
کارگر
Hacı Kasım Süleymani Filistin’e Sadakatin Bir Sembolüdür
Filistin Direniş Komiteleri Medya Ofisi Müdürü Muhammed el-Barim şunları söyledi: ‘Direnişin bugün, Siyonist rejime meydan okuyabildiği ve caydırabilirliğe sahip olduğu konum, şehit Hacı Kasım Süleymani'nin rolü, desteği ve çabalarından kaynaklanmaktadır.’
Filistin Direniş Komiteleri, 28 Eylül 2000'de el Aksa İntifadası'nın patlak vermesinin ardından Gazze Şeridi ve işgal altındaki Batı Şeria'da ortaya çıkan ve o zamandan beri Siyonist rejime karşı çeşitli askeri operasyonlar başlatan bir Filistin direniş grubudur.
Filistin Direniş Komiteleri Medya Ofisi Müdürü Muhammed el-Barim, Tesnim Habere verdiği röportajda, bu cephenin Siyonist rejime karşı mücadeledeki son durumunu değerlendirdi ve Şehit Kasım Süleymani’nin şahsiyeti hakkında bazı noktalara değindi. Röportajın önemli başlıkları şöyledir:
* Şehit Hacı Kasım, Filistin halkının ve direnişinin desteklenmesinde ve direniş kabiliyetinin güçlendirilmesinde nasıl bir rol oynadı?
Hacı Kasım Süleymani'nin şehadetinin ikinci yıldönümünde, onu saygıyla anıyor ve selamlıyoruz. Çünkü o, Kudüs Şehididir ve cihat ve bu meseleyi ayakta tutmak için savaşmıştır.
Filistin direnişinin bugünkü konumuna gelmesi için her türlü silah ve imkânla destek veren oydu. Fecr füzelerini Gazze Şeridi ve Filistin'e getirmeye karar veren Şehit Hacı Kasım’dı. İsrail tanklarını ve zırhını küçük düşürerek direniş için kolay bir av haline getiren Kornet füzesini Gazze'ye getirmeye karar veren de oydu.
Filistin, davasına sadık kalanları sever ve bu sadakatin en iyi sembolünü de Şehit Hacı Kasım Süleymani sergilemiştir.
* 2. Güçlü sütun olarak adlandırılan son Filistin Direniş tatbikatının mesajları nelerdi?
“2. Güçlü Sütun” tatbikatının birkaç mesajı vardır. İlk mesajı, direnişin bugün iyi durumda olduğu ve Kudüs'ün Kılıcı Savaşı'ndan sonra bugün tüm sütunların yeteneklerini geri kazandığı ve bu savaşta kaybettikleri tesisleri yeniden inşa ettiği konusunda Filistin halkına ve toplumuna güvence vermektir.
Siyonist düşmana verilen ikinci mesaj, Filistin halkına karşı herhangi bir eylem veya saldırıya, Filistin direniş gruplarının 11 askeri kolunu entegre eden Ortak Operasyon Odası içinde bulunan askeri ve direniş güçleri tarafından doğrudan yanıt verileceğidir.
Bugün direniş iyi durumdadır ve işgalcilere şunu söylüyoruz;
Halkın kuşatmasını sürdürmek bedelsiz olmayacak, biz, milletimizi bu şartlarla yalnız bırakamayız, Gazze’nin imarı ile ilgili taahhütlere uymamanın bedeli ağır olacaktır.
Ayrıca iki yönlü bir mesajı da vardır. Biri Mescid-i Aksa, yani Peygamber Efendimizin (s.a.a) miraca çıktığı yer, diğeri de esirlerle ilgili bir mesajdır.
Mescid-i Aksa konusunda verilen mesaj, Filistin direnişinin bu yere yapılacak herhangi bir tecavüz ve işgalcilerin Mescid-i Aksa'ya yönelik her türlü aptallıkları karşısında düşmana ağır bir beden ödeteceğini vurgulamasıdır.
Esirlere gelince, mahkûmlar bizim kırmızıçizgimizdir. İşgalciler defalarca mahkûmlara hâkim olmaya çalıştılar ama bu eyleme direnişin askeri kolları tarafından hemen tepki verilecektir.
* Mahkûmların serbest bırakılmasına ve takas sözleşmesine ilişkin direnişin şartları nelerdir ve işgalciler engellemeye ve sabote etmeye devam ederse direniş hangi seçenekleri takip edecektir?
Eğer işgalciler esirlerin serbest bırakılması konusundaki şartları dikkate almazlarsa, direniş Gazze Şeridin’deki güçlü kollarını kullanmaya ve emrindeki askeri kuvvetleri ağırlaştırmaya kararlıdır. Bu direnişin Siyonist düşmana açık mesajdır.
Hişam Ebu Havaş'ın açlık greviyle geçen bu uzun günlerinden sonra, Filistin direnişinin mesajı oldukça açıktır. İşgalcilerin bu tutukluya veya işgalcilerin cezaevlerindeki başka herhangi bir tutukluya baskı yapmasına izin vermeyeceğiz. Tutukluluğun veya idari tutukluluğun askıya alındığını veya durdurulduğunu bildiren protokol ve medya kararlarının yazılı olarak hiçbir değeri yoktur.
Direnişin mesajı açık ve şeffaftır. Esirlerin serbest bırakılmasının zamanı gelmiştir. Aksi takdirde direniş bunu esirlerin hayatına kastetmek olarak görecektir. Bu da tüm Filistin halkına yönelik bir saldırı ve suikast anlamına gelmektedir.
Direnişin mesajı budur. Dolayısıyla direniş, bu suikast girişimine cevap verecek ve bu konuda derhal harekete geçecektir.’
Dışişleri Bakanlığı’nın Muttaki’nin Tahran ziyaretine ilişkin açıklaması
Dışişleri Bakanlığı, Taliban yönetiminin Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki ve beraberindeki heyetin Tahran ziyareti hakkında bir açıklama yayımladı.
Dışişleri Bakanlığı açıklamada, Emir Han Muttaki ve beraberindeki heyetin Tahran ziyaretinin amacını bankacılık alanında iş birliği, sınır pazarları, maden ve diğer bazı alanlarda ikili iş birliği ele alınacağını belirtti.
Dışişleri Bakanlığı açıklamada, İran İslam Cumhuriyeti her zaman başta komşu ülkeler olmak üzere bölge ülkeleri ile iktisadi ve ticari ilişkileri geliştirme ve mevcut ilişkileri korumaya vurgu yaptığını, bu ziyaret de bu çerçevede gerçekleştirildiğini kaydetti.
Taliban Dışişleri Bakanlığı Başkanvekili, Tahran'daki görüşmeleri yapıcı olarak nitelendirdi
Taliban Dışişleri Bakanlığı Başkanvekili Mevlevi Emirhan Muttaki ayrıca ikili ilişkilerle ilgili konuların da gözden geçirildiğini sözlerine ekledi.
Dışişleri Bakanlığı Hüseyin Emir Abdullahiyan da, 'Afgan halkının cesur mücadelesi, hiçbir yabancı gücün Afganistan'ı işgal edip yönetemeyeceğini gösterdi' dedi.
Taliban liderlerinin kapsayıcı bir hükümetin oluşumuyla ilgili olumlu sözlerine değinen Emir Abdullahiyan, yeni hükümet için kabul edilebilir göstergeler sağlama gereğini vurguladı.
İran Dışişleri Bakanı, Tahran'ın Afganistan'a insani yardım sağlamaya devam ettiğini belirterek', İran'ın bölgesel potansiyelini Afgan halkının sorunlarını daha da hafifletmek için kullanacağını açıkladı.
Emir Abdullahiyan, ABD ve müttefiklerinin son 20 yılda Afganistan'daki görevini kötüye kullanmasını da kınadı ve Afganistan ile komşu ülkeler arasında bölünmelerin yaratılmasını ABD'nin bölgedeki politikasının temel direklerinden biri olarak nitelendirdi.
Taliban Dışişleri Bakanlığı Başkanvekili Mevlevi Emirhan Muttaki, başkanlığındaki bir Afgan heyeti Cumartesi günü İran'a gitti ve Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan da dahil olmak üzere üst düzey İranlı yetkililerle görüştü.
Viyana Müzakereleri: İleri ama yavaş adımlar
Göstergeler, Viyana'daki 8. tur müzakereler sırasında "ileri adımlar" ve "yavaş adımlar"'ı gösteriyor, ancak Batılı aktörler müzakerelerin sonucu konusunda iyimser olmakla birlikte, "zaman" ile oynamak gibi yeni taktiklere başvurarak, Tahran'ı haklı taleplerinden vazgeçmeye zorlamayı umuyor.
Cumhurbaşkanı Reisi hükümetinde ikinci dönemi olan yaptırımların kaldırılmasına ilişkin yapılan müzakerelerin 8. turu, Viyana'daki Coburg Otel'de düzenlenmektedir. Yeni yılın başlaması nedeniyle üç günlük bir aradan sonra yeniden başlayan görüşmelere 3 Ocak Pazartesi gününden itibaren devam edildi.
Viyana'da ileri ama yavaş adımlar
Diplomatların pozisyonları, Avusturya başkentinden yayınlanan haberler ve bu ortamdaki iyi haberlere bakıldığında, sekizinci turda görüşmelerin yapıcı ve nispeten başarılı bir şekilde ilerlediği anlaşılıyor. Bu ileriye dönük adımlar, 6 Ocak Perşembe günü müzakerelerin gidişatını "normal ve iyi" olarak nitelendiren ve 'İran tarafının girişimlerinin sonuç verdiğini' yazan Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan'ın tweet'inde açıkça görülebilir.
Emir Abdullahiyan, twitter hesabından yaptığı açıklamada, 'Artık iyi niyete ve iyi bir anlaşmaya varmak için ciddi bir iradeye sahip olup olmadığını göstermek Batı'ya kalmış' ifadesini kullandı.
Dışişleri Bakanına göre, İran'ın en az iki belgesi dahil olmak üzere (biri yaptırımların kaldırılması ve diğeri İran'ın nükleer faaliyetlerine ilişkin) Reisi Hükümeti'nini ilk tur görüşmeleri olan ve toplamda 7. turdakarşı tarafa sunulan üç yaratıcı ve yenilikçi belgesi var. Üçüncü belge, "yaptırımların kaldırılmasının doğrulanması", "tazminat" ve "garanti" üçlemesiyle ilgilidir.
İran'ın eli dolu olması ve uzmanların istişareleri sonucu ortaya çıkan yenilikçi planlarının aksine, müzakereler 6 ay süreyle askıya alındı, ancak diğer taraf ve özellikle Avrupa troykası, müzakerelerde eli boş yer aldı.
Tüm bu yorumlarla birlikte, Doğu ve Batı olmak üzere iki tarafın diplomatları, mevcut müzakerelerin verimli olacağı konusunda hemfikir. Rusya'nın Viyana'daki uluslararası örgütler temsilcisi Mihail Ulyanov, "Viyana görüşmelerinin tüm tarafları, bir anlaşmaya varılması ve yaptırımların kaldırılması yönünde ilerleme kaydedildiği konusunda hemfikir" dedi.
Bugünlerde adı Viyana'da daha çok duyulan Ulyanov'a ek olarak, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian Cuma günü yaptığı açıklamada, 'müzakerelerde ilerleme kaydedildiğini" söyledi.
Müzakerelerdeki ilerleme, Amerikan tarafının bile dile getirdiği Viyana'daki diplomatların odak noktası ve bir işareti olarak değerlendirilebilir.
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price, "Bu haftaki Viyana görüşmelerinde bir miktar ilerleme kaydedildi" dedi.
Görüşmelerin bariz ama olumlu işaretlerinden biri, Güney Kore Dışişleri Bakan Yardımcısı Choi Jang Kun'un Viyana'da bulunması ve onun ABD'nin yanı sıra P4+1 diplomatlarıyla birkaç gün süren görüşmeleriydi; Bu ülke, 7 milyar doları aşan borcuyla İran'ın en büyük petrol borçlularından biri olarak şimdiye kadar ABD yaptırımları bahanesiyle İran'ın bloke edilen varlıklarını serbest bırakmayı reddeden bir ülkedir.
İran'ın meşru talepleri ve Batı'nın görülen kartları
İran ekibi, Nükleer Anlaşma sonrası taahhütlerine olan bağlılığını kanıtladığı için daha önce bahsedilen haklı taleplerinde ısrar ediyor; UAEK'nin merhum Genel Müdürü Yukiya Amano'nun Tahran'ın yapıcı işbirliğine ilişkin 17 raporu ve Tahran'ın Trump'ın anlaşmadan çekilmesinden bir yıl sonra yükümlülüklerini yerine getirmekten geri adım atması bu bağlamda değerlendirilebilir.
Hiç şüphe yok ki, önceki hükümette varılan acı müzakere ve anlaşma tecrübesiyle, Reisi Hükümet Batı'nın "azami baskı" kampanyasına karşı "azami talepler" önererek İran halkının haklarının gerçekleştirilmesinin peşine düşecekti; Bu, şimdiye kadar etkili olduğu kanıtlanmış kanıta dayalı bir yaklaşımdır.
Sekizinci tur görüşmelerden önce Batı tarafı, İranlı diplomatları taleplerinden vazgeçirmek için dört özel taktik kullandı. Bunlar şöyle:
1- İran, Çin ve Rusya arasında bir çatlak yaratmaya çalışmak
2- UAEK'yi etkileyerek İran'a baskı uygulamak
3- İran'ın taleplerini karşılamamak amacıyla azami talepler planlamak
4- Yaptırımların tırmanması ve Trump yolunu devam ettirmek
Örneğin, 4 No'lu araç, yani yaptırımların yoğunlaştırılması durumunda, yalnızca Kasım ayında, Reisi Hükümeti'nde müzakerelerin yeniden başlamasının arifesinde, İranlı kişi ve kuruluşlar hakkında sahte iddialarla en az dört tür yaptırım uygulandığını belirtmek yeterlidir.
Batı'nın 'zaman' kartı ile oyunu
Batılı yetkililerin müzakerelerin arifesinde ve sekizinci turdaki pozisyonlarına kısa bir bakış, Batı'nın özellikle de Beyaz Saray'ın tekniklerini ve hedeflerini ortaya koyuyor; Bunlardan en belirgini oyunun sonu tehdididir.
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian 7 Ocak Cuma günü Fransa'nın Beaufort televizyon kanalına verdiği demeçte, "Bir anlaşmaya varabileceğimize inanıyorum, ancak zaman daralıyor" dedi.
Talepleri azaltmak için İran'a baskı uygulamak için "zaman" unsurunu kullanırken, AB'nin dış politika başkan yardımcısı Enrique Mora ve ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken de dahil olmak üzere diğer diplomatların oybirliğini gördük.
Mora Cuma günü düzenlediği basın toplantısında, "Bir anlaşmaya varmak için birkaç aydan, birkaç haftadan fazla bir süre yok ve taraflar zorlu siyasi kararlar almaya hazırlıklı olmalı" dedi.
Gözlemcilere göre, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupalı müttefikleri tarafından modası geçmiş araçların kullanımı, etkinliğini yitirdi ve kullanımında aşırı ısrar, anlaşmaya giden yolu daha zor hale getirecek. Benzer şekilde ABD Dışişleri Bakanı Blinken de İran'la nükleer anlaşmaya varma süresinin "çok kısa" olduğunu belirtmektedir. Tahran'ı "zamanı öldürmekle" suçlayan Blinken, Washington'ın iyi niyet eksikliği ve nükleer programını ilerletmek için müzakerelerin yavaş temposu nedeniyle Tahran'ın zamanı öldürmesine tahammül edemeyeceğini söyledi.
Müzakerelerin erozyonu, müdahaleci faktörlerin müzakere sürecine girme ve düşmanların sabotaj olasılıklarını artırsa da diğer yandan, "ne pahasına olursa olsun" bir anlaşmaya varmak için acele etmek, kayıplardan başka bir şeyle sonuçlanmayacaktır. Bu nedenle, müzakerelerde zaman kısıtlamalarından ziyade yaptırımların kaldırılması, doğrulama, garantiler gibi sonuçların elde edilmesi daha önemlidir
Ayetullah Hamanei’den şehit Süleymani’nin kişiliğine vurgu
İslam İnkılabı Lideri imam Hamanei, Kudüs Gücü’nün şehit komutanı General Hac Kasım Süleymani, İran ve İslam dünyasının en sevilen şahsiyetlerinden biri olduğunu vurguladı.
Sipahiler Ordusu Kudüs Gücü’nün şehit komutanı General Hac Kasım Süleymani’nin şehadetinin ikinci yıl dönümü arifesinde şehidi anma heyeti üyeleri ve ailesi İslam İnkılabı Lideri Ayetullah Hamanei ile görüştü. Görüşmede imam Hamanei sadakat ve ihlas, şehit Süleymani mektebinin özeti ve simgesi olduğunu belirtti.
Şehit Süleymani bölge gençleri arasında bir modele dönüştüğünü kaydeden Ayetullah Hamanei, şehit Süleymani İran ve İslam dünyasında en çok sevilen hem milli ve hem ümmet arasında seçkin bir şahsiyet olduğunu vurguladı.
imam Hamanei ayrıca bazılarının tabiri ile şehit Süleymani düşmanları için General Süleymani’den daha tehlikeli olduğunu, zira bölge gençleri onu örnek aldığını kaydetti.
Reisi: "Süleymani Gerçek Er Meydanı Adamıydı"
İran Cumhurbaşkanı, "Şehit Süleymani gerçek er meydanı adamyıdı. Pratikte velayet ve liderliğe bağlılığını gösteren bir isimdi." açıklamasında bulundu.
Cumhurbaşkanı Reisi'nin bugün de Şehit Kasım Süleymani hakkında bir konuşma yapması bekleniyor.
Ayetullah Reisi konuşmasının devamında; İran ile diğer ülkeler arasında ortak komisyonların aktif hale gelmesine, sonuçta ticari ve ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesi gerekliliğine vurgu yaptı.
Cumhurbaşkanı Reisi ayrıca; "Bugün İran İslam Cumhuriyeti'nin siyaseti, diğer ülkeler ile ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştirilmesidir." açıklamasında da bulundu.
İnsan Cennette Düşünür mü?
İnsan cennette düşünür mü? Eğer cevap müspet ise bunun niteliği nasıldır? Örneğin aklın göstergesi olan seçmek için şartlar ve icat edebilme var mıdır?
Cennette Düşünebilme
Bu soruyu yanıtlarken ilk önce şu noktaya dikkat etmek gerekir: İslamî kaynaklarda akıl ve düşünme değişik manalara sahiptir. Aklın ilk manası mutlak anlamda tefekkür ve düşünmektir. Akıl kökünden türemiş türevleri barındıran birçok Kur’an âyetleri bu tür bir manayı kastetmektedir.[1] Bazı rivayetler belirtilen manayı reddetmemekle birlikte, başka özel manaları da dile getirmişlerdir. Örneğin aklı, aracılığıyla ilahi rızanın kazanılabileceği ve ebedi cennete gidilecek bir şey bilmektedirler.[2]
Allah rızasının gölgesinde imanlı bireylerin ebedi hayata ulaştıkları cennette, aklın dünyadaki kullanımının işlevsiz hale gelmesi doğaldır. Cehennemliklerin fırsatlarının tamamlanması nedeniyle, onlar da Allah’ın rızasını kazanmaya ve cennete girmeye vesile olacak tarzda akıldan yararlanamayacaktır. Ama ahiret dünyasında aklın bazı işlevlerinin mana ve mefhumunu yitirecek olması nedeniyle, kıyamette yer alan insanların ve ardından cennetlik ve cehennemliklerin düşünme yetisini kaybedecekleri ve başlarına neyin geldiğini bilmeyecekleri ve anlamayacakları neticesini almamalıyız! Bu bağlamda ve Kur’an âyetlerinden yararlanarak, aşağıda üç kısım halinde, bu alanda insanların düşünme yetisini ifade eden örnekleri bilgilerinize sunacağız:
1. Kıyamet gününü niteleyen birçok Kur’an âyetinde insan akıl ve düşüncesinin göstergesi olan bir takım hususları gözlemlemekteyiz. İnananlar ve sakınanlar amel defterlerini sağ taraftan alarak ebedi cennetin kendilerini beklediğini anlar ve tam bir sevinçle[3] diğer insanları yıldızlı karnelerini okumaya çağırır ve bunun dünya hayatındaki düşünce ve davranış tarzlarının bir neticesi olduğunu ilan ederler.[4] Bunun karşısında menfi davranışlarını içeren karnelerini başka bir taraftan alan bireyler ise ağıt yakar, figan eder[5] ve de kendilerini bekleyen cehennemden korkar ve ürker. Onlar dünyevî kudret ve büyük servetlerinin hiçbir işlerine yaramadığını tam olarak kavrayacak ve bu yüzden keşke karnemizden haberdar olmasaydık ve keşke yine ölsek diyeceklerdir.[6]
Yüce Allah, insanın dünyayı terk ettikten sonra ve bunun ardından düşünme gücünü sınırlayan bazı engel ve hicapların kalkmasıyla geçmişte olanlar ve önünde bulduklarıyla ilgili olarak keskin bir bakış ve özel bir dikkate sahip olacağını açıkça buyurmaktadır.[7] Bu yüzden Yüce Allah bireylerin amel karnesini kendilerine vererek her insandan yalnız başına kendi amelleri hakkında yargıda bulunmasını isteyecektir![8] Belirtilenler, kıyamet gününde insan düşünce ve aklının kudretinin göstergesi olan az sayıdaki âyetlerden alıntılanmıştır. Şimdi ise cennet ve cehennemde düşünme gücünün baki kalacağını dile getiren delillere değineceğiz:
2. Akıl ve düşünmenin Allah tarafından insana bahşedilen en üstün nimet olduğunu[9]ve bu ilahi hediyeden yararlanmayan bireylerin Kur’an-ı Kerim’de en alçak canlılar olarak tanıtıldığını bilmeliyiz.[10]Bununla birlikte, Yüce Allah’ın ebedi cennette yer edinen salih kullarını bu büyük nimetten yoksun kılması yakışık alır mı?! Cennetliklerin durumunu niteleyen âyetleri okumayla düşünmenin göstergelerini gözlemlemekteyiz: Onlar, cennetteki nimetleri Allah’ın dünyada kendilerine verdiğiyle mukayese etmekte[11], bu hayırlı akıbete ulaşmada Allah’ın yardım elini gözlemlemekte[12]ve ilahi vaatlerin doğruluğunu cehennemliklere hatırlatmaktadır.[13]
Peygamberler ile beraber olmaktan[14]ve orada beyhude bir söz işitmemekten[15]… lezzet alacak ve sonsuz ilahi nimetlerin içinde seçme gücüne sahip olacaklardır.[16]Mevcut durumlarını değerlendirerek ve bundan daha iyisini tasavvur etmenin mümkün olmadığını göz önünde bulundurarak, hiçbir zaman değişim ve dönüşümü istemeyeceklerdir.[17]Bütün bunlar akıl ve bilginin göstergesi değil midir? Bu tatlı, duygu ve düşünceyle dolu hayat, sadece tabii yaşamın noksan faydalarına odaklanan hayvanların hayatına benzetilebilir mi?!
3. Öte taraftan cehennemlikler de düşünecek ve kendilerinin başına gelenlerden acı duyacaktır. Bazen cennetliklere hitap edecek ve onlardan bir miktar su veya bazı ilahi nimetleri kendilerine vermelerini isteyeceklerdir.[18]Bazen cehennem bekçisi olan meleklere hitap edecek ve Allah’tan izin alarak azaplarının hafifletilmesini talep edeceklerdir.[19]Veya o meleklerin büyüğü olan “Malik”’e yalvaracak eğer bir hafifletme yoksa en azından bu durumdan kurtulmaları için ölümü talep edecek[20]ve hatta kendilerine yeniden bir fırsat vermesi ve bu fırsatta geçmişteki çirkin davranışlarını telafi etmeleri için direkt olarak ağlayarak ve sızlayarak Allah’a yalvaracaklardır.[21]
Cehennemlikler birbirlerini lanetleyecek ve sövecek[22]ve her biri kendi günahını diğerinin boynuna atacaktır.[23]Onlar Allah ve O’nun peygamberinin sözlerini kabul etmedikleri için hayıflanacak[24]ve sonra onların sözlerini kabul etseydik ve akıl ve bilgilerimizden doğru bir şekilde yararlansaydık asla bu akıbete duçar olmazdık diye bir netice alacaklardır.[25]Yukarıdaki âyetleri gözden geçirme neticesinde cehennemliklerin de düşünce ve tefekkür gücünü kaybetmeyecekleri, bilakis bu düşünce ve tefekkürün onlar için cismanî azaptan derecelerle daha acı verici olan vicdanî azap getireceğini anlamaktayız; çünkü kalpler ve canları etkisi altında bırakacaktır.[26]
Eğer cehennemde akıl ve düşünme olmasaydı ve insanlar hayvanî bir hayat sürseydi, bu tür kelimeleri beyan etmenin bir anlam ve mefhumu kalmayacaktı.
İcat etme hakkındaki örneğiniz bağlamında da ne cennette ve ne de cehennemde bugün bizim tanımladığımız ve sizin tanımladığınız manada icat imkânının mevcut olmadığını belirtmeliyiz. Zira icat ihtiyaçtan doğar ve insan daha iyi bir hayatının olması için icatta bulunur. Ama cennette ne istersek zihnimize gelmeyen başka nimetlerle beraber istediğimiz şey, istediğimiz anda elimize ulaşacak[27]ve bu hususta düşüncemizi kullanmaya gerek kalmayacaktır. Başka bir ifadeyle orada seçme icat etme özelliği taşıyacaktır![28]
Cehennemde her ne kadar ihtiyaç olsa da, cehennemlikleri daha iyi bir duruma getirecek bir icat mümkün değildir. Çünkü Yüce Allah mevcut durumdan onların kurtulmasını istememektedir. Elbette niteliği bizim için aşikâr olmayan değişik yöntemler ile cehennemliklerin cehennemden çıkmak için çabaladıklarını ama onların bu çabasının sürekli başarısız olduğunu ve cehenneme geri döndürüldüklerini belirten Kur’an âyetleri mevcuttur.[29]Son olarak insanların ne kıyamette ve ne de cennet ve cehennemde düşünce ve akıl gücünü kaybetmeyecekleri ve yaşamlarının hayvan yaşamı gibi olmayacağını söylemek gerekir.
[1] Bakara, 242; Âl-i İmran, 65; Yunus, 16 vd.
[2] Şeyh Saduk, Men La Yehduruhu’l-Fakih, c. 4, s. 369, İntişarat-ı Camia-i Müderrisin, Kum, h.k. 1413.
[3] İnşikak, 7-9.
[4] Hakka, 17-19.
[5] İnşikak, 10-11.
[6] Hakka, 25-30.
[7] Kaf, 22.
[8] İsra, 13-14.
[9] Bkz. Usul-i Kâfi kitabının ilk cildinde mevcut olan ilk rivayetler.
[10] Enfal, 22.
[11] Bakara, 25.
[12] Araf, 43.
[13] Araf, 44.
[14] Nisa, 69.
[15] Gaşiye, 11.
[16] Nahl, 31.
[17] Kehf, 108.
[18] Araf, 50.
[19] Mümin, 49.
[20] Zuhruf, 77.
[21] Fatır, 37.
[22] Araf, 37.
[23] Mümin, 47.
[24] Ahzab, 66.
[25] Mülk, 10.
[26] Hümeze, 6-7.
[27] Kaf, 35.
[28] Biz bu dünyada nasıl hiçbir zaman kokmuş bir şeyi yemeyi ve kirli bir suyu içmeyi istemiyorsak, cennet sakinleri de keskin görüşleri hasebince Allah rızasının olmayacağı bir şeyi asla talep etmezler.
[29] Hac, 22; Secde, 20.
Şans; Fırsat mı, Alın Yazısı mı?
Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.
- İnsanların “Falan kimsenin şansı var, filan kimsenin şansı yok” demeleri ne anlama gelmektedir? Aslında şans diye bir şey var mıdır, yok mudur? Eğer varsa neden insanlar bu alanda farklıdır? Her şeyi verenin Allah olduğuna dikkat ederek insanların “Senin alın yazın buymuş” demeleri ne anlama gelmektedir? İnsanlar arasındaki fark günümüzde neden bu kadar çoktur?
“Şans” kelimesinin aslı Fransızca’dır ve fırsat anlamına gelmektedir. Ama halk arasında genellikle şans, sebebi belli olmayan olaylara denilmektedir. Bu olayların gerçekleşmesini şansa dayandırmaktadırlar. Eğer şanstan maksat, bir şeyin illetsiz meydana gelmesiyse, hiç şüphesiz İslâm felsefesine ve kesin delillere göre reddedilmektedir.[1] Biz illetleri bilmesek de, eğer illetler üzerinden perde kalkacak olursa, hiçbir şeyin rastgele olmadığını görürüz.
İyi şanslı ve kötü şanslılık, varlıkların illetlerinin bilinmemesinden daha çok her kişinin kendi hakkındaki düşüncesinin neticesidir ve kendisini herhangi bir delile göre kötü şanslı gören birisi, doğal olarak ona uygun davranışlarda bulunacaktır.
Elbette bazen insanlar arasında ilahi takdirlere de şans kelimesi kullanılabilir. Örneğin, maddî durumu iyi olan ve ticarî işlerden iyi kâr elde eden birisine iyi şanslı denmektedir.
Bu konunun daha iyi değerlendirilebilmesi için, olayların nedenlerine daha geniş bir açıdan bakmak gerekir. Şahsın zâhirî faaliyetlerine ilâve olarak manevî ve ruhî durumuna, hatta önceki nesillerin etkilerine, başkalarının duaları ve beddualarına ve hayatın düzenli ve düzensiz olmasındaki gizli ve açık nedenlere dikkat edilmelidir. Eğer şanstan maksat bu mana ise rivayet ve âyetlerde yeri vardır ve din açısından bu konu kabul görmektedir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi…”[2]
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Allah rızkları takdir etmiş ve onları az ve çok olarak adilce taksim etmiştir. Bu yolla fakir ve kudretlinin sabır ve şükrünü imtihan etmek istemiştir.”[3]
Eğer şansı, olumsuz manada yani olayların illetsiz olduğu anlamında, alırsak şöyle diyebiliriz; insanların bu gibi kelimeleri kullanmalarının bazı nedenleri şunlardır:
1. Hak alma, makamlar ve bağışlarda, sosyal adaletsizlik, zulüm ve uyumsuzluğun olması. İnsanlar illeti gerçek olmayan bu tür olayları gördükleri zaman, hepsini şansa bağlamaktadırlar.
2. Toplum içerisinde rahatlık isteme psikolojisinin olması ve bazı insanların hayattan daha fazla fayda almalarının, şans ve talih olarak yorumlanması. Daha az bir çabayla hedeflerine ulaşmak isteyen ve amellerinin çabuk netice vermesini isteyen kimseler, çabuk kazanç sağlayamadıklarını ve başkalarının da bağış, makam ve mevkide ilerleme ve kazanç elde ettiklerini görünce bunu şans ve talihe yorumlamaktadırlar.
3. Zalim hükümetlerin propagandası, bu tür düşüncelerin insanlar arasında yayılmasında etkili olmuştur. Onlar, hükümete ulaşmak ve onu devam ettirmek için bu tür yorumlarla bunu kendi şans ve alın yazılarına bağlayıp insanların itiraz etmelerini engellemek istemişlerdir.[4]
Ama Kur’ân mantığında, insanın çaba ve gayretinin, ilâhî ve maddî nimet ve hedeflere ulaşmada özel bir yeri vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”[5]
Lâkin insanların bu verilen nimetlerden aldıkları faydaların farklı olması, Allah’ın yardımına, değişik kabiliyetlere, insanlardaki sosyal ve ruhî yeteneklere ve diğer sebeplere bağlıdır.
Elbette, dünyevî nimetlerden faydalanan herkesin bunda hakkının olmasına, çaba ve gayretine veya Allah’ın yardımına dayandırmak doğru değildir. Belki bunları zulüm ve zorla elde etmiş olabilir ve bu da dinde kınanmış ve reddedilmiştir.
[1] Mutahharî, Murtaza, Yirmi Konuşma,s. 80-83.
[2] Nahl, 71.
[3] Nehcü’l-Belağa, 91. Hutbe.
[4] Mutahharî, Murtaza, Hüseynî Yiğitlik, c. 1, s. 326.
[5] Rad, 11.
General Süleymani'nin şehadetinin ikinci yıl dönümü; Uluslararası hukuk yargılaması masasında Amerikan devlet terörü
Eski ABD Başkanı'nın 3 Ocak 2020'de General Süleymani'ye suikast düzenlenmesi yönündeki doğrudan emri, uluslararası hukukun çeşitli yönleriyle cezalandırılabilir. Bu suçların en barizi, askeri saldırganlık ve devlet terörü.
3 Ocak 2020 sabahı Bağdat Uluslararası Havalimanı'nda, dönemin ABD Başkanı Trump'ın doğrudan talimatı üzerine ABD'nin insansız hava aracıyla düzenlediği hava saldırısının ardından General Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi el-Mühendis de dahil olmak üzere 10 kişi şehit oldu.
Beyaz Saray yetkilileri, bu vahşeti meşrulaştırmak için yasal iddialara ve BM Sözleşmesi'nin 51. maddesinin konusu olan "meşru savunma" ve "önleyici savunma" gibi gülünç terimlerin kullanılmasına bağladı.
Amerika Birleşik Devletleri'nin zayıf yasal gerekçesi ve uluslararası hukuk kurallarının, özellikle güç kullanımının ve terör eylemlerinin yasaklanmasının bariz ihlali, o kadar açıktı ki, bu Amerikan suçunu avukatlar ve politikacılar kınadı.
Birleşmiş Milletler Şartı'nın 2. maddesinin 4. fıkrasına göre: "Bütün üye ülkeler, uluslararası ilişkilerinde BM'nin hedefleri ile çelişik şekilde güç kullanımına yönelik tehdit veya diğer ülkelerinde toprk bütünlüğü veya siyasi bağımsızlığına karşı zor kullanmayacaktır'.
Yukarıdaki ilkenin tek istisnası, Meşru Müdafaa Bildirgesi'nin 51. maddesidir: "BM üyesi bir ülkenin silahlı saldırıya uğraması durumunda Güvenlik Konseyi'nin uluslararası barış ve güvenliği korumak için gerekli adımları atana kadar BM Şartı'nın bireysel veya sosyal meşru müdafaa hakkını ihlal etmeyecektir'. İkinci istisna, Şartın 7. Bölümünün 42. Maddesidir.
ABD'nin General Süleymani ve çevresine yönelik insansız hava aracı saldırısı, yukarıdaki istisnaların hiçbiriyle haklı gösterilemez.
Birleşmiş Milletler Şartı'nın 2. Maddesinin 7. fıkrasına göre, "Bu Birleşmiş Milletler Şartı'nın hiçbir hükmü, bir devletin esasen ulusal yetkisi olan konulara müdahaleye izin veremez ve bir üyeyi yükümlü tutamaz. Bu tür davalar, bu Şart'ta belirtilen usule göre çözülecektir. Ancak bu ilke, 7. bölümde öngörülen cebri tedbirlerin uygulanmasına halel getirmeyecektir".
ABD insansız hava aracı saldırısının Irak'ın içinden gerçekleştirildiği ve Irak ile ABD arasındaki 2008 SOFA Güvenlik Anlaşması'nın hiçbir hükmünün böyle bir izin vermediği için ABD'nin eylemi, Irak hükümeti ve üçüncü bir ülkenin silahlı kuvvetlerinin bir üyesine karşı askeri harekat girişiminde bulunma açısından bu ülkenin ihlali sayılıyor.
Serdar’ın Ardından
Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma. Bilakis Onlar diridirler ve Rableri yanında rızıklanırlar. (Ali İmran 169)
Neredeyse 2 yıl oldu o zalim, kalleşçe saldırı seni bizden ayıralı.
“Allah’ım başım, dudaklarım kulaklarım, kalbim ve bütün uzuvlarımın hepsi “Ya Erhamerrahimin” ismine umut ediyorlar. Beni kabul et, pak olarak kabul et. Öyle kabul et ki seni görme liyakatine sahip olayım. Seni görmekten başka bir şey istemiyorum.” demiştin. Hasret bitmişti artık. Aşık ile Maşuk kavuşmuştu…
Cesaretin, velayete bağlılığın, mazlum ve mustazafların hakkını aramak için zalimlere karşı duruşun düşmanın yüreğine ne denli bir korku salmıştı ki senin için böylesi bir son hazırlamışlardı. Niyetleri bu şekilde seni yeryüzünden ebediyen ayırmaktı. Öyle de oldu. Elbette senin gidişin bir son değildi. Aslında birçok şeyin başlangıcı oldu. Sana bu sonu seçerken senin dualarından ve Rabbinin iradesinden haberleri yoktu. Onlar senin adını tamamen yeryüzünden silmeye çalışırken milyonlar, milyarlar tek yürek olmuştu. Senin pare pare olmuş bedenin İslam dünyasının vahdetine ve direniş cephesinin güçlenmesine sebep olmuştu. Elbette ki senin gidişin bir son değildi. Sen o bir ömür boyu arzuladığın şehadet makamına erişirken gidişin birçok ölü kalbi diriltmiş kurumakta olan yüreklere su serpmişti. Milyonlar yasına yas tutmuş.
Çok sevdiğin Ehlibeyt (as)’in kapılarını tek tek çalarken adını silmeye çalışanlar, zalimler hayretler içerisinde korku dolu bakışlarla seyrediyordu bu sahneleri.
Canım Ona feda olsun dediğin aşık olduğun İmam Humeyni’den sonra ki büyük mazlum ağan İmam Hamaney seni son yolculuğuna uğurlarken hıçkırıklara boğulmuştu. Aşık kavuşmuştu maşukuna geride mahzun, mazlum yürekler bırakarak…
Rahat uyu Ey mazlumların kahramanı…
Rahat uyu Ey aşk kervanının Serdarı…
Dilek Kamış
Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi El Mühendis'in Şehadet Yıldönümü
Devrim Muhafızları Ordusu'na bağlı Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani ile Irak Haşdi Şabi'nin üst düzey komutanlarından Ebu Mehdi El Mühendis, sekiz kişi ile birlikte, 3 Ocak 2020 Cuma sabahı Irak'ın başkenti Bağdat'ta suikasta kurban giderek şehit oldular.
Filistinli Heyet Şehit Hacı Kasım’ın Kabri Başında Ahdini Yeniledi
ilistin Halk Kurtuluş Cephesi'nden bir heyet, Şehit General Hacı Kasım Süleymani’nin Kerman'daki mezarını ziyaret etti.
Halid Ahmed Cibril başkanlığında Filistin Halk Kurtuluş Cephesinden bir heyet Kerman'da Şehit Hacı Kasım Süleymani'nin kabrini ziyaret etti.
Halid Ahmed Cibril twitter’da, Şehit Kasım’ın kabri başında çekilmiş olan bir fotoğrafı yayınlayarak “Direnişin silahına evet” diye yazdı.
Bu bağlamda, Filistin İslami Cihad hareketinin üst düzey üyelerinden Halid el-Bataş da Hacı Kasım Süleymani'nin şehadetinin ikinci yıldönümü vesilesiyle Fars Haber Ajansı'na konuştu.
Halid el-Bataş şu ifadelerde bulundu: ‘Şehit Süleymani'nin direniş ve Filistin halkı için başarıları ve bereketleri çoktur. Ancak bunların içinde en bariz olanlardan biri çeşitli askeri ve lojistik alanlarda Filistinli gruplara verdiği sürekli destektir ve Şehit Kasım, direnişin yetenek ve olanaklarını geliştirmenin yanı sıra askeri kadrosunu yükseltmede de rol oynamıştır.’
Middle East: Süleymani Ve Ebu Mühendisin Şehadeti Dünyaya Devrimin Galip Geldiğini Gösterdi
Araştırma ve analiz web sitesi Middle East, İran İslam Cumhuriyeti Devrim Muhafızları Komutanı General Süleymani ve Haşdi Şabi Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi Mühendis’in şehadet yıldönümü arifesinde yayınladığı bir makalede, Şehit Süleymani ve Ebu Mühendis’in teröre karşı direnişin bir sembolü olduğunu yazdı.
Middle East web sitesi cumartesi günü konuyla ilgili olarak şunları yazdı: ‘3 Ocak 2020'de eski ABD Başkanı Donald Trump'ın doğrudan talimatıyla Kudüs Gücü komutanı General Kasım Süleymani ve Irak Haşdi Şabi Teşkilatı Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi Mühendis bir terör saldırısında şehit edildi.’
General Süleymani ve Ebu Mehdi Mühendis direnişin simgesiydi
Bu web sitesi, Şehit Süleymani’nin bazı eylemelerine atıfta bulunarak şunları yazdı: ‘General Süleymani, ABD ve İsrail rejiminin terör örgütlerine silah akışını kesen stratejik eylemlerde bulunmuştur. Dünyanın en büyük silah üreticisi olan ABD, silah ticaretinde başarılı olmak için terörist grupların eylemlerine ihtiyaç duyuyordu. Süleymani ve Ebu Mühendis’in liderliği ile IŞİD teröristlerinin Suriye ve Irak'ta peş peşe yenilgileri ve bununla birlikte silah ticaretinin çökmesi sonucunda ABD, bu silahlı gruplara karşı direnişin sembolü olan bir generale suikast düzenlemeye karar verdi.’
ABD'nin direniş eksenini kontrol etme konusundaki beyhude eylemi
Bu makalenin başka bir bölümünde şu ifadeler yer aldı: ‘Süleymani ve Ebu Mühendis’in savaş şartları dışında ve yabancı topraklarda öldürülmesi, Irak egemenliğinin ve uluslararası sözleşmelerin ve yasaların ihlalidir ve açık bir şekilde devlet terörizmidir. Bu hareket, ABD ve müttefiklerinin İran, Suriye, Hizbullah, Haşdi Şabi, Husiler, Hamas, İslami Cihat ve Filistin halkını içeren Direniş Ekseni'ni kontrol altına almaya yönelik bir başka beyhude girişimiydi.’
General Süleymani’nin çabalarının siyasi ve askeri boyutları
Middle East şunları yazdı: ‘General Süleymani, Hizbullah'ın 2006'da işgalci Siyonist güçleri aşağılayıcı bir şekilde Lübnan'dan kovmadaki muzaffer stratejisinde ve IŞİD'in Suriye'de yenilgiye uğratılmasında ve ayrıca Irak ve Suriye'deki terörist grupların çökertilmesinden sorumlu olan Ebu Mehdi Mühendis liderliğindeki Haşdi Şabi Teşkilatının oluşmasında, eğitilmesinde ve faaliyetlerinde kilit bir rol oynadı.
Süleymani’nin terörle mücadeledeki önemi sadece askeri açıdan değildi. Süleymani aynı zamanda önemli bir siyasi rol oynadı. 2015 yılında Rusya'yı Orta Doğu'daki terörist gruplarla savaşmak için Rusya-Çin-İran üçlü koalisyonuna katılmaya ikna etti. Süleymani ve Ebu Mühendis’in şehadeti, dünyaya devrimin canlı olduğunu ve galip geleceğini gösterdi.’
Tarih Boyunca Kadının Yeri
İnsanoğlu bu dünyaya ayak basıp toplu olarak yaşadığı günden beri hem tabiî olarak meydana gelişi ve hem de toplumsal yaşamını sürdürmesi açısından kadın cinsine ihtiyaç duymuş, hiçbir zaman yaşam ve bekasında kadından ihtiyaçsız olmamıştır.
İster vahşî, isterse medenî beşer toplumu, yaşam yolunu sürekli örf ve âdetler, adilâne veya zalimane kanunlar gibi birtakım kuralların sayesinde kat etmiştir. İşte bu nedenle kadın cinsi hususunda da her kabile, her kavim, her soy ve her millet arasında özel birtakım kurallar uygulanmıştır.
Bir beşer toplumunda uygulanan bütün âdet ve kurallar; su, hava, bölge, muhit ve yaşam sabıkası şartları vs.nin birtakım tabiî etken ve şartlardan kaynaklandığı gibi, aynı şekilde tabiatta hüküm süren değişim ve tekâmül kanunu da, bir şekilde tabiatın ortaya çıkarmış olduğu toplumsal kurallarda kendini göstermekte ve etki bırakmaktadır. Kadın hakkında uygulanan kurallar da, bu genel hükümden istisna olmamış, insanoğlunun yaşam yolunda ilerlemesiyle değişim ve tekâmül göstermiş, mükemmelliğe doğru -elbette çok yavaş bir şekilde- ilerlemiştir.
Toplumda kadının konumunu, değişim ve tekâmülünü şu maddelerde özetlemek mümkündür:
Birinci Merhale:
Kadın, ilkel insan toplumlarında insan toplumunun bir parçası sayılmıyordu ve hiçbir şekilde toplumsal ağırlığa sahip değildi. Kadına karşı yapılan muamele, bir hayvana yapılan muamelenin aynısı idi.
İnsanoğlu, özel yaşam bölgesinde hedefi olan ve tabiî maksatlarını izleyen vahşî hayvanı istihdam ve istismar saikiyle ve ihtiyaçlarından dolayı istihdam eder ve insanî çıkarları doğrultusunda onu mülkiyetine geçirir, onun etinden, derisinden, yününden, kemiğinden, sütünden, kanından, güç ve kuvvetinden ve hatta dışkısından yararlanır ve onu toplumsal yaşamına sokup beslemesine rağmen ona hiçbir hak tanımaz.
İnsan, mülkiyetindeki evcil hayvanlarının yiyip içmesi ve çiftleşmesini sağlıyorsa ve onların ihtiyaçlarını gideriyorsa, onların da insan gibi şuurlu, iradeli ve canlı varlıklar olup belli bir hukuka sahip oldukları için değil, onlardan beklediği çıkarları içindir.
İnsanın istihdamındaki evcil hayvanlardan birine bir zarar dokundurulacak olur ve sonuçta o zararı veren kişi cezalandırılırsa, o kişinin o hayvanın sahibinin haklarından birini çiğnediği ve bu vesileyle bir suç işlediği içindir, o hayvanın insan toplumunda bir hukuku olduğu için değil.
İnsanoğlu kendi huzur ve rahatlığını temin etmek için her gün kimyasal ilâçlar kullanarak milyarlarca zararlı mikrop ve haşereleri ortadan kaldırmakta, beslenmek ve diğer ihtiyaçlarını gidermek için milyonlarca hayvanı öldürmekte ve bundan dolayı en küçük bir suç işlemiş olmak duygusuna kapılmamaktadır.
Kadın da, ilkel insan toplumlarında bu durumdaydı. Tarihin gösterdiği ve vahşî kavimler ile dünyanın bayındır bölgelerinde yaşayan insanların geriye bıraktıkları eserlerden anlaşıldığı gibi, insanoğlunun tarihinde çok uzun bir zaman -belki de milyonlarca yıl- boyunca kadın, insan toplumunda bir asalak hükmünde olmuş ve insan toplumunda hiçbir hakka sahip olmamıştır. Toplumdaki varlığı ve insanlar arasında korunmasının tek nedeni, toplumun haklarından yararlanmak değil, toplumun birtakım ihtiyaçlarını gidermek olmuştur. Yayla veya kışlağa göçtüklerinde eşyaları taşımak, yakacak toplamak, balık avlamak, erkeklerin evlerine hizmet, çocukları yetiştirmek ve hasta bakıcılığı yapmak gibi alçak ve değersiz işler kadının yapması gereken görevler olmuştur.
Kadın, babasının veya velilerinden birinin evinde olduğu müddetçe erkeğin malı sayılır, hiçbir şeye sahip olamazdı. Hatta özel elbisesi ve ziynet gereçleri bile ev reisine aitti. Hakkında ön görülen her türlü siyaset uygulanabiliyor, her türlü cezaya, hatta ölüm cezasına bile çarptırılabiliyordu. Bağış, hediye, borç ve ödünç olarak diğerlerine verilebiliyordu. Kocasının evine intikal ettiğinde de -ki elbette alış veriş şeklinde intikal ederdi ve bu gidişatın kalıntılarından biri de, günümüzde bazı yerlerde devam eden başlık veya süt parasıdır- babasının evinde kendisinden edilen yoğun istifadelere ilâveten erkeğin şehvetini gidermesi için bir alet oluyor, erkeğin cinsel ihtiyaçlarını gideriyordu. (Ne yazık ki hâlihazırda bile günümüz medenî toplumlarının köşe-bucağından, medenî şehirlerde tuvalet sorununu gidermek için umumî tuvaletlere ihtiyaç olduğu gibi cinsel ihtiyaçların giderilmesi için ve yine aile kurma gücüne sahip olmayanların veya gurbette olmaları ya da başka nedenlerden dolayı geçici olarak mahrumiyet yaşayanların vücutlarında toplanan şehvet maddesini defetmeleri için genel evlerine ihtiyaç olduğunu söyledikleri duyulmaktadır.)
Eski toplumlarda, erkek istediği kadar kadınla evlenebilir, kadının tam aksine bu konuda hiçbir sınırlamaya tâbi tutulmazdı. Boşama hakkı da kadının elinde değil, erkeğin elindeydi. Kadın her zaman erkeğin emri altında yaşar, mutlak surette erkeğin eğilimlerine feda olur, hatta umumî kıtlıklarda ve özel misafirliklerde kadının etinden yararlanılır, onun etlerinden rengarenk yemekler hazırlanır, misafirlere sunulurdu.
Kısacası, ilkel toplumlarda kadın insan şeklindeki hayvan gibiydi.
İkinci Merhale:
Kadının toplumdaki yaşamında, medenî milletler arasında medenî kanun ve kuralların ortaya çıktığı bir merhale vardır; medenî kanunlarla benzerliği olan Babil’deki Samurabi kuralı, eski Roma, eski Yunan kanunu, eski İran, Çin ve Mısır kuralları gibi.
Bu kanun ve kurallar arasında her ne kadar birçok farklılıklar varsa da, kadının insan toplumunda birtakım haklara sahip olduğu ve kadına yaşamını sürdüremeyen zayıf bir insan gözüyle bakılması konusunda ortak özelliğe sahiptirler.
Bu toplumlarda kadın, her zaman ve her durumda erkeğin velâyet ve yönetimi altında yaşamalıdır. Sürekli günlerini uyumluluk ve bağlılıkla geçirmeli, hiçbir istiklâli olmamalıdır. Ne yaşamında kendine bir yol seçmek veya serbest bir girişimde bulunmak için irade bağımsızlığına ve ne de az da olsa kendisine çalışmak, bir işinden kendisi yararlanmak, bir ücreti hak etmek, yargı makamlarında bir dava açmak veya tanıklıkta bulunmak ya da emir ve nehiy etmek için amelî bağımsızlığa sahiptir. Bu toplumlarda kadın, babasının evinde olduğu müddetçe babasına uyar, özellikle ona itaat eder. Babasının onun hakkındaki her türlü tasarrufu geçerlidir; onu kiminle evlendirirse, kime hediye ederse, hakkında hangi siyaseti uygularsa, itiraz edemez.
Kadının bu toplumda hiç kimseyle miras alma ve diğer aile hakları için şart olan resmî bir akrabalık bağı yoktur. Ne erkeklerle ve ne de diğer kadınlarla böyle bir hakka sahiptir. Sadece bazen babası, kardeşi ve oğluyla evlenmesini engelleyen tabiî bir akrabalık bağı vardır.
Elbette eski İran’da mahrem konumundakilerle de evlenilebiliyordu. Çin ve Himalya’nın etrafında ise tabiî akrabalık, sadece kadınla oluyor ve nispetler onda merkezleşiyordu. Bu da, bir kadının birkaç kocası olmasından kaynaklanıyordu. Onlardan bazıları arasında bu âdet, hâlâ bile sürdürülmektedir ve çocuk babası ve babasının babasıyla değil de annesi ve anne annesiyle tanıtılmakta ve soy silsilesi annelerle sayılmaktadır.
Bu millet ve kavimlerde kadın, bazen velisinin izniyle yaptığı bir iş veya evlilik mihri ile elde ettiği para dışında servet sahibi olamazdı. Eğer velinin kendisi kullanmasaydı, kadının geçimi velisinin kefilliği veya onun kayyımlık ve velâyetiyle idare edilirdi. İşte bu nedenle babası veya kocası kadını istediği gibi cezalandırma -hatta uygun görürse öldürme- hakkına sahipti.
Kadının en kötü durumu, yabancı bir erkekle çirkin bir ilişkide bulunduğu veya ay başı âdeti gördüğü -bu durumda ondan çirkin bir varlık gibi kaçınılırdı- ya da doğum yaptığı ve özellikle kız doğurduğu zamanlardı.
Kadın iyi bir iş yapsaydı, onun yarar ve övgüsü erkeğin olur, iyi mükâfatı erkeğe verilirdi. Fakat kötü ve çirkin bir iş yaptığında, o işten kendisi sorumlu tutulur ve o işin cezasını kendisi çekerdi.
Evet, bazen istisna olarak baba-evlâtlık şefkati veya karı-kocalık sevgisiyle vasiyet vb. yollarla ona bir mal verilir veya hakkında bazı özellikler tanınırdı. Fakat her durumda irade ve amelinde bağımsız değildi.
Bir benzetme yapacak olursak, bu millet ve kavimlerde kadın, yaşamını idare etme gücüne sahip olmayan, velilerinin velâyet ve kayyımlığı altında ve onlara uyarak yaşayan küçük bir çocuk gibiydi. Küçük bir çocuk, her ne kadar bir insan olsa da, fakat yine de irade ve amel bağımsızlığına sahip olamaz. Aksi takdirde düşünce zaafı ve irade güçsüzlüğü nedeniyle toplumun düzenini bozar, toplumun azalarını felç eder. İşte bu nedenle tedricen eğitilip toplumun bir üyesi olma liyakati bulmak için velilerine uyarak yaşamak, büyüklerinin emirlerine uygun olarak davranmak zorundadır.
Bu millet ve kavimlerde kadının konumunu kul ve köle hâlinde yaşayan, irade ve amel serbestliği nimetinden mahrum olan esirliğe de benzetebiliriz. Savaşta zafere ulaşan düşmana esir düşen bir köle, her ne kadar bir insan olsa ve insan vücudundaki bütün teçhizata sahip olsa da, ancak onun sonuçta fatih ve galip toplumun düşmanı olduğu, irade ve amel özgürlüğünün o toplumun yıkılmasına, parçalarının dağılmasına ve insanlığın yok olmasına yol açabileceği göz önünde bulundurarak, galip gelen toplumun hareketini normal olarak sürdürebilmesi için, onun amel ve irade özgürlüğünü elinden alarak zillet ve köleliğe düşürmeli, sulta altında tutmalıdır.
Aynı şekilde kadının şuuru zayıf, duygu ve şefkati kuvvetli olduğu için toplumun düşmanı sayılır; kadının irade ve amel bağımsızlığıyla topluma girmesi toplumu felç etmekten ve pişmanlıktan başka bir şey doğurmaz.
Eski medenî milletlerin ortak kanun ve kurallarında kadın bu konuma sahipti. Yahudilik ve Hıristiyanlık açısından ise, ellerinde olan İlâhî kitapları Tevrat ve İncil'e bakılacak olursa, kadının toplumdaki yeri, hemen hemen medenî milletler toplumunda olduğu gibi idi. Çünkü Tevrat ve İncil'de her ne kadar kadınlarla iyi geçinmek tavsiye edilmişse de, fakat bu mukaddes kitapların açıklamalarında kesin olan bir şey vardır. O da şudur: Kadın, kesinlikle erkeğin seviyesine ulaşamaz; kadının toplumsal ve dinî ağırlığı, erkeğin toplumsal ve dinî ağırlığından oldukça aşağıdır.[1]
İlâhî olmayan diğer dinlerde ise, kadının dini amellerinin ya hiç ya da pek önemli bir değeri yoktur.
Üçüncü Merhale:
İslâm’ın kadın için belirlediği makam ve mevkidir ki, bu makale de özetle bunu açıklamak için yazılmıştır. İslâm dini, kadını bir insan bireyi saymış, tam anlamıyla insan toplumunun bir parçası bilmiş ve ona bir insanın tesir, irade ve ameli miktarında insan toplumunda bulabileceği ağırlığı vermiştir.
İslâm’ın kadın hakkındaki görüşünün aydınlığa kavuşması için şunu hatırlatmamız gerekir ki, biz şimdi muhalif siyasî rüzgârlarının estiği, zıt ve çelişkili tebligat dalgalarının çarpıştığı bir ortamda yaşamaktayız. İçimize ıstırap, vahşet ve korku düşürerek doğru düşünmemize engel olmuşlar, bağımsız ve doğru düşünceye uyulması gerekir diye Allah vergisi olan fıtrî mantığımızı körü körüne taklide çevirmişlerdir.
Bir taraftan, ortaçağ kilisenin asırlar boyu sürüp giden diktatörce metodu, mantıksız ve zorba öğretileri, birçok düşünceleri canlı canlı toprağa gömdü; milyonlarca suçsuz canı işkence altında öldürdü; temelsiz ve gevşek teşkilâtının durum ve konumunu korumak için kendine en tehlikeli rakibi saydığı İslâm dinini her türlü iftirayla suçladı; izleyicilerine onu en çirkin inanç diye tanıttı ve bu kutsal dinin bütün güzel hakikatlerini en çirkin şekilde gösterdi. Kilisenin aşırılık ve saçmalıkları öyle bir yere ulaştı ki son asırlarda Avrupalılar, sanayi hareketiyle birlikte kendilerinde buldukları düşünce inkılâbıyla kilisenin dünyaya hükmeden gücünü alıp Roma kilisesinin dört duvarı arasında sınırladılar. Kilise inancının asırlarca saçmalıkları, zorlamaları ve zorbalıkları zihinlerinde öyle kötü bir etki bıraktı ki artık din gerçeklerini bir avuç hurafe saydılar, “din” terimiyle “körü körüne taklit” terimini eş anlamlı bildiler ve bu inanç hâlâ da devam etmektedir. Elbette kendi dinlerine karşı böyle bir duyguya sahipken o kadar kötü propagandadan sonra diğer dinlere ve özellikle İslâm dinine karşı nasıl bir duyguya sahip olacakları da besbellidir.
Bir taraftan, Avrupa milletleri ilim ve sanayide ilerlemeyle elde ettikleri büyük güçle dünyanın diğer kıtalarını fethetme, siyasî etkinliklerini, iktisadî güçlerini artırmak ve genişletmek için her vesileden yararlandılar ve nihayet tam bir muvaffakiyetle halkı, kendilerinin ilmî ve amelî üstünlüklerine ikna ettiler; Avrupa hayatı dışında bir hayatın hiçbir değeri olmadığına, bilgisiz ve cahil geçmişlerinin hurafelerini taklitten başka bir şey olmadığına inandırdılar. Böyle bir ortamda oluşan mantığa göre şuuru olan herkes, Allah vergisi olan mantığını ayaklar altına almalı, hiç itiraz etmeden ve sebebini aramadan Avrupa hayatını izlemelidir.
Batı propagandası tam bir muvaffakiyetle zihinlerimize şu mantığı işledi: Dünya ismi verilebilecek tek yer batıdır; insan denilebilecek tek kişi batılıdır ve insanı saadete ulaştırabilecek hayat da Avrupa hayatıdır. Aydınlarımızın mantığı budur. Din hükümlerimiz ve eski toplumsal kurallarımız, günümüz dünyasıyla bağdaşmaz. Bizim dünyaya yaraşan kanunlara ihtiyacımız var. Bu gün medenî dünya, falan metodu kullanmaktadır. (Bu cümlelerde dünyadan maksat batı ve dünya halkından maksat da batılılardır.)
Bir taraftan da şu acı gerçeği de itiraf etmek gerekiyor ki, biz bin yıllık iç çekişmeler, ihtilâflar ve yöneticilerimizin bencillikleri ve zevk u sefaya düşkünlükleri neticesinde düşünce bağımsızlığımızı tamamen kaybetmiş, özgür düşüncemizi ve Allah vergisi mantığımızı birtakım çürük ve içi boş kavmî taassuplara dönüştürmüşüzdür.
Bu etkenlerin bir araya gelmekle verdiği sonuç ve üzerimizde bıraktığı etki, düşünce özgürlüğü ve taklit bağlarını koparma adına Allah vergisi mantığımızı bir kenara bırakarak tamamen batılıları taklit etmeye koyulmamız, onların söz ve hareketlerini izlemekten başka bir şeye girişmememiz olmuştur.
Bu cümleden olmak üzere, kendimize ait hakikatlerin açıklanmasını, maneviyatımızın tefsirini ve öğretilerimizin beyanını da onlardan istedik, kendi öz malumatımızı onlardan öğrendik. Oysa onların bizim İslâm gerçeklerimiz hakkındaki bilgileri, ortaçağa ait eski bilgiler ve çirkin hatıralar veya yazılarını incelediğimizde Haçlı Savaşları dönemi rahipleri ve yazarlarına yüzlerce rahmet göndermemizi gerektirecek müsteşriklerin acayip incelemelerinden ibarettir. Örneğin bu müsteşrikler, “Muhammed yedi yaşında Hatice’yle evlendi. Ömer’den sonra Ali hilafete geçti. Kâzimeyn şehrinde Şiîlerin on birinci imamı defnedilmiştir…” diye yazmışlardır. İşte bu mantıkla da kadının İslâm’daki yerini tanıtmış ve İslâm’da kadının toplumsal haklardan tamamen yoksun bir hâlde esir olarak yaşadığını, irade ve amel özgürlüğünden mahrum olduğunu, miras ve şahadette erkeğin yarısı konumunda olduğunu (o da uygulamada değil, sadece sözde) söylemişler, kadının sürekli eve hapsedilmesi gerektiğini, okur-yazarlık nimetinden mahrum bırakılması gerektiğini ve ara sıra zaruret gereği dışarı çıktığında da önüyle arkasının seçilmeyeceği siyah bir çarşafa bürünmesi gerektiğini dile getirmişlerdir!
Bu durumları ve bunların doğuracağı felâketleri göz önünde bulundurduğumuzda bu meselede ve diğer temel dinî meselelerde İslâm’ın görüşünü açıklarken sağa sola koşmadan veya şunun bunun sözünü dinlemeksizin özgür düşünceyle ve Allah vergisi mantığımızla mümkün olduğu kadar dinî açıklamalara müracaat ederek bu hakların birbirleriyle ilişkilerini ve temel dayanaklarını tespit etmemiz gerekiyor.
İslâm Kanunlarının Genel Kaynakları
Şüphesiz, insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliği, onun düşünmesidir. İnsan bu vesileyle duyu organlarının elde ettiği şeyleri genelleştirerek bu küllî malumatı özel bir şekilde düzenleyip bunlardan küllî sonuçlar alır ve böylece meçhulleri keşfeder.
Her ne kadar insanın, yaşamı doğrultusunda çok iyi yararlandığı birçok duyguları varsa da, ancak insanın canlı özelliğini göz önünde bulundurarak bütün bunların düşünce mekanizması düzeni altında etkilerini göstermesi gerekmektedir. Yoksa bütün hayvanlar, bu duygulara sahiptirler; hatta bazıları bazı açılardan insandan çok daha güçlüdürler.
Kur’an-ı Kerim, birçok ayette insana akıl verdiğini bildirerek onun üzerine minnet bırakmakta, insanı duygu ve düşüncelerinden sorumlu tutmaktadır:
“Sizi yaratan, size işitme (duyusu), gözler ve gönüller veren O’dur.” (Mülk, 23)
“Doğrusu kulak, göz ve gönül, bunların hepsi o (yaptığı)ndan sorumludur.” (İsra, 36)
Bu ilkeye dayanarak, insana has teçhizin ürünü ve bu özel ağacın meyvesi olan insan toplumunu duygu ve hislerin isteklerine değil, düşünme özelliğine bağımlı kılmış, toplumsal kanun ve kuralları akl-ı selimin teşhisine ait bilmiştir. Sonuçta, toplumun fertlerinin çoğunun isteklerine ters düşse bile aklın, hakkaniyetini teşhis ettiği hüküm ve kuralların toplumda uygulanmasını gerekli görmüştür. Çünkü insan, saadeti doğrultusunda hayvanî eğilimlerinin değil, nev'î vicdanının (aklının) saadet noktası olarak teşhis ettiği şeyi hedef edinmelidir.
“Gerçeğe ve doğru yola götüren bir kitap…” (Ahkaf, 30)
“Eğer hak, onların keyiflerine uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur, giderdi.” (Mü’minun, 71)
İslâm'a göre insanlık, seçkin bir birimdir; erkek ve kadın her ikisi de insandır ve erkeklikle dişilik açısından farklı olmalarına rağmen insanlık açısından bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü ister erkek olsun, ister kadın her insan, erkek ve dişi iki kişinin cinsel ilişkisinden meydana gelmektedir.
“Ben, sizden erkek-kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz.” (Âl-i İmran, 195)
“Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız (günahlardan) en çok korunanınızdır.” (Hucurat, 13)
İşte buna dayanarak kutlu İslâm dini, kadını da erkek gibi insan toplumunun kâmil bir parçası bilmiş, her ikisini de eşit olarak bir bütünün iki parçası saymış ve erkeğe tanıdığı düşünce ve amel özgürlüğünü kadın için de tanımıştır. Ancak bir kişinin toplumun kâmil bir parçası olması, onun, toplumun diğer her bir parçasının sahip olduğu her hakka ve her meziyete sahip olmasını gerektirmiyor. Çünkü cüz ve parça olmakla birlikte, fertlerin ve cüzlerin toplumsal mevki ve ağırlıklarının farklı olması, onların farklı toplumsal haklara sahip olmasını gerektiriyor. Tarihin de gösterdiği gibi, insanlık tarihinde sürekli toplumlar olmuş, erkekler de onun cüzleri ve parçalarını oluşturmuşlar, fakat bununla birlikte hiçbir zaman bilgin bir adamın konumu cahile verilmemiş, güçlü ve denenmiş bir erkeğin vazifesi tecrübesiz ve güçsüz bir kişiye bırakılmamış, zalim ve takvasız biri adil ve takvalı birinin yerine geçirilmemiştir.
Evet, toplumun bütün fertleri kanun karşısında eşit olmalıdırlar; fakat bu eşitlik, kanunun uygulanması açısındandır (yani adaletle davranılması açısındandır), toplumsal mevki ve ön görülen haklar açısından değildir. Yoksa nasıl olur da bir toplumda amir ile memur, küçük ile büyük, akıllı ile akılsız, bilgili ile bilgisiz, zalim ile takvalı bütün toplumsal özelliklerde eşit olsun da, buna rağmen toplum hayatını sürdürüp de dağılmasın?!
Buna göre, insan toplumunun bir parçası olmakla nasıl ve hangi nitelikte bir parça olmak iki farklı konudur. Dolayısıyla bu ikisini birbiriyle karıştırmamak gerekir. İnsan toplumunun durumunu tamamen göz önünde bulundurmak, onun azalarında toplumsal adaletin uygulanmasını ve herkesin hak ettiği kadar haklardan yararlanmasını gerektirir.
***
İslâm dini, kadına toplumda nasıl bir yer vermiştir? İşaret ettiğimiz gibi, İslâm güneşi bu dünyanın bulanık ufkundan doğup parlak ışığıyla dünya ve dünyada yaşayanları aydınlığa kavuşturduğunda dünya birbirinden tamamen farklı iki gruba ayrılmıştı:
Bir grubu medenîydi; Büyük Roma İmparatorluğu, İran Şahlığı, Mısır, Habeşistan, Hindistan ve Çin milletleri gibi. Bu milletler arasında kadın bir esir hükmündeydi. Düşünce ve amel özgürlüğüne sahip olmayan, toplumun genel meziyetlerinden tamamen mahrum olan bir insandı. Miras almaz, işine saygı duyulmazdı. Yeme, içme, giyme, mesken, evlenme ve boşanma konusunda, muaşeret çeşitlerinde, mallarda tasarruf etmede ve diğer konularda hiçbir bağımsızlığa sahip değildi. Aldığı her nefes ve attığı her adım, erkeğin izniyle olmalıydı. Bir zulme veya tecavüze uğrasaydı, onun şikâyetini erkekler etmeli, davasını erkekler açmalıydı; kadının davasına, tanıklığına ve sözüne itina edilmezdi.
İkinci grup, Afrika halkı ve bayındırlık bölgelerin köşe-bucağında yaşayanlar gibi geri kalmış milletler ve kavimlerdi. Bu kavim ve milletler arasında kadın insan bile sayılmıyor, toplumun asalağı kabul edilir, hayvanların, sömürülmüş ve hizmete geçirilmiş varlıkların safında yer alıyordu. Yük taşır, avlanır, erkeklere hizmet eder, çocukların terbiyesiyle uğraşır, hasta bakıcılığı yapar, kocalarının veya onların istedikleri kimselerin şehvet ateşini söndürür ve bazen de kıtlık döneminde ve büyük misafirliklerde onun etiyle beslenilirdi.
İslâm’ın zuhurunun genel muhiti ve Arabistan yarım adasının özel muhitinin o günkü umumî durumu böyleydi. O bölgenin halkı genellikle çöl hayatı yaşadığından ve yine dışarıdan Büyük Roma, İran, Habeşistan ve Mısır milletleriyle sınırlı olmalarından ve içeriden de Yesrib ve etrafındaki Yahudilerle, Yemen ve Irak Hıristiyanlarıyla haşır-neşir olmalarından ve büyük çoğunluğu putperest olduğundan dolayı yaşam şekilleri bu milletlerin örf ve âdetlerinden oluşmuş ve herkesin gidişatından bir pay almıştı.
Tıpkı Roma, İran ve diğer milletler gibi kadını toplumun genel haklarından mahrum eder ve ona karşı hiçbir toplumsal saygı göstermezlerdi. Bedevî âdetleri nedeniyle kadını esasen alçaklık ve utanç kaynağı bilip, kızdan nefret etmeleri dışında, hatta Temimoğulları kabilesi, kızları diri diri toprağa gömerlerdi. Nitekim Kur’an-ı Kerim de özellikle bu iki konuya itiraz etmektedir: “Onlardan birine kız (çocuk) müjdelendiği zaman içi öfkeyle taşarak yüzü simsiyah kesilir, kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir, onu horlukla tutsun mu, yoksa onu toprağa mı gömsün (diye düşünceye dalardı)! Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!” (Nahl, 58-59) “Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: 'Hangi suçla öldürüldü?' diye” (Tekvir, 8-9)
Tavsif ettiğimiz böyle bir ortamda, İslâm dini, kadını insan toplumunun gerçek bir parçası ve mükemmel bir üyesi kıldı. Onu esirlikten kurtardı, ona irade ve amel özgürlüğü verdi. Kadını erkekle ölen tabakanın miras bıraktığı servete ortak kıldı. O da babasından, kardeşinden, amcasından, dayısından, diğer akrabalarından ve eşinden miras alır oldu. Kendisi için meşru olan her işi ve her türlü yaşamı seçmede ona serbestlik tanıdı. İşine toplumsal saygınlık ve değer verdi. Haklarını talep etmek için yetkili mercilere doğrudan müracaat etme hakkını verdi. Hakkı çiğnendiğinde dava açabileceğini, tanıklıkta bulunabileceğini bildirdi. Ve hayatın genel hatlarını belirleyen bütün bu merhalelerde erkek için kadın üzerinde hiçbir türlü velâyet ve kayyımlık tanımadı. “Kadınların kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur.” (Bakara, 234) “Ana babanın ve akrabaların geriye bıraktıklarından, azından ve çoğundan kadınlara da pay vardır.” (Nisâ, 7)
Resulullah’ın (s.a.a) sireti de, bu konunun cüz'î örnekleriyle doludur; fakat bu makalede onları genişçe nakletmeye fırsatımız yok.
Erkek Haklarına Kıyasla Kadın Haklarının Dengelenişi
Kadının mirastan aldığı pay erkeğin aldığı payın yarısıdır. “Allah size çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki katını tavsiye eder.” (Nisâ, 11)
Bu konuda her ne kadar kadının payı erkeğe nazaran daha aşağı bir seviyede tutulmuşsa da, ancak bu eksiklik başka bir yolla giderilmiştir. Şöyle ki, kadının nafakası (geçim masrafları), erkeğin üzerine bırakılmıştır. Dolayısıyla bu alanda İslâm’ın temel görüşünü inceleyerek gerçek maksadın ne olduğunu anlamak gerekir.
Şüphesiz kadında his ve duygu ruhu, akletme ve düşünme ruhuna galiptir. Kadının bütün hâl ve amelleri çeşitli ince şefkat ve duyguların mazhar ve cilvegâhıdır. Ancak erkek, yaratılışı gereği bu halet-i ruhiyenin tam karşı noktasında yer almıştır. Konunun başında değinildiği gibi İslâm dini, insan toplumunu düzene sokmada akıl ve düşünceyi duygu ve hislerden öne geçirmektedir.
İnsan toplumuna bütünsel bir bakışla baktığımızda, her asırda dünyadaki tüm servetler o asrın insanlarına aittir. O asrın insanları hayatta oldukları süre içerisinde ondan yararlanırlar. Öldükten sonra da onu kendilerinden sonrakilere (gelecek nesle) miras bırakırlar. Yani o tabaka yok olup gidince, normalde yarı yarıya kadın ve erkekten oluşan sonraki tabaka iş başına geçer ve bırakılan servetin üçte ikisini erkek, üçte birini de kadın alır. Ancak kadının nafakası erkeğin üzerine olduğundan kadının hakkı olan malın üçte birinde erkekler tasarruf edemez ve erkeklerin üçte iki payları erkekle kadın arasında yarı yarıya kullanılır ve sonuçta dünya servetinin üçte ikisinden kadınlar, üçte birinden ise erkekler yararlanırlar. Bu miktar, onların Kur’an-ı Kerim’de belirtilen paylarının tersidir: “Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır.” (Bakara, 227)
Böyle bir taksim gereğince, malikiyet, idare ve çalıştırma açısından erkek yeryüzünün servetinin büyük bölümüne sahiptir ve bunun yuları ona teslim edilmiştir; fakat kullanma ve yararlanma açısından servetin büyük bölümü kadının istifadesine sunulmuştur. Toplumsal adalet de, bunu gerektirir. Yani, servetin idare ve korunması akla ve ondan yararlanma ise duygu ve hislere bırakılmalıdır.
İşin saygınlığı, el emeğinin malikiyeti ve onda tasarrufta bulunma açısından İslâm dininde kadın tamamen bağımsızdır; hiçbir engelle karşılaşmadan veya erkeğin yönetim ve kayyımlığına girmeksizin amel ve iradesinde serbesttir.
Öğrenme, öğretme, terbiye, meşru toplumsal ilişkiler ve beğenilir muaşeret konusunda da kadınla erkek arasında en küçük bir fark yoktur; ziynetlerini ortaya koymama, kendini sergilememe, cilve yapmama ve erkeklerin şehvetini uyandırmama şartıyla kadın erkeklerle muaşerette serbesttir.
“Kadınların kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur.” (Bakara, 234)
İslâm açısından makam ve saygınlık ihtilâfının yegane kaynağı olan dinî ameller ve meziyetler hususunda da erkekle kadın arasında hiçbir fark yoktur. “Ben, sizden erkek kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz.” (Âl-i İmran, 195.) “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok korunanınızdır.” (Hucurat, 13.)
Hiçbir tabakaya özel bir ayrıcalık tanınmadığı bu konuda da İslâm açısından sadece takva ve dinî hizmetler muteberdir ve bu hususta da kadınla erkeğin hiçbir farkı yoktur; takvalı bir kadın, takvasız bin erkekten daha saygın ve üstündür.
Nikâh ve evlilik konusunda da kadın istediğiyle evlenmekte serbesttir. Fakat miras farzları ve yine evlilik ölçüleri soy ve akrabalık esasına dayandığından kadın aynı zamanda birden fazla erkekle evlenemez, diğer erkeklerle karı-koca ilişkisi kuramaz. Fakat erkek eşleri arasında adaleti gözetme şartıyla birden fazla kadınla evlenebilir. İnsan toplumlarının tabiatı ve karşılaşılan beklenmedik olaylar üzerinde düşünüldüğünde bu hükmün doğruluk ve sağlamlığı ve mantıklı olduğu açıklık kazanmaktadır. Çünkü insan toplumunda kadınla erkeğin sayı bakımından eşit olduğu farz edecek olursak (nitekim çoğu sayımlar bunu gösterir), eğer belli bir yılı başlangıç tutar, o yılla diğer yıllarda dünyaya gelen erkek bebeklerle kızları ayrı ayrı toplarsak, erkek çocukların bir grubunun tabiî veya kanunî mükellefiyet yaşına erdiği ilk yılda evleneme şartlarına sahip olan kızların erkeklerden kaç kat fazla olduğunu görürüz.
Diğer taraftan, kadınların az bir grubu dışında çoğunluğu elli yaşından sonra doğuramazlar; oysa erkekler genelde ömürlerinin sonlarına kadar çocuk yapma gücüne sahiptirler. Toplumda erkeklerle kadınların sayı bakımından eşit olduğu ve erkeğin bir kadından fazlasıyla evlenmesinin yasaklanması varsayımında sürekli birçok yetenekler iptal olacaktır.
Bunların dışında can alıcı savaşlar, zor ve tehlikeli işler gibi sürekli karşılaşılan beklenmedik tabiî olaylar sayısız miktarda erkeğin canını almakta, sonuçta çok sayıda kadınlar dul ve evlenme çağındaki birçok kızlar kocasız kalmaktadır. Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesinin yasaklanması durumunda iffet perdelerinin yırtılması ve meşru olmayan çocukların dünyaya gelmesi kaçınılmaz olacaktır.
Nitekim birinci ve ikinci dünya savaşısın sonuçları bu konuyu ispatlamıştır. Bu savaşlardan sonra durum öyle bir yere vardı ki kocasız kadınlar sonunda Alman devletinden İslâm dininde olduğu gibi bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine müsaade etmesini ve böylece kocasız kadınların sorunlarının halledilmesini istediler; gerçi bu istekleri kilisenin muhalefetiyle reddedildi.
Bu olay gösteriyor ki kadınların, erkeklerin birkaç kadınla evlenmelerine muhalefetleri tabiat ve fıtrata değil, örf ve âdete dayanmaktadır. Yine bu olay, bu İslâmî hükme, “Erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesi hükmü, toplumda kadınların duygu ve hislerini yaralamış, kalplerini kırmış, onlarda intikam hissini uyandırmış ve birçok tatsız olayların kaynağı olmuştur” şeklindeki itirazlara da en güzel cevaptır. Çünkü bu ve benzeri olaylar, ihtiyaç duyulduğunda ve kadınların evlenebilmek istediklerinde koca azlığıyla karşılaştığında bütün bu muhalif düşüncelerin muvafık düşüncelere dönüşeceğini ve bu hüküm karşısında teslim olunacağını ispatlamaktadır.
Ayrıca, birden fazla kadınla evlenme olayı İslâm dininden önce belli bir sınırla sınırlanmadan ve İslâm dininde de belli bir sınırla sınırlandırılarak uzun zamanlar uygulanmış, ama hiçbir zaman toplumun düzenini bozmamış, kayıtsızlık meydana getirmemiştir. Evli erkeklerle ikinci, üçüncü veya dördüncü karısı olarak evlenen kadınlar da, yerden bitmemiş veya gökyüzündeki başka kürelerden inmemişlerdir. Oysa bu itirazda bulunan kişinin iddiasına göre, tabiat ve fıtratları gereğince erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine muhalif olan kadınlardı.
Yine İslâm dini erkeğin aynı zamanda birden fazla kadınla evlenmesini farz kılmamış, erkeğin onlara karşı adaletsiz davranmaktan korkmadığı ve aralarında adaleti uygulayabileceği durumda birden fazla kadınla evlenmesini caiz görmüştür. Bütün bunlarla birlikte İslâm dininde kadının, kocasının başka bir kadınla evlenmesini engelleyebilmesi veya bu durumda kocasını kendisini boşamaya zorlayabilmesi için bir yol bırakılmıştır. Bunun bir benzeri, boşamada da söz konusudur. Dinimize göre boşama hakkının ilk etapta erkeğin elinde olmasına rağmen kadın bir yola başvurarak boşama hakkını erkeğin elinden çıkarabilir veya zaruret durumlarını göz önünde bulundurarak bu yollara başvurarak bu hakkı kendi elinde tutup içini rahatlatabilir.
Evlilikte boşama yasası ve bunun yasama hasebince erkeğe verilmesi meselesi (gerçi kadın da özel birtakım yollarla gayr-i müstakim olarak boşama hakkını kendi eline geçirebilir), İslâm dinine has bir övünç kaynağıdır. Dünyanın medenî milletleri ve kanunlarla yönetilen devletleri, çektikleri birçok ıstıraplar ve uzun çekişmeler sonucu nihayet boşamayı yasallaştırmış, fakat boşama hakkını doğrudan doğruya hem erkeğe ve hem de kadına verdikleri için her yıl boşanma (özellikle kadınların isteğiyle gerçekleşen boşanmaların) oranının yükselmesiyle karşılamışlardır. Bu durum, bu devletleri sarsmış ve bunun bir çaresini bulmaya yöneltmiştir. Özellikle kadınların boşanma için ileri sürdükleri deliller -ki gazeteler ve dergilerde bunlara yer yer rastlarız-, İslâm’ın görüşünün metanetini güneşten daha fazla aydınlatmaktadır.
İslâm’da Kadınların Kısıtlandığı Konular
Geçen bahislerden anlaşıldığı gibi, İslâm’da kadın, hayatın çeşitli alanlarında ve toplumsal imtiyazlarda erkekten geri kalmamış, hiçbir durumda düşünce ve amel serbestliğini kaybetmemiş, erkeğin velâyet ve kayyımlığı altına girmemiştir. Bu alanda kesin olarak söyleyebileceğimiz şey, cinsel ilişki konusunda kocasına itaat etmesinin gerekliliğidir.
İslâm dininde tepeden tırnağa sevgi ve şefkatle dolu kadının sınırlılığı üç aklî alandadır. İslâm dini, bu üç alanı, duygu ve hislerden uzak tutulması gerektiği için, akıl ve düşünceye bırakmış ve üç başlık altına almıştır: “Hükümet, yargı ve cihad.”
Dinî açıklamalardan ve Resulullah’ın (s.a.a) sünnetinden anlaşıldığı kadarıyla İslâm toplumunda kadın, hükümet ve devletin başına geçemez, kadı ve yargıç olamaz ve doğrudan doğruya cihada katılıp savaşamaz.
“Süs içinde yetiştirilen ve mücadelede belirgin olmayanı mı (Allah’ın çocuğu yaptılar)?” (Zuhruf, 18) “Erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler.” (Nisa, 34) Bu üç konunun düşünme ruhuyla ilişkisi, bunların duygu ve hislerin müdahalesiyle zayi oluşu o kadar açıktır ki hiçbir bahis ve araştırmaya gerek yoktur ve kesin tecrübe, bu konuda en küçük bir şüpheye yer bırakmamalıdır. Nitekim dünyanın medenî milletleri, birkaç yüz yıl içinde kadın ve erkeği takriben bir safta kılmış ve bütün gücüyle kadın ve erkeği eğitip terbiye etmeye çalışmış, sonuçta binlerce ve milyonlarca bilgin ve becerikli kadınlar yetiştirmiş, mucitler ve toplumsal dahiler takdim etmişlerdir. Fakat hâlâ yöneticiler, hükümet başkanları, yargıçlar, kanun koyucular ve askerî komutanlar listesinde kadınların sayısı erkeklerle eşit olmamıştır ve hatta erkeklerin sayısına oranla kayda değer bir sayıya ulaşmamışlardır.
Hiç unutmuyorum, son Dünya Savaşı'nın başlarında savaş Fransa topraklarına uzamış, Fransa topraklarının bir bölümünde savaş tüm şiddetiyle sürüyordu. Gökyüzünden ateş yağıyor, yerden kan fışkırıyordu. Fakat tam bu sırada Fransa Genel Kurmayı'nın yüksek rütbeli üyelerinden biri olan Fransalı bir kadın -gazetelerde yazıldığı üzere-, önünde makas işareti bulunan güzel bir kadın şapkası buldu!
[1]– Fransa Dinî Kurultayı, Miladî 586 yılında kadın hakkında uzun tartışmalardan sonra, kadının da bir insan olduğuna, fakat erkeklere hizmet için yaratılmış olduğuna karar verdi. Yaklaşık yüz yıl öncesine kadar İngiltere'de de kadın, insan toplumundan sayılmıyordu. Yine çoğu eski dinler, kadının amelinin Allah katında kabul olmadığını söylüyordu. Eski Yunan'da diyorlardı ki: Kadın, şeytanın meydana getirdiği bir çirkinlik ve pisiliktir.
Allâme M. Hüseyin Tabatabaî