کارگر

کارگر

  Av. Musa Güneş 3 Ekim 2021 tarihli "Kardeş Halklar Ve Kalleş Hükümetler" isimli İslâmî Analiz'de yayınlanan makalesinde Azerbaycan hükümetinin Siyonist rejimle girdiği ittifakları ve TC rejiminin kurulduğu yıllarda halkımızın aidiyet değerlerine olan düşmanlığından söz ederek çarpıcı örnekler veriyor. Gerçekten tek parti diktatörlüğü döneminde halkımız oldukça eziyet görmüştü. Musa Güneş Bey'in de ifade ettiği gibi gâvur şapkası giymek istemeyen mümtaz şahsiyetli nice âlimlerimiz darağaçlarında sallandırıldı. Yine şapka giymek  istemeyen Karadeniz halkı Hamidiye gemisi ile topa tutulmuştu. Daha sonraları Karadeniz'in Hamidiye gemisi ile vurulması hadisesi hicvedilip darb- ı mesel hâline gelmişti. Karadeniz lehçesi ile dile getirilen şudur: "Atma Hamidiye atma, şapka da giyecook, vergi de verecook."
 

Bu meseleleri, bu acı hadiseleri bilmeyenler "inanılacak gibi değil, nasıl olur da dinî değerlerimize ve mukaddesatımıza bu derece düşmanlık adilip insanımıza gavûr yaşam biçimi silahla, ölüm tehditleri ile dayatılır?" diyebilir. Ama bunlar tarihin kaydettiği acı gerçekler. Bu zulümlerle ilgili Gazeteci Yazar Yalçın Bayer 06.06.2013 tarihli Hürriyet Gazetesi'ndeki

"Şapka da giyeceğiz vergi de vereceğiz" isimli köşe yazısında şöyle açıklamalarda bulunuyor:

"Bazı anılar dikkat çekiyor:

Atatürk Şapka Kanunu’nu çıkarıyor. Ancak büyük tepki verilen bölgelerden biri de Karadeniz oluyor.

15 Aralık 1925 günü halk, 'Biz zorla şapka giymek istemiyoruz, sarığımız bize yeter!' diyerek Ulu Cami önünde toplanıyor; uyarının dinlenmemesi üzerine jandarma bunlara ateş açıyor; 17 kişi ölüyor.

Rizelilerin isyanı karşısında yeni Cumhuriyet hükümeti, donanmanın en büyük harp gemisi olan Hamidiye kruvazörünü Rize sahillerine gönderiyor. Ulu Caminin bulunduğu Bataniye yamaçlarını dövüyor.

Sadece bir gün içinde 143 kişinin yargılama işlemi bitiriliyor; 14 kişi 15’er yıl, 22 kişi 10’ar yıl, 19 kişi de 5’er yıl kalebend denilen ağır hapis cezalarına çarptırılıyor.

Geriye kalanlar ise dayak ve para ödeme gibi hafif ceza alıyorlar. İstiklal Mahkemesi’nin hızla verdiği kararla 8 kişi hemen Ulu Cami önünde kurulan darağacında idam ediliyor.

Yıllar sonra bu bombardıman hadisesi türkülere konu oluyor:

'Atma Hamidiye atma din kardeşiyiz.

Ula şapka da giyeceğiz, vergi de vereceğiz!"

Evet bunlar Anadolu topraklarında yaşanmış acı gerçekler. (Yalçın Bayer, makalenin ilerleyen satırlarında idamları tasvip etmemekle birlikte rejimi temize çıkarmaya çalışıyor.)

Türkiye olarak elbette köprünün altından çok sular aktı. Azerbaycan ise SSCB yıkılıp bağımsızlığını ilân ettiği 18 Ekim 1991 tarihinden bu yana 30 yıl geçti. Azerbaycan rejiminin kurulma aşamasında geçici başkan İsa Gamber oldu. Ebulfazl Elçibey ise resmi olarak 7 Haziran 1992 - 24 Haziran 1993 tarihleri arasında görev yaptı. Bu tarihten sonra siyasî entrikalarla Haydar Aliyev iktidara geldi. Haydar Aliyev SSCB döneminde komünizm ideolojisine sadakatle bağlılığından dolayı devlet kademelerinde büyük görevlerde bulunmuş ve KGB'nin başkan yardımcılığına getirilmişti. (Mihail Gorbaçov'un komünist rejimin yıkılmasına ilişkin başlatmış olduğu "glasnost ve perestroika" hareketine şiddetle karşı çıkanlardandı.)

Kariyerini KGB'de sürdüren Aliyev, 1967'de Azerbaycan KGB'si başkanı olarak atandı ve kendisine tümgeneral rütbesi verildi. 1993 yılında 2003 tarihine kadar Azerbaycan cumhurbaşkanlığı görevini yürüttü. Yirmi yıllık süreç içerisinde İslâmî yapılara göz açtırmadı. Dindar kesime baskı uyguladı. Birçok tanınmış mümtaz âlim hâlâ zindanlarda çile çekmektedir. Oğul İlham Aliyev 2003 yılından bu yana babasından devraldığı baskıcı politikalara misliyle devam etmektedir. Ayrıca başta petrol olmak üzere birçok şirket devlete ait olması gerekirken Aliyev ailesinin tekelindedir. Tıpkı Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi. Bu alan ve vantuzlama durumunu bir gazeteci es kaza gündeme getirecek olsa tıpkı Suud rejiminde olduğu gibi ağır işkencelerden geçirip hapsi boylayacaktır.

Bu ülkede rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, illegal yollardan iş görme vs. had safhada. Özellikle bir zamanlar sahte diploma ayarlama furyası vardı. İki - üç bin dolara resmî prosedüre uygun üniversite diplomaları satılıyordu. Kara yolu ile gidenler bilir, rüşvet gümrükten girerken başlıyor. O ülkede ticaret yapanlar adeta gümrük mevzuatlarını rüşvetsiz hâlletmeleri mümkün değildi. TIR şoförü arkadaşlar gümrüklerde nasıl söğüşlenip soyulduklarını anlatırlardı. Biz de, "pes doğrusu" derdik. Ülkede ahlâkî yozlaşma da dibe vurmuş vaziyette. Bu yılki Eurovizyon şarkı yarışmasındaki müstehcen show sahnelerini görenler olayı tiksinti ile anlatıyor. Müslüman bir ülke böyle mi olmalı? Rejim adeta dinî değerlere savaş açmış. Ülkede İslâm'ın esamesi okunsun istenmiyor. Dinî hizmet ve faaliyette bulunmak isteyen sivil toplum kuruluşlarına göz açtırmıyorlar. Birçok yerde harabeye dönmüş camilerin onarılmasına müsaade edilmiyor. Bütün bu baskı politikalarına rağmen dinî değerlere uygun bir hayat yaşama azmi içerisinde olan kesim varKomünizm bu ülkeyi silindir gibi ezmiş geçmiş. Ancak komünizm ideolojisinden kurtulalı 30 yıl oldu. Ne olurdu da yönettiğiniz halkın aidiyet değerlerine uygun bir yapılanmaya gitseydiniz. Hemen yanıbaşınızdaki İslâm devletinden "devrim ihracı" korkusuyla kaçabildikçe kaçtınız. Ve en acısı mazlum Filistin halkının katili Siyonist çete ile iş tuttunuz. Bu ihaneti sadece ticarî konularda değil, askerî işbirliği anlaşmalarıyla da yaptınız.

Filistin'e yönelik ihanet süreci sadece Arap ülkeleri ile sınırlı kalmadı. Birçok Müslüman ülke Siyonist çete ile ilişkiye girdi. Azerbaycan cenahında Baba Haydar Aliyev zamanında başlayan bu ilişkiler oğul İlham Aliyev ile zirveye çıktı. Şimdi Türkiye'nin de içerisinde bulunduğu askerî işbirliği anlaşması ile konsorsiyum oluşturmak isteniyor. Daha açıkçası "askerî pakt" kurmak istiyorlar. Türkiye buna ne cevap verecek bilmiyoruz. Bunlar öylesine karanlık ve şeytanî plânlar ki, hedef sadece İran İslâm Cumhuriyeti, başka değil. Azerbaycan hükümeti yani İlham Aliyev ve avanesi öyle bir oyuna getirilmek isteniyor ki, eğer bu oyuna gelirlerse büyük bir ateşin içerisine atılmış olacaklar. İran İslâm Cumhuriyeti'ne Saddam vasıtasıyla yapamadıklarını şimdi Aliyev'i maşa olarak kullanıp yapmak istiyorlar...

İran çok açık bir şekilde Filistin işgalcisi Siyonist çetenin Azerbaycan'daki varlığından rahatsız. İlham Aliyev ise Siyonist çeteden almış olduğu Harop marka İHA'ların önünde show yaparcasına ve İHA'yı okşayarak "İsrail nerede?" diyor. Yani bir devlet başkanına yakışmayan tarzda müptezelce/şaklabanca bir tavır sergileyerek ironik sorular soruyor. Oysa Azerbaycan topraklarında Siyonist çeteye verilmiş olan üslerden kalkan İHA'lar sınır ihlâli yaparak İran hava sahasına girip keşif uçuşları yapıyor. İran'ın bilim insanlarına yönelik suikastlar bu keşif uçuşlarından sonra gerçekleştiği biliniyor. Sormamız lazım, komşusunu vurması için katile balkonu kiraya vermek ne anlama geliyor? Aliyev rejimi işte bunu yapıyor...

İran bu son gelişmelerden sonra sınır bölgesinde büyük bir tatbikat yapmış oldu. Peki yine soracak olursak, bölgemizde tansiyonun yükselmesi kimin işine yarar?

Bu şeytanî plânda Müslümanın Müslümana kırdırılması var. Siyonist çete ile konsorsiyum da oluşturulsa, yani askerî pakt da kurulmuş olsa Siyonist çete İran ile asla sıcak bir çatışmaya girmez/giremez. Maksat iki Müslüman ülkeyi kapıştırıp kenara çekilmek. İranlı siyasî ve askerî mesuller bunu çok iyi bildiği için krizi tırmandırmadan sadece tatbikat yapmakla yetindiler. En son gelinen nokta itibariyle iki ülkenin dışişleri bakanları görüşüp sağduyulu beyanatlarda bulunarak kamuoyunu teskin etmiş oldular. Müslümanlar olarak bizim de temenni ve beklentimiz bu yönde. Müslüman kamuoyu olarak bizim istediğimiz, hiçbir Müslüman ülkenin Siyonist çete ile ne ticarî alanda ne askerî sahada asla işbirliğine ve bir takım ittifaklara gitmemesidir. Zira Siyonist işgalci çeteye karşı bizim akidemize taallûk eden kırmızı çizgimiz bellidir.

Siyonist çetenin Filistin topraklarındaki varlığı bizim için illegaldir. Birleşmiş Milletler nezdinde kabul görse ve Birleşmiş Milletler tarafından tescillenmiş olsa da İngilizlerin işgal ederek Siyonistlere peşkeş çektiği topraklarımız üzerinde devlet kurmak biz Müslümanların nezdinde geçerliliği yoktur. Böyle bir işgalci yapı ile diplomatik ve ticarî ilişkilere girmek ve bunun ötesinde askerî işbirliği anlaşmaları yaparak stratejik ortaklıklar geliştirmek Kûr'ân-ı Kerim'e, mukaddesatımıza ve tüm İslâm ümmetine yapılmış en alçakça ihanettir. İlham Aliyev ve avanesi bunu çok iyi bilmelidir.

  İran gemilerinin ardı gelir mi bilinmez. Fakat Hizbullah’ın hamlesi Lübnan siyaseti ve ülkeyi çevreleyen dehşet dengesindeki yerini teyit ediyor. İlk raundu aldığı söylenebilir.


Eşeklerle ilgili bir haberin Orta Doğu’daki hesaplaşmalarda ne ilgisi olabilir? Beka Vadisi’nde eşeklerin fiyatı 2 milyon liradan 10 milyon liraya çıkmış. Lübnan’da araçlara kontak kapattıran, hastaneleri işlevsiz bırakan, jeneratörleri susturan ve evleri karartan petrol yokluğu kırsal kesimde ulaşım aracı olarak eşek ve katırları kıymete bindirmiş. Bu çöküşü hükümetsizliğe, kötü yönetime, yolsuzluğa, istismara, mezhep tabanlı sisteme bağlamak gerçeğin bir tarafını teslim eder. Tespiti burada bırakmak ise insanı Lübnanlılara “Müstahaksınız” deme kolaylığına götürür. Gerçeğin diğer parçası çetrefilli; anlaşılması zor.

Lübnan daha büyük ve çoklu bir savaşın parçası. İran ile Suudi Arabistan arasındaki nüfuz mücadelesinin, işgalci İsrail’le direniş güçleri arasındaki düşmanlığın, İsrail’in güvenliğine adanmış ABD-AB bloku ile İran ve Suriye’nin başını çektiği eksen arasındaki hesaplaşmanın, iç savaş günlerinden beri istikrarsızlığı garantileyen Lübnanlı partiler arasındaki husumetlerin savaşı…

ABD’nin, İran’ın petrol gelirlerini sıfıra indirmeye odaklı azami baskı siyaseti, Suriye’yi ekonomik olarak çökertip tavır değişikliğine zorlamaya endeksli Sezar Yasası yaptırımları, Yemen’e dayatılan kuşatma ve Lübnan ile Irak’ta eş zamanlı gelişen gösteriler bu savaşta entegre bir çökertme stratejisini tanımlıyordu. Lübnan’ın mali krizi bundan bağımsız gelişmedi. Bu krizden ilk önce etkilenen de ekonomik çarkını çevirebilmek için Lübnan bankalarını kullanan Suriye oldu.

Ayrıca ABD, Lübnan’ı olabildiğince nefessiz bırakıp hidrokarbon yataklarıyla ilgili olarak İsrail’in aradığı koşullarda münhasır ekonomik bölgelerle ilgili haritanın çizilmesini istiyor. İsrail anlaşmazlık bölgesi Kariş sahasında Yunanlı bir firma ile arama çalışmalarını başlatmıştı. Ekim 2020’de başlayan müzakerelerin altıncı turu 16 Haziran 2021’de gerçekleşti. Lübnanlılar ise İsrail’e yontan bir kıskaç altında el sıkışmak istemiyor.

***

Ekim 2019’da patlak veren gösteriler, hemen ardından Merkez Bankası’nın döviz darboğazına girmesi, Ağustos 2020’de Beyrut limanındaki patlama ve ekonomik buhran, 2005’de Refik Hariri suikastı sonrasında olduğu gibi Batı-Körfez blokuna Hizbullah’ın dışlandığı yeni bir hükümet kurmak için baskı kanallarını ardına kadar açtı. Suudi Arabistan 2017’de Başbakan Saad Hariri’nin istifa ettirildiği skandal müdahaleden sonra geride dururken Fransa sömürge döneminden küflenmiş çizmeleri yeniden giydi. Ama bu baskı mekanizması ve manipülasyonlar Hizbullah ile Cumhurbaşkanı Mişel Aun arasındaki ortaklığı fazla örselemedi. Ekonomik baskıların yol açtığı öfkeyi Hizbullah ve Aun’a yönlendirmeye dönük Körfez-İsrail-Batı üçgeninde büyük bir gayret sarf edildi.

Amerikan Üniversitesi Tıp Merkezi yakıt yokluğundan operasyonları durdurmak zorunda kalırken bile ABD sorunu çözmeye dönük adım atmadı.

Geçen yıl Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah döviz krizini aşmak için Lübnan lirasıyla İran’dan petrol ve ilaç alabilecekleri önerisini ortaya attı. Hizbullah’a hasım partiler, öneriyi Lübnan’ı İran’ın yörüngesine sokma adımı olarak görüp şiddetle karşı çıktı. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo da “Kabul edilemez. Kesinlikle yaptırım olur” diyerek bunu önlemek için ellerinden geleni yapacaklarını söylemişti.

Alternatif olarak Rusya’nın petrol rafinerisi kurma önerisi de reddedildi. Çinlilere de kapı kapatıldı. Mayısta iki enerji gemisi elektrik üretimini durdururken Lübnan Elektrik Kurumu döviz ve yakıt yetersizliği nedeniyle 22 Haziran itibariyle tüm faaliyetlerine son vereceğini duyurdu.

Ülkede elektrik kesintileri günlük 20-22 saati bulurken Lübnan’ın dostu olduğunu söyleyenler kılını kıpırdatmadı.

Merkez Bankası’nın 12 Ağustos itibariyle sübvansiyonları kaldırma kararıyla petrol krizi iyice tırmandı. Banka akaryakıta sağlanacak döviz kredilerinin resmi kur yerine piyasadaki serbest kur üzerinden hesaplanacağını açıkladı.

Fiyatlar birkaç katına tırmanırken karaborsa ve stokçuluk başladı. Ordunun el koyduğu depolardan biri 15 Ağustos’ta patladı, 22 kişi öldü, 76 kişi yaralandı. Bu da tuz biber ekti. Kapalı bir istasyona saldırı yüzünden Şii yoğunluklu Ankud kasabası ile Hıristiyanların yaşadığı Magduşe kasabası arasında gerilim tırmandı. Lübnan mezhepsel savaşın her zaman birkaç adım ötesinde. Petrol yokluğu bir istasyonda bir imama Cuma namazı bile kıldırttı.

***

Daha önce İran’la yerel para birimiyle petrol alabileceklerini ama hükümetin buna cesaret edemediğini belirten Nasrallah 19 Ağustos’ta petrol yüklü İran gemisinin birkaç saat içinde yola çıkacağını duyurunca ortalık karıştı. Lübnan'a karşı ekonomik savaş dayatanların Hizbullah'ı bu kararı almaya mecbur bıraktığını söyledi. İsrail ve ABD buna izin verir miydi? Bir süredir İsrail, İran petrol gemilerini hedef alan gizemli saldırılarda bulunuyordu. İran da birkaç yerde İsrail gemilerini hedef alarak misilleme yaptı. Adı konulmamış bir deniz savaşı yaşandığından Lübnan yolcusu tanker de güvende değildi. Nasrallah akaryakıt gemisinin İran karasularından çıktıktan sonra Lübnan toprağı sayılacağını belirtti. Mesaj açıktı; İsrail gemiyi sabote ederse Hizbullah da İsrail rafinerilerini ya da limanlarını vuracaktı. İlk geminin Lübnan’a ulaşmasının ardından iki gemi daha yola çıkacak, bunu dördüncü bir kargo izleyecekti. Bu hamle potansiyel olarak Hizbullah’a büyük bir kredi açarken Lübnan için de riskler barındırıyordu.

İşin risk kısmından doğal olarak Gelecek Hareketi lideri Saad Hariri, Lübnan Güçleri Partisi Genel Sekreteri Semir Caca ve Ketaib Genel Sekreteri Sami Cemayel gibi Hizbullah’ın hasımları tutuyor. Bu üç liderin suçlamaları özetle şöyle:
- Lübnan’ı iç ve dış çatışmalara çekebilecek tehlikeli bir gelişmedir.
- İran gemilerini ‘Lübnan toprakları’ gibi görmek ulusal egemenlikten tavizin zirvesidir.
- Lübnan yasaları ihlal ediliyor.
- Bu, Lübnan devleti ve hükümetine saldırıdır.
- Gemi İran’a karşı yaptırımları ihlal ediyor. Lübnan da kuşatma ve yaptırımlara maruz kalacak.
- Hizbullah sağlıktan ekonomiye ve savunmaya tüm bakanlık pozisyonlarını gasp ediyor.
- Hizbullah stratejik, askeri ve güvenlik kararlarına el koyuyor; Lübnanlıları tehlikeye atıyor; özel sektörü tamamen deviriyor.
- Akaryakıt krizinin sebebi Suriye'ye yasa dışı yollarla yapılan sevkiyattır.

Özel sektöre darbe suçlaması Caca’ya ait. Caca, Suudi bağlantılarının gerektirdiği muhalefeti sergilerken kendi kuyruk acısını da yansıtıyor. Şöyle ki Zahle’de Lübnan ordusunun stokçulara karşı yürüttüğü operasyon sırasında ortaya çıkardığı 5 bin litrelik 38 akaryakıt deposunun Lübnan Güçleri’nin liderlerinden İbrahim Sakr ve kardeşi Marun Sakr’a ait olduğu ortaya çıktı. Lübnan ekonomisinin en ‘akar’ tarafları siyasilerin kontrolünde. Ama Lübnan’ın neden devlet olamadığına sıra gelince en büyük gürültü bu odaktan yükseliyor.

Nasrallah eleştirilere ve tehditlere 29 Ağustos’ta Hermel kentinde bir anma törenindeki konuşmasında karşılık verdi. “Akaryakıt Hizbullah ya da Şiiler için değil tüm Lübnanlılar içindir” dedi. “Devletin ve firmaların alternatifi değiliz. Amacımız kara borsayı kırmak ve insanların acılarını dindirmek” diye ekledi. Ayrım gözetmeden öncelikle hastaneler, ilaç ve gıda fabrikaları, ekmek fırınları ve elektrik jeneratörlerine yakıt vereceklerini söyledi. Her konuda hükümete ayar vermeye kalkışan Beyrut’taki Amerikan Büyükelçisi Dorothy Shea’ya da “Lübnan'a yardım etmek istiyorsanız, diğer ülkelerin Lübnan'a yardım etmesini engellemeyi bırakın, sizin ne inisiyatifinizi ne de paranızı istiyoruz” yanıtını verdi.

Pek çok gözlemci Aun, hükümet ve konunun muhatabı Enerji Bakanlığı ile bir mutabakat olmadan Hizbullah’ın bu adımı atmayacağını düşünüyor. Ki hükümet ve cumhurbaşkanlığının sessizliği zımni onay olarak görülürken başbakan adayı Necip Mikati de Hizbullah’ın dostu olmamasına rağmen eleştirenlere şu yanıtı verdi: "Bize bir mum ver. Alternatifimiz olmadıkça bu sevkiyatları reddetmeyeceğiz.”

***

Nihayetinde geminin 3 Eylül’de Lübnan’a değil Suriye’nin Banyas limanına yanaştığı, yakıtın karayolundan tankerlerle taşınacağı açıklandı. Bu, eleştirileri savuşturacak ya da yaptırım riskini azaltacak bir formül gibi duruyor.

Hizbullah’ın bu riskli hamlesinin şimdilik birkaç sonucundan söz edilebilir:

Bir kere İran tankerini “güvenlik meselesi” olarak niteleyen İsrail kendini tutmak zorunda kaldı. Bu durum 2006 savaşında oluşan ve geçen ağustosta sınırlı saldırılarla teyit edilen angajman kurallarının işlediğini gösteriyor. Bu tanker hamlesinden hemen önce Hizbullah’ın angajman kuralları yerli yerinde mi diye bir deneme yaptığını anlıyoruz. Olay şuydu: Önce Lübnan’dan İsrail’e faali meçhul üç roket atıldı. İsrail de boş arazileri vurarak Lübnan’a misilleme yaptı. Bu kez Hizbullah kendi misillemes ini can acıtmayacak hedefleri seçerek gerçekleştirdi. İsrail altta kalmamak için kendi işgali altındaki bölgenin tepelerini vurdu. Bu, “Saldırırsan saldırıya uğrarsın” demekti.

İkinci önemli sonuç; ABD kayıtsızlığını bozmak zorunda kaldı. Biden yönetimi İran’a ihtiyaç olmadan başka çözümler bulunabileceği mesajını verirken Büyükelçisi Shea’nın yaptığı ilk iş, Aun’u arayıp Lübnan’a Ürdün’den elektrik ve Mısır’dan doğalgaz nakledilmesi için onay verdiklerini iletmek oldu. Hizbullah’ı Lübnan’ın devlet olmasının önündeki temel engel olarak gören Hariri, Caca, Cemayel ve şürekâsının bu buyurganlığa diyebileceği tek bir kelime yok.

-Sinir harbi sürerken 1 Eylül’de Beyrut’u ziyaret eden bir Amerikan Kongre heyeti Lübnanlıların kulağına kar suyu kaçırmaya çalıştı. Heyete başkanlık eden Senatör Chris Murphy, "Suriye üzerinden taşınan herhangi bir yakıt yaptırımlara tabidir. Washington bunu yaptırımsız gerçekleştirmenin bir yolunu arıyor" dedi. Amerikalı senatörler, meclisteki en büyük blokun parçası ve iktidar ortağı Hizbullah’ın teröristliğine dair epey yontulmamış laf da etti.

Amerikalıların sözünü ettiği alternatif yolun nereye çıktığını cumartesi günü gördük: Şam.

Lübnan hükümeti bir yıldır Mısır doğalgazı ve Ürdün elektriğinin Suriye üzerinden Lübnan’a taşınması için arayış içindeydi. Ama Amerikalılar yaptırım tehdidini masadan kaldırmıyordu. 2011’de Suriye’ye vekâlet savaşı ile müdahale edildiğinde vurulan projelerden biri Arap Boru Hattı idi. Bugün Amerikalıların onay vermek durumunda kaldığı çözüm bu hatla ilgili. Arap Boru Hattı 2000’de Mısır, Suriye, Ürdün ve Lübnan arasında Mısır ve Suriye doğalgazının Ürdün, Lübnan ve Türkiye’ye taşınmasına yönelik geliştirilmişti. 1 milyar dolarlık yatırımdı. Anlaşmaya 2006’da dahil olan Türkiye, Kilis-Halep bağlantısı için 2008’de Şam’la anlaşmıştı. Lübnan bu hattan Ekim 2009’dan itibaren Banyas bağlantısıyla bir yıl kadar doğalgaz almıştı. Hattın zarar gördüğü söyleniyor.

Mısır’dan gelecek doğalgazın bir kısmının doğrudan Lübnan’a taşınması, bir kısmının da Lübnan’a iletilmek üzere Ürdün’deki santrallerde elektrik üretimi için kullanılması öngörülüyor. Bu öneriyi pişirmek, Lübnan’dan Şam’a kalabalık bir heyetin gitmesini gerektirdi. 10 yıl sonra Lübnan’dan ilk resmi ziyaret bu şekilde gerçekleşmiş oldu. Bu da Hizbullah’ın petrol hamlesinin dördüncü sonucu.

4 Eylül’de Şam’a giden Lübnan heyetinde Başbakan Yardımcılığı, Savunma Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı koltuklarında oturan Zeyne Aker, Maliye Bakanı Gazi Vezni, Enerji ve Su Bakanı Raymond Gacar ve Kamu Güvenliği (İstihbarat) Genel Müdürü General Abbas İbrahim yer aldı.

Suriye tarafı Lübnan’a elektrik ve doğalgaz transferinde altyapısının kullanılmasını olumlu karşıladı. Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan petrol-enerji bakanları çarşamba günü Amman’da projeyi ilerletmek üzere bir araya gelecek. Bu gelişme, birkaç Arap ülkesiyle sınırlı olsa da Suriye’ye diplomatik alana dönme şansı da sunuyor.

Amerikalıların öncesinde Ürdün ve Mısır’la görüşmeler yaptığı aktarılıyor. ABD Dışişleri Bakan Yardımcı Vekili Joey Hood, Al Hurra kanalının konuyla ilgili sorusu üzerine “Lübnan hükümeti, İran’dan petrol istemediğini açıklığa kavuşturdu” demekle yetindi. “Fakat Hizbullah istedi” diye tekrar sorulduğunda “İsteyen hükümet değil” yanıtını verdi. Gelişmeler ABD’nin yaptırımlardan Lübnan'ı muaf tutmayı kabul ettiğini gösteriyor.

İran gemilerinin ardı gelir mi bilinmez. Fakat Hizbullah’ın hamlesi Lübnan siyaseti ve ülkeyi çevreleyen dehşet dengesindeki yerini teyit ediyor. İlk raundu aldığı söylenebilir. Bu durum, Amerikan yaptırımlarının sonuç alma konusundaki berbat skorunun altını da çiziyor. (gazete DuvaR)

Şimdilik bütün öngörüler ve beklentiler koşullu cümlelerle başlamak durumunda. Fakat ABD’nin Orta Doğu’daki mesaisini azaltma konusundaki stratejik yönelimi, Rus-Amerikan temaslarının olumlu gündemi satın alması ve İran’la yeniden kurulan nükleer masa, taşları yerinden oynatma potansiyeli taşıyor.

Türkiye üç askerin yaşamını yitirdiği İdlib’e odaklanırken Suriye etrafında acayip bir trafik dönüyor.

Afganistan’dan çekildikten sonra Irak’taki muharip güçlerini de eve döndürmeye hazırlanan ABD’nin Suriye’deki askeri varlığını koruyup korumayacağının tartışıldığı bir dönemde bir dizi çapraz görüşmeye tanık oluyoruz.
ABD Merkez Kuvvetler Komutanı General Kenneth McKenzie 10 Eylül’de Rojava’yı ziyaret edip Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Genel Komutanı Mazlum Abdi’yle görüştü.
Bunun yanı sıra Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi ile ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı düzeyinde başlayan siyasi temaslara yeni bir boyut ekleniyor. Bunun için Washington’dan Rojava’ya bir davet geldi. Suriye Demokratik Meclisi Eş Başkanı İlham Ahmed, özerk yönetimdeki Arap ve Süryani temsilcilerle birlikte Moskova’da temaslarda bulunduktan sonra Washington’a gidecek. Heyet Moskova’da Suriye dosyasının iki çarı Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergey Verşinin ve Kremlin Suriye Özel Elçisi Aleksander Lavrentev ile durum değerlendirmesi yapacak.
Beri tarafta BM Suriye Özel Temsilcisi Geir Pedersen 11 Eylül’de Cenevre süreci çerçevesinde anayasa komitesiyle ilgili tıkanmayı aşmak için Şam’daydı. Suriye’de olumlu geçen bu görüşmeyi, İstanbul'da Suriye Ulusal Konseyi Başkanı Salim el Muslat ve Suriye Müzakere Komisyonu Başkanı Enes el Abde ile buluşma izledi. İstanbul’daki muhalif ekip birkaç gün önce Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile birlikteydi.
Ardından 14 Eylül’de Suriye Devlet Başkanı Beşşar el Esad gecenin bir vaktinde Kremlin’de Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin’e konuk oldu. 5 gün önce de İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid, Rus mevkidaşı Sergey Lavrov’un konuğuydu.  

Bütün bunlar, hazirandaki Putin-Biden zirvesinden sonra ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika Koordinatörü Brett McGurk’un Verşinin ve Lavrentev’le yürüttüğü temaslara paralel gelişiyor.
Rusya, Ürdün ve İsrail üçgenindeki görüşmeler de bu trafiğin bir diğer yüzünü oluşturuyor.

***

Peki, bu trafikte nedir pişmekte olan?
Esad’ın adem-i merkeziyetçi bir çözümü fırına veren açıklamasına bakınca Kürt dosyasının Washington-Moskova eksenindeki pazarlık sürecine girdiğini anlıyoruz. Elbette bu konudaki belirsizlikler sürüyor; Şam’la Kürtler arasında müzakere için ciddi bir zemin oluşmuş da değil.
Kürt kaynaklara göre McKenzie, IŞİD’e karşı SDG’ye desteğin devam edeceğini söyledi. Bunu söylemek ABD’nin Suriye’den çekilip çekilmeyeceğine dair nihai bir karara işaret etmiyor. McKenzie, IŞİD’e karşı etkili bir direniş gösteren SDG ile Taliban karşısında dağılan Afgan ordusunun hiçbir şekilde birbirine benzemediğini vurguladı. McKenzie’nin SDG’nin organize bir güç olarak her türlü saldırıya direnebileceğini söylemesi iki zıt çıkarıma açık:
Birincisi, ABD güvenilir ve istikrarlı bir gücü terk etmez.
İkincisi, kendini savunma kapasitesine sahip olduğuna göre ABD, Suriye’den de çekilebilir.
Hangisinin olacağı nihayetinde Rusya ile ABD arasında varılacak mutabakatın içeriğine bağlı. Kürtler lehine bir şeyleri temin eden bir mutabakat olacaksa bunun altında evvela şu aranır: ABD çekildikten sonra Türkiye’nin iki bölgeyi elinde tutan Barış Pınarı Harekâtı’nı Kobani, Amude, Kamışlı ve Derik’i içine alacak şekilde yani Fırat’tan Dicle’ye kadar genişletmeyeceğinin garantilenmesi. Bu da Rus-Amerikan caydırılığına bağlı. Yani Barış Pınarı Harekâtı’nı Tel Abyad (Grê Sipî) ve Ras’ul Ayn'da (Serê Kaniyê) sınırlayan bir fren etkisinin sürdürülmesi. Bu tür mutabakat mantıken özerk yönetimle Şam arasında bir muhtariyet uzlaşması için yolun açılmasını da gerektirir. Şimdilik iki taraf arasında temas var ama anlamlı müzakere yok.

***
Olası Rus-Amerikan mutabakatını şekillendirecek olan sadece Kürtlerin liderliğindeki fiili yapıya statü verilmesi değil. O yüzden burada dönüp bir de Rusya, İsrail ve Ürdün arasındaki trafiğe bakmak gerekiyor. Burada temel mesele İran Devrim Muhafızları unsurları, Şii milis güçler ve Lübnan’daki Hizbullah’ın Suriye’deki varlığı. Rusya’nın epey zamandır, İsrail’in Suriye’de İran unsurlarını vurmasına ‘cerrahi bir operasyon olması’ kaydıyla engel olmadığını görüyoruz. Bunun ötesinde Rusya, Golan’ı çevreleyen Kuneytra ile Ürdün bağlantılı Dera’da İran-Hizbullah unsurlarının olmayacağına dair güvenceler verdi. Bu sayede güney cephesinde alttan alta körüklenen silahlı isyan halini bitirmek için muhaliflerle 3 yıl sonra yeni bir anlaşma çıkardı. Bu çerçevede birkaç gün önce Rus askeri polisi ve hükümet güçleri Dera’nın sorunlu mahallelerine girdi. Süreç silahların teslimi ve direnenlerin bölgeden çıkarılması şeklinde iki seçenek üzerinden yürütülecek. Bu neden önemli? Eğer Rusya, ABD ve İsrail’i temin ediyorsa ki o zaman güney cephesinde sükûnet hasıl olabilir, taraflar bu kez Fırat’ın doğusu ile İdlib’e odaklanabilir.

Bu tür süreç sadece Rusya-Amerika-İsrail arasındaki pazarlıklara değil Şam-Tahran-Moskova üçgeninde nasıl bir denge kurulacağına bağlı. Çatışma sürecini geride bırakıp ulusal uzlaşı, yeniden inşa ve mültecilerin geri dönüş planlarına geçebilmek için İran’ın geriletilmesi ve İsrail’in güvenliğinin temini şartının ABD açısından kritik bir eşik olduğu ortada. ABD’nin Kürtlere desteği ya da sahada kalması da önemli ölçüde bu hesaplarla bağlantılı. Lavrov Lapid’i ağırlarken İsrail’in güvenliğini Suriye’deki çözüm sürecinin içinde ele aldıklarını belirtti; “Rusya, İsrail’in Suriye’ye saldırmasına karşıdır. Aynı şekilde İsrail’in Suriye topraklarından hedef alınmasına da karşıdır. Biz Suriye’nin diğer ülkeler arasında bir çatışma alanı haline gelmesine karşıyız” dedi. Bu yaklaşımla Rusya kendisini İran’ı geriletecek güç olarak konumlandırıp diyalogun önünü açıyor.

***
Cenevre sürecinin geleceği de Rus-Amerikan diyalogunun ilerletilmesinin diğer ayağında yer alıyor. Burada da sahadaki askeri varlığı, yedeklediği milis güçler ve İstanbul merkezli muhalifler sayesinde kendi koşullarını dayatabilen Türkiye ile nasıl bir pazarlığa girileceği önem kazanıyor. ABD, SDG’ye destek vererek Ankara’yı kızdırsa da Türkiye’yi teskin edecek bazı tercihlerde bulunuyor: Irak tarafında PKK’ye karşı operasyonlara destek veriyor; Suriye’de Barış Pınarı Harekatı’nı durduran 17 Ekim 2019 mutabakatının garantörü olduğu halde Tel Ebyad ve Ras’ul Ayn’dan Ayn İsa ve Tel Temir taraflarına saldırıları durdurmuyor; insansız hava araçlarıyla düzenlenen suikastlara ses çıkarmıyor; Kürtlerin işbirliğinin siyasi ayağının eksik kaldığı eleştirilerine rağmen tatmin edici açılım yapmıyor; özerkliğin geleceğine dair taahhütte bulunmuyor; Kürtlerin Cenevre sürecine katılmasına dair ağırlığını kullanmıyor. Fakat Amerikan yönetimi hem Kongre ve kamuoyunda Kürtlerin Türkiye’nin insafına terk edilmesi konusundaki hassasiyeti hesaba katıyor hem de NATO ortağını gücendirmek istemiyor. Ortaklığın çerçevesini IŞİD’e karşı mücadele olarak sınırlayıp Kürtlerle ilişkisine siyasi boyut katmıyor ve özerkliğin geleceğini temin edecek taahhütler altına girmiyor. Yani lafı yuvarlak bırakıyor ki istediği yere yuvarlanabilsin.
Buna karşın normal koşullarda Rusya özerklik fikrine Amerikalılardan daha yakın. Şam’ı bu konuda cesur olmaya itecek şey de Amerikan tehditleri değil Rus teşvikleri. Burada da Türk-Rus çıkar ilişkileri bozucu faktör olarak duruyor. Türkiye, Rusya’nın da hesaba katmak durumunda olduğu bir aktör.
Fakat Rusya açısından Türk askeri varlığı çok boyutlu kullanım imkanı sunsa da Suriye’nin bütünlüğünün tesisinin önünde Fırat’ın doğusundaki yapıdan daha ciddi bir engel. Rusya, Cenevre sürecinin ilerletilmesinin kördüğümün çözümünde bir aşama olacağını düşünüyor.
Putin’in Esad’a verdiği mesajlar iki açıdan önemliydi. Birincisi, “Ortak çabalarımızla Suriye topraklarının büyük çoğunluğu kurtarıldı. Teröristler ağır kayıplar verdi ve sizin liderliğinizde Suriye hükümeti toprakların yüzde 90’ını kontrol ediyor” diyerek Fırat’ın doğusunu hükümetin kontrolüne girmiş saydı. Geri kalan asıl sorunu “hükümetin daveti ve BM yetkisi olmayan yabancı güçler” olarak koydu. Yani ABD ve Türkiye’yi iğneledi. Bu arada İdlib’de Ankara’yı köşeye sıkıştıracak hamlelerin geldiğini de görüyoruz. Mesajın ikinci kısmı Esad’a yönelikti: “(İyileşme ve hayata dönüş süreci için) siyasi muhaliflerinle diyalog kurmak dahil çok şey yaptığını biliyorum.”
Putin olmasını istediği şeyi olmuş gibi söyledi. Pedersen’ın Şam’a gidebilmesi bile ancak Rusların Esad’ın kulağına bir şeyler fısıldamasıyla mümkün olabildi!

***
Şimdilik bütün öngörüler ve beklentiler koşullu cümlelerle başlamak durumunda. Fakat ABD’nin Orta Doğu’daki mesaisini azaltma konusundaki stratejik yönelimi, Rus-Amerikan temaslarının olumlu gündemi satın alması ve İran’la yeniden kurulan nükleer masa, taşları yerinden oynatma potansiyeli taşıyor. Dera’daki mutabakat, Sezar Yasası’nı delecek şekilde Mısır doğalgazı ve Ürdün elektriğinin Suriye üzerinden Lübnan’a taşınması planı, İran petrol gemilerinin Suriye ve Lübnan için Tartus limanına yanaşması ve yazının girişinde sıraladığım görüşme trafiği Biden yönetiminin farklı bir şeyi denediğine işaret ediyor. Bütün bunlar hâlâ birbirine çok uzak duran farklı düğümlerin uçları. Buluşmaları zaman ve çaba alacak.

Cumhurbaşkanı Ayetullah Reisi, İran İslam Cumhuriyeti yükümlülüklerine bağlı olduğunu, ancak Amerika ve Avrupa karar alma krizi yaşadıklarını vurguladı.

 İslam İnkılabı Lideri imamHamanei bu sabah 35. Uluslararası İslami Vahdet konferansının konuklarını ve nizamın önde gelen yetkililerini kabul etti.
Görüşmenin başında kısa bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Ayetullah Reisi, İran İslam Cumhuriyeti’nin dış politikasını başta komşuları olmak üzere tüm dünya ile teamülde bulunma şeklinde ifade etti.
Reisi, Tahran yönetimi ülke ekonomisini nükleer müzakerelere ve benzeri düğümlere endekslemeyeceğini, İran İslam Cumhuriyeti yükümlülüklerine bağlı olduğunu, ancak Amerika ve Avrupa karar alma krizi yaşadıklarını vurguladı.

Cumhurbaşkanı Reyisi, İslam ülkeleri liderlerini kutladı

 İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ayetullah Seyyid İbrahim Reyisi, İslam Peygamberinin kutlu doğum günü dolayısıyla İslam ülkeleri liderlerine tebrik mesajları gönderdi.

Ayetullah Reyisi mesajlarında İslam ülkelerinin İslami ortaklıklara dayanarak ve iradeleri ile kalıcı ve güçlü ilişkiler için daha ciddi adımlar atmasını temenni etti.

Cumhurbaşkanı Reyisi mesajında İslam ülkeleri ve halklarını Hz. Mohammad’in doğun günü ve Vahdet Haftasından dolayı tebrik etti.

 İslam İnkılabı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamenei, Siyonist rejimle ilişkilerini normalleştiren İslam ülkelerinin bu hatalarını telafi etmelerini istedi.

İmam Hamenei, İslam Paygamberinin kutlu doğum gününde üst düzey yetkililer ve Vahdet Konferansına katılan misafirleri kabullerinde yaptığı açıklamada bu konuyu belirtti.

İmam Hamenei, bazı bölge ülkelerinin Siyonist rejimle ilişkilerini normalleştirme eylemlerinin günah ve büyük hata olduğunu ve bu devletlerin bu İslam vahdeti yoldan dönmelerini istediler.

İmam Hamenei, İslami Vahdetin ilkesel ve Kuran-I bir konu olduğunu ve bu yüksek hedefin gerçekleşmesinin ve yeni İslami medeniyetin kurulmasının Şii ve Sünni birliği ile mümkün olacağını ifade etti.

İslam ümmetinin günümüzde ‘’ İslami genellemesi hakkını eda etmek’’ ve ‘’ Müslümanlar Vahdeti’’ ilahi görevi olduğunu ifade eden İmam Hamenei, ‘’ Siyası ve maddi güçler eskiden İslamın tüm insanlık hayatı için programı olan bir dinden ziyade ferdi ve kalbi bir din olduğunu inandırmaya çalıştılar ve bu yönde kendi teorisyenler vasıtası ile bunu pekiştirmek istemektedirler.’’ dedi.

İslam’ın alanının insanların kalbilden başlayıp tüm siyasi, sosyal, ekonomik, uluslararası, güvenlik alanlarında olduğunu ifade eden İslam İnkılabı Rehberi, bunu inkar edenlerin Kuran-I Kerim’in ayetlarına dikkat etmediklerini ifade etti.

İslami Vahdetin ilkesel bir konu oluğunu taktik bir mesele olmadığını ifade eden Ayetullah Hameni, bunun Müslümanların elini güçlendirdiğini ve Müslümanların İslam dışı ülkelerle irtibatlarında ellerinin dolu olması ile işbirliğibe girmelerini sapladığını ifade etti.

‘’ Bugün Şii ve Sünni kelimeleri ABD’nin siyasi edebiyatına girmiştir, hal buki bu ülkeler İslam’a temelden karşıve düşmandırlar. ‘’ diye İmam Hamenei, ABD ve yandaşlarının İslam dünyasında fitne çıkarma isteklerine işaretle, ‘’ Afganistan’daki camilerde ve Müslüman halk aleyhine gerçekleşe edef verici patlamalar bu olaylardandır, bunlar IŞİD eli ile yapılmıştır ve ABD açık şekilde IŞİD’I yarattığını itiraf etmiştir.’’ dedi.

Müslümanlar için ana belirleyici unsurun Filistin meselesi olduğunu ifade eden İslam İnkılabı Rehberi, Filistinlilerin haklarının ihyası için daha fazla ciddiyet göstermenin İslami Vahdetin gçlenmesine senep olacağını belirtti.

Rebiülevvel ayının 17. günü İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) ve değerli torunları İmam Cafer Sadık'ın (a.s) kutlu doğum günleridir.

Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybetü’l- hamd, Amir) b. Haşim (Amrü’l- Ula) b. Abdümenaf (Muğayre) b. Kusay (Zeyd) b. Kilab (Hekim) b. Mürre b. Ka’b b. Lüey b. Galib b. Fihr (Kureyş) b. Malik b. Nadr (Kays) b. Kinane b. Huzeyme b. Müdrike (Amr) b. İlyas b. Mudar b. Nizar (Haldan) b. Mead b. Adnan (a.s) [1]

Künyeleri: Ebü’l Kasım ve Ebu İbrahim’dir.[2] Bazı lakapları şunlardan ibarettir: Mustafa, Habibullah, Safiyullah, Nimetullah, Hayrahalkillah, Seyyidi’l-Mürsel’in, Hatemü’n- Nebiyyin, Rahmeten Lil-Âlemin, Nebiyyi’l- Ummi.[3] İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.a) annesi, Veheb b. Abdümenaf b. Zühre b. Kilab’ın kızı Âmine’dir. Oğlu Hz. Muhammed (s.a.a) altı yaşında (bir görüşe göre dört yaşında) iken akrabalarının (Abdülmuttalib’in anne tarafı) yani Beni Adî b. Neccar’ın onu görmesi için Medine’ye bir seyahat gerçekleştirdi. Mekke’ye dönüşü sırasında Otuz yaşında iken “Ebva” denilen yerde hayatını kaybetti ve orada defnedildi.[4]

Allame Meclisi şöyle diyor: İmamiye Şiasının, Ebu Talib (Hz. Peygamberimizin amcası ve Hz. Ali'nin babası), Veheb kızı Âmine (Hz. Peygamberimizin annesi), Abdullah b. Abdülmuttalib (Hz. Peygamberimizin babası) ve Resulullah’ın Hz. Âdem’e (a.s) kadarki ecdadının tamamının imanına icması vardır.[5]

 Doğumu
Ana Madde: Hz.Muhammed'in Doğumu
Hz. Peygamberin (s.a.a) doğum yılı bugünkü takvim ile net olarak belli değildir. İbn Hişam gibi bazı oryantalistler onun doğumunun fil yılında olduğunu yazmışlardır. Bu tarih, Ebrehe'nin filleri ile birlikte Kâbe’yi yıkmaya geldiği yıl olarak bilinmektedir. Bu hadiseye şahitlik edenler için bu tarih açık olsa da, tarihteki birçok olay, bugün kullandığımız takvime göre gün, ay ve yıl olarak tam hesaplanamamaktadır. Çünkü tarihçiler Hz. Peygamberin (s.a.a) vefatını 632 olarak belirtmişlerdir ve Resulullah (s.a.a) vefat ettiğinde 63 yaşındaydı, dolayısıyla doğumunun 569–570 arasında olması gerekir.[6]

İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.a) doğumu Şia’nın görüşüne göre 17 Rebiülevvel, Ehlisünnetin görüşüne göre ise 12 Rebiülevveldir.[7] İran'da 12 ile 17 Rebiülevvel arası Şia ve Sünniler arasında vahdet haftası olarak kutlanmaktadır.

Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) Mekke'de dünyaya gelmiştir. Bazı kaynaklar göre ise Şi'b-i Ebu Talib'de, Muhammed bin Yusuf'un evinde dünyaya geldiği yönündedir.[8]

Ana Madde: Hz. Muhammed'in Çocukluğu
Tarihçiler Hz. Muhammed’in (s.a.a) yaşamı hakkında çeşitli öykü ve hikâyeler yazmışlardır, ancak bunları kesin belge ve senetlere dayandırdığımızda tarihi hakikatleri öykülerden ayırt edebiliriz. O yıllarda yaşanmış olayları, sadece Kur’an ve sünnet (rivayetler) belgeleri aydınlatabilir. Ancak Kur’an bu konu hakkında yalnızca kısa değinmelerde bulunmuştur. Bu değinmeler ve tarihçilerin yazmış olduğu ve üzerinde hemfikir oldukları şey, Hz. Muhammed’in (s.a.a) çocukluk dönemini yetim olarak geçirdiğidir.[9]

Babası Abdullah (a.s), Beni Zühre kabilesinin reisi Veheb’in kızı Âmine ile evlendikten birkaç ay sonra ticaret seferlerinin birisinde Şam’dan döndüğünde Yesrib’de hayatını kaybetti. Bazı tarihçiler Abdullah’ın (a.s), Hz. Muhammed (s.a.a) dünyaya geldikten birkaç ay sonra öldüğünü yazmışlardır. Her hâlükârda Hz. Muhammed (s.a.a) süt emme dönemini Beni Sa’d kabilesinden Halime adlı bir kadının yanında geçirmiştir. Altı yaşında annesini kaybetti ve dedesi Abdülmuttalib onun bakımını üstlendi. Sekiz yaşında iken Abdülmuttalib hayatını kaybetti ve bunun üzerine Hz. Muhammed'in (s.a.a) bakımını amcası Ebu Talib üstlendi.[10]

Ebu Talib’in (a.s) evinde, eşi Fatıma bint Esed (s.a) tarafından oldukça şefkat ve ilgi görmüştü. Nitekim kendisi vefat ettiğinde, Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bugün annem vefat etmiştir.” Onu kendi kıyafeti ile kefenlemiş ve kabre koyarak kabrinde uzanmıştır. Ona "Ey Allah’ın Resulü! Fatıma için çok iç geçiriyorsun" dediklerinde, şöyle buyurmuştur: “O gerçekten benim annemdi. Kendi çocukları aç dururken önce benim karnımı doyururdu. Kendi çocuklarının üstleri başları tozlu topraklı dururken önce beni yıkar ve saçımı başımı düzeltirdi, gerçekten benim annemdi.”[11]

Şam’a İlk Yolculuğu ve Nasrani Rahibin Öngörüsü ve Kehaneti
Tarihçilere göre Hz. Muhammed (s.a.a) çocukluk döneminde amcasının Şam’a yaptığı yolculuklarının birinde ona eşlik etmiştir. Busra denilen yerde Bahira adlı bir rahip ondaki peygamberlik alametlerini görerek amcasından onu gözetmesini ve özellikle ona düşmanlık eden Yahudilerden onu korumasını istemiştir. Tarihte belirtilen olaya göre kervan Bahira’nın yanından ayrıldıktan sonra Bahira, Hz. Muhammed’in (s.a.a) yanına giderek şöyle demiştir: "Lat ve Uzza hakkı için sana soracağım sorulara cevap ver!" Hz. Muhammed (s.a.a): “Benden Lat ve Uzza hakkı için bir şey isteme, çünkü hiçbir şeyden bu iki puttan nefret ettiğim kadar nefret etmiyorum” der. Bunun üzerine Bahira, ondan Allah hakkı için kendisine cevap vermesini ister.[12]

Hilfü’l -Fudul (Erdemliler İttifakı)
Hz. Muhammed’in (s.a.a) evliliğinden önceki önemli olaylardan birisi de “Hilfü’l- Fudul” adlı anlaşmaya katılmasıdır. Bir grup Mekkeli “tüm mazlum ve güçsüzleri koruyup haklarını kollamak” için aralarında bir anlaşma yapmışlardı. Hz. Peygamber (s.a.a) de bu anlaşmayı sonraları övmüş ve eğer yine onu böyle bir anlaşmaya çağıracak olurlarsa onlara katılacağını söylemiştir.[13] (Bkz. Peygamberin (s.a.a) çocukluğu)

İkinci Şam Yolculuğu
Hz. Muhammed (s.a.a) yirmi beş yaşında iken amcası Ebu Talib (a.s) ona şöyle dedi: "Kureyş kervanı ile Şam’a gitmek için hazırlık yap. Huveylid kızı Hatice (s.a), kendisi için ticaret yapmaları ve kârından onu da ortak etmeleri için akrabalarından bazılarına sermaye verdi. Eğer istersen seni de kabul edecek." Sonra Hatice’ye (s.a) konuyu açtı. O da bunu kabul etti. İbn İshak’ın rivayet ettiğine göre Hatice (s.a), Hz. Muhammed’in (s.a.a) emanete riayetini ve büyüklüğünü bildiği için ona eğer benim malımla ticaret etmek istersen payını başkalarından daha çok vereceğim, diye haber gönderdi.[14]

Hz. Hatice (s.a) bu ticaretten oldukça çok kazanç elde etti. Emanet, doğruluk ve dürüstlükte meşhur olan bir adamla ticaret yapmıştı. Bu ticaret seferinden sonra Hz. Hatice (s.a), Hz. Muhammed’le (s.a.a) evlendi.

Evlilik
Evlilik sırasında Hz. Muhammed (s.a.a) yirmi beş, Hz. Hatice’nin (s.a) ise kırk yaşında olduğu yazılmıştır, ancak Hz. Hatice’nin (s.a) dünyaya getirdiği çocukları dikkate alacak olursak, yaşının daha az olduğu muhtemeldir. Arap tarihçilerin onun kırk yaşında olduğunu yazmaları, bu yaşın kâmil bir yaş olmasındandır.[15] Hz. Hatice (s.a), Hz. Muhammed (s.a.a) için çocuklar dünyaya getirdi. Erkek çocukları küçükken öldüler, kız çocukları arasında ise en tanınanı Hz. Fatıma'dır (s.a).

Hz. Hatice (s.a) yirmi beş yıl kadar Hz. Resulullah’la (s.a.a) birlikte yaşadı. Bi’setin onuncu yılı altmış beş yaşında iken, Haşim oğullarının Şi’bi Ebi Talib’ten dışarı çıkışlarının üzerinden bir yıl altı ay geçtikten sonra hayatını kaybetti. Hz. Hatice’nin (s.a) vefatından sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Zem’a b. Kays’ın kızı Sevde ile evlendi. Hz. Peygamberin (s.a.a) sonraki eşleri şunlardır: Ayşe, Hafsa, Zeynep bint Huzeyme b. Haris, Ümmü Habibe bint Ebu Sufyan, Ümmü Seleme, Zeynep bint Cahş, Cuveyriye bint Haris b. Ebi Zirar, Safiye bint Hayy b. Ehteb, Meymune bint Haris b. Hazn, Mariya bint Şemun.[16]

Çocukları
Hz. Resulü Ekrem'in (s.a.a) İbrahim dışındaki tüm çocukları Hz. Hatice'dendir (s.a). İbrahim, Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) Mâriya adlı eşindendir. Allah Resulünün (s.a.a) Hz. Fatıma (s.a) dışındaki çocuklarının tamamı Efendimiz (s.a.a) hayatta iken hayatlarını kaybetmiş ve Efendimiz'in (s.a.a) soyu Hz. Fatıma (s.a) aracılığı ile devam etmiştir. Resulullah'ın (s.a.a) toplamda üç erkek, dört kız çocuğu olmuştur:

Kasım (Allah Resulünün ilk çocuğudur. 2 yaşında iken Mekke’de ölmüştür)
Zeynep (Hicretin 8. yılında Medine’de vefat etmiştir)
Rukiye veya Rukayye (Hicretin 2. yılında Medine’de hayatını kaybetmiştir)
Ümmü Gülsüm (Hicretin 9. yılında Medine’de ölmüştür)
Hz. Fatıma (Hicretin 11. yılında Medine’de hayatını kaybetmiştir. Efendimizin soyu yalnızca Hz. Fatıma ile sürmüştür)
Abdullah (Bi’setten hemen sonra Mekke’de dünyaya gelmiş ve orada ölmüştür)
İbrahim (Hicretin 10. yılında Medine’de ölmüştür)[17]
 

Nesep, Künye ve Lakapları
Cafer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebu Talip (a.s), Şiaların altıncı İmamı ve Müminlerin Emiri’nin soyundan gelen beşinci imamdır. Künyesi Ebu Abdullah ve en ünlü lakabı ise “Sadık”tır. Öteki lakapları ise, şunlardan ibarettir: Sabır, Tahir ve Fazıl. Ancak Şia bile olmayan kendi asrındaki fakih ve muhaddisler, onun hadisteki doğruluğundan ve rivayetleri nakletmesindeki sadakatinden dolayı onu övdüklerinden “Sadık” lakabı ile şöhret bulmuştur.[5]

Annesinin adı Fatıma veya Garibe, künyesi ise Ümmü Ferve’dir.[6] Ümmü Ferve, Kasım b. Muhammed b. Ebu Bekir’in kızıdır.[7]

İmam Cafer Sadık (a.s) Dünyaya Gelişi 
İmam Cafer Sadık (a.s), hicretin 83’üncü yılında Medine’de dünyaya geldi ve h. 148. yılında 65 yaşında iken orada şehit edildi. Babası İmam Muhammed Bakır (a.s), dedesi İmam Seccad (a.s) ve büyük amcası İmam Hasan’ın (a.s) yanında Cennetü’l Baki mezarlığında defnedildi.[8] Dünyaya geliş tarihini 17 Rebiülevvel ve şehadetini ise 25 Şevval olarak belirtmişlerdir. Şehadet günü için Recep ayı veya Şevval ayının ortasını da nakletmişlerdir.

Bazı tarihçi ve tezkire yazarları dünyaya gelişini hicretin 80’ninci yılında,[9] İbni Kuteybe ise, şehadetini hicretin 146. yılında olduğunu belirtmiştir.[10] Ömrünün 12 yılını dedesi (İmam 

 Razi serum ve aşı müessesesinin geliştirdiği Cov Pars aşısı Sözcüsü Muhammed Hüseyin Fellah Mehrabadi, ürettikleri aşı yüzde 80 koruma sağladığını açıkladı.

 Sözcü Mehrabadi, Cov Pars aşısından şimdiye kadar 5 versiyonu üretildiğini ve hepsi müessese  ve Gıda ve İlaç Kurumu tarafından test edildiğini belirtti.
Aşının ilk iki versiyonunun testleri tamamlandığını belirten Mehrabadi, bu aşılardan yaklaşık 1.5 milyon doz kullanıma hazır olduğunu, Sağlık Bakanlığı bu aşıları teslim alıp uygulayabileceğini kaydetti.
Mehrabadi, dünyada üretilen aşılardan ancak protein tabanlı olanların hatırlatma dozu olarak kullanılabileceğini, Cov Pars aşısı da bu aşılardan biri olduğunu ifade etti.
Mehrabadi ayrıca, şimdiye kadar üç ülke bu aşıya talip olduğunu, bu ülkelerden biri 50 milyon doz aşı sipariş ettiğini belirtti.

 İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakan Müşaviri Ali Esğer Khaji, Türkiye Dışişleri Bakanlığı Genel Müdürü Selçuk Ünal ile Suriye’deki son gelişmeleri masaya yatırdı.

Cenevre’de düzenlenen Suriye Anayasa Komitesi toplantılar için İsviçre’de bulunan taraflar Suriye’deki son gelişmeler hakkında görüştüler.

Khaji görüşmede Suriye Anayasa Komitesinin Astana Süreci çerçevesinde düzenlendiğini ve görüşmelerin Suriye halkının istekleri ve yabancı müdahalaleri olmaksızın yapılması gerektiğini söyledi.

Khaji, İdlib gelişmeleri ile ilgili, ‘’ Eğer Astana süreci çerçevesinde varılan anlaşmalar uygulanırsa bir çok sorun çözülecektir ve İdlib’deki sorunun daimi ççözümü oranın teröristlerden ve silahlı gruplardan temizlenmesi ve oradaki egemenliğin Suriye hükümetine geri dönmesi ile mümkün olacaktır.’’ dedi.

Ünal da komite görüşmelerinin Suriye millet menfaatleri çerçevesinde iyi sonuçanmasını temenni etti.

İran'dan dış müdahale olmadan Suriye'de Anayasa'nın hazırlanmasına vurgu

 Dışişleri Bakan Yardımcısı Ali Asger Haci, BM Genel Sekreteri'nin Suriye Özel Temsilcisi ile yaptığı görüşmede, ülke için ulusal diyalog yoluyla dış müdahale olmaksızın bir anayasa taslağı yapılması gerektiğini vurguladı.

Haci, BM Genel Sekreteri Suriye Özel Temsilcisi Pettersen ile Cenevre'de yapılmakta olan Suriye Anayasa Komitesi'nin 6'ncı toplantısı konusunu ele aldı.

Bu Toplantı sırasında Pettersen, bu tur görüşmeleri olumlu bir şekilde değerlendirerek, 'Muhalefet ve Suriye hükümeti arasında yapıcı görüşmeler gerçekleşti ve bu tur görüşmelerde ilerleme görmeyi umuyoruz' dedi.

Suriye Anayasa Komitesi'nin altıncı toplantısının olumlu sonuçlarını memnuniyetle karşılayan Dışişleri Bakan Yardımcısı Haci ise BM Suriye Özel Temsilcisi'nin çabalarına İran İslam Cumhuriyeti'nin desteğini vurguladı.

Suriye Anayasası'nın Suriye ulusal diyaloğu yoluyla dış müdahale olmadan gerçekleşmesi gerektiğinin altını çizen Haci, 'Bu süreci Astana formatında destekliyoruz. Suriye halkına yönelik baskıcı yaptırımların kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz ve Birleşmiş Milletler'i insani yardım ve ülkenin yeniden inşası için olanaklar sağlamak için çalışmaya davet ediyoruz' diye ekledi.

 İslami İran Yol Bakım ve Ulaştırma Kurumu bir genelge yayımlayarak, İran’ın Azerbaycan Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne her zamanki gibi saygı duyduğunu bir kez daha ortaya koydu.


İslami İran Yol Bakım ve Ulaştırma Kurumu bir genelge yayımlayarak, İran’ın Azerbaycan Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne her zamanki gibi saygı duyduğunu bir kez daha ortaya koydu.
Kurumun bu yönde yayımladığı ikinci genelgesi olan yeni genelgede, nakliyat firmaları Azerbaycan Cumhuriyeti ile Ermenistan arasında yaşanan 44 günlük savaşın ardından sınırlarda meydana gelen değişikliklere dikkat etmeleri ve bu ülkelerin hassasiyetlerine uymaları istendi.
Genelgede, İran İslam Cumhuriyeti Azerbaycan Cumhuriyeti devleti ve milleti ile ilişkilere verdiği önem çerçevesinde sağduyulu davranarak ortaya çıkan anlaşmazlığı barışçıl bir şekilde gidermek üzere adım attığı ve karşı taraftan da aynı yöntemi izlemesi beklendiği kaydedildi.
Genelgede İranlı nakliyat firmaları ve kamyonu şoförleri Ermenistan üzerinden Laçin ve Karabağ bölgesine geçmemeleri konusunda uyarıldı.

İran büyükelçiliği Aliyev’in suçlamalarına cevap verdi
FHA- İran’ın Ermenistan büyükelçiliği Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Ermenistan ve İran’ı Avrupa’ya uyuşturucu madde kaçakçılığı ile suçlamasına cevap verdi.
FHA- İran’ın Erivan büyükelçiliği, Aliyev’in geçen gün bağımsız devletler topluluğu liderler zirvesinde Ermenistan ve İran’ı Karabağ bölgesini kullanarak Avrupa’ya uyuşturucu madde kaçakçılığı yaptıkları ile suçlamasına cevap verdi.
İran büyükelçiliği Armen Press’in talebi üzerine verdiği cevapta, birçok ülke İran İslam Cumhuriyeti’nin uyuşturucu madde kaçakçılığına karşı verdiği mücadeleden bihaber olduğunu belirtti.
İran büyükelçiliği, Aliyev’in bu suçlaması, İran İslam Cumhuriyeti son kırk küsur yılda uyuşturucu madde kaçakçılığı ile mücadelede binlerce şehit ve gazi ile başta BM olmak üzere uluslararası ilgili kurum ve kuruluşlardan büyük takdir topladığı halde ileri sürüldüğünü vurguladı.

İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ayetullah Seyyid İbrahim Reyisi yabancı ülkelerin bölge halkının iyiliğini istemediğini belirterek, komşularla ilişkilerin İran için öncelik olduğunu e Siyonistlerin İran ile komşuları arasındaki ilişkileri zedelenmesine izin vermeyeceklerini söyledi.

Ayetullah Reyisi, Doğu ve Batı Azerbaycan illerinin valileri ve milletvekilleri ile yaptığı görüşmede bu konuyu belirtti.

Ayetullah Reyisi, ‘’ Yabancılar bölgede yayılmacı politikalarının peşindeler ve biz Siyonistlerin komşularımızla ilişkilerimizi zedelenmesine izin vermeyeceğiz. ‘’ dedi.

Cumhurbaşkanı Reyisi, ‘’ İyi komşuluk, ekonomik ve ticari irtibat ve sınır pazarlarının faal hele gelmesi İran’ın politikalarındandır ve komşularımızla ticaret ve ekonominin gelişmesi ve bölge ülkelerle daha fazla irtibata yardımcı olur.’’ dedi.