
کارگر
Bikdeli: İran, Kafkasya’daki Komplolara Seyirci Kalmayacak
Kasım 2020’de Dağlık Karabağ’da 44 günlük savaş sonrası Rusya'nın gözetiminde Azerbaycan ve Ermenistan arasında imzalanan ateşkes anlaşmasının ardından gündeme gelen konulardan birisi de Zengezur Koridoru oldu.
İran’ın Ankara eski Büyükelçisi ve Kafkasya Uzmanı Ali Rıza Bikdeli, üst düzey Azerbaycan yetkililerinin birçok kez "Zengezur Koridoru" şeklinde ifade ettiği ulaşım hattına ilişkin Tasnim Haber Ajansı’na değerlendirmede bulundu.
Aşağıdaki yazıda Ali Rıza Bikdeli’nin değerlendirmeleri şu şekilde:
*Bakü yetkililerinin Zengezur Koridoru’nun yakın gelecekte oluşturulacağına ilişkin yaptığı açıklamalar doğru mu, Sizce bu koridor İran ve Ermenistan arasındaki bağların kopmasına yol açabilir mı?
Azerbaycan Cumhuriyeti ve Ermenistan arasında imzalanan 10 Kasım 2020 tarihli ateşkes anlaşmasının 3. maddesi kapsamında farklı bir hukuki statüsü tanımlayan ‘Laçin Koridoru’ örneği ile özel bir koridor konsepti oluşturmuştur. 5 km genişliğindeki koridorun güvenliği Rus barış güçleri (üçüncü ülke) tarafından sağlanacak.
Dolayısıyla Azerbaycan yetkilileri ‘Zengezur Koridoru’ terimini kullanırken bunun ne anlama geldiğini ve Ermenistan'ın diğer tarafının kendi toprakları, toprak bütünlüğü ve egemenliği ile ilgili ifadelerini kabul edip etmediğini bilmemiz gerekir. Ateşkes anlaşmasının 9. maddesine göre Ermenistan Cumhuriyeti vatandaşların, araçların ve yüklerin her iki yönde engelsiz hareketini organize etmek için Azerbaycan Cumhuriyeti'nin batı bölgeleri ile Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti arasındaki ulaşım bağlantılarının güvenliğini garanti etmektedir. Bu tür kolaylıklar ikili ilişkilerde yaygındır ve genellikle bu tür yükümlülükleri ikili taşımacılık ve transit anlaşmaları çerçevesinde kabul ederler. Ulaşımın önündeki engelleri kaldırmak bizim de istediğimiz bir konudur.
1990 yılında patlak veren Dağlık Karabağ savaşı, bizim eski Sovyet Birliği demiryolu ağına demiryolu erişimimizi kesip İran ekonomisine ciddi zararlar vermiştir. Demiryolu hatlarımızın Nahçıvan, Kafkasya ve Avrasya demiryolu ağına bağlanması için bu engelleri bir an önce kaldırmaya çalışmalıyız.
*Bu tanımların İran jeopolitiği üzerinde nasıl bir etki yaratıyor?
İran Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı'nın vurguladığı gibi, bölgenin jeopolitik durumunda herhangi bir değişim kabul edilemezdir. Geçen yıl Azerbaycan Cumhuriyeti, topraklarını işgalden kurtarmak için kendi topraklarında 44 günlük bir savaş yürüttü. Bu süreçte Bakü yönetimi, Ermenistan'ın toprak bütünlüğüne saygı ilkesinin tamamını dikkatle izledi. Azerbaycan tarafı, acı bir savaş çıkmasına rağmen Ermenistan topraklarını işgal etmedi. Daha önce Azerbaycan Cumhuriyeti'nden Ermenistan'a yönelik bir askeri saldırganlığa tanık olmadığımız için Sünik iline saldırı yapılacağından şüphe edemeyiz. Bakü yönetiminin Nahçıvan ile ana vatan arasında engelsiz geçiş istediği sürece, Azerbaycan’ı destekleyeceğiz. Fakat Sünik ilinin bir kısmı özel bir hukuki rejimle Ermeni hükümetinin kontrolünden ayrılırsa durum farklı olacaktır. Böyle bir eylemin ilk etkisi, bölgede bir 30 yıl daha savaş ateşi ve kan dökülmesine yol açacak yeni krizin oluşmasıdır. Ayrıca önceki savaşta olduğu gibi hegemonik güçlerin nüfuzuna zemin hazırlanabilir. Öte yandan, sınırların değiştirilmesi meselesi de konuşuluyor. Tabii ki, kişisel olarak hiç böyle bir tahminim olmadı. Ancak İran'da Kafkasya’da sınırları değiştirmek için bir komplonun başladığını düşünenler var. Bu tür senaryolar gözden kaçmamakta ve bu planların uygulanması halinde İran buna seyirci olarak kalmayacaktır.
*Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan'ın Rusya ile Azerbaycan Cumhuriyeti'nin koridor teklifini kabul etmek zorunda kaldığı ve istese de durumu değiştiremeyeceği söyleniyor. Size göre böyle bir varsayım doğru mu ve Rusya talebini Ermenistan'a dayatabilir mi?
Bu soru Ermeni yetkililerine yönetilmeli. Bence Erivan'ın bu konudaki tutumu açıktır. Söylediklerine göre, Ermeni tarafı uluslararası kurallar ve 10 Kasım 2020 tarihli anlaşmanın 9. maddesi uyarınca, Kafkasya'daki tüm karayolu, hava ve demiryolu güzergahındaki engeli kaldırmayı kabul etmiştir. Üçüncü tarafların rolü ise bu sürece katkı sağlamak yönünde olmalı.
*İran Kafkasya bölgesindeki gelişmelerle ilgili ne yaptı, pasif mi kaldı yoksa belirli bir politika mı izledi?
İran'ın bu konudaki ilkeli tutumu üst düzey yetkililer tarafından açıklanmış ve pratikte uygulanmıştır. Türkmenistan'ın başkenti Aşkabat'ta yapılan Ekonomik İşbirliği Teşkilatının 15. Zirvesi'ne katılan Sayın Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, burada İran İslam Cumhuriyeti’nin Kafkasya politikasına bir kez daha değindi.
Ülkelerin toprak bütünlüğü ile sınırlarına saygı ve bölgede jeopolitik sınırların değişmezliği prensibi, İran'ın komşuluk politikasının en önemli unsurunu teşkil etmektedir. İran'ı son 30 yılda Azerbaycan Cumhuriyeti'nin sınırlarına saygıyı desteklemeye yönlendiren ilke ve mantık, diğer komşular için de geçerlidir. İran’ın tüm komşuları bu konuda ülkemize güvenebilir. Bu ilkenin tesis edilmesinde her zaman sorumlu olarak davranan İran hiçbir zaman tereddüt etmemiştir. Kafkasya'daki güzergahların önündeki engellerin kaldırılması, Azerbaycan Cumhuriyeti ve Ermenistan sınırlarının çizilmesi ve aralarında kalıcı bir barış anlaşması için yapılan çabalarının büyük destekçisiyiz.
İslami Şura Meclisi Başkanı Muhammed Bakır Galibaf İstanbul’da Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüştü.
İslami Şura Meclisi Başkanı Muhammed Bakır Galibaf gittiği İstanbul’da Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüştü.
Görüşmede Türkiye Meclis Başkanı Mustafa Şentop da vardı.
Görüşmede Erdoğan koronavirüs salgını ve ülkelerin iktisadi ilişkileri üzerinde olumsuz etkisine işaretle, buna rağmen İran ve Türkiye arasındaki iktisadi ilişkiler gelişme kaydettiğini belirtti.
Viyana müzakereleri adil bir şekilde sonuçlanmasını dileyen Erdoğan, yakın gelecekte İran’ı ziyaret etmeyi umduğunu kaydetti.
Görüşmede Galibaf da 3+3 inisiyatifini desteklediğini belirterek Kafkasya ülkeleri çok iyi ilişkileri olması gerektiğini vurguladı.
İran ve Türkiye İşbirliği Anlaşmasının nihaileşmesine vurgu yaptılar
İslam İşbirliği Teşkilatı Üyesi Ülkeleri Parlamento Birliği (İSİPAB) 16'ncı Konferansı kapsamında İstanbul Kongre Merkezi'nde düzenlenen İSİPAB İcra Komitesi'nin 46'ncı toplantısına katılan İslami Şura Meclis Başkanı Mohammadreza Galibaf ve TMBB Başkanı Mustafa Şentop yaptıkları görüşmede iki ülke arasında İşbirliği Anlaşmasının nihaileşmesine vurgu yaptılar.
İstanbul toplantısı ve benzer toplantılarda İslam ülkelerinin sorunlarını çözmek için çaba sarfetmeliyiz’’ diyen Galibaf, İran ve Türkiye’nin yakın işbirliği ile bölgesel ve uluslararası düzeyde iyi etki yaratabileceklerini söyledi.
İran Devleti ve Meclisinin önceliğinin komşu ve İslam ülkeleri ile işbirliğinin artması olduğunu ifade eden Galibaf, iki ülke stratejik anlaşmasının nihaileşmesi ile İran-Türkiye ilişkilerinin yol haritasının belli olacağını söyledi.
İki ülke arasında bir çok ortak menfaat olduğunu ifade eden Galibaf, bu menfaatler ve iki ülkenin etkili rolünden dolayı yabancı güçlerin iki ülkenin ilişkilerinin gelişmesini istemediğini söyledi.
İki ülkenin etkili olmadığı mesele olmadığını ifade eden Galibaf, ‘’ ABD’nin İran ile düşmanlığının kökeni ve Türkiye’ye son zamanlarda yapılan baskıların nedeni iki ülkenin güç ve konumundan dolayıdır. ‘’ dedi.
Yapılan görüşmede Şentop, "Bu platformda yapacağımız istişarelerin, küresel ve bölgesel meseleler hakkında ortak bir yaklaşım geliştirmek adına çok faydalı olduğuna inanıyorum. Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde Müslüman azınlıkların insan haklarıyla ilgili bir komite oluşturalım. Çünkü batılı birçok kuruluş İslam ülkelerinde insan haklarıyla ilgili çalışmalar yapıyorlar." diye konuştu.
Sipahiler donanmasına 110 yeni hız botu katıldı
İran’ın Benderabbas liman kentinde düzenlenen törende Sipahiler Ordusu Deniz Kuvvetleri Komutanı envanterine 110 hız botu katıldı.
Törene Sipahiler Ordusu Başkomutanı General Hüseyin Selami ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Alirıza Tengsiri katıldı.Taarruz amaçlı yeni hız botları roket ve füzeatarlarla donatıldığı ve ayrıca keşif ve istihbarat toplama operasyonlarına da katılabileceği belirtildi.
Yeni hız botları İranlı uzmanlarca geliştirildiğini açıklayan Amiral Tengsiri, botların hızı 90 deniz miline kadar yükseltildiğini ve bir sonraki aşamada da 110 deniz miline çıkarılacağını kaydetti.
General Selami: Gücümüzü günlük geliştiriyoruz
Sipahiler Ordusu Başkomutanı General Selami, İran silahlı kuvvetleri gücünü günlük geliştirdiğini vurguladı.
İran’ın Benderabbas liman kentinde düzenlenen törende Sipahiler Ordusu Deniz Kuvvetleri Komutanı envanterine 110 hız botu katıldı.
Törene Sipahiler Ordusu Başkomutanı General Hüseyin Selami ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Alirıza Tengsiri katıldı.
Törende bir konuşma yapan General Selami, bu hız botları İranlı uzmanlarca geliştirildiğini ve şimdi Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın gücünün daha da arttığına şahit olduklarını belirtti.
General Selami, bu gelişme, güç üretmek İran için bir adet değil, güçlü bir stratejiden kaynaklandığını ve gayet güdümlü olduğunu gösterdiğini kaydetti.
General Selami ayrıca İran silahlı kuvvetleri gücünü günlük geliştirdiğini, zira küresel zalimane yaptırımların altında savunma gücünü geliştirmek kaçınılmaz olduğunu vurguladı.
Rusya Roket ve Top Bilimleri Akademisi: İran, ‘İsrail’i Yaşanmaz Hale Getirebilir
Rusya Roket ve Top Bilimleri Akademisi Başkan Yardımcısı Konstantin Sivkov, İran'ın dünyanın en büyük dört füze sistemi üreticisinden biri olduğunu belirterek, İran'ın işgal rejimi ‘İsrail’i yaşanmaz bir yer haline getirebileceğini söyledi.
Konstantin Sivkov, Russia Today’e verdiği röportajda, İran’ın füze kabiliyetine değindi.
Konstantin Sivkov, İran ile siyonist rejim arasında bir savaş olasılığının sorulması üzerine şunları söyledi: ‘Tel Aviv'in İran'a karşı bir savaş başlatması pek olası değil ve ‘İsrail’in 200 ila 400 nükleer savaş başlığına sahip olduğu tahmin ediliyor. İran'ın konvansiyonel kısa menzilli füzeleri ve atış noktasında yüksek isabetliliğe sahip silahları var, bu noktadan füzelerin ABD üslerine ateşlendiği görüldü.
‘İsrail’ bu füzelere karşı koyamaz. ‘İsrail’ bugün bu füzelere karşı koyabilecek hava savunma sistemlerine veya füze savunma sistemlerine sahip değildir. Buna göre, İran'ın ‘İsrail’in bu nükleer sistemlerine ve reaktörlerine yönelik füze saldırısı, ‘İsrail’in küçük topraklarını yaşanmaz hale getirecektir.
Eğer İran'dan bahsetmek istersek, İran'ın nükleer bombalar dışında dağlık bölgelerde nüfuz edilemeyen kaleye benzer kendi tesisleri var.
‘İsrail’in İran'a karşı nükleer silah kullanacağını düşünmüyorum çünkü kullanırsa, bu Rusya ve Çin'in tepkisine neden olacaktır, dolayısıyla bu adım her iki ülke için de kabul edilemez.
‘İsrail’in çok küçük bir ülke olduğunu tekrar ediyorum, bu yüzden operasyonun nükleer silah kullanılarak gerçekleştirileceğini düşünmüyorum. Ancak konvansiyonel silah kullanımı açısından İran'ın tesislerinin sıkı bir şekilde korunduğunu ve buraya silahla kolaylıkla sızılamayacağını söyleyebiliriz. Dolayısıyla ‘İsrail’ askeri operasyonu, ABD Hava Kuvvetleri'nin katılımıyla bile olumlu sonuç vermeyecektir.
Söylemek istediğim bir diğer şey de İran'ın askeri alanda en ileri güçlerden ve Rusya, ABD, Çin ve İran olmak üzere füze sistemi üreten ilk dört ülkeden biri olduğudur.’
İran İslam Cumhuriyeti'nin askeri ve siyasi yetkilileri, siyonist rejimi İran'a karşı aptalca bir eylemde bulunulursa bu adımın bu rejimin sonu anlamına geleceği konusunda her zaman uyarmışlardır.
Hz. Zeyneb'in (sa) Kutlu Doğumu
Hz. Zeynep (s.a), hicretin altıncı yılının Cemadiulevvel ayının beşinde dünyaya geldi. Hz. Zeynep (s.a) dünyaya gelince annesi Hz. Fatıma (s.a) onu babası Hz. Ali'nin (a.s) yanına götürdü ve şöyle dedi:"Bu çocuğun adını koy."
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:
"Ben bu konuda Peygamberin önüne geçemem…"
Hz. Zehra (s.a) yeni dünyaya gelmiş olan bu çocuğa ad koyması için değerli babasının yanına götürdü. Cebrail (a.s) nazil olarak Peygamber'e (s.a.a) selam dedikten sonra:
"Bu çocuğun adını Zeynep koy, bu adı bizzat Allah O'nun için kendisi seçti.” dedi.
Daha sonra Peygamber Efendimiz'i, Hz. Zeyneb'in başına gelecek olan musibet ve zorluklardan haberdar etti. Allah Resulü (s.a.a) ağlayarak şöyle buyurdu: “Her kim Zeyneb'e ağlarsa sevap ve mükâfatı ağabeyleri Hasan ve Hüseyin'e ağlayanın sevap ve mükâfatı gibidir.”
Hz. Zeyneb'in (s.a) Lakapları
En önemli lakapları: Haşim oğullarının Akile'si, Taliplerin Akile'si, Arapların Akile'si, çmmül Mesaip (musibetler anası)… tir. (Akile, akrabaları arasında çok değerli olan ve kendi ailesi yanında muhterem ve seçkin olan kadınlara denir.) [1]
Hz. Zeyneb'in (s.a) Konumu
Tarih kitaplarının naklettiklerine göre Hz. Hüseyin (a.s) kız kardeşi Hz. Zeyneb'e (s.a) karşı çok saygılı ve şefkatliydi. Ne zaman ağabeyinin yanına gitse imam Hüseyin (a.s) onun ayaklarına kalkar ve kendi yerine oturturdu. Sadece bu davranışın kendisi Onun Hz. Hüseyin'nin yanındaki makam ve konumunu anlatmak için yeterlidir. [2]
Hz. Zeyneb'in (s.a) İffeti
Büyük İslam alimlerinden biri Yahya adında birinden şöyle nakletmektedir: “Hz. Ali'nin (a.s) kapı komşusu olmama ve Hz. Zeynep orada yaşamasına rağmen bir kere dahi olsun ne onu gördük ve ne sesini duyduk ve her ne zaman değerli dedesi Peygamber Efendimizin yanına gitmek istediğinde gece karanlığında giderdi…[3]
Hz. Zeyneb'in (s.a) Makamı
Hatun Abadi şöyle yazmakta: Hz. Zeynep (s.a) belagat, tedbir ve şecaatte annesi Hz. Fatıma (s.a) gibiydi…
Aynı şekilde Nişaburi "Risale-i Aleviye" kitabında şöyle yazmıştır:
"Hz. Ali'nin (s.a) kızı Zeynep (s.a) fesahat, belagat, takva ve ibadette baba ve annesi gibiydi. [4]
Hz. Zeyneb'in (s.a) İlim ve Kemali
Hz. Zeynep (s.a) Medine beşiğinde nebevi ilimle terbiye olmuş ve ömür boyunca cennetin büyükleri olan iki imamın yanında eğitilmiştir. çyle bir ilim ve bilgiye sahipti ki hatta düşmanları bile, örnek olarak Yezit onun fazilet, ilim ve kemalini itiraf etmişlerdir. İmam Seccad (a.s) halası Hz. zeyneb (s.a) hakkında şöyle buyurmuştur:
"Allah'a hamdolsun ki sen, öğreten olmadan öğrenen, anlatan olmadan anlayansın.”
Hz. Zeyneb'e (s.a) Ağlamanın Sevabı
İmam Sadık (aleyhi selam) şöyle buyurmuştur:
"Kim kardeşinin dert ortağı olan halam Zeyneb'in (s.a) musibetine ağlarsa ve bizim zikrimizin anıldığı meclisler teşkil eder, dinler veya ağlarsa eğer bir sineğin kanadı kadar bu musibet için gözü ıslanırsa Allah onu bağışlar. İşte Hz. Zeyneb'in (s.a) musibeti için ağlamanın sevabı budur.”[10]
Hz. Zeyneb'in Sabrı
Kerbela çölünde yaşanan olaylar Hz. Zeynep (s.a) için oldukça zor geçmişti:
1. Hz. Zeynep (s.a) için çok zor geçen olaylardan biri, Hz. Ali Ekber'in (a.s) öldürülme anıydı. Hz. Zeynep (s.a) bu esnada yüksek sesle bağırarak şöyle diyordu:
"Ya habiba vebne eha!” (Ey kardeşimin oğlu habibim!) ona doğru hızla koşarken yere düştü. İmam Hüseyin (a.s) onu tutarak kaldırdıktan sonra çadırlara gönderdi ve şöyle buyurdu:
"Ey Haşim oğullarının gençleri! Kardeşiniz Ali Ekber'in naşını çadırlara götürün… Hz. Zeynep (s.a) bu sırada çadırdan dışarı çıktı. Gözü Hz. Ali Ekber'e (a.s) ilişince aşırı derecede ağlayarak perişan bir vaziyette şöyle feryat etmeye başladı:
"Ey Ali Ekber'im! Keşke kör olsaydım da seni bu halde kanlara boyanmış olarak görmeseydim." [11]
2. Hz. Zeyneb'in (s.a) bitap olmasına sebep olan olaylardan bir tanesi de İmam Hüseyin'in (a.s) gençlerin şehit edildiği yere bakarak yardım istemesiydi. O esnada kadınlarının ağlama sesleri yükseldi. İmam Hüseyin (a.s) çadırların arkasına gelerek şöyle buyurdu:
"Bacım Zeyneb! Süt emen çocuğumu getir onunla vedalaşayım…"
3. Hz. Zeyneb'e (s.a) ağır gelen olaylardan bir tanesi de Hz. Hüseyin'in (a.s) kadınların ve çocukların olduğu çadırlara baktığında şiddetli hasta olan Hz. Zeynel Abidin'den (a.s) başka bir erkeğin kalmadığını görerek şöyle seslenmesiydi:
"Ey Zeynep, Ey ümmü Gülsüm!... Aleykunne minni selam” (benden size selam olsun) yani Allah ısmarladık ben de gidiyorum.
4. Hz. Zeyneb'e (s.a) en ağır gelen olay hiç şüphesiz, imam Hüseyin'in (a.s) atından düşerek mübarek yüzünü yere değdiği andı. Hz. Zeynep (s.a) çadırların önünde durduğu sırada bu yürekleri parçalayan olaya tanıklık etmişti. O anda yüksek sesle şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Sizin içinizde bir tane bile Müslüman yok mu?"
Hz. Zeynep (s.a) bir tepeye çıkarak imam Hüseyin'in (a.s) tek başına, yar ve yardımcısız olarak yerde olduğunu, mızrak, kılıç ve hançerlerle ona vurduklarını gördü. [12]
RASTHABER ailesi olarak Hz. Zeyneb'in (s.a) dünyaya teşrifleri münasebetiyle tüm insanlığa, mustazaflara ve özellikle de müminlere tebriklerimizi arz ederiz.
Kaynaklar
[1] - Zeyneb-i Kubra, s. 48
[2] - Zeyneb-i Kubra, s. 52
[3] - Zeyneb-i Kubra, s.52
[4] - Zeyneb-i Kubra, s.58
[10] - Zeyneb-i Kubra, s. 104
[11] - Keşfu'l- Gumme, s. 186 ve şeblenci'nin Nuru'l Ebsar kitabı, s. 135
[12] - Zeyneb-i Kubra, s. 132
Hz. Zeyneb'in (s.a) Bazı Sıfatları
İslâm Kanunları Her Zaman Günceldir
Bazen şöyle deniyor: İslâm, Kur'an'ın indiği çağda var olan insanla ilgili bütün meseleleri ele aldığı için, onun o çağın toplumunu gerçek mutluluğa ve o günkü insanları bütün özlemlerine kavuşturmaya yeterli olduğunu kabul edelim. Fakat zamanın geçmesi ile insan hayatının yolları değişti. Bugünkü uygarlığın kültürel ve sanayi hayatı, on dört yüzyıl öncesinin doğal ve ilkel araçları ile sınırlı basit hayatına benzemez.
İnsan uzun ve yorucu çalışmaları sonucunda öyle bir uygar tekâmül ve gelişme düzeyine ulaştı ki, eğer bu gelişmişlik düzeyi bir kaç yüzyıl öncesinin seviyesi ile karşılaştırılırsa bu, iki benzemez türün birbiri ile karşılaştırılması gibi olur. O çağdaki hayatı düzenlemek için konan kanunlar, bugün karmaşık ve ileri düzeydeki hayatın ihtiyaçlarını nasıl karşılayabilir? Bu hayat düzeylerinden biri nasıl öbürünün yüklerini taşıyabilir?
Cevap: Söz konusu iki çağ arasında meydana gelen hayat biçimi farklılığı, hayatın genel hususları ile ilgili değildir. Bu farklılık örnekler ve uygular açısından geçerlidir. Başka bir ifade ile insan, besleneceği gıdaya, giyilecek elbiseye, barınacağı ve içinde oturacağı bir eve, kendisini ve yüklerini taşıyacak, bir yerden başka bir yere ulaştıracak araçlara, fertleri arasında yaşayacağı bir topluma, soy artışını sağlayacak ilişkilere; ticari, iş-işçi ve benzeri münasebetlere muhtaçtır. Bunlar değişmez genel ihtiyaçlardır. İnsan bu fıtratın, bu bünyenin sahibi oldukça ve bu insanî hayatı var oldukça, ihtiyaçlar aynı kalacaktır. İlk insan ile bu günkü insan bu ihtiyaçlar açısından eşit düzeydedir.
Söz konusu iki çağ arasındaki farklılık, insanın maddî ihtiyaçlarını gidermek için yararlandığı araç örnekleri, farkına vardığı ihtiyaç örnekleri ve bu ihtiyaçları giderme araçları bakımındandır.
Meselâ ilk insan bulabildiği meyvelerle, bitkilerle ve av etleri ile basit ve sade biçimde besleniyordu. Bugün ise keşifleri ve orijinal buluşları sayesinde bu ilkel maddelerden binlerce çeşit yiyecek ve içecek hazırlıyor. Bu yiyecek ve içecek çeşitleri tabiatına faydalı olan birçok özelliklere, göz zevkini okşayan değişik renklere, tat alma duygusunun hoşlandığı çeşitli tatlara, dokunmada yararlık sağlayan çeşitli biçimlere, sayılması zor başka birçok niteliklere ve hâllere sahiptirler. Birinci guruptaki yiyecekler ile ikinci guruptaki yiyecekler arasında müthiş fark vardır. Ama bu müthiş farklılık, onların hepsinin insanın açlığını gidermek ve istek ateşini söndürmek için yararlandığı gıdalar olmalarına yönelik bir farklılık değildir.
İnsanın söz konusu dönemlerin ilkinde taşıdıkları genel inançlar nasıl bu dönemin bir yüzyıldan öbür yüzyıla değişmesi ile değişmeyip ilk dönemdeki öbürüne uyarlandı ise, İslâm'da fıtratın çağrısı ve mutluluğun isteği uyarınca ortaya konan genel kanunlar da ortadan kalkmaz. Bir aracın yerine başka bir aracın geçmesi, bu genel kanunların değişmesi için gerekçe olamaz.
Fıtratın özü ile uyum korundukça, bu konuda bir değişme ve sapma olmadıkça, genel İslâmî kanunlar için değişme söz konusu olamaz. Fakat eğer kanunlar ile fıtratın özü arasında bağdaşmazlık olursa, İslâm sistemi bu kanunlara uymaz. Bunların eski çağda veya yeni çağda olmaları bu bakımdan fark etmez.
Bir de zaman zaman meydana gelen ve doğal olarak hızla değişen güncel olaylara ilişkin cüzî hükümler vardır. Maliye, savunmaya ilişkin güvenlik, ulaşım ve haberleşmeyi kolaylaştırma yolları, belediye hizmetlerine ilişkin düzenlemeler ve bunlara benzer hükümler gibi. Bunlar devlet yetkilisinin ve hükümeti elinde bulunduran kimsenin inisiyatifine bırakılmıştır.
Devlet yetkilisi yetki alanı içinde bir aile reisi konumundadır. Devlet yetkilisi, bir aile reisinin evinde tasarrufta bulunabildiği gibi, bu konularda karar verip kararını yürütmekle yetkilidir. Buna göre devlet yetkilisi (veliyy-i emr) toplumun içindeki ve dışındaki savaşa, barışa, maliyeye ve maliye dışı alanlara ilişkin toplumsal meselelerde toplumun yararını gözeterek ve Müslümanlarla istişare ettikten sonra karar verebilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yapacağın iş hakkında onların görüşlerini al. Ama karar verince artık Allah'a dayan." (Âl-i İmrân, 159) Bütün bunlar kamu işleri hakkındadır.
Bunlar sürekli biçimde biri ortaya çıkarken öbürü kaybolan, çıkarların ve sebeplerin değişmesi ile değişen cüz'î (ayrıntılara ilişkin) hükümler ve kararlardır. Bunlar Kur'an'ın ve sünnetin kapsadığı ve yürürlükten kalkmalarına imkân olmayan ilâhî hükümlerden başkadır.
İslâm Toplumunun Önderi
İslâm toplumunun önderliği (velayet-i emri) Peygamberimizin uhdesine bırakılmıştır. Kur'an-ı Kerim açık bir dille ona itaat etmenin, direktiflerine uymanın farz olduğunu bildirmiştir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin." (Teğâbun, 12)
"Biz sana bu hak içerikli kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın gösterdiği gibi hüküm veresin." (Nisâ, 105)
"Peygamber, müminler için kendilerinden daha önde gelir." (Ahzâb, 6)
"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki; Allah sizi sevsin." (Âl-i İmrân, 31)
Kur'an'da bunlar gibi çok sayıda ayet var. Bu ayetler Peygamberimizin İslâm toplumuna yönelik velayetinin ya bazı ya da bütün yönlerini içerir.
Bu konuda araştırmacının gayesini tatmin edecek yöntem, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) hayatını inceleyip doyurucu miktarda nazarî bilgi almak, arkasından ahlâk, ibadet, muamelât, siyaset, diğer, ilişkiler ve uygulamalar alanlarında inen ayetlerin tümüne başvurmaktır. İlâhî vahyin zevkinden süzerek elde edilen bu delil, bir iki cümlelik sözlerde bulunmayacak derecede yeterli dile ve tatmin edici açıklamaya sahiptir.
Burada araştırmacının özen göstereceği bir başka ince nokta vardır: İbadetleri yapmayı, cihat emrini yerine getirmeyi, hadleri ve kısasları uygulamayı ve diğer İslâm hükümlerini içeren ayetlerin çoğunda hitap bütün müminlere yöneltilmektedir, sadece Peygamberimize hitap edilmemektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Namazı ayakta tutun." (Nisâ, 77)
"Allah yolunda infak edin." (Bakara, 195)
"Oruç tutmak üzerinize farz kılındı." (Bakara, 183)
"Sizden; hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk olsun." (Âl-i İmrân, 104)
"Allah yolunda cihad edin." (Mâide, 35) "Allah için gerektiği gibi cihad edin." (Hac,78)
"Zina eden erkek ve kadının her birine yüz kırbaç vurun." (Nûr, 2)
"Hırsızlık eden erkeğin ve kadının ellerini kesin." (Mâide, 38)
"Kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara, 179) "Şahitliği, Allah için yapın." (Talâk, 2)
"Ve topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın." (Âl-i İmrân, 103)
"Dinin gereklerini yerine getirin ve onun hakkında ayrılığa düşmeyin." (Şûrâ, 13)
"Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür ya da öldürülürse, topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse, Allah'a hiçbir zarar vermeyecektir. Şükredenleri ise Allah ödüllendirecektir." (Âl-i İmrân, 144)
Bu konuda bunların dışında daha birçok ayet vardır.
Bu ayetlerin hepsinden çıkan sonuç şudur: Bu din Allah'ın insanlara yüklediği toplumsal bir boyadır. O, kulların kâfir olmalarına razı değildir. Dinin gereklerinin yerine getirilmesi, insanların tümünün gerçekleştireceği bir görevdir. O hâlde toplumun işleri, toplumu oluşturan insanların omuzlarındadır.
Bu konuda bazı fertlerin diğerlerine göre ayrıcalığı ve özelliği yoktur. Peygamber ile başkaları bu konuda eşittir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ben, erkek olsun, kadın olsun, içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmam." (Âl-i İmrân, 195) Bu ayetin kayıtsız-şartsız ifadesi gösteriyor ki, İslâm toplumunun unsurlarının toplumlarının kendisi üzerindeki etkisi hem teşriî, hem de tekvinî açıdan O'nun tarafından göz önünde tutuluyor ve O bu etkiyi boşa çıkarmıyor. Yüce Allah başka bir ayette de şöyle buyuruyor: "Allah, yeryüzünü dilediği kullarına miras bırakır. İyi son, (günahlardan) sakınanlar içindir." (A'râf, 128)
Evet; Peygamberin (s.a.a) omuzlarında dine çağrı, yol gösterme ve eğitme görevleri vardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okur, onları kötülüklerden arındırır, onlara Kitabı ve hikmeti öğretir." (Cuma 2) Resulullah (s.a.a), ümmetin işlerini yürütmek, dünyada ve ahirette önderliklerini üstlenmek ve hayatta oldukça onlara liderlik yapmak için Allah tarafından belirlenmiştir.
Fakat burada araştırmacılar tarafından göz ardı edilmemesi gereken nokta şudur: Bu yol, Allah'ın malını taht sahibi sultanın haracı sayan, Allah'ın kullarını onun köleleri kabul eden, köleleri saydığı Allah'ın kullarına dilediği gibi davranan, onlar üzerinde istediği gibi hükmeden saltanat egemenliği yolundan başka bir yoldur. Yine bu yol, maddî yararlanma esasına dayanan demokratik veya antidemokratik bir toplumsal yöntem de değildir. Bunlar ile İslâm arasında benzeşmeye, aralarında özdeşlik kurulmasına engel, açık ayrılıklar vardır.
Bu farklılıkların en önemlilerinden biri şudur: Söz konusu toplumlar maddî çıkar esası üzerine kuruldukları için istihdam ve sömürme ruhu iliklerine işlemiştir. Bu da insan tahakkümü sistemini doğurur. Bu sistemde her şey insanın iradesine ve keyfî davranışlarına bağlanmıştır. Hatta insanın kendisi bile başka bir insanın iradesi altındadır. Egemen insanın diğer insana el atması, istediği gibi onu eli altına alması ve ondan beklediği her şeyi elde etmesi mubah sayılır.
Bu, geçmiş yüz yıllardaki keyfî monarşi yönetimidir ki bugün uygar toplum kılığında ortaya çıktı. Bu durumu güçlü milletlerin zayıf milletlere yaptıkları zulümlerde ve haksızlıklarda görüp durduğumuz gibi, onların tarih tarafından kaydedilen kötülükleri ile ilgili hatıralarımızla da sabittir.
Geçmiş yüzyılların bir firavunu, bir Kayseri veya bir Kisrâsı (bir imparatoru) baskılarla, entrikalarla zayıflar üzerinde meramını, istediği ve arzu ettiği gibi yürütürdü. Sonra da eğer canı mazeret beyan etmek isterse bütün bu yaptıklarının saltanatın gereği olduğu, ülke yarına olduğu, devletin temelini güçlendirmek için yapıldığı mazeretine sığınırdı. Yaptıklarının onun dehasının ve üstün kişi oluşunun hakkı olduğuna inanırdı. Kılıcını bu sözde hakkının delili olarak gösterirdi.
Bugünde eğer güçlü milletler ile zayıf milletler arasındaki siyasî ilişkileri derinliğine incelersen, tarihin ve tarihî olayların geri geldiğini ve gözlerimiz önünde tekrarlandığını görürsün. Yalnız geçmişteki tek adama dayalı biçim, şimdilik toplumsal biçim ile yer değiştirdi. Ama ruh aynı ruh, keyfî arzu aynı keyfî arzudur. Oysa İslâm'a gelince, onun yolu bu keyfî arzulardan uzaktır. Onun delili, Peygamberimizin fetihlerindeki ve anlaşmalarındaki uygulamalarıdır.
İslâm dışı toplumların yöntemleri ile İslâm yöntemi arasındaki başlıca farklardan bir başkası da şudur: İnsanlık tarihi boyunca görüldüğü ve belgelendiği üzere toplumların kesimleri arasında, sonu fertler arası kargaşaya varan ayrıcalıklar mutlaka vardır. Toplum kesimleri arasındaki servet, mevki, makam ayrıcalıkları sonuçta toplumlarda kargaşa belirmesini kaçınılmaz kılar. Fakat İslâm toplumunun kesimleri arasında benzeşme vardır. Birbirleri arasında öncelik, üstünlük, övünme ve seçkinlik yoktur. İnsanın mayasının isteği ve vazgeçilmez arzusu olan farklılık, sadece takvadadır ve bunun belirleyicisi insanlar değil, Allah'tır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, biz sizi bir erkek ile bir kadından yarattık. Sizi milletlere ve halklara ayırdık ki, tanışasınız. Allah katında en üstün olanınız, kötülüklerden en çok sakınanınızdır." (Hucurât, 13) "İyiliklerde birbiriniz ile yarışın." (Bakara, 148)
Buna göre İslâm'da yöneten ile yönetilen, amir ile memur, reis ile reisin emri altındakiler, özgür insan ile köle, erkek ile kadın, zengin ile fakir, büyük ile küçük eşit konumdadır. Dinî kanunların haklarında yürütülmesi ve sosyal olaylarda aralarında sınıf farklılıklarının olmaması açısından bu saydıklarımızın hepsi birdir. Peygamberimizin uygulamaları bunun delilidir. Selâm ve övgü bu uygulamayı yapanın üzerine olsun.
Bu önemli farklardan biri de şudur: İslâm'da yürütme gücü, toplumda ayrıcalıklı ve seçkin bir zümrenin tekelinde değildir. Tersine bu güç toplumun bütün fertlerine yaygındır. Buna göre herkes hayra çağırmakla, iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla yükümlüdür. İslâm toplumunun yöntemi ile diğer toplumların yöntemleri arasında daha birçok farklılıklar vardır ki, bunlar dikkatli araştırıcıların gözünden kaçmaz.
Bunların hepsi Peygamberimizin hayatında böyle idi. Peygamberimizden sonra toplum yönetiminde iki görüş belirdi. Müslümanların çoğunluğu toplumda bir halifenin Müslümanlar tarafından seçilmesi yöntemini benimserken, Şiî Müslümanlar halifenin Allah ve Peygamber tarafından nasla belirlendiğini, bu halifelerin kelâm kitaplarında ayrıntılı biçimde anlatıldığı üzere on iki İmam olduğu görüşünü savunmuşlardır.
Fakat bu görüş ayrılıkları bir yana, Peygamberimizden (s.a.a) ve zamanımızda olduğu gibi Hz. Mehdi'nin gaybetinden sonra İslâm hükümetinin işi Müslümanlara bırakıldığı tartışmasızdır. Kur'an'dan bu konuda çıkan sonuca göre toplumun önderini Peygamberimizin uygulamaları uyarınca belirleme yetkisi Müslümanların elindedir. Bu da krallık veya imparatorluk değil, imamlık sistemidir. Belirlenen önderin Müslümanlara yönelik uygulamaları şöyle olmalıdır:
Hükümleri değiştirmeksizin korumak. Temel hükümler dışında, daha önce belirtildiği gibi, güncel ve yerel olaylarda istişare ilkesini benimsemek. Bu konudaki delil, "Sizin için Peygamberde uyulacak güzel bir örnek vardır." ayetinin yanı sıra, daha önce değindiğimiz Peygamberimizin önderliğini vurgulayan ayetlerin bütünüdür. ehlader
Allame Tabatabi
Ölüm; Kum Saatinin Bittiği An
Hiç bilmeyiz ve hiç düşünmeyiz; insan nadiren yaşar, nadiren yaşadığını da nadiren bilir. Acaba ölüm de nadiren yaşanılır mı? İnsan, yaşamında bazen ölüp sonra yine yaşar mı? Bilmem, ama ölümün kesin yaşanılacağı malumumuzdur.
Ölümün bir kenarı var, bir ucu bucağı, bir sesi, soğukluğu, başı, sonu, artısı eksisi ve ölümün bir nuru var yahut zulmeti… Tanıdığım bazıları öldüğünde yüzleri nurlandı, yüzlerindeki acı ve yaşlılık izleri gitti, yerini düğün arifesindeki gelinlerin temiz tebessümü aldı…
Bazıları az yaşar, bazıları çok. Uzun bir ömür veya kısa, ama bitiyor! Ne zaman, kaç yaşında ölüm düşünülmeye başlanılır, bilmem; lakin düşünülür, insan kaçmak istese de kaçamaz, bazen gelir akla. Bazense arzulanır; ölümün tadını, yüzünü bilmeden insan ona kavuşmak ister.
Peki, ölüm neden istenilir? Bazıları Sevgiliye kavuşmak, ebedî olmak için can atar ölüme. Yaşam onlar için ayrılık diyarıdır; oysa ölüm, sevgilileri birleştiren en kısa ve en güzel yol.
Hafıza! Şikâyeti hicran çe mi-koniy?
Der hicr vesl başed-o der zulmet-est nur
Hafız! Hicranda bunca sızlanma niye?
Ayrılıkta kavuşma var, karanlıktadır nur
Bazıları yaşamda acı çektikleri için ölümü ister, ölümü yokluk bildikleri için… Ölüm varlık âleminden, yani acılar diyarından tamamen kopup yokluk âleminde huzura kavuşmaktır… Peki ya ölüm sonrası yokluk değil de daha sonsuz, daha büyük ve daha elemli bir yaşam varsa?! Çocukluğumdan beri, bunların hâlini hep merak etmişimdir, bir ateistin duasını merak ettiğim gibi… Ne kadar korkunç ve aynı zaman da gülünç, insanın inanmadığı bir yere yolcu olması…
Ölüm bir yokluk (!). Öyle zannediyor inançsızlar ve korkuyorlar. Oysa ölüm kadar yeniden diriliş de sabit bir gerçek. Eşyanın perde önüne “inançsız” bir bakış açısıyla bakınca, çok şey gibi kıyamet saati de korkunç. Bilinmeyene karşı duyulan dehşet gibi. Fakat varlığa “iman” adesesinden nazar edince ölüm de, kıyamet sahneleri de bir başka harika, bütün hâdiseler kadar harika. Manası derin, geniş, yüksek ve büyük bir takdir-i ilâhîdir o.
Evet, iman bir cennet; dünyada da, ukbada da. Küfürse malum… Şimdi semanın yerlilere son mesajından bir kitabe, bir hitabe ile tefekküre ve muhasebeye çekilme zamanı: “İnsanların hesaba çekilecekleri vakit çok yaklaştı; ama onlar hâlâ koyu bir gaflet içinde haktan yüz çevirmekteler.” (Enbiyâ, 21/1)
Genelde insan pek ölümü istemez, hatta ölümün adı geldiğinde “konuyu değiştir” der. İnsan ölümü istemez, zira arzularıyla dünyaya bağlanmıştır. Bu kadar çok sevdiği dünya ve mafihadan nasıl vazgeçsin, nasıl da bırakıp ukbaya hicret etsin? Gerçek hayatın için ne gönderdin ki şimdi de bu yolculuğa çıkmak isteyesin? Tek amacı dünya olan insan ölümden korkar, geceleri kâbus dolu rüyalardır ölüm onun için. Fakat istese de, istemese de bu yolculuğa çıkmak zorunda. Çünkü ölüm insanların alınlarına vurulmuş bir damga gibidir, asla silemez ve asla temizlenmez.
Ölüm aslında korkunç değil, ölümü korkunç yapan bizim amellerimizdir. Gerçekte ölüm insanın mükemmelleşme yolunda gidişatının bir parçasıdır, tekâmüle ait bir aşama. Allah insanı mutlak kemale ulaşması için yarattı, hiçbir şekilde bu mutlak kemale ulaşmak tam anlamıyla dünyada mümkün olamaz, ne dünya buna müsaittir ve ne de fiziksel “ben”imiz. Eşref-i mahlûkat (s.a.a) şöyle buyuruyor:
“İnsan uykudadır, ölür ve uyanır.”
İşte bu esnada namaz, nasıl uyanacağını ve nasıl çok bağlandığı bu dünyadan kopacağını öğretiyor insana. Aynı şekilde oruç da bu gücü insana vermektedir. İnsanın erken uyanmasını sağlayan bu iki etkenin aksine, insanın daha derin uykuya dalmasını sağlayan etken de, dünyevî arzu ve isteklerdir. Bunu yüce Allah Yahudileri muhatap kılarak bizlere şöyle bildiriyor:
“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Her biri de arzular ki, bin sene yaşasın.” (Bakara, 2/96)
Yahudilerin en belirgin özelliği, ölümden çok korkmalarıdır; zira çok yaşamak isterler. Dünyada uzun yıllar yaşamayı arzulamak, Kur’ân kültüründe beğenilmeyen, kötü özelliklerden biridir. Dünyada çok yaşamak önemli değil, önemli olan nasıl yaşamaktır. Sınava girdiğimizde soruları on dakikada yahut altmış dakikada yapmanın hiçbir farkı olmadığı gibi.
Evet, ölüm, bizim zihinlerimizde bir yıkılıştır, bir dağılıştır; tıpkı korkunç bir deprem gibi, her şeyi yerle bir eden tufan gibi. Tabi ilk etapta hayale gelen görüntüler bunlar. Fakat aslında bir kuruluştur o, kusursuz bir kuruluşun ilk merhalesi. Yani fani dünya malzemelerinden, baki bir âlem inşa etmek. Su bulanmadan durulmaz. Hamur yoğrulmadan ekmek olmaz. Dünyada birbirine karışık vaziyette bulunan hayır ve şer, hayırlılar ve şerliler de kıyametle tam hallaç olur ve sonra yeniden haşirle tamamen birbirlerinden ayrılırlar. Olaya bu aslî yönüyle bakmak gerek. Ne muhteşem, ne mükemmel bir icraat! Zira ölüm zorluklar ve acılar diyarından mutluluk diyarına geçiştir; kıyamet de adı üstünde yeniden dirilme, ayağa kalkma, kurulma, bina edilme demek.
Kıyamet vakti deyince, hayalde beliren genel sahneler… Önce yürekleri yırtan bir sayha kopar! Tüm varlık âlemi, canlı cansız her şey dehşete düşer. Sonrasında mı? Tüm çekimini kaybeden güneş sistemi birbirine girer, her şey paramparça olur, düzen, intizam bozulur, yerle gök, arşla ferş darmadağın olur. Samanyoluları ipi kopan tesbih misali saçılır, galaksiler, yıldızlar, güneşin cazibesini kaybetmesiyle yörüngesinden çıkan gezegenler birbirleriyle çarpışırlar ve parça parça olur aylar, dünyalar… Ve derken her şeyi yerle bir eden ıslık ıslık kasırgalar, dağları söküp fırlatan tufanlar, karaları yutan deniz dalgaları, dört bir yandan fışkıran lavlar, cehennem gibi kaynayan magmalar, her yeri saran alev alev yangınlar, yeryüzünü yeraltına katıp karıştıran depremler… Ağrı dağı bile denizde boğulur. Sonrasında okyanuslar bir kazan misali kaynatılır. Tüm bunlarla birlikte bir ömür insanın uğruna kanlar akıttığı, gurur ve kibirle övündüğü apartmanlar, saraylar, abideler tuz buz olur; ne kilise kalır, ne havra ve ne de cami. Enkazlar altında kalan canlar, şak şak yarılan yollar, ekinler gibi yanan ormanlar, bir anda silinip giden tarihî ümranlar, köyler, kentler ve devletler…
Anneler çocuğunu düşürür, bebeler annesinin delirişini görür, baba evladını öylece koyup kaçar; fakat “fe eyne tezhebun?”, ne bir kaçış yeri ve ne de firar mahalli bırakılmıştır. Ödü kopar insanın, çığlıklar ser verir, biri düşer, biri kalkar, biri karnını tutar, herkes şaşkın, herkes hezeyan, heyecan ve feveranlarla. Ne mal fayda verir, ne evlat, ne şu, ne bu. Hızır bile yetişemez “Eyne’l-Meferr?/Yok mu kaçıp sığınılacak bir yer, yok mu?” çağrılarına. Herkes birbirinden kaçar. Yalnız bir Nebi (s.a.a) var; herkes kendi derdinde, O herkesin derdinde.
Böylece herkes ölür, mukarreb melekler bile. Yerler cansız insan cesetleriyle dolar. Bir saniye önce şiddet-i zuhurundan göremediği hakikatı, âyân-beyân müşahede eder. Dağılan bedeniyle, bedenindeki gözüyle değil, ruhuyla, yani kendisiyle. Muhteşem kâinat, muhteşem bir enkazdır artık…
Sonrasında mı? Ya sağ ehlindensin ya da sol. İnsanlar ve cinler bu iki ana gruptur. Her ikisinin de sağcıları ve solcuları vardır. Sağ ehli, yani cennetlikler, sol ehli yani cehennemlikler.
Sağ ehlinden bazıları sorgusuz sualsiz, bazıları uçarak, bazıları yürüyerek, bazıları yavaş yavaş, bazıları da yüzüstü sürünerek girer cennete. Sol ehli ise cehennem yolcusudur; kimileri sorgusuz sualsiz, kimileri yaka-paça, kimileri elinde kelepçe, ayağında pranga, kimileri sürünerek, kimileri herkesin önünde rezil rüsva edildikten sonra, kimileriyse ateşten zincirlere vurularak…
Kur’ân’ın ve Peygamber’in sözü aşikâr olur, böylece gerçek hayat başlar, ebediyen sürecek bir yaşam. Cennet ve cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere mühürlenir ve içindekiler sonsuz olurlar; ya ebedî saadet veya ebedî şekavet içinde. Ama herkesin (cennetliklerin de, cehennemliklerin de) dudağında aynı kelime: Keşke, ah keşke!
Keşke ötede hiç “keşke” demeyeceklerden olabilsek! Şair ne hikmetli söyler:
Yâ men bi dünyâhu’şteğal / Kad ğarrahû tûlu’l-emel
Eve lem yezel fî gafletin / Hattâ denâ minhü’l-ecel
el-Mevtü ye’tî bağteten / Ve’l-kabru sundûku’l-amel
Isbir alâ ehvâihâ / Lâ mevte illâ bi’l-ecel.
Ey kendi dünyasıyla meşgul olan kişi!
Tul-i emel aldattı senin gibilerini
Öyle gaflet içinde yüzüp gitmedi mi?
Ta ki eceli ona gizlice yaklaşıverdi
Ölüm zaten (şok gibi) apansızın gelir
Kabir ise amellerin sandığıdır
Kabrin korkularına göster sabır
Zira ölüm ancak ecel ile olur.
Siyonist Diplomat: Beklentilerin Aksine Yaptırımlar İran'ın Çökmesine Neden Olmadı
Siyonist bir diplomat, İran'a yönelik yaptırım politikasının başarısızlığını itiraf ettiği bir makalede, bu rejimin Viyana'da yaptırımların kaldırılması görüşmeleri hakkındaki tutumunu değerlendirdi.
Siyonist diplomat Alon Bancas Pazar günü Haaretz gazetesinde yayınlanan bir makalede, Siyonist rejimin politika ve eylemlerinin İran'ın nükleer programının mevcut gidişatını veya bu konuda olası bir anlaşmayı etkileyebilecek düzeyde olmadığını yazdı.
Alon Bancas şu ifadelerde bulundu: ‘Tel Aviv rejiminin ilk hatası, yaptırımların İran hükümetinin çöküşüne yol açabileceğini düşünmesiydi, ancak yaptırımlar beklentilerin aksine bu amacı gerçekleştirmedi.
Buna tüm yaptırımlar dâhildir; yani hem 2015 nükleer anlaşmasından önce uygulanan yaptırımlar hem de ABD'nin 2018'de Nükleer Anlaşmadan çekilmesinden sonra uygulanan yaptırımlar.
Tüm yaptırımların güvenlik varsayımı, İran'daki egemen rejimi ortadan kaldırabileceğiydi. Ancak bu varsayım hedefe bin ışık yılı uzaklıktadır.’
Bu Siyonist diplomat, Siyonist rejimin ikinci hatasını, bu rejimin Rusya ve Çin'in İran'la karşı karşıya gelmesi varsayımı olarak değerlendirdi ve şunları yazdı: ‘Çin ve Rusya'nın sonunda sabrının tükeneceği ve İran'ın nükleer programının gelişmesini engelleyeceği varsayımı yanlıştı. Rusya ve Çin'in İran'ın nükleer programının askeri kısmını geliştirmekte ısrar etmedikleri doğrudur. Ancak, ABD'nin girdiği herhangi bir askeri çatışmadan her iki ülkenin de çıkar sağlayacağı bilinmelidir.’
Bu İsrailli diplomat, İsrail’in İran’ın askeri nükleer programını tek tehdit olarak varsaymasını bu rejimin üçüncü hatası olarak değerlendirdi. Alon Bancas, bölgedeki İran yanlısı grupları nükleer bombadan daha tehlikeli olarak nitelendirdi ve şunları yazdı: ‘Nükleer anlaşma imzalansa bile İran bu grupları desteklemekten vazgeçmeyecek ve bu politikanın devam etmesi İsrail'e daha ağır zararlar verecektir.
İran'ın bölgesel politikası ve direniş gruplarına destek konusunun nükleer anlaşmaya dâhil edilmemesi, Siyonist rejimi aynı şekilde tehlikeye atıyor.
İran'ın nükleer silah üretmesini şu ana kadar engelleyen tek faktör, Tahran'daki karar vericilerin böyle bir niyetinin olmamasıdır. Aksi takdirde, şimdiye kadar hiçbir şey onu durdurmadı.’
Bu Siyonist diplomat ayrıca, Tel Aviv ve Washington arasında İran'ın nükleer programı konusundaki anlaşmazlığa da değindi ve şu iddialarda bulundu: ‘ABD nükleer silaha sahip bir İran'ı kabul etmeye hazırlanıyor. Ancak İsrail'in resmi tutumu, İran'ın nükleer programının askerileştirilmesinin bu rejim için varoluşsal bir tehdit olacağını ve Batı Asya'da bir nükleer silahlanma yarışı yaratacağını vurgulamaktadır. Öte yandan İran'ın müttefik grupları İsrail'e yönelik saldırılarını giderek artırıyor.
Tel Aviv rejiminin ikiden fazla seçeneği ve çözüm yolu yok; birincisi, ya nükleer anlaşma İran'ın nükleer programının bütünlüğünü yok edecek ya da İsrail rejimi askeri bir saldırıda İran'ın nükleer programını yok edecek ve bu her iki seçeneğin de Amerika Birleşik Devletleri ve Tel Aviv’i destekleyen ülkeler de dâhil olmak üzere dünyada alıcısı yok.’
Bu Siyonist diplomat yaptırımların başarısız olduğunu itiraf ederken, ABD hükümetinin İran Temsilcisi Robert Malley daha önce 4 Ağustos'ta bir televizyon programında İran'a maksimum baskı ve yaptırım uygulama planının korkunç bir şekilde başarısız olduğunu itiraf etmişti.
Öte yandan, Pazartesi günü öğleden sonra Avusturya'nın Viyana kentinde İran'a yönelik yaptırımların kaldırılmasına ilişkin müzakereler devam ederken, Siyonist haber kaynakları dün bu rejimin dışişleri bakanının bu müzakereleri engellemek amacıyla Fransa ve İngiltere'ye gittiğini açıkladı.
Aliyev: İran ile İlişkiler Daha Da Gelişecek
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, İran Cumhurbaşkanı Seyyid İbrahim Reisi ile gerçekleştirdiği görüşmeyi değerlendirdi.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, dün akşam basın mensuplarına yaptığı açıklamada, İran Cumhurbaşkanı Seyyid İbrahim Reisi ile gerçekleştirdiği görüşmeyi değerlendirerek, "Dost ve kardeş ülke olarak (Türkmenistan’da) ikili ilişkiler konusunda görüş alışverişinde bulunduk. Bundan sonra ilişkilerimizin her alanda geliştirilmasine karar verdik.” dedi.
Aliyev, “Halklarımız kardeş halklardır, ülkelerimiz kardeş ülkelerdir ve bugün (Aşkabat’taki görüşmelerde) ele alınan konular İran-Azerbaycan ilişkilerinin çok üst düzeyde olduğunu bir kez daha göstermiş oldu." ifadesini kullandı.
İran, Azerbaycan ve Türkmenistan arasında imzalanan doğalgaz sözleşmesine ilişkin Aliyev, şunları konuştu:
"Belge imzalandı, bu çok önemli. Bu tarihi bir sözleşmedir. İran-Azerbaycan ilişkilerinin ne kadar derin olduğunu bir kez daha gösteriyor. Azerbaycan Türkmenistan doğalgazını İran üzerinden alacak. Bu, üçlü işbirliği için çok uygun bir zemin hazırladı ve bu konuda iyi niyetimizi gösteriyor. İmzalanan sözleşme , ekonomik ve enerji güvenliği açısından büyük önem taşımaktadır.”
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Türkmenistan'daki temaslarını tamamlayarak dün akşam Bakü'ye döndü.
Tahran’la Bakü’yü ayırma senaryosu bozguna uğradı
Azerbaycan Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Şahin Mustafayev’in Tahran’ı ziyaret edecek olması, gözlemcilerce Tahran’la Bakü’yü ayırma senaryosunun bozguna uğratıldığı şeklinde yorumlandı.
Bu ziyaret, son günlerde iki ülke arasında bazı yanlış anlaşılmaların yaşanmasının ardından Azeri üst düzey bir yetkilinin İran’a yaptığı ilk ziyaret sayılıyor.
Mustafayev’in Tahran’da Yol ve Şehircilik, Petrol ve Dışişleri Bakanları ile görüşmesi bekleniyor.
Haberi duyan gözlemciler, bu gelişme Tahran’la Bakü’yü ayırmak isteyen siyonist İsrail gibi çevrelerin senaryoları suya düştüğünü gösterdiğini belirtiyor.
14. Uluslararası nücum ve astrofizik olimpiyatlarıİranlı öğrenciler 9 madalya kazandı
İranlı öğrenciler 14. Uluslararası nücum ve astrofizik olimpiyatlarında 9 madalya kazandı.
Muhabirimizin haberine göre, İranlı öğrenciler 14. Uluslararası nücum ve astrofizik olimpiyatlarında 9 madalya kazandı.
Colombiya’nin ev sahipliğinde ve çevrim içi yöntemi ile düzenlenen ve 48 ülkenin katıldığı bu rekabetlere katılan İranlı öğrenciler 2 altın, 5 gümüş ve 2 bronz madalya ve bir de onur diploması kazandı.