentlerine İsrail'in kuruluşundan bu yana son Gazze savaşında en fazla füze atıldığını itiraf etmiştir.
Kudumi: Siyonist rejimle ilişkilerin normalleşmesi bu rejimin hezimet işaretlerindendir
Hamas’ın Tahran temsilcisi Farık kudumi, bazı Arap ülkelerin Siyonist rejimle ilişkilerin normalleşme çabasının Siyonist rejimin hezimeti işaretlerinden biri olduğunu söyledi.
35. Uluslararası Vahdet Konferansına katılan Kudumi, IRNA’ya yaptığı açıklamada, Siyonist rejim Filistin’I işgalden 72 sene sonra Bahreyn gibi bölge ülkeleri ile ilişkilerini normalleştirmek istemesi, bu rejimin hezimet işaretlerinden olduğunu söyledi.
Bu normalleşmenin bölge halkı için yararı olmadığını ifade eden Kudumi, BAE halkının geniş petrol ve gaz yataklarına sahip olduğunu ve sahte siyonist rejime ihtiyaç duymadığını belirtti.
Vahdet Konferansına değinen Kudumi, bölgede günümüzde bir çok sorun olduğunu ve korona döneminde konferansın 16 ülkenin bilim insanları tarafından düzenlenmesinin zor bir uygulama olduğunu söyledi.
Kudumi, ‘’ Bugün tüm müslümanlar vahdet olmamasının büyük hasarlara yol açtığının farkındalar, Müslümanlar ayrışmalardan dolayı ortak hasarlara maruz kalmışlardır. Müslümanların vahdetten başka çaresi yoktur bundan sonraki adım İslam ümmeti düzeyinde güçlün bir ortaklığın kurulması olmalıdır.’’ dedi.
Kudumi, ‘’ Bugün İran ve Türkiye ticari olarak 21 milyar dolar kazanmışlardır, siyasi alanda da bu kadar başarı elde edilmiş midir? Biz bunu yapabiliriz ve bu konferansın önemlerinden biri de bu konulardır. ‘’ dedi.
Siyonist rejimin İslam ümmetinin ve dünyanın ortak düşmanı olarak dünyada güvenliğin zedelenmesine sebep olmuştur ve biz ortaklaşa bu rejime karşı gelmeliyiz ve Kudüs ile Filistin’in serbest kalması için çabalamalıyız. ‘’ ifade etti
Kudumi Filistin’deki gelişmelelerle ilgili, ‘’ Dünya halkı artık Filistin halkının da hürriyet yanlısı olduğunu ve diğer ülkeler gibi yaşamak istediğini ve haklarını kaybetmek istemediğini anlamıştır. ‘’ dedi.
İran, Kıtalararası Plaj Futbol Kupası'nda ikinci oldu
İran Milli Plaj Futbolu Takımı, Kıtalararası Plaj Futbolu Kupası'nda Rusya'ya karşı aldığı yenilgiyle ikinci oldu.
İran Milli Plaj Futbolu Takımı, Kıtalararası Kupa finalinde Rusya'ya karşı final maçından mağlup olarak ikincilik elde etti.
Final maçını Rusya 3-2'lik skorla kazandı. Paraguay ve Japonya'ya karşı iki galibiyet alarak ikinci olan Millilerimiz, yarı finalde Senegal'i yenerek finalde tekrar maçında Rusya'ya karşı oynadı.
Grup aşamasında Rusya'ya 4-3 yenilen Abbas Haşimpur'un takımı, mağlubiyetini telafi etmek ve dördüncü Kıtalararası Plaj Futbolu Kupası'nı kazanmak için yola çıktı, ancak yine de Dünya Kupası'nı kazanamadı ve ikinci oldu.
ABD'nin tanker operasyonu bozguna uğradı: İran tankeri çalmaya çalışan ABD'yi Devrim Muhafızları engelledi
Amerikan donanması, İran'a ait petrol tankerini kaçırmaya çalıştı ancak İran Devrim Muhafızları hırsızlık operasyonunu boşa çıkardı. ABD'nin kaçırdığı tankeri İran sularına geri yönlendiren Devrim Muhafızları, ABD donanmasına hezimeti yaşattı.
İran Devrim Muhafızları Deniz Kuvvetleri, ABD donanmasının İran'a ait petrolü taşıyan tankeri çalma operasyonunu başarılı bir harekat ile önledi.
İran Tasnim Ajansı'nın haberine göre ABD, Umman Denizi'nde İran petrolünü taşıyan tankere el koyup petrolü başka bir tankere yükledi. Ardından petrolün bulunduğu tankeri bilinmeyen bir noktaya götürdü.
İran Devrim Muhafızları, tankerin bulunduğu noktayı tespit ederek güverteye bir hava indirme operasyonu yaptı. Ardından tankeri İran sularına doğru yönlendirdi.
Umman Denizi'nde iki ülke donanma kuvvetleri arasında hareketli saatler yaşandı. ABD güçleri, birkaç helikopter ve savaş gemisi ile petrol tankerini takip edip, tankerin rotasını değiştirmeye çalıştı.
Bu müdahaleye de geçit vermeyen Devrim Muhafızları, Amerikan donanmasının İran petrolünü çalma girişimini bozguna uğrattı.
ABD'nin çalmaya çalıştığı petrol tankerinin, yeniden İran kara sularına getirildiği bildirildi.
En Büyük Cihad
"Bizim uğrumuzda cihat edenleri, elbette onları kendi yollarımıza hidayet ederiz."
Hz. Peygamber (s.a.a), katıldıkları savaştan galibiyetle geri dönen İslam ordusuna, mealen şöyle buyurur:
“Küçük cihatta galip olan ancak, kendilerini en büyük cihadın beklediği topluluğu kutlarım.”
Bazıları onları, katıldıkları savaştan daha büyük bir savaşın beklediğini ve ileride daha büyük ve tam donanımlı bir düşman ordusuyla savaşmaları gerektiğini düşündüler. Bunun üzerine “Ya Resulullah, en büyük cihat da nedir?” diye sordular. Hz. Peygamber: “Nefisle cihattır.” buyurdu.
Görüldüğü üzere bu ve benzeri hadislerde insanın kendi nefsine karşı vermiş olduğu savaş, büyük cihad ve savaş olarak nitelenir. Bu tanımlama, nefisle mücadelenin ne kadar önemli ve tehlikeli olduğunu vurgulayan kapsamlı ve öz bir ifadedir. Bir çok hadis alimi de Hz. Peygamber’in (s.a.a) bu tanımlamasından hareketle cihadı, “düşman ve nefse karşı cihad” diye ikiye ayırmış ve hadis kitaplarında ahlâk ve nefis tezkiyesiyle ilgili hadislere cihad bölümünde yer vermişlerdir. Hatta bazı hadislerde Hz. Ali’den naklen şöyle geçer:
“En üstün cihat, kendi içinde yer alan nefsiyle cihat eden kimsedir.”
Nefisle savaşımın silahlı savaştan daha büyük ve önemli oluşunu aşağıda sıralanan unsurlarda aramak gerekir. Nefisle savaş şu açılardan silahlı mücadeleden daha önemli ve daha büyüktür:*
1- Süre açısından. Nefisle cihat, insanoğlunun yaratılışıyla başlayan ve kıyametin gerçekleşmesiyle noktalanacak olan bir savaştır. İnsan ölene dek sürekli bu savaşla iç içe yaşar. Oysa silahlı savaş belli dönemlerde yaşanan kısa süreli bir olaydır. En uzun süren savaşlar bile ona oranla kısa süreli kalır.
2- Mekân açısından. Nefisle cihat, belli bir yer ve mekânla sınırlı değil. İnsanın ayak bastığı ve gittiği her yerde gerçekleşebilecek bir savaştır. İnsan, ister evinde olsun, ister dışarıda olsun; ister dünyada yaşasın, ister uzayda yaşasın; ister toplum içerisinde yaşasın, ister yalnız başına bir dağda veya ormanda yaşasın; ister karada olsun, ister havada ve denizde olsun; ister normal mekânlarda olsun, ister kutsal mekânlarda olsun; sürekli bu savaşla iç içedir. Oysa silahlı savaş belli mekânlarda gerçekleşir.
3- Katılım açısından. Erkeğiyle kadınıyla, genciyle yaşlısıyla, zenginiyle fakiriyle, hastasıyla sağlıklısıyla, güçlüsüyle güçsüzüyle, rütbelisiyle rütbesiziyle, şehirlisiyle köylüsüyle, alimiyle avamıyla mükellefiyet çağına ermiş bulunan herkes nefisle cihada katılmak zorundadır. Oysa silahlı savaşta kadınlar, hastalar, yaşlılar ve ihtiyaç fazlası muaf ve dışarıda tutulur. Başka bir tabirle nefisle cihat, farz-ı ayndır; silahlı savaş ise, farz-ı kifaye'dir, yeterli ölçüde katılım gerçekleştiğinde bu farz diğerlerinin üzerinden kalkar.
4- Düşman açısından. Nefisle cihatta, iç ve dahilî düşmana karşı; silahlı savaşta ise genelde haricî ve dış düşmana karşı savaşılır. Bilindiği gibi dahilî düşmana karşı savaş, daha tehlikeli ve daha zordur.
5- Araç ve gereçler açısından. Silahlı savaşta kullanılan araç ve gereçler bu gün itibariyle çok olsa da nefis mücadelesinde kullanılan araçlara oranla sınırlı ve az sayılır. Nefisle savaşta makam, mevki, toplumsal itibar, akraba, evlat, eş, kısacası insanın sevdiği her şey araç olarak kullanılabilir. Hatta insanın haccı, umresi, bir başkasına yaptığı yardımı ve övünç kaynağı sayabileceği her şey bile aleyhine olabilecek bir araca dönüşebilir. Bu meydanda abid ibadetiyle, arif irfanıyla, tüccar ticaretiyle, alim ilmiyle kısacası herkes övündüğü şeyle kaybedebilir.
6- Sonuç açısından. Nefisle cihatta galibiyetin sonucu, şüphesiz vasfı Kur'an-ı Kerim'de geçen cennet ve en önemlisi Allah'ın sevgi ve rızasını kazanmaktır. Silahlı savaşta ise, toprak, mal, mevki vb. şeyler kazanılır. Nefisle cihatta yenilgi ise, telafi edilmez felaketler doğurur. Yenilginin sonucu, hüsran ve uhrevi mutsuzluktan başka bir şey olmaz. Silahlı savaşta ise, yenilgi bazen iyi sonuçlar doğurabilir. Örneğin insan şehadet makamına erişebilir. Farklı bir tabirle şöyle diyebiliriz: Silahlı savaşta gerçek anlamda yenilgi düşünülemez, ama nefisle mücadelede gerçek anlamda yenilgi söz konusudur.
7- Zor olması açısından. Hakka tam anlamıyla boyun eğmek, olaylarda şeytanın izini bulup ona karşı gelmek, bir ömür boyu nefsani istek ve arzularla mücadele etmek, çoğunluk akımına kapılmayıp sele ve rüzgara ters istikamette hareket etmek, kısacası gerçek anlamda nefisle savaşmak, tabii ki savaş meydanında birkaç günlük sıkıntılara katlanmaktan ve sonunda şehit olmaktan daha zordur. Ömrünü nefisle mücadelesiyle geçiren insan, aslında her gün birkaç kez şehidin yaşadığı zorlukları yaşamaktadır. Bundan dolayıdır ki bazı insanlar şehidin şahadetiyle ulaştığı makama bu dünya hayatında ulaşırlar. Nefis mücadelesinin kahramanı olan bir alimin kaleminin mürekkebinin şehidin kanından daha değerli olmasındaki nükte de bu olsa gerek. Ne mutlu nefis mücadelesini başarıyla tamamlayan ve yaşamını şahadetle noktalayan alimlere.
Ayrıca nefisle cihat, bütün zorluklarına rağmen insanın tekamülü için kaçınılmazdır. Oysa silahlı savaş çoğu zaman gereksiz olup insanların ve toplumların çöküşüne ve gerilemesine sebep olur.
Söz konusu edilen nefisle mücadelenin bunca zorlukları ancak yüce Allah'ın yardımıyla aşılabilir. Bu yüzden sürekli namaz ve dualarda doğru yol üzere kalma istenilir. Bakın Hz. Peygamber'in (s.a.a) şu duasına: "Allah'ım, bir göz açıp kapama süresince bile beni kendi hâlime bırakma."
Elbette şunu da unutmayalım ki yüce Allah, mücadele kararı alıp nefis ordusuna karşı savaş açanlara yardım vaadinde bulunmuştur:
"Bizim uğrumuzda cihat edenleri, elbette onları kendi yollarımıza hidayet ederiz."
Üstad Abbas Kazımi
İran yapımı çocuk Artrit Romatoid ilacı tanıtıldı
Çocukların tedavisinde kullanılan Artrit Romatoid ilacı Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sorena Settari’nin katıldığı törenle tanıtıldı.
İran üretini Biotek ilaçların bir kaç ay önceye kadar 25 olduğunu ifade eden Settari, bu rakamın şu an 27 olduğunu söyledi.
Biotek ilaçların İran özel sektörünün çabası ile gelişip üretildiğini ifade eden Settari, İran’da insanlarda kullanılan aşı üretiminin arttığını ve hayvanlarda kullanılan aşılardan da 26 aşının İran’da üretildiğini söyledi.
İran dünyada doğurganlık ilaçları üreten dört ülke arasında yer aldı
Hamilelik ilacı takviyesi, önemli bir rol oynayan bu alanda farmasötik ürünlerin üretimi için gereksinimlerden biridir. İran'ın da eklendiği bu ilacın hammaddesini şu ana kadar dünyada sadece üç ülke üretebiliyor.
Bu bilgi tabanlı şirketin CEO'su Ali Destres konu ile ilgili yaptığı açıklamada, 'Progesteronda aradığımız şey hammadde ve nihai üründür. Gebeliğin altıncı haftasından itibaren düşük yapmayı önlemek için kullanılan bir ilaçtır' dedi.
Vücudun bu hormonu üretememesi gibi nedenlerle progesteron takviyesi yapıldığını ifade eden Destres, 'Bu hormonun salgılanması ile hamilelik arasında hayati bir bağlantı var, bu nedenle hamile kalmak isteyen tüm kadınların rahmi hazırlamak için progesterona ihtiyacı var' diye konuştu.
İran'da üretilen ilacın tamamen yerli ve benzer küresel ürünlerle rekabet edebildiğine dikkati çeken Destres, 'Bu ilacın hammaddelerinin %90'dan fazlası Çin ve Amerika'da, kalan %10'u Hindistan ve İran'da üretiliyor' diye belirtti.
Şu anda dünyada sadece üç ülkenin bu ilacın hammaddesini ürettiğini kaydeden Destres, 'İran da bunlardan biri olmayı başardı. Bu konu İran yapımı bu farmasötik ürünün ihracatı için bir kapasite sağlamıştır' diye ekledi.
İlahi Vaatler
Allah-u Teala insanoğlunu gafletten uyandırmak ve görevlerini hakkıyla ifa edebilmesini sağlamak için Kur’an’da çeşitli yöntemler kullanmıştır. Bunlardan birisi de Hak Teala’nın dünya ve ahiretle ilgili bulunduğu vaatler ve verdiği müjdeleyici veya korkutucu haberlerdir.
Bunlara inanan ve yakin eden bir kimse, yakini ölçüsünde ilahi sınırları çiğnememeye haramlardan uzak durup, farzları yerine getirmeye, hatta müstehap ve mekruhlara bile dikkat etmeye özen gösterir. Bundan dolayıdır ki yakinin en zirve noktasında olan masumlar, asla günah işlemezler. Hiçbir farzı ihmal etmezler.
Allah’a inanan herkesin, onun verdiği sözden asla dönmeyeceğini bildiği, bilmesi gerektiği halde, yine de lütuf ve inayeti gereği kulunda daha çok yakin ve güven hâsıl olması için birçok vaadinin ardından onların vicdanlarına şöyle hitap etmektedir:
“Ahdine, Allah'tan daha vefalı-daha sadık kim var ki?” (Tevbe, 111)
"…Hiç şüphesiz Allah vaadinden caymaz." (Al-i İmran, 9, Zümer, 20, Ra'd, 31)
Biz bu ilahi vaatlerin dünyayla alakalı olanlarından bir kısmına kısa izahlarla birlikte bu yazıda yer vermeye çalışacağız. İnşallah bu vaatleri dikkate almak, bir taraftan gafletlerimizin bertaraf olmasına vesile olur, diğer taraftan maddi ve manevi sıkıntı ve problemlerimizin asıl sebeplerini öğrenir ve onları bertaraf etmeye çalışırız.
* * *
1- Allah mu'minlerle beraberdir: (Enfal, 19)
2- Allah sabredenlerle birliktedir: (Bakara, 153-249, Enfak, 46, Enfal, 66)
3- Allah takva ehliyle birliktedir: (Bakara, 194, Tevbe, 36-123, )
4- Allah takva ehli olan ve iyilik edenlerle beraberdir: (Nahl, 128)
5- Allah’a tevekkül edene o kâfi gelir: (Ahzap, 3-48, Zumer, 36, Talak, 3)
Allah, sabreden takva ve tevekkül ehli olan mu’minlerle beraberdir. Ne büyük bir lütuf, ne büyük bir inayet, ne büyük bir iftihardır Hakk’ın maiyet ve himayesine mazhar olmak! Buna inanan, yakin eden bir kimse yalnızlık, acizlik korkaklık hisseder mi? Umutsuzluğa düşer mi? Bunalım ve buhranlara sürüklenir mi? En zor durumlarda dahi sükunet ve teslimiyetini kaybeder mi?!
6- Takva ehli olup Resul’e iman edenlere nuraniyyet bahşeder: (Hadid, 28)
7- Takva ehline hakkı batıldan ayırt etme özelliği verir: (Enfal, 29)
8- Takva ehline Allah bilmediklerini öğretir: (Bakara, 282)
9- Allah mu’minleri karanlıklardan çıkarıp nura götürür: (Bakara, 257)
10- Allah için çaba gösterenler mutlaka hedefe ulaşırlar: (Ankebut, 69)
11- Her zorluğun ardından bir kolaylık lütfeder: (Talak, 7, İnşirah, 5-6)
12- Mu’minleri kurtarır: (Enbiya, 88)
13- İman ve salih amel ehli olanların muhabbetini kalplere yerleştirir: (Meryem, 96)
14- Biz ona, en kolay olanı kolaylaştıracağız. (Leyl, 7)
15- Takva, işleri kolaylaştırır: (Talak, 4)
16- İman edip de salih amel işleyen ve Resulullah’a nazil olana iman edenlerin Allah kötülüklerini örter ve işlerini düzene koyar: (Muhammed, 2)
17- Mu’min olduğu halde salih amel işleyene hayat-ı Tayyibe nasip eder: (Nahl, 97)
18- Takva ehline çıkış yolunu gösterir ve ummadığı yerden onu rızıklandırır: (Talak,3)
19- şükredenlere nimetini artırır: (İbrahim, 7)
20- İman ve takva ehline göğün ve yerin bereketlerini nazil eder: (A’raf, 96)
21- Kur’an’dan-zikirden yüz çevirmek dar geçime muciptir: (Taha, 124)
22- Fakirlik korkusuyla evlenmekten vazgeçmeyin, Allah onları kendi fazlıyla ihtiyaçsız kılar: (Nur 32)
Bu iki grup ayette Hak Teala iman, takva, teslimiyet, ihlâs, salih amel, şükür ehli olanlara maddi, manevi kazanımlardan bahsetmektedir. Evet, Allah-u Teala bu özelliklere sahip olanlara manevi olarak nuraniyyet, hakkı batıldan ayırt etme özelliği bahşeder; Rabbani ilimleri öğrenmelerine zemin hazırlar; hidayet yollarını teşhis etme ve gün geçtikçe hidayetlerini artırmada yardımcı olur. Sonlarını kurtuluş ve selamete çıkarır; hiçbir zaman çıkmazda bırakmaz; bazen yanlış yapsalar da o iman ve takvalarından dolayı, o yanlışlarının üstünü örter; muhabbet ve sevgilerini pak ve layık gönüllere yerleştirir.
Maddi olarak işlerini düzene koyar ve kolaylaştırır; onlara “hayat-ı tayyibe” (huzurlu, bereketli, şaibe ve şerlerden uzak bir hayat) nasip eder. Takva ehli olana ummadığı yerden rızkını nasip eder. şükür ehli olursa, nimetini artırır, malına bereket nasip eder. Tam tersine Hakk’ın zikrinden yüz çevirene dar-bereketsiz-huzursuz bir hayat verir.
Evet, takva ehli olan, rızık korkusu, aman ne olacak kaygısı yaşamaz ve dolayısıyla bu gerekçeyle vazifelerini ihmal etmez. Eğer hayatımızda bunları müşahede etmiyorsak, Rabbimiz de vadinde asla hilaf etmeyeceğine göre, suçu kendimizde aramalı ve nerede hata yaptığımızı, eksiklerimizin nerede olduğunu sorgulamalıyız.
23- Namaz kötü ve çirkin işlerden alıkor: (Ankebut, 45)
24- Allah’ın zikriyle kalpler yatışır: (Ra’d, 28)
25- Onu hatırlayanı, o da hatırlar: (Bakara, 152)
26- Duaları kabul eder: (Bakara, 186, Gafir, 60, Neml, 62)
Her namaz kılanın mutlaka namaz kılmayanlarla az da olsa, kötülüklerden uzak kalmada bir farkı vardır. Ancak namaz ne kadar mükemmel olursa, sıhhat, kabul ve kemal şartlarına haiz olursa, o derece insanı kötülüklerden uzaklaştırıp, kemallere yüceltmesi de mükemmel olur. Eğer hala namaz ehli olmamıza rağmen bir takım yanlışlarımız, günahlarımız söz konusuysa, demek ki namazımızda noksanlıklar var…
Allah’ın zikriyle kalpler yatışır, huzur bulur. Allah’ı yad edenler, onu her zaman ve mekanda hazır ve nazır görenlerin, elbette ıstırapları, kaygı ve korkuları, yok olur, ya da azalır. “Siz beni hatırlayın, ben de sizi hatırlayayım” vaadini Rabbinden duyan ve sürekli Rabbini kalben, lisanen ve halen zakir olan bir kimsenin kaygılanmasına, mustarip olmasının bir anlamı kalır mı?
Rabbimiz duaları kabul edeceğine dair söz vermiştir. Yeter ki dua şartlarına uygun yapılmış olsun. Eğer dualarımız kabul olmuyorsa, mutlaka dua adap ve şartlarında sorun vardır…
27- İnfak edilenin yerini doldurur: (Sebe’, 39, Bakara, 269-272)
28- Bire karşı 700 verir: (Bakara, 261)
29- Allah ribayı (faizi) yok eder. Sadakayı ise büyütür, bereketlendirir: (Bakara, 276)
30- Allah’a borcun sonucu: Kim Allah'a güzel bir borç verecek ki, Allah da onu kendisine kat kat ödesin. Ona çok değerli bir mükâfat da vardır. (Hadid, 11, Bakara, 245, Müzzemmil, 20)
Allah aşkına bu İlahi vaatleri okuyup, inanan, yakin eden bir kimsenin artık, infak ederken eli titrer mi? Zekâtını, humusunu verirken, ikrah ve isteksizlik yaşar mı? “Aman ne olacak?” kaygı ve korkularına kapılır mı?
Mu’min kardeşine yardım amaçlı borç verme söz konusu olunca, eli titrer mi? Mu’mine borç verdiğinde aslında Allah’a borç verdiğini ve verdiği Rabbi tarafından kat kat telafi edeceğini bilen bir kimse, kendisine el açan mu’mini geri çevirir mi? Hatta onun el açmasını bekler mi?
31- Kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri affeden ve sizin yaptıklarınızı bilen O'dur." (şura, 25)
32- Allah bütün günahları bağışlar, tevbe edildiği takdirde: (Zumer, 53)
33- "…şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever." (Bakara, 222)
34- "Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışlarda bulunanlar başka; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir." (Furkan, 70)
35- Başkalarını bağışlayanı Allah da bağışlar: (Nur, 22)
36- İstiğfarın rızkın bollaşması ve sıkıntıların bertaraf olmasına yol açması: (Nuh, 10-12)
37- "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra O'na tevbe edin ki, üzerinize gökten bol bol bereket indirsin ve sizi kuvvetinize kuvvet katarak çoğaltsın. Gelin günahkâr olarak dönüp gitmeyin." (Hud, 52)
38- "Ve Rabbinizin mağfiretini isteyin, sonra ona tevbe edin ki sizi, belli bir süreye kadar güzel güzel yaşatsın. Ve her fazilet sahibine layık olduğu ihsanı versin. Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım." (Hud, 3)
Masum olmayanların hata yapmaları, günaha müptela olmaları muhtemeldir. Yukarıdaki İlahi vaatlere inanan ve yakin eden bir kimse, böyle bir durumda umutsuzluğa kapılmaz; dönüp tevbe ederek Rabbinden bağışlanma diler ve pişmanlık ve gözyaşlarıyla kendini bağışlatır, geçmişi telafi eder.
Tevbe sadece günahların bağışlanmasına vesile olmakla kalmaz, Allah günahlarını hasenata çevirir; rızkını bollaştırır; sıkıntılarını bertaraf eder ve hayatı bereketlenir.
Ancak tevbe ve bağışlanmanın bazı şartlarını da yukarıdaki ayetlerde müşahede etmekteyiz. Örneğin tevbe hakiki bir tevbe olmalıdır. Sadece dilde istiğfar edip de günahtan pişmanlık duymamak ve salih amellere yönelmemek gerçek bir tevbenin tahakkuk etmediğini gösterir. Yine Rabbimiz, kendi bağışını, bizim de bize karşı yanlış yapanlara karşı affedici ve bağışlayıcı olmamıza endekslemiştir. Kendisine yanlış yapanları affetmeye yanaşmayanların Allah’tan af ve mağfiret beklemeleri abes ve yersizdir.
39- Allah’ın dinine, İlahi hedeflere yardım edenlere Allah da yardım eder: (Muhammed, 79, Hac, 40)
40- Nihai zafer Allah’ın, Peygamberlerinin (ve takipçilerinin olacaktır): (Mücadele, 21)
41- Gerçek mu’minler daima üstün gelirler: Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz. (Al-i İmran, 139, Al-i İmran, 160)
42- Allah’ın hizbi galip gelecektir: (Maide, 56)
43- İslam bütün dinlere galip gelecektir: (Tevbe, 33, Fetih, 28, Saf, 9)
44- Allah nurunu tamamlayacaktır: (Tevbe, 32, Saf, 8)
45- Yeryüzünü salihler miras alacaktır: "Andolsun biz, Zikir'den (Tevrat'tan) sonra (Davud'a indirilmiş) Zebur'da da yazdık ki: "şüphe yok ki yeryüzü, salih kullarıma miras kalacaktır." (Enbiya, 105)
Allah-u Teala mu’minleri müdafaa edeceğine, onun dinine yardım edenlere yadım edeceğine, Allah’ın hizbinde yer alanları galip kılacağına, İslam’ı bütün dinlere üstün kılacağına, yeryüzünü salihlere miras olarak bıkacağına dair söz vermiştir. Dolayısıyla mu’min bir mücahid, hiçbir zaman mücadelesinde umutsuzluğa kapılmaz. Bilir ki onun davası, asla yok olmaz bir davadır. O görsün veya görmesin İlahi davası sonunda zafere ulaşacak ve ergeç dünya Salihlerin olacaktır. Mu’min ise Kur’an’ın tabiriyle iki güzelden birisine ulaşacaktır: Ya zafer ya şehadet… Ya da mücadelesinin mükafatını Rabbi fazlasıyla ona inayet edecektir..
Bu ayetlere inanan ve yakin eden bir kimse daha bir umutlu, şuurlu ve şevkle evrensel İlahi adalet ve hâkimiyeti gerçekleştirecek olan Hz. Mehdi’nin zuhurunu bekler ve bu zuhura zemin hazırlamaya çalışır.
46- Şeytan'ın mü’minler üzerinde bir sultası söz konusu değildir: (İsra, 65, Hicr, 42, Sebe’, 21, Nahl, 99-100)
47- Şeytan'ın hileleri zayıftır: (Nisa, 76)
48- Kim, Rahmân'ın zikrini görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur. (Zuhruf, 36)
49- Allah’ı unutanları, Allah da unutur: (Tevbe, 67)
50- Ahireti (Allah’ı) unutanlara Allah kendilerine kendilerini unutturur: (Haşr, 19)
Şeytan'ın hileleri elbette zayıftır ve mü’minler üzerinde herhangi bir sultası söz konusu değildir. Ama bunun şartı diğer ayetlerde de beyan edildiği gibi, Allah’ın zikrini unutmamak, onu her zaman ve mekânda hazır ve nazır görmek, ona sığınmak, ondan yardım dilemektir. Tam tersine Rahman’ın zikrini unutan, ahireti unutan ve Hakk’a sığınmayan kimseye elbette şeytan musallat olacaktır. Bu şeytanın güçlüğünden değil, insanın zayıflığından ve güçlü olan Rabbine sığınmamasından dolayıdır.