
کارگر
ABD ve İran Nasıl Bir Anlaşma Peşindeler
Biden hükümeti Nükleer Anlaşmaya dönmeyi planlıyor. Trump yönetimi de Nükleer Anlaşmaya dönmek istedi ancak İran'ın istediği Nükleer Anlaşma, onların istediğinden farklı.
- İran İslam Cumhuriyeti 2015 yılında bir anlaşma yaptı ve bu anlaşmada ısrar ediyor. İran, 2015 yılında yapılan Nükleer Anlaşmanın korunmasını vurguluyor.
- Obama, Trump, Biden ve hatta ABD’nin sonraki başkanlarının her biri 2015 yılındaki Nükleer Anlaşmayı değil, farklı bir Nükleer Anlaşmayı istiyorlar. Eğer bu yıl anlaşmaya varılırsa 2021 Nükleer Anlaşmasını isteyecekler, eğer bir sonraki yıl anlaşmaya varılırsa 2022 Nükleer Anlaşmasını isteyecekler. Yani hem Nükleer Anlaşma metninin gözden geçirilmesinin mümkün olmasını istiyorlar, hem de Nükleer Anlaşmayı İran’la nükleer anlaşma dışındaki müzakereler için bir fırsat olarak görüyorlar.
- Amerika Birleşik Devletleri için nükleer konu en tehlikeli meseledir ve bu konudan sonra füzeler, demokrasi ve insan hakları ile ilgilenilmelidir. Şu anda ABD hükümeti Nükleer Anlaşmaya dönmek istiyor, ancak Nükleer Anlaşma ABD’nin nezdinde farklı. Ancak İran hala 2015 yılındaki Nükleer Anlaşmada ısrar ediyor. Amerikalılar ise farklı bir Nükleer Anlaşma istiyorlar.
- Amerika Birleşik Devletleri'nde roller bölünmüştür ve iyi ve kötü polis olarak ayrılmıştır. Bazıları sert konuşur, bazıları daha sakin bir duruş sergiler.
- Amerikalı yetkililerin bu çelişkili duruşlarından bazıları, ihtilaftan kaynaklı değil, senaryodur. Birçok kez perde arkasında birlikte anlaşmaya varıp karşı tarafa farklı mesajlar vermişlerdir. Bu nedenle örneğin Blinken, Sullivan vb. arasında hiçbir fark yoktur.
ABD’nin İran’a karşı hedefi
- ABD'nin amacı İran'ın nükleer silah edinmemesidir. Nükleer Anlaşmaya göre İran nükleer silah edinebilirdi ama nükleer kaçış dedikleri fırsat bir yıl olmalıdır. İran'ın şimdi iki veya üç hafta içinde olacağını söyledikleri Nükleer Anlaşmaya yeniden dönüşü, yine bir yılı bulacaktır.
- Bu, yani Nükleer Anlaşma taahhütlerine göre santrifüjlerin yeniden eski halini alması ve uranyum rezervlerinin azaltılması gerektiği anlamına gelir.
- Amerikalılar hatta sözlü de olsa İran'ın evet yanıtını vermesini istiyor; Yani İran’ın, Nükleer ve nükleer olmayan meseleleri, yeniden müzakere etmeye hazır olduğunu söylemesini istiyor.
- Karşı taraf İran'ın hem ABD hem de bölgedeki müttefikleriyle gerilimi azaltmayı kabul etmesini ve en azından bu yönde ilerlemesini bekliyor. İsrail veya ABD rejimlerinden söz edilmiyor, ancak Suudi Arabistan, BAE, Mısır, Ürdün vb. hakkında gerilimin azaltılması bekleniyor. Elbette İran da bunun karşılığında, bölgedeki bu tehditlerin, İran'a yönelik ittifakların ve bölgedeki İranofobinin azalmasını bekliyor.
Obama yönetimi ile Biden arasında fark yok
- 2015'te John Kerry'ye “10 yılın ardından İran, yeni santrifüj kullanmada herhangi bir kısıtlaması olmadığını söylerse ne yapacaksınız” diye soruldu. John Kerry çok rahat bir şekilde şunu söyledi: “Bunu zamanı gelince düşünürüz ve yaptırımları geri getiririz.” Bu, Obama yönetimi ile Biden arasında hiçbir fark olmadığı anlamına geliyor.”
- Cumhuriyetçiler şöyle diyor: “İran'la olan sorun kesin olarak çözülmelidir ve eğer nükleer konuda İran'la bir anlaşmaya varırsak İran'a daha cesur olması için bir şans vermiş oluruz.”
- Pompeo'nun 12 şart öne sürdüğünü ve “Bütün bunları konuşup buna bir çözüm bulalım” dediğini gördük ama demokratların hükümeti böyle değildir; Demokratlar adım adım ilerlenmesi gerektiğine inanıyorlar.
İran heyetinin Viyana görüşmelerinde belirlediği şartlar ise şöyle: Nükleer anlaşmayla ilgili yaptırımların kaldırılması, yaptırımların kaldırıldığının doğrulanması, ABD’nin çekilmeyeceğine dair garantinin alınması, İran’a tazminat ödenmesi ve tüm tarafların anlaşma kapsamındaki yükümlülüklerine geri dönmesidir.
Suriye Üzerinden Mezhepçi Olmakla İran'ı Suçlamak
Kadim dostlarımızın bazıları Suriye iç savaşına "müdahil" oldu diye İran'ı mezhepçilikle suçluyorlar. İşte efendim Merhum Humeynî, "La Sünniyye, la Şiiyye, sevre sevre İslâmiyye" diyerek asla mezhepçilik yapmadı ancak İmâm'dan sonra bugün İran siyasetinin geldiği nokta mezhepçi, takiyeci ve Fars milliyetçiliğidir" diyorlar. Bu gerekçelerini ise Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad'ın Nusayri Alevisi olduğuna bağlıyorlar. İtiraz ettikleri husus ise "Suriye'deki muhalif Sünni gruplar tam Esad'ı devireceklerdi İran mezhebî saikle hareket ederek Suriye'ye müdahale etti ve zalim Esad'ın devrilmesine engel oldu."
Birçok sebepten dolayı Suriye meselesine bu zaviyeden bakmak oldukça yanıltıcıdır, zira orada Sünni olduğu sanılan eli silahlı grupların Sünnilikle bir alakası yok. Çünkü Sünni fıkhında yönetim gayri meşru olsa da asker ve polise kurşun sıkılmaz, zira asker de polis de müstevli değil Müslüman ahalinin evlâtlarıdır. Silahlı muhalif gruplar 1982'de vuku bulan Hama katliamında da bu yanlışı yaptılar. Merhum Mehmet Akif Ersoy'un ifade ettiği gibi, "Eğer ibret alınsaydı tarih tekerrür mü ederdi?" Demek ki ibret alınmamış ve bu yüzden aynı hataya düştüler.
Suriye olayları henüz patlak vermeden (2010 yılında) Saadet Partisi'nden bir heyet Merhum Oğuzhan Asiltürk rehberliğinde Erbakan tarafından Suriye'ye gönderiliyor. (Erbakan sağlık sorunlarından dolayı gidememişti.) Heyet hem muhaliflerle hem Esad ile görüşüyor. Muhaliflerle görüşme esnasında ÖSO liderlerinden biri kalkıp hiddetli bir şekilde silahlı kalkışmadan söz edince Merhum Oğuzhan Asiltürk tepki verip yapmayı düşündükleri bu işin yanlış olduğunu söylüyor. Söylüyor söylemesine fakat o şahıs bu sefer hışımla söylene söylene salonu terk ediyor. Sayın Oğuzhan Asiltürk, salondaki heyete, "Lütfen arkadaşınızla konuşun ve onu ikna etmeye çalışın, aksi taktirde bu güzelim ülkeyi mahvetmiş olursunuz" diyor.
Evet, diyor demesine ama dinlemiyorlar ve o güzelim ülkenin mahvolmasına sebep oluyorlar. (Merhum Oğuzhan Asiltürk vefatından önce son televizyon programını kendisiyle yapmak nasip olmuştu. Program öncesi bu hadiseyi bizzat kendisi anlatmıştı.)
Silahlı kalkışma fıkhen caiz olmamasına rağmen bu işe giriştiler ve olanlar oldu. Koskoca bir ülke mahvoldu. 1 milyon dolayında insan öldü. Milyonlarca insan doğup büyüdükleri toprakları terk etti. Yaban ellerde mülteci olarak sefalete gark oldular. Şehirler ise harabeye, enkaz yığınına döndü. Bu işe sebep onlara sormak lazım, "Bu vebâl ile Allah Teâlâ'nın huzuruna nasıl çıkacaksınız?"
Bakınız, eğer Suriye müstevlilerin, yani dış güçlerin işgali altında olsaydı bu durumda halkın eli silah tutan her kesimine cihad farz olurdu. Muhalifler eğer Sünni ise henüz fıkıhta sınıfta kalmış oldular. Daha önceleri konu ile ilgili yazılarımızda açıklamıştık, yeri gelmişken tekrar edelim: 1982 yılındaki Hama kalkışmasından kısa bir süre önce "İhvan-ı Müslimin" örgütünün temsilcileri olduklarını söyleyen bir heyet Suriye'den gelip Merhum Erbakan'la görüşüyorlar. Bu görüşmede Erbakan'a silahlı kalkışma niyetlerinden söz ediyorlar. Erbakan gelen heyete nasihatlerde bulunarak kalkışma yapmamalarını, silaha sarılmamalarını ve bu işi yapmaya teşebbüs ederlerse sonucun büyük bir faciaya dönüşme olasılığından söz ediyor. Söz konusu heyet Erbakan'dan umduğunu bulamayınca doğruca İran'a gidip Merhum Humeynî ile görüşüyorlar. Humeynî de, "Ya arkadaşlar biz bu devrimi tüfek ve tabanca ile mi yaptık sanıyorsunuz? Biz İran halkı olarak 'Allah'u Ekber' lafzını öylesine gür bir seda ile söyledik ki, 'Allah'u Ekber' lafzı balyoza dönüştü ve biz bu balyozla Şah ve avanesinin beynini dağıttık. Sakın silahlı kalkışmada bulunmayın. Müslüman ahalilinin evlatlarına kurşun sıkamazsınız. Halkı irşad etmeye, halkı bilinçlendirmeye devam edin. Suriye sadece Hama'dan ibaret değil. Bütün halk kıyam etmeli ama bu silahla olmamalı."
Humeynî'den de bekledikleri fetvayı alamayan heyet hayâl kırıklığı içerisinde Hama'ya geri dönüyor. Meğer bunlar ilk önce Mısır "İhvan-ı Müslimin" bürosundan fetva istemişler. Fetvayı alamayınca Merhum Erbakan ve Rahmetli Humeynî'ye gitmişler.
Bir özlü sözde geçtiği üzere, "Nasihatleri ne kadar umursamazsanız kendinize ve halkınıza o kadar zarar vermiş olursunuz." Nitekim öyle oldu. Dinlemediler ve silahlı kalkışmada bulundular. Bir gece emniyet birimlerine ve kamu binalarına baskın yaparak memur, asker, polis ne varsa kurşuna dizip şehri ele geçirdiler ve şeriatı (!) ilân ettiler. Akabinde diğer şehirlere haber salıp kalkışma yapmalarını söylediler. Fakat sonuç beklentilerine göre olmadı. Hafız Esad tank birliğini Hama kentine gönderip şehri muhasaraya aldı. İsyancılara teslim olmaları için üç gün mühlet tanındı. Teslim olmadılar ve şehir tanklarla, toplarla vurulmaya başlandı. Sonuç 30 bin dolayında ölü. Şimdi burada suçlu kim? Bu gençlere "silaha sarılın" diye fetva veren âlim müsveddeleri mi, yoksa rejimi elinde tutan Hafız Esad mı? Hemen hemen bütün dünya Müslümanları ve biz de Türkiyeli Müslümanlar olarak nümayişler yaparak "Katil Esad" diye bağırdık. Bu hadiseden dolayı İran'da da sokak gösterileri ve nümayişler yapıldı. Hatta Hafız Esad'a tepki olarak öfkeli gençler Tahran'daki Suriye büyükelçilik binasını kundaklayıp ateşe verdiler. Olayın iç yüzünü öğrendikten sonra durumun farklı olduğunu keşfetmiş olduk.
Sayın okuyucumuz bugün şahsıma sorsanız yine Hafız Esad için "katildir" derim ancak bir ekleme yaparak: "Hafız Esad daha farklı yöntemler kullanarak o kadar kan akıtılmasına sebep olmayabilirdi. Evet, Hafız Esad katildir ancak o gençlerin eline silah verip, fetvalarla o gençleri ve Hama halkını ateşe atan âlim müsveddeleri Esad’dan daha katildir."
Aradan yıllar geçti ve oğul Beşşar Esad işbaşına geçti. Hama olayından dolayı halk Esad ailesine karşı kırgındı. Oğul Esad bunu telafi etmek için halkın % 65'i Hanefi mezhebinden olması hasebiyle evlenme, boşanma ve miras gibi aile hukukuna tekabül eden Hanefi mezhebinin fıkıh kurallarını anayasaya yerleştirmiş oldu. Beşşar Esad bu yöntemle halkın gönlünü kazanmaya çalışıyordu. Beşşar Esad'ın asıl takdire şayan icraatı ise 22 Arap ülkesi içerisinde Filistinli on küsur silahlı örgüte ev sahipliği yapan tek ülke olmasıydı. Öyle ki, bu örgütlere İran'dan gelen silahların aktarımında lojistik destek sağlıyordu. Hatta zaman zaman İran'dan gelen silah sevkiyatında aksama olunca bizzat Beşşar Esad'ın talimatıyla Suriye ordusunun silah depolarından Lübnan ve Gazze'ye silah ve mühimmat aktarılıyordu. Elbette bu durumdan en çok işgalci İsrail ve onun hamisi olan ABD rahatsız oluyordu. Esad’dan, Golan Tepeleri'nin iadesine karşılık Filistinli örgütlere silah vermesinden ve ev sahipliği yapmasından vazgeçmesi isteniyordu. Bütün Arap ülkeleri "Namus-u Ekber"imiz olan Filistin davasından vaz geçip zillet ve ihanet içerisinde Siyonist çete ile diplomatik ilişkiler geliştirip masaya oturdular ve uzlaştılar. Bugünlerde BAE ve Bahreyn Siyonist çete ile askerî tatbikat yapıyor. Bu alçakça ihanetlere karşılık tek Arap ülkesi olarak Suriye asla uzlaşmaya yanaşmadı. Arap ülkeleri içerisinde ve bölgemizde ABD üssü olmayan İran'dan sonra tek ülke Suriye'dir. Sadece bu sebepten dolayı Arap Baharı bahane edilerek Suriye iç savaş sarmalına sokuldu. Başta IŞİD El-Kaide, El-Nusra ve ÖSO olmak üzere ellerine silah verilen muhalif gruplar Suriye'de barbarca katliamlar yaparken aslında farkında olmadan Siyonist çete ve ABD'nin değirmenine su taşıyorlardı. Bir milyon dolayında insanın ölümüne sebebiyet verdiler, milyonlarca insanın doğup büyüdüğü toprakları terk etmelerine neden oldular. Söz konusu silahlı terör örgütleri on yıllık bu süreç içerisinde insanlık dışı vahşilikte katliamlara imza attılar. Çocukların bile boyunlarını koyun boğazlar gibi kestiler. Kadınların bile kafalarına kurşun sıktılar. Erkekleri elleri/kolları bağlı vaziyette ateşe verdiler. Nicelerini kafeslerin içine koyarak suda boğdular. Nice insanları kafalarına sıkarak infaz ettiler. Nice insanların kesik başlarını mızrağa geçirir gibi sokak korkuluklarına geçirdiler. Şimdi sormuş olalım, bu mutasyona uğramış canavar sürüsü mü Suriye'ye adalet getirip şeriatı uygulayacaklar? Siyonist çete bu silahlı örgütlerin yaralılarını tedavi etmek için Golan Tepeleri'ne neden mobil hastaneler kurup hizmet vermektedir. Bu da mı size bir şey anlatmıyor. Orada baş düşman Filistin işgalcisi Siyonist çete dururken siz hangi saikle Esad'ı alaşağı etmenin derdine düştünüz? Eğer bunu din ve şeriat adına yapmak istiyorsanız işe baş düşmandan ve o düşmana piyonluk yapan işbirlikçi Arap rejimlerinden başlamanız gerekmiyor mu? Suriye'nin, Siyonist çeteye karşı Filistinli gruplara İran üzerinden gelen silahların sevkiyatına yardımcı olması İran ile işbirliğinin bir sonucudur. İran'ın Siyonist çeteye piyonluk yapan gruplara karşılık Suriye'ye yardım etmesi, arka çıkması hangi mezhebi saikle izah edilebilir? Siyonist çete ve büyük şeytan ABD yıllardan beri Suriye üzerinden sinsi plânlar yapıyorlar. Bu durumu her fırsatta Merhum Erbakan Hocamız dile getirip anlatıyordu. Siyonist çetenin amacı "Arz-ı Mevud" hedefiyle Mezopotamya topraklarını ve dolayısıyla Suriye'yi ele geçirmekti. Buna istinaden Suriye İran ile bir anlaşma yaparak herhangi bir düşman Suriye'ye saldırdığında İran'a saldırmış sayılacak, İran'a saldırıldığında Suriye'ye saldırılmış olacak. İki ülke kendi aralarında toprak bütünlüğünü garanti altına almak için bu anlaşmayı yaptı. İran'ın Suriye'ye iç savaşına müdahil olması da bundandır.
Ali Erdem Koral
Mesele Esad değil bunu anlayın lütfen...
Ne yazık ki hâlâ bazı aklı evvel arkadaşlarımız, "Muhalifler Esad'ı yıkıp yerine şeriat düzeni getireceklerdi ama buna İran engel oldu" diyebilmektirler. Şunu sormak lâzım, İran şeriat üzerine kurulu bir devlettir. Her devlet kendi yönetim tarzını ve ideolojisini ihraç etmek ister. Asıl şeriatı isteyen İran'dır. Ancak İran çok iyi biliyor ki, Suriye'de şeriat adına mücadele verdiğini iddia eden grupların gerçek şeriatle hiçbir ilgisi yok. Onlar iktidarı ele geçirse Suud örneğinde olduğu gibi Amerikan şeriatını Suriye'de uygulamaya koyarlar ki onun da İslâm ve gerçek şeriatle hiçbir ilgisi olmaz. Anlayın lütfen. Hâlâ bu çemkirmeler ve İran düşmanlığı neyin nesi? Rabbimiz feraset versin, başka ne diyelim?
Ermenistan ve Türkiye şeytanın bacağını kırıyor mu?
Türkiye’nin Kafkasya hayallerinin önündeki bariyer, Ermenistan’la ilişkilerin normalleşmesiyle yıkılabilir. Şimdi iki taraf karşılıklı özel temsilci atıyor. Yine de iyimserliği öldüren faktörler var.
Türkiye içeride ve dışarıda rotasını kaybettiği dezavantajlı bir süreçte umutsuzca dış politika başlıklarını gözden geçirirken Ermenistan’la düşmanlığı “iyi komşuluk” ilişkisine çevirecek bir açılıma gidiyor.
İki ülke arasında 1993’ten beri kopuk olan ilişkileri normalleştirmeye yönelik ilk adım karşılıklı özel temsilcilerin atanmasıyla atıldı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 14 Aralık’ta meclisteki bütçe görüşmeleri sırasında gelişmeyi "Biz, diyalogların başlayabilmesi için özel temsilciler atayacağız dedik. Hatta Ermenistan atadı. Biz de önümüzdeki günlerde, özel temsilcimizi de belirledik, gerekli resmi işlemi yapacağız" sözleriyle duyurdu. Bakana göre Erivan ile İstanbul arasında charter uçuşları da başlayacak. Erivan bu açıklamayı memnuniyetle karşıladı. Dışişleri Sözcüsü Vahan Hunanyan, Türkiye ile önkoşulsuz olarak ilişkilerin normalleşmesini konuşmaya hazır olduklarını belirtti.
Özel elçilerin diplomatik ilişkileri tamamen normalleştirmeye dönük yol haritası üzerinde çalışması öngörülüyor. Türkiye Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Ermenistan’ı resmen tanımış ama diplomatik ilişki kurmamıştı. 1993’de Kelbecer’in işgali üzerine Ermenistan ile hava ve kara sınırlarını kapatmıştı. Hava sınırı 1995’te açılırken kara sınırları kapalı kaldı.
Erivan’la diplomatik ilişkilerin tesisi ve sınır kapılarının açılması, Türkiye’nin Karabağ savaşından sonra Kafkasya üzerinden kurduğu stratejik hayallerin hayata geçirilmesi için kritik önem taşıyor. Türkiye’nin Karabağ savaşındaki rolü ABD ve Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerde bozucu yeni bir etken haline geldi. Ermenistan’la normal komşuluk ilişkisi bu olumsuzluğu bertaraf edebilir.
Fakat normalleşme fikri Erivan’da olumlu yankı uyandırdığı kadar öfkeyle karşılık buluyor. Sonuçta Türkiye, Karabağ savaşına askeri teknik destekle Azerbaycan’ın kaybettiği yedi rayona dönmesini sağlayarak Ermenilerle tarihi husumetleri yeniden diriltti.
Derin kuşku ve kızgınlık ortamında Türkiye 9 Kasım 2020’deki ateşkes anlaşması çerçevesinde öngörülen Zengezur ulaşım hattını, Hazar havzası ve Orta Asya’ya açılmak için büyük bir stratejik koridor kurgusuna dönüştürdü.
Karayolu, demiryolu, enerji hatlarıyla coşturulan bu hayalin, Kafkasya’da çıkarları tehlikeye giren aktörler tarafından sabote edilmesini önlemek için de 3+3 formülüyle Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Rusya, İran ve Türkiye’den oluşacak altını bir platform önerdi. Bu stratejik konseptle yol almak için evvela Ermenistan’ın teşvik edilmesi ve Rusya’nın kolaylaştırıcı bir rol oynaması gerekiyordu.
Ankara ABD ve AB ile uyumunu sürdürdüğü dönemde “Ermeni Soykırımı” baskısından kurtulmak için Ermenistan’la normalleşmeyi gündemine almıştı. Gizli müzakerelerin ardından 10 Ekim 2009’de Zürih’te imzalanan iki protokol, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Bakü ziyareti sırasında “Azerbaycan topraklarındaki Ermeni işgali bitmeden Ermenistan’la normalleşme olmayacağı” sözüyle çöpe gitmişti. Protokoller Ermeni tarafında da mahkemeye taşındı, 2010’da onay süreci askıya alındı. 2018’de de “Hükümsüzdür” denildi.
Protokoller yürürlüğe girseydi iki ay içinde sınırlar açılacaktı. Şimdi Ankara özel temsilci adımıyla Kafkasya hayallerine yaklaşırken Batı ile gerilimli ilişkilerde de yumuşama umuyor.
Türkiye de Karabağ savaşından sonra ABD ve AB ile gerilimli dosyaları tartışırken “olumlu gündem” maddesi olarak araya Ermenistan’la normalleşme hedefini sıkıştırıyor. Bu çerçevede konu, Erdoğan’ın ABD Başkanı Joe Biden’la 31 Ekim’de Roma’daki görüşmesinde gündeme gelmişti. Çavuşoğlu da bu meseleyi Amerikalı mevkidaşı Anthony Blinken ile 1 Aralık’ta Riga’da ele almıştı. Bloomberg’e konuşan bir Türk yetkiliye göre Biden, Roma’daki görüşmede sınırların açılması konusunda Erdoğan’ı teşvik etti. Blinken da özel temsilci atama kararını memnuniyetle karşıladıklarını açıkladı. Biden’ın göreve geldikten sonra Erdoğan’la ilk telefon görüşmesinde ertesi günü (24 Nisan) 1915 olaylarını “soykırım” olarak niteleyeceği bilgisi paylaşması Türk-Amerikan ilişkilerindeki potansiyel gerilim başlığının altını çizmişti.
Ekonomiyi güçlendirecek şekilde Türkiye ile sınır kapılarının açılması, Karabağ’da Rus rolüne yeniden mahkûm olan Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın Rusya’ya bağımlılığı azaltmayı hedefleyen orijinal siyasi yol haritasıyla uyumlu gözüküyor. Bu eğilim, Ermenistan ve Azerbaycan’ı “Komşuluk Politikası” ile kendi nüfuz alanına çekmeye çalışan AB’nin de hoşuna gidiyor.
Tabii bölgeye barış gücü konuşlandıran, Karabağ ile Ermenistan arasındaki Laçin koridorunun açık kalmasını sağlayan ve Nahçıvan hattının güvenliğini üslenen Rusya’nın gölgesinden nasıl çıkılacağı da ayrı bir soru işareti. Yine de Paşinyan’ın Türkiye ile el sıkışması sayesinde Rusya’nın Kafkasya’daki ağırlığının gerileyeceği yönündeki beklenti Avrupa yakasında heyecan yaratıyor.
Ukrayna’da Moskova’nın stratejik hamlelerini önleyemeyen Batı, Karabağ savaşı sırasında Rusya’nın ateşkesi sağlayıp barış gücü misyonuyla Kafkasya’da ağırlığını artırmasını sessizce izledi. ABD, Fransa ve Rusya’nın eş başkanlığını yaptığı Minsk Grubu kenara itilirken asıl ağırlığını yitiren Batı’ydı.
Gerek altılı platform gerekse Ermenistan’ın Azerbaycan üzerinden Rusya’ya bağlayacak ulaşım hatlarının açılması Moskova’nın Güney Kafkasya’daki ağırlığını pekiştirecek bir kazanım sayılır. Altı ülkenin katılımıyla ilk istişare toplantısının Moskova’da yapılması da Rusya’nın rolünün altını bir kez daha çizdi.
Bir süreden beri AB-NATO cephesi, Rusları geriletme hesaplarıyla konuyla biraz daha ilgilenir hale geldi. 14-15 Aralık'ta AB-Doğu Ortaklığı Zirvesi kapsamında Azerbaycan ve Ermenistan liderleri Brüksel’de ağırlandı. Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ve Başbakan Ermenistan Başbakanı Paşinyan’la üçlü görüşme yaptı. Aliyev ile Paşinyan bir süreliğine baş başa da bırakıldı. Konseyin açıklamasına göre iki lider demiryolu hatları konusunda anlaştı; sınırların belirlenmesine yönelik çalışmalara başlanması kararlaştırıldı; AB’nin Rus garantörlüğünde 9 Kasım 2020 ve 11 Ocak 2021’de varılan anlaşmalar ile 26 Kasım 2021’de Soçi’de varılan mutabakatlar çerçevesinde alınacak önlemlere mali ve teknik desteği vurgulandı. Otoyollarla ilgili belirsizlikler ise sonraki müzakerelere bırakıldı. İlk mutabakat sınır ve gümrük kontrolleri konusunda mütekabiliyet ilkesini esas alıyor. Buluşma öncesi Paşinyan, Zengezur hattında gümrük noktaları kurmaktan söz edince Aliyev de kendilerinin da aynı şeyi Laçin'de yapabileceklerini belirtip “Ya ikisinde de gümrük olmayacak ya da ikisinde de olacak" demişti.
Paşinyan, Brüksel buluşmasının sonucunu şöyle paylaştı: “Demiryolu, ülkelerin egemenlik ve yargı yetkisi altında, karşılıklı olarak uluslararası tanınmış sınır ve gümrük düzenlemelerine uygun olarak işleyecektir. Ermenistan demiryoluyla İran ve Rusya’ya erişimine sahip olacaktır.”
Erivan, Türkiye’nin stratejik hesaplarla tercih ettiği “koridor” ifadesinin aksine 9 Kasım 2020 anlaşmasında belirtildiği üzere mevcut ulaşım hatlarının açılmasından söz ediyor. Erivan bu hatlarda egemenlik haklarından vazgeçmeyeceğini de vurguluyor.
Ankara’nın olumlu gündem yaratma ihtiyacına karşın Azerbaycan'ın hassasiyetleri ve Ermenistan’ın karşı tutumundan bağımsız aceleyle tam normalleşme istediği söylenemez. Çavuşoğlu’nun şu sözlerinden “adıma karşı adım” yaklaşımıyla temkinli gidileceği anlaşılıyor: "Azerbaycan'la beraber karar veriyoruz; özel temsilci atıyoruz, büyükelçilik değil. Ermenistan yaşananlardan ders alıp barışı tercih ederse yarın büyükelçilik de açılabilir. Bu konuda da yine Azerbaycan'la birlikte karar veririz." Kuşkusuz Paşinyan’ın koşulsuz diyaloğa hazır oldukları mesajı da Ankara’ya oyun alanı açıyor.
Heyecan yaratan adımlara karşın ortada gri bir tablo var. İlişkilerin kesilmesinde “Karabağ” gerekçesi düşmüş olabilir ama siyasi ve psikolojik bariyerler yerli yerinde duruyor.
İki taraf arasındaki çetin mesele Ermeni soykırımın tanınması. Ermenistan tarafı 2009’daki müzakerelerde 1915’e dair arşivlerin açılması, tarafsız uzmanların çalışmasına izin verilmesi ve uluslararası katılımla bir alt komisyonun kurulmasını kabul ederek soykırımın tanınması talebini süreci tıkayacak bir unsura dönüştürmedi.
Fakat bu konudaki hassasiyet çok canlı. Bugün de muhalefet, Paşinyan’ı Ermenistan’ı yok etmekten bahsedip soykırımı inkâr eden Türkiye ile uzlaşarak ülkeyi mahvedecek bir oyuna girmekle eleştiriyor. Yine muhalefet, Dışişleri Bakanı Ararat Mirzoyan’ın Le Figaro’ya demecinde, Türkiye’nin koridor başta olmak üzere yeni koşullar ileri sürdüğüne dair sözlerini hatırlatıp Ermeni tarafının elinin ne kadar zayıfladığına işaret ediyor.
Muhaliflerinden “Türk casusu” ve “Hain” yaftasını yiyen Paşinyan en azından içeride ilk yüzleşmeden diklenerek çıktı. Karabağ hezimetine rağmen haziran seçimlerini yüzde 54'le kazanan Paşinyan bu güvenle Türkiye ile diyaloga önem atfeden mesajlar verdi. Erivan’da 26 Şubat'taki darbe girişimini kınamış olan Erdoğan da Paşinyan’ın seçim zaferini “Bölge için hayırlı olmasını temenni ediyorum” diyerek selamladı.
Paşinyan’ın radikal muhalifleri kadar Erdoğan’ın Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile ortaklığı da süreci tıkama potansiyeli arz ediyor. Erivan’da parlamento basan rövanşist güçlerin arz ettiği tehlikenin altı çizilirken Türk tarafı için şu soru yabana atılabilir mi: Erdoğan, MHP’nin oyun bozanlığına bağlı olarak siyasi bedelleri göze almaya hazır mı? Elbette kimse emin değil.
Şehadet Yıldönümü:Âlemlerin ''Hanımefendisi'' Hz. Fatımatü’z-Zehra
Hz. Fatıma Zehra (s.a) (Arapça: فاطمة الزهراء) (Hicretten önce 8 veya 13, Mekke/Hicri 11, Medine) babası İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) ve annesi Hz. Hatice’dir (s.a). Hz. Fatıma (s.a), Hz. İmam Ali’nin (a.s) eşi ve Hz. Hasan (a.s) ile Hz. Hüseyin'nin (a.s) annesidir. Hz. Fatıma (s.a) şia inancına göre Ehl-i Aba (Ashab-ı Kisa) ve On Dört Masum'dan dır.
Hz. Fatıma (s.a) mübahele olayında peygamberin yanında olan tek kadın idi.
Hz. Zehra (s.a) babası Hz. Resulü Kibriya Efendimizin eğitim ve terbiyesi altında yetişti. Mekke'de Müslümanların, müşrikler tarafından ekonomik ve sosyal abluka ile muhasaraya alındıkları çetin bir dönemde, annesi Hz. Hatice'yi kaybetti. Aynı yıl Hz. Peygamber'in en önemli hamisi olan amcası Ebu Talib’in vefat ettiği Hüzün yılıdır. İşte böyle zor bir dönemde küçük yaşta olmasına rağmen, babası Hz. Peygamber'e desteklemiş ve çok yardımcı olmuştur. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Fatıma’ya (s.a) “Ümmü Ebiha” (babasının annesi) lakabını takmıştır.
Hz. Fatıma (s.a) Medine'ye hicret ettikten sonra Hz. Ali (a.s) ile evlendi. Hz. Fatıma (s.a) ev işlerini kimseye yüklemez, yardım alabileceği halde hepsini kendisi yapardı. Yemek, içmek ve giyimde en aza kanaat ederdi. Geceleri çok ibadet ederdi. Hasan Basri şöyle diyor: “Bu ümmette Fatıma’dan (s.a) daha abid birisi gelmemiştir. Namaza o kadar çok dururdu ki ayakları şişerdi.” Babasından öğrendiği İslami öğretileri kadınlar arasında yayardı. Hz. Peygamberimiz (s.a.a) kendisini çok sever her gün onu ziyaret ederdi.
Kendisi, Necran Nasranileriyle yapılan “Mübahele” gününde Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanında bulunan tek kadındır. Hz. Fatıma (s.a) Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra, Cemaziyülahirayının üçüncü günü hicri on birinci yılda Medine’de hayatını kaybetti. Hz. Zehra (s.a) kendi vasiyeti üzere gece vakti Müminlerin Emiri Ali (a.s) tarafından gizlice defnedildi.
Hz. Fatıma (s.a) fasih ve beliğ Arap kadınlarındandır. İbn Tayfur (ö. 280) Hz. Fatıma’ya (s.a) ait hutbeleri “Belağatü’n-Nisa” adlı kitapta nakletmiştir. Fedek hakkındaki hutbesini Ebu Taliphanedanı kendi çocuklarına öğretiyorlardı.[1]
Nesep, Künyeler ve Lakaplar
Hz. Fatıma’nın (s.a) babası Hz. Resulü Ekrem (s.a.a); annesi ise Huveylid b. Esed b. Abdüluzza b. Kusay b. Kilab’ın kızı Hatice’dir (s.a).[2]
Hz. Fatıma’nın (s.a) çok sayıda lakapları vardır: Zehra, Sıddıka, Tahire, Raziye, Merziye, Mübareke, Betül… Bunlardan en çok bilinenleri Zehra’dır ve bazen ismiyle birlikte (Fatıma Zehra) anılır, veya Arapça terkibi ile (Fatımatü’z-Zehra) şeklinde gelir. Kendi isminden bile çok kullanılan Zehra, parlayan, parlak, aydın vb. gibi anlamlara gelir.[3]
Hz. Fatıma’nın (s.a) bir kaç tane künyesi vardır. Bunlardan en ünlüleri şunlardan ibarettir: Ümmü Ebiha, Ümmü’l Eimme, Ümmü’l Hasan ve Ümmü’l Hüseyin.[4]
Doğumu ve Şehadeti
Hz. Fatıma (s.a) Mekke’de Hz. Peygamberin (s.a.a) evinde dünyaya geldi. Ancak Şia ve Sünni kaynaklarında dünyaya gelişi hakkında farklı görüşler vardır. Ehlisünnet tarihçileri, Hz. Fatıma’nın (s.a) doğumunu Allah Resulü’nün (s.a.a) Bi’set’inden (peygamberliğinden) beş yıl önce ve Kâbe’nin yenilendiği yıl olarak kaydetmiştir.[5] Ama Kuleyni, Usul-i Kâfi kitabında şöyle yazmaktadır: Hz. Fatıma’nın (s.a) viladeti Bi’set’ten beş yıl sonra gerçekleşmiştir.[6] Yakubi ise şöyle yazmaktadır: Hz. Fatıma (s.a) vefat ettiğinde (şehit olduğunda) yirmi üç yaşındaydı.[7] Dolayısıyla, doğumu Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bi’set yılında olması gerekir. Bu görüş aynı zamanda Şeyh Tusi’nin Hz. Fatıma’nın (s.a) Hz. Ali (s.a) ile evlendiğinde yaşının (Hicretten beş ay sonra) on üç olduğunu belirttiği görüşle de uymaktadır.[8]
“Dünya kadınlarının en üstünü dört kişidir: “İmran’ın kızı Meryem (s.a), Muhammed’in (s.a.a) kızı Fatıma (s.a), Huveylid’in kızı Hatice (s.a) ve Firavun’un hanımı Asiye (s.a).”
—Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a), Keşfü’l- Gumme, c. 2, s. 76.
Şia ve Ehlisünnet kaynaklarında Hz. Fatıma’nın (s.a) nutfesinin nasıl oluştuğuna dair hadisler bulunmaktadır. Rivayetlere göre Hz. Resulü Ekrem Efendimiz (s.a.a) Allah’ın emri ile kırk gece Hz. Hatice’den (s.a) uzak durmuş, ibadet ve oruçla geçen kırk günün ardından Miraç’a çıkmış orada cennet yemeği yahut meyvesini yedikten sonra Hz. Hatice’nin (s.a) yanına gelmiş ve ardından Hz. Fatıma’nın (s.a) nuru, Hz. Hatice’de (s.a) yerleştirilmiştir.[9]
Şia ve Sünni kaynakları, Hz. Fatıma’nın (s.a) Hicretin on birinci yılında dünyadan göçtüğünde ittifak etmişlerdir. Ancak ay ve gününde anlaşamamışlardır. Bu konu hakkında bazıları Hz. Fatıma’nın (s.a) biricik babasının vefatından sonra yirmi dört gün yaşadığını aktarmışlar, bazıları ise bu süreyi sekiz ay olarak geçmiştir. Şialar arasında meşhur görüş ise babasından üç ay sonra dünyadan göçtüğü yönündedir.[10] Hz. Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) Sefer ayının yirmi sekizinde vefat ettiği düşünülürse, bu tarih üç Cemaziyelahir’in üçüne denk gelmektedir.[11]
Hz. Fatıma’nın (s.a) doğum günü hakkındaki farklı görüşlerin olması, doğal olarak yaşadığı sürenin ne kadar olduğu konusunda da ihtilafların olmasına neden olmuştur. Bu süreyi on sekiz ile otuz beş arasında zikretmişlerdir. Eğer doğumunu Hz. Peygamber'in (s.a.a) Bi’set’inin beşinci yılının Cemaziyelahir ayı olarak ve şehadetini de Hicretin on birinci yılı olarak ele alırsak, bu iki tarih arasındaki fasıla on sekiz küsur yıl olacaktır. Bu görüş, İmam Muhammed Bakır ve İmam Cafer Sadık’tan (a.s) nakledilen iki güvenilir rivayetle de desteklenmektedir.[12]
Çocukluk Dönemi
Hz. Fatıma (s.a) babası Hz. Resulü Kibriya Efendimizin (s.a.a) evinde ve onun dini eğitim ve terbiyesi altında yetişti.[13] Çocukluk dönemi – ki İslam’ın olgunlaşmaya başladığı ve Müşrikler tarafından Müslümanlara baskıların yapıldığı dönemlere rastlamaktadır- baştan ayağa Müslümanlar için imtihan ve işkencelerin olduğu bir dönemdir.[14] Bu devre, kuru ve yakıcı Şi’b-i Ebi Talip deresindeki açlık, susuzluk ve acılarla geçen, ayrıca ekonomik ve sosyal abluka ile muhasaranın olduğu devredir. Bu vakitler aynı zamanda Hz. Fatıma’nın (s.a) azizlerini kaybettiği vakitlerdir: Annesi Hz. Hatice (s.a) ve aynı şekilde Hz. Peygamber'in (s.a.a) en önemli hamisi olan amcası Ebu Talib’in (a.s) hayatlarını kaybettiği dönemlerdir.[15] İşte bu dönemlerde babası Hz. Peygamber'i (s.a.a) desteklemesi ve kendisini yatıştırmasından dolayı Hz. Peygamber (s.a.a) kendisine “Ümmü Ebiha” (babasının annesi) lakabını takmıştır. Bu da O'nun Hz. Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) yanındaki değer ve makamını ortaya koymaktadır.[16]
Müslümanların Mekke’den Yesrib’e hicretleri de bu dönemlerde gerçekleşmiştir ve sonraları bu Hicret İslam tarihinin başlangıcı olarak kabul edilmiştir.[17] Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) Medine’ye gittikten sonra, ailesi de oraya gittiler. Belazuri şöyle yazmaktadır: Zeyd b. Harise ve Ebu Rafi, Hz. Fatıma (s.a) ve Ümmü Gülsüm’ü oraya götürmekle görevlendirilmişti.[18] Ancak İbn Hişam, Abbas b. Abdulmuttalib’in onları götürmek için görevlendirildiğini yazmıştır.[19] Her ne olursa olsun Hz. Zehra (s.a) ve Ümmü Gülsüm, kendilerini götürmekle görevli kişilerin eşliğinde hicret etmişlerdir. Bu esnada Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.a) azılı düşmanlarından ve devamlı kendisini kötüleyen Huveyris b. Nukeyz onların yanına gelerek develerine zarar vermiştir. Deve ürküp, kaçınca Hz. Fatıma (s.a) ve Ümmü Gülsüm yere düşmüş ve yaralanmışlardır. İbn Hişam ve bazı tarihçiler Hz. Fatıma’nın (s.a) bu olayda yaralandığını belirtmemişlerdir. [20]
Bu belgelerin mukabilinde yine önemli tarihçilerden olan Yakubi ise: Hz. Ali b. Ebu Talip (a.s)'in onu Medine’ye götürdüğünü yazmaktadır.[21] Şiakaynakları Yakubi’nin yazdıklarını teyit etmektedir.[22] Örneğin Şeyh Tusi, “Emali” kitabında Hz. Peygamberin (s.a.a) Kuba’da beklediğini ve amca oğlum Hz. Ali b. Ebu Talip ve kızım gelmeyene kadar Medine’ye girmeyeceğim dediğini yazmıştır. Tıpkı Şeyh Tusi’nin yazdığına göre Hz. Fatıma’nın (s.a) yanı sıra İmam Ali’nin (a.s) annesi Hz. Fatıma binti Esed ve Abdülmuttalib b. Zübeyr’in (Dabaet’in nakline göre Zübeyr’in) kızı Fatıma da Hz. İmam Ali (s.a) ile birlikte hicret etmişlerdir.[23]
Evlilik
Hz. Fatıma’nın (s.a) çok taliplisi vardı. Hz. Peygamberin (s.a.a) ashabından Ömer, Ebu Bekir, Abdurrahman b. Afv vb. gibileri kendisine talip olmuşlar ancak Peygamber Efendimiz (s.a.a) kabul etmemiş[24] ve onlara cevap olarak şöyle buyurmuştur: Fatıma daha küçüktür. Ancak Hz. Ali(a.s) Hz. Fatıma’yı (s.a) istediğinde Peygamberimiz (s.a.a) kabul etmiştir.[25] Peygamber Efendimiz Hz. Fatıma’ya (s.a) şöyle buyurmuştur: “Seni ilk Müslüman olan kişiyle evlendiriyorum” [Not 1] [26] aynı şekilde Muhacirlerden de bir grup Hz. Fatıma’ya talip olmuş,[27] ancak Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Fatıma’nın evlilik işi Allah’ın elindedir. Eğer kendisi uygun görür ve münasip bilirse o şekilde olacaktır ve Ben ilahî hükmü beklemekteyim [Not 2].[28]
Hz. Fatıma’nın (s.a) Hz. Ali (a.s) ile evliliği Hicretin ikinci yılında Medine’de[29] gerçekleşti. Hz. Fahri Kâinatın (s.a.a) kızının mehri yaklaşık olarak 400 dirhemdir. İmam Ali (a.s) eşyalarından birisini satarak bu parayı elde etti. Bu eşyanın ne olduğu konusunda fikir ayrılığı vardır. Bazı tarihçiler bunun kalkan, bazıları koyun derisi yahut Yemen gömleği veya deve olduğunu yazmışlardır. Her ne olursa olsun Hz. Ali (a.s) o eşyasını satarak Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) yanına gelir. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) onu saymadan bir kısmını Bilal’e verir ve şöyle der: “Bu para ile kızıma güzel koku al!” geri kalan parayı Ebu Bekir’e verir şöyle der: “Bu parayla kızımın ihtiyaç duyduğu şeyleri temin et.” Ammar Yasir ve birkaç yarenini de Hz. Zehra’nın (s.a) çeyizine uygun görülen şeyleri almaları için Ebu Bekir’le gönderir. Şeyh Tusi, Hz. Zehra’nın (s.a) çeyizini şu şekilde kaydetmiştir: Yedi dirhem değerinde bir gömlek, dört dirhem değerinde bir başörtüsü, Hayber malı siyah bir kadife, hurma liflerinden yapılmış bir divan, üzeri hurma yaprakları ile örülmüş divan, Mısır keteninden mamul, birinin içi lifle, öbürünün ise yünle doldurulmuş iki döşek, içleri izhirden (Mekke samanı, Burya bitkisi, bir çeşit ince yapraklı ve ilaç özelliği de olan kokulu bir bitkiden) doldurulmuş Taif derisinden dört yastık,yünden yapılmış bir perde, Hacer yapımı bir hasır (Hacer’den maksat, Bahreyn merkezidir). [Not 3], bir el değirmeni, bakır bir çamaşır leğeni, deriden yapılmış bir su kabı, ahşap bir kap, süt sağmak için bir kâse, su için bir kırba (tulum), ziftle kaplanmış mitehre (ibrik, abdest kabı ve temizlikte kullanılan şeyler), yeşil bir testi ve topraktan yapılmış birkaç tane çömlek.[30]
Evliliğin üzerinden birkaç gün geçmemişti ki Hz. Fatıma’nın (s.a) Hz. Peygamber Efendimizden (s.a.a) uzak kalışı kendisine ağır gelmişti. Çünkü uzun yıllar boyunca yanında kalmıştı ve Hz. Hatice’nin (s.a) hatırasını Efendimize (s.a.a) yaşatmaktaydı. Hz. Hatice’nin vasfı hakkında şöyle buyurmuştur: “Hatice’nin (s.a) yerini kim alacaktır? İnsanlar beni yalanladıklarında o doğrulamış, herkes beni terk ettiğinde, o Allah’ın dinine iman ve malıyla yardımcı olmuştur.” Bundan dolayı damat ve geline kendi evinde yer verme kararı aldı. Hz. Hatice’nin (s.a) yadigarının her zaman yanında olmasını istedi. Ancak o, şu anda Hz. Ali’nin (s.a) eşiydi ve onun evinde kalmalıydı. Eğer kendi evine yakın bir yerde onlara bir yer hazırlarsa rahatlayacaktı, ama Medine Müslümanlarının zahmete düşebilmeleri de mümkündü. Sonunda gelin ve damada kendi evinde yer vermeye karar verdi, ancak bu zor bir işti. Çünkü kendi evinde iki kadın (Sevde ve Ayşe) yaşamaktaydı.
Ashabından Harise b. Numan bu olaydan haberdar olarak Hz. Peygamberin (s.a.a) yanına gelir ve şöyle der: Benim evlerimin hepsi sana yakındır. Kendim ve neyim varsa hepsi sizindir. Allah’a and olsun ki malımı alman bana bırakmandan daha sevimlidir. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) cevap olarak şöyle buyurur: "Allah seni mükâfatlandırsın". O günden sonra Hz. Fatıma (s.a) ve Hz. Ali (a.s) Harise’nin evlerinden birisine taşındılar.[31]
Aile Yaşamı
Hz. Fatıma (s.a) yemek ve giyimde en aza kanaat ederdi. Ev işlerini de kimseye yüklemezdi, su taşımaktan, ev süpürmeye, mısır veya buğday öğütmekten, çocuk bakmaya, hepsini kendisi yapardı. Bazen tek eliyle değirmeni çeker, buğday veya mısırı öğütür ve diğer eliyle bebeğini uyuturdu.[32] İbn Sa’d kendi senediyle İmam Ali’den (a.s) şöyle rivayet etmektedir: Zehra (s.a) ile evlendiğimizde yer sergimiz koyun derisi idi, geceleri onun üzerinde uyur, gündüzleri su taşıyan devemize onun üzerinde ot verirdik ve bu deveden başka bir hayvanımız yoktu.[33]
Hz. Ali (a.s) Beni Sa’d’dan bir adama şöyle der: Fatıma ve kendi hakkımda sana bir şey anlatmamı ister misin? Fatıma babasının gözünde en değerli kişi idi. O, benim evimde kırba ile çok su taşıdı. O kadar çok el değirmeni ile bir şeyler öğüttü ki ellerinin içi nasır bağladı. Evi o kadar çok süpürdü ki örtüsü toprak rengini aldı.[34]
Rivayetlerde nakledildiğine göre, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) Hz. Fatıma (s.a) ve Hz. Ali’nin (a.s) evine gelir, onlara sevgisini gösterir ve çokça iltifatlarda bulunurdu. Bir gün Hz. Fatıma’ya (s.a) “eşini nasıl buldun?” diye sorar. Hz. Fatıma (s.a) şöyle cevap verir: En üstün eştir… daha sonra Hz. Ali’ye (s.a) Hz. Fatıma’yı(s.a) , Hz. Fatıma’ya (s.a) da Hz. Ali’yi (s.a) koruyup kollamasını öğütler. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: Allah’a and olsun ki o günden Fatıma (s.a) hayatta olduğu son güne kadar onu öfkelendirecek hiçbir iş yapmadım ve hiçbir şeye onu zorlamadım. O da hiçbir zaman beni öfkelendirmedi ve hiçbir şeyde itaatsizlik etmedi. Gerçekten her ona baktığımda üzüntü ve kederim bertaraf olur giderdi. [35]
Hz. Fatıma (s.a) Hz. Ali (a.s) ile müşterek yaşamında evin işlerini görür, yemek ve ekmek hazırlardı. Hz. Ali (a.s) ise ev dışındaki işleri yapar, yaşam gereklerini yerine getirirdi.[36]
Babaya Yardım
Uhud Savaşı'ndan sonra Hz. Zehra’ya (s.a) babasının savaş esnasında yaralandığı ve bir taşın yüzüne isabet ettiğini, yüzünün kanlara boyandığı haberini verirler. Bir grup kadınla birlikte yola düşer, Yanlarına su ve yiyecek şeyler de alarak savaş meydanına giderler. Kadınlar yaralılara su verir ve yaralarını sararlar. Hz. Fatıma (s.a) babasının yarasını temizler,[37] ancak kan durmaz. Kanın durması için biraz sazlık yakar ve külünü yaraya koyar.[38] Bu savaşta Hz. Peygamberin amcası Hz. Hamza (a.s) ve yetmişin üzerinde Müslüman şehit olur. Bu olaydan sonra, tıpkı Vakıdi’nin yazdığına göre, Hz. Fatıma (s.a) iki üç günde bir kendisini Uhud’a ulaştırır, şehitlerin mezarlarının başında ağlar ve onlara dua ederdi.[39]
Çocukları
Peygamber kızı, Hz. Ali’ye (a.s) Hasan ve Hüseyin (a.s) adlı iki oğul ile Zeynep ve Ümmü Gülsüm adlarında iki kız vermiştir. Tarih ve siyer yazarlarından hiç kimse bu dört çocuğun varlığı hakkında tereddüt etmemişlerdir. İmam Hasan (s.a) Hicretin üçüncü yılında Ramazan ayınınortasında, İmam Hüseyin (a.s) ise Hicretin dördüncü yılında Şaban ayında dünyaya gelmiştir.[40]
Şia tezkire yazarlarıyla bir grup Ehlisünnet uleması, Peygamber kızının ‘‘Muhsin’’ adlı bir oğlunun daha olduğunu yazmışlardır. Hicretin 236. yılında vefat eden Kureyş nesep yazarı Mus’ab Zübeyri Muhsin ismini zikretmemiştir. Ancak Belazuri (Ölümü 279) şöyle yazmaktadır: Fatıma (s.a) Hz. Ali (a.s) için Hasan, Hüseyin ve Muhsin adlı çocukları doğurmuştur. Muhsin küçük yaşta ölmüştür.[41] Ayrıca şöyle yazmaktadır: Muhsin dünyaya geldiğinde Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Fatıma’ya şöyle sordu: Ona ne ad koydun? Dedi ki: Onun adı Muhsindir.[42] Ali b. Ahmed b. Said Endülüsi (384–456) Cumhuretu Ensabü’l Arab adlı kitabında şöyle yazmaktadır: Muhsin küçük yaşlarda öldü.[43]
Şeyh Müfid, Hz. Ali’nin (a.s) Hz. Fatıma’dan (s.a) olma çocukları hakkında şöyle yazmaktadır: Hasan, Hüseyin, Zeyneb-i Kübra ve künyesi Ümmü Gülsüm[44] olan Zeyneb-i Suğra. Bu babın sonunda ise şöyle yazmaktadır: “Şialar diyorlar ki Fatıma, Peygamberden (s.a.a) sonra bir çocuğunu düşürdü. Ona gebe olduğu sırada onun adını Muhsin koymuştu.”[45] Taberi ise şöyle yazmaktadır: “Diyorlar ki Fatıma’nın Ali’den (a.s) olma küçük yaşta ölen Muhsin adlı bir çocuğu daha vardı.” Şii rivayetlerde ve bazı Ehlisünnet kitaplarında kaydedildiğine göre bu çocuk (Muhsin) Hz. Peygamberin (s.a.a) vefatından sonra yaşanan çekişme ve kargaşa sırasında Hz. Fatıma’nın (s.a) aldığı darbe sonucu düşmüştür.[46]
İbadet
İmam Cafer Sadık (a.s) kendi babaları aracılığı ile Hz. Hasan b. Ali’den (a.s) şöyle bir rivayet nakletmektedir: Annem, Cuma geceleri sabaha kadar mihrapta ibadete durur ve dua etmek için ellerini açtığında imanlı erkek ve kadınlara dua ederdi, ancak kendisi hakkında bir şey demezdi. Bir gün kendisine dedim ki Anneciğim! Neden başkalarına ettiğin gibi kendin için de dua etmiyorsun? Buyurdu ki: “Oğulcuğum! Komşu daha önceliklidir.”[51]
“Tesbihat-ı Fatıma (s.a)” diye ünlenen ve Şii, Sünni ve diğer güvenilir kaynak ve belgelerde rivayet edilen kendisine ait tesbihler herkesin nazarında meşhurdur. Sünneti yerine getirmekte kendilerini zorunlu bilenler, bu tesbihleri her namazdan sonra: “otuz dört kere Allah-u Ekber, otuz üç kere el-Hamdulillah ve otuz üç kere Subhanallah” demektedirler. [Not 6] [52]
Ayrıca Seyyid İbn Tavus’un “İkbal” adlı kitabında öğlen, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarından sonra düzenli bir şekilde okuduğu dualarırivayet etmiştir. Aynı şekilde zorluk anlarında okunan başka dualarını da nakletmiştir. Kendilerini dua ve müstehap amelleri yerine getirmekle mükellef bilenlerin bu dualara aşinalıkları vardır.[53] Ehlisünnet'in ileri gelenlerinden Hasan Basri şöyle diyor: “Bu ümmette Fatıma’dan (s.a) daha abid birisi gelmemiştir, namaz ve ibadetlere o kadar çok önem verirdi ki ayakları şişerdi.”[54]
Fazilet ve Erdemleri
Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde defalarca nakledilen rivayetlerin tamamının içeriğine göre Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a), Tathir ayetininnumuneleri hakkında şöyle buyurmuştur: Fatıma (s.a), eşi ve iki oğlu.[64] Yine Sahabenin faziletlerinde rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.a) altı ay boyunca sabah namazına gitmeden önce Hz. Fatıma’nın (s.a) evinin önünde durur ve şöyle seslenirdi: Ey Ehlibeyt! Namaz! Namaz! Ey Ehlibeyt! “Allah sizden yalnızca her türlü kir ve günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.”[65]
Çeşitli Ehlisünnet kaynaklarına göre Hz. Resulullah’ın (s.a.a) değerli kızı Hz. Fatıma’ya (s.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Şüphesiz Allah senin gazabınla gazaplanır ve senin hoşnut olmanla razı olur. [Not 7][66]
Ehlisünnet kaynaklarının Peygamber Efendimiz'den (s.a.a) naklettiğine göre Hz. Fatıma’ya (s.a) şöyle buyurmuştur: “Ey Fatıma! Âlemlerin kadınlarının, bu ümmetin ve mümin kadınlarının efendisi olmaktan hoşnut olmaz mısın?[67] “Âlemlerin kadınlarının efendisi/Seyyidetü’n-nisai’l Âlemin” tabiri İmam Ali (a.s) tarafından da Hz. Zehra (s.a) için mezarının başında kullanılmıştır.[68]
Hz. Fatıma’nın (s.a) muhaddise olması. Hâlbuki o, ne imamdır ve ne de peygamber. Muhaddise: Şu yollardan biri aracılığı ile çeşitli eşyanın hakikatini bilmektir:
Mebde-i A’lâ’dan, ilmin ilham ve mukaşefe yoluyla bilinmesi.
Veya başkalarına gizli olan hakikatlerin onun kalbine akmasıdır.[69] Hakeza Muhaddise: Meleğin sesini duyar, ama onu görmez.[70]Fatıma’nın Mushaf’ı da Hz. Fatıma (s.a) ile meleğin konuşmalarından alıntıdır. O konuşmaları Hz. Ali’ye (a.s) söyler o da yazardı.[71]Mushaf’ta helal ve haramlar yer almamaktadır, ancak gelecekteki şeylerin ilimleri yer almaktadır.[72]
Kur’an-ı Kerim’de de Hz. Fatıma’nın (s.a) faziletlerine delalet eden ayetler bulunmaktadır. Örneğin: Meveddet Ayeti (Şura, 23), Mübahele Ayeti(Al-i İmran, 61), İt’am Ayeti (İnsan, 8 ve 9). Ehlisünnet ve Şia yoluyla nakledilen hadislerde de Hz. Fatıma’nın (s.a) faziletlerini ortaya koyan hadisler zikredilmiştir. Örneğin: Bi’da (Parça) Hadisi, Enha Hadisi, Hassanet Hadisi, Buğz Hadisi, Levlake Hadisi… Ayrıca Ehlisünnet mensuplarının her biri de Hz. Fatıma’yı (s.a) bir şekilde methetmişlerdir.[73]
Kaynakça
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 123.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 21.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 33.
Yukarı git↑ Meclisi, Biharü’l Envar, c. 43, s. 16; İbn Şehraşub, Menakıp, c. 3, s. 132; Kummi, Beytü’l Ehzan, s. 12.
Yukarı git↑ Ayeti, Çekide-i Tarihi Peygamber-i İslam, s. 35.
Yukarı git↑ Kuleyni, Usul-i Kâfi, c. 1, s. 530.
Yukarı git↑ Ahmed b. Ebu Yakub, (İbn Vazıh Yakubi), Tarih-i Yakubi, tercüme: Muhammed İbrahim Ayeti, c. 1, s. 512.
Yukarı git↑ Ayeti, Çekide-i Tarihi Peygamber-i İslam, s. 35–36. (Misbahü’l Muteheccid, s. 561’den naklen).
Yukarı git↑ Mehellati, Zendegani-i Hz. Fatıma ve Doğteranı An Hazret, s. 7–8.
Yukarı git↑ Mukaddesi, Baz Pejuhi Tarihi Veladet ve Şehadeti Masuman (a.s), s. 156–157.
Yukarı git↑ Mukaddesi, Baz Pejuhi Tarihi Veladet ve Şehadeti Masuman (a.s), s. 170.
Yukarı git↑ Mukaddesi, Baz Pejuhi Tarihi Veladet ve Şehadeti Masuman (a.s), s. 173–174.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 35.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 36–39.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 39–45.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 39–45.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 42.
Yukarı git↑ Ensabü’l Eşraf, s. 269 ve 414; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 42’den naklen.
Yukarı git↑ İbn Hişam, c. 4, s. 29; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 42’den naklen.
Yukarı git↑ İbn Hişam, c. 4, s. 30; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 42-44’den naklen.
Yukarı git↑ Yakubi, Tarih, c. 2, s. 31; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 43’den naklen.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 43.
Yukarı git↑ El-Tusi, el-Emali, Tahkik ve Tashih, Behrad el-Caferi, Ali Ekber el-Gaffari, Tahran, Darü’l Kutub İslamiyye, 1380, s. 694–695.
Yukarı git↑ İbn Sa’d, Tabakat, h. 8, s. 11.
Yukarı git↑ Nesai, Sünen-i Nesai, h. 6, s. 62.
Yukarı git↑ Şefii Şahrudi, Silsile Mevzuat el-Gadir Allame Emini, c. 8 (Sıddıka-i Tahire, Fatıma Zehra) s. 60.
Yukarı git↑ Yakubi, Tarih Yakubi, c. 2, s. 310.
Yukarı git↑ Kazvini, Fatımatü’z-Zehra ez veladet ta Şehadet, s. 191.
Yukarı git↑ Ayeti, Çekide-i Tarihi Peygamber-i İslam, s. 35.
Yukarı git↑ Emali, c. 1, s. 39; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 58-59’dan naklen.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 72–73; Ayrıca Bkz. İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 22–23.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 84.
Yukarı git↑ İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 14; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 84’den naklen.
Yukarı git↑ Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 329; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 85’ten naklen.
Yukarı git↑ Mehallati, Zindegani Fatıma Zehra ve Doğteranı An Hazret, s. 69–70.
Yukarı git↑ Kazvini, Fatımatü’z- Zehra ez veladet ta Şehadet, s. 236; Meclisi, Biharü’l Envar, c. 43, s. 31 (Ayyaşi Tefsirinden naklen).
Yukarı git↑ Megazi, s. 249; Bkz. Ensabü’l Eşraf, s. 324, Vakidi kadınların sayısını 14 olarak belirtmiştir. Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 78’den naklen.
Yukarı git↑ Megazi, s. 250; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 78’den naklen.
Yukarı git↑ Megazi, s. 313; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 79’dan naklen.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 242.
Yukarı git↑ Ensabü’l Eşraf, s. 402; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 242’den naklen.
Yukarı git↑ Ensabü’l Eşraf, s. 404; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 242’den naklen.
Yukarı git↑ Cumhuret Ensabü ’l Arab, s. 16; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 243’den naklen.
Yukarı git↑ İrşad, c. 1, s. 355; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 243’den naklen.
Yukarı git↑ El-Müfid, el-İrşad, Kum, Said b. Cubeyr, 1428, s. 270–271; Ayrıca, Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 243.
Yukarı git↑ Bkz. El-Milel ve’n Nihel, c. 1, s. 77; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 243’den naklen.
Yukarı git↑ Bkz. Munteziri, Hz. Fatıma Zehra’nın (s.a) hutbesi ve Fedek Macerası, s. 392.
Yukarı git↑ Es-Süyuti, Celalettin, ed-DurrÜ’l Mensur fi Tefsiri’l Me’sur, c. 4, Kum, Ayetullah Necefi Meraşi Kütüphanesi, 1404, s. 177; Ayrıca, Hasakani, Ubeydullah b. Ahmed, ŞevahidÜ’l Tenzil, Li-KavaidÜ’t -Tafdil, Tahkik: Muhammed Bakır Mahmudi, Tahran, İslami İrşat Bakanlığı baskı ve yayınları, 1411, s. 438–442.
Yukarı git↑ Sahih-i Buhari, c. 4, Darü’l Fikr, Li-Tabae ve’n Neşr ve’t Tavzi, 1401/1981, s. 42.
Yukarı git↑ Sahih-i Buhari, c. 4, Darü’l Fikr, Li-Tabae ve’n Neşr ve’t Tavzi, 1401/1981, s. 210.
Yukarı git↑ Keşfü’l Gumme, c. 1, s. 468; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 93’den naklen.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 94.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 94.
Yukarı git↑ Biharü’l Envar, c. 43, s. 84.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 144–145.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 149–153; Es-Saduk, Meaniü’l Ehbar, Tashih ve Talik: Ali Ekber El-Gaffari, Kum, Müessese en-Neşrü’l İslamiyye, 1379, s. 354–356; İbn Tayfur, Ebu’l Fadl Ahmed b. Ebu Tahir, Belagatü’n-Nisa, Tahkik: Yusuf el-Bakai, Beyrut, Darü’l Edva, 1420/1999, s. 28–30.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 158.
Yukarı git↑ Tarih-i Yakubi, Tercüme Muhammed İbrahim Ayeti, c. 1, Tahran, İlmi ve Ferhengi, 1378, s. 512.
Yukarı git↑ Et-Tusi, el-Emali, Tahkik ve Tashih: Behrad el-Caferi, Ali Ekber el-Gaffari, Tahran, Darü’l Kutubü’l İslamiyye, 1380, s. 245.
Yukarı git↑ İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 18–19; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 158’den naklen.
Yukarı git↑ Ensabü’l Eşrab, s. 405; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 158’den naklen.
Yukarı git↑ Sahihi, c. 5, s. 177; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 158’den naklen.
Yukarı git↑ Kuleyni, Usul-i Kâfi, c. 1, babı Mevludu Zehra, Tahran, el-Mektebetü’l İslamiyye, 1388, s. 381–382. Bu hutbe Nehcü’l Belağa’da, Tercüme, Seyyid Cafer Şehidi, Hutbe, 202, s. 337–338 ve ayrıca Kâfi’den daha özet olarak zikredilmiştir. Burada tıpkı Usul-i Kâfi’nin Dr. Şehidi tarafından tercümesi esasına göre verilmiştir (Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 159–160).
Yukarı git↑ Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 331; Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 107; Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 292.
Yukarı git↑ Ahmed b. Hambel, Fazailü’s- Sahabe, c. 2, Tahkik: Vasiullah b. Muhammed Abbas, Mekke, Camietu Ummu Kura, 1403/1983, s. 761.
Yukarı git↑ El-Mustedrek, Ale’s Sahiheyn, 168/3, h. 4730; Usdu’l Gabe, 224/7; El-İsabet, 378/4; Tehzibu’t Tehzib, 469/12 rakam, 2860; Mecmeü’z- Zevaid, 203/9; Zahairü’l Ukba, s. 39; Maktelü’l Hüseyin (a.s) Lil-Harezmî, 52/1, Tezkiretü’l Havas, s. 310; Kifayetü’t- Talib lil-Genci, s. 364; el-Şerefü’l Muayyed, s. 125; Munteheb Fazailü’n- Nebi ve Ehlibeytehu aleyhimü’s-selam mine’s Sihahü’s-Sitte ve gayri huma mine’l Kutubü’l Muteberet inde Ehlisünnet, s. 263’den naklen.
Yukarı git↑ El-Mustedrek, Ale’s Sahiheyn, 170/3, h. 4740; Sahihi Müslim, 57/5; Usdü’l Gabe, 223/7 rakam, 7175, Munteheb Fazailü’n- Nebi ve Ehlibeytehu aleyhimu’s selam mine’s Sihahu’s Sitte ve gayri huma mine’l Kutubu’l Muteberet inde Ehlisünnet, s. 265’den naklen.
Yukarı git↑ Kuleyni, Usul-i Kâfi, c. 1, babı Mevludu Zehra, Tahran, el-Mektebetü’l İslamiyye, 1388, s. 381–382.
Yukarı git↑ Şafii, Şahrudi, Silsile mevzuat el-Gadir Allame Emini, c. 8 (Sıddıka-i Tahire, Fatıma Zehra) s. 78–85.
Yukarı git↑ Şafii, Şahrudi, Silsile mevzuat el-Gadir Allame Emini, c. 8 (Sıddıka-i Tahire, Fatıma Zehra) s. 82–83.
Yukarı git↑ Amuli, Rencha-i Hz. Zehra, s. 86.
Yukarı git↑ Amuli, Rencha-i Hz. Zehra, s. 100 (Kâfi, s. 240’dan naklen), Hz. Fatıma’nın Mushaf’ı hakkında Bkz. Amuli, Rencha-i Hz. Zehra, s. 97–109.
Yukarı git↑ Rızvani, Fatıma Zehra Mazlume-i Tarih, s. 72, 74, 76, 106, 118 ve 119. Daha fazla bilgi için; Mehdi Hasaniyan Kummi’nin eseri Zahmi Hurşit, kitabına müracaat edilsin.
Yukarı git↑ زوّجتکِ أقدم الاُمة اسلاماً
Yukarı git↑ انی انتظربها القضاء
Yukarı git↑ Ayrıca Medine yakınlarında bulunan bir köyün adıdır
Yukarı git↑ miras burada genel anlamındadır. Genel anlamda miras, babasından çocuğuna kalan şeylere denir, hatta babası hayatta olsa bile.
Yukarı git↑ وَاٰتِ ذَا الْقُرْبٰى حَقَّهُ
Yukarı git↑ Bazı rivayetlerde bu tesbihatın sayısı daha farklı bir şekilde zikredilmiştir. Burada yazılan, meşhur fetva esasına göredir.
Yukarı git↑ ان الله یغضب لغضبک ویرضی لرضاک
http://tr.wikishia.net/view/Hz._Fat%C4%B1ma_Zehra_(s.a)
http://tr.wikishia.net/
İran ve Suudi Dışişleri Bakanları Yüz Yüze Görüştü
Bir normalleşme adımı da Orta Doğu’nun önemli ülkeleri İran ve Suudi Arabistan arasında gerçekleşti. Yemen’deki iş savaş nedeniyle araları bozuk olan Tahran ve Riyad yıllar sonra yüz yüze görüştü.
İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Said Hatibzade, bakanlık binasında düzenlediği basın toplantısında gündemdeki konulara ilişkin açıklamalarda bulundu.
Hatibzade, Abdullahiyan ile Faysal bin Ferhan'ın Pakistan'ın başkenti İslamabad'daki İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısı kapsamında kısa bir görüşme yaptığını söyledi.
Tahran ile Riyad arasındaki müzakerelerde gelişme olmadığını ve karşı tarafın cevabını beklediklerini aktaran Hatibzade, tüm konularda konuşmaya ve bunları anlaşmayla neticelendirmeye hazır olduklarını ifade ederek, "Riyad'ı sorunları siyasi ve diplomatik yollarla çözmeye ve başka ülkelerin içişlerine müdahale etmemeye çağırıyoruz" dedi.
Son aylarda bölgede baş döndürücü gelişmeler yaşanırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Katar aracılığıyla Suudi Arabistan Prensi Muhammed Bin Selman ile görüşeceği öne sürülmüştü.
Cumhurbaşkanı Reisi: General Kasım Süleymani, İslam dünyasında büyük bir kapasite yarattı
Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Şehit Süleymani'nin farklı ülkelerden direniş güçlerini eğitme faaliyetlerine atıfta bulunarak, 'General Süleymani'nin bu eylemi İslam dünyasında büyük bir kapasite yarattı' dedi.
General Süleymani'nin şehadetinin ikinci yıldönümünü anmak için aile üyeleri ile görüşen Reisi, 'General Süleymani, İslam ümmeti içindir ve o değerli şehidin karakteri, İslam dünyasında etkin bir kişilik olarak herkese tantılmalıdır. Şehit Süleymani'nin Devrim Lideri tarafından ekol unvanını kazanması önemli bir husustur. Gerçek şu ki, General Süleymani bir kişi değil, bir ekol olarak tüm toplumların elçisiydi' diye konuştu.
Suriye ve Irak'taki kutsal türbelerin savunulması meselesinin çarpıtılmasına izin vermememiz gerektiğini vurgulayan Cumhurbaşkanı Reisi, 'Belki de birçok Müslüman İran'ın Suriye ve Irak'taki varlığının sebebini bilmiyordu. Şehit Süleymani, Suriye ve Irak savaş alanlarında bulunmasaydı bölgeye ve dünyaya ne olurdu? Şehit Süleymani'nin çabaları hem yumuşak bir hareket hem de sert bir savaştı. Tekfir ve propagandaya bulaşan bazı kişilerin zehirlenmiş olmasından duyduğu üzüntüyü dile getirerek, bunları çeşitli yollarla düzeltmeye çalışıoyrdu' diye ekledi.
Ocak 2020 Cuma sabahı, General Süleymani, Bağdat havaalanında bir Amerikan helikopterinin saldırısında şehit oldu. Saldırıda Süleymani, Hizbullah'ın Irak'taki komutanı ve Irak Halk Seferberliği Haşdi Şabi Başkan yardımcısı Ebu Mehdi el-Mühandis ve bir dizi diğer Iraklı savaşçı şehit düştü. Saldırı, dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump'ın doğrudan emriyle gerçekleştirildi.
Siyonistler General Süleymani Cinayetini İtiraf Etti
Siyonist Rejim ordusu istihbarat birliği eski komutanlarından General Tamir Hayman, İsrail İstihbarat Mirası Merkezi Dergisi'ne (Mabat Malam) verdiği röportajda; Rejimin Amerika ile birlikte Devrim Muhafızları Kudüs Kuvvetleri dönem komutanı General Kasım Süleymani'ye suikast düzenlediğini itiraf etti.
Eski istihbarat komutanı, derginin sorularına yanıt olarak: "Terör saldırısı Amerika tarafından hayata geçirildi. Ancak İsrail istihbarat servisi bu olayda önemli bir rol oynadı. Süleymani suikastı bir kazanım sayılır. Çünkü benim açımdan İran bizim temel düşmanımızdır."
Siyonist Maariv gazetesi bu sözlere dayanarak şu değerlendirmede bulundu: "Geçen mayıs ayında Yahoo sitesi, Kasım Süleymani suikastında İsrail istihbaratının da rolü olduğunu öne sürmüştü."
Bu rapora göre; suikast sırasında Amerika ortak özel operasyon komutanlığı temsilcileri Tel Aviv’deydi.
BM'de İşgal Rejimine Karşı 6 Karar Kabul Edildi
Siyonist rejim, ezilen Filistin halkına karşı saldırganlığını sürdürürken veABD, Kanada ve siyonist heyetlerin karşı çıkmasına rağmen, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Dördüncü Komitesi rejime karşı altı karar aldı.
BM Genel Kurulunda, Siyonist rejime ve rejimin mazlum Filistin halkının insan hakları ihlallerine karşı daha önce Dördüncü Komite tarafından onaylanan 6 kararı, oy çoğunluğuyla kabul edildi.
Kararlar Dördüncü Komite tarafından 10 Kasım'da onaylandı ve BM Genel Kurulu toplantısında da ekseriyetle kabul edildi.
Kararlarda, siyonist rejimin Filistin halkının insan haklarını sistematik olarak ihlal eden eylemleri ve başta sivillerin ölümüne ve yaralanmasına neden olan Gazze Şeridi sakinleri olmak üzere Filistinli sivillere karşı güç kullanmasının yanı sıra Doğu Kudüs ve işgal altındaki Golan'da da dahil olmak üzere işgal altındaki topraklardaki yerleşimler kınandı.
Kararlarda ayrıca Gazze'nin kara, hava ve deniz kuşatması, işgal altındaki topraklara yerleşim birimlerinin yapılması, işgal altındaki topraklarda yerleşimcilerin Filistin vatandaşlarına yönelik kışkırtıcı eylemlerinin yanı sıra evlerin yıkılması ve Filistinlilerin keyfi olarak gözaltına alınması, hapsedilmesi de kınandı ve Filistinli mültecilerin evlerine dönüşüne vurgu yapıldı.
İran'dan Viyana Görüşmeleri Açıklaması
İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Ali Bakıri Keni, İran’ın nükleer anlaşmadan daha azını kabul etmeyeceğini ifade etti.
İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Ali Bakıri Keni, bir Avrupalı yetkilinin önceki taslakta sekiz açık dava ve farklılıklar olduğuna ilişkin iddiaları hakkında, “Daha önce 6 turda yapılan Viyana görüşmelerin sonucu olan taslakta taraflar arasında üst düzeyde karara bağlanması gereken birçok konu kalmıştır. Bunlar çözülmemiş durumda hala masada” dedi.
Bakıri Keni, “29 Kasım’da başlayan görüşmelerde, yaptırımların kaldırılması, nükleer önlemler, doğrulama ve güvence gibi çeşitli konuların yanı sıra diğer konularda görüşlerimizi dile getirdik. Bu konuların bir kısmı geçtiğimiz günlerde yapılan görüşmelerde karşı tarafça kabul edilmiş, bir kısmı ise kabul görmemiştir” ifadesini kullandı.
Bakıri Keni’nin değindiği, İran heyetinin Viyana görüşmelerinde belirlediği şartlar ise şöyle: Nükleer anlaşmayla ilgili yaptırımların kaldırılması, yaptırımlerın kaldırıldığının doğrulanması, ABD’nin çekilmeyeceğine dair garantinin alınması, İran’a tazminat ödenmesi ve tüm tarafların anlaşma kapsamındaki yükümlülüklerine geri dönmesi.
Yaptırımları Kaldırmak İçin Tüm Diplomatik Deneyimimizi Kullanacağız
İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, İran'ın komşu ülkelerdeki büyükelçileri arasında yaptığı konuşmada, “Yaptırımların etkisiz hale getirilmesi ve kaldırılması konusunda Dışişleri Bakanlığı’na önemli bir görev tanınmıştır” dedi.
Emir Abdullahiyan, hükümetin Viyana görüşmelerine bakmaksızın ekonomik kalkınmayı sürdürme politikasına değinerek, “Devrimci bir yaklaşımla yaptırımları etkisiz hale getirmeye yardım etmeliyiz” ifadesini kullandı.
Dışişleri Bakanı Emir Abdullahiyan, "Dışişleri Bakanlığı tüm diplomatik deneyimlerini ve bilgi birikimlerini kullanarak baskıcı ve tek taraflı ABD yaptırımlarını ortadan kaldırmaya çalışacak" ifadelerinde bulundu.
Emir Abdullahiyan ayrıca Asya’ya odaklanmayı hükümetin dış politikasının önceliklerinden biri olarak nitelendirdi.
Cumhurbaşkanı Reisi: Karşı taraf ambargoyu kaldırmaya kararlıysa iyi bir anlaşmaya varılabilir
Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, İran İslam Cumhuriyeti'nin Viyana görüşmelerine onurlu bir şekilde katıldığını belirterek, 'Karşı taraf yaptırımları kaldırmaya kararlıysa, iyi bir anlaşmaya varılabiliriz ve biz de bu anlaşmayı mutlaka arıyoruz' dedi.
İran İslam Cumhuriyeti'nin komşu ülkelerdeki büyükelçileri ve misyon başkanları ile bir araya gelen Cumhurbaşkanı Reisi toplantıda yaptığı açıklamada, ülkenin kapasitelerinin diğer ülkelere tanıtıldığını vurgulayarak, 'Bazı ülkelere bu kapasiteleri anlattığımızda, bundan bilgileri olmadığını söylediler. Bu ülkelere gittiğimizde bazı teknolojik ürünleri hediye ediyoruz ve İslam Cumhuriyeti'nin tehditlere ve yaptırımlara rağmen bu ilerlemeleri sağladığını söylüyoruz' diye belirtti.
İran'ın büyük bir potansiyeli olduğunu ve bunları bölge ülkelerine ve komşularına tanıtması gerektiğini dile getiren Reisi, 'İran İslam Cumhuriyeti'nin temsilcileri bu konuda ciddi bir rol oynamalıdır. Komşuluk politikası ve ekonomik ilişkiler ve etkileşimler konusunda mevcut duruma yetinmeyin, çünkü mevcut durum iyi değil. Gittiğim her ülke durumunu inceledim ve mevcut durumun asgari düzeyde olduğunu ve yabancı ülkelerle ilişkilerimiz konusunda bizi ikna etmediğini gördüm' diye konuştu.
Türkmenistan ve Azerbaycan Cumhuriyeti ile yapılan gaz takasları bölgesel işbirliğine iyi bir örnektir
İran'ın bölgesel ticaretteki düşük payına atıfta bulunan Reisi, 'Gaz takası üç ülke arasında meydana gelen önemli bir konu ve bu tür bir iletişim iyi bir model olabilir.
Komşuluk stratejisi, yaptırımlara karşı stratejik bir hamledir
Ülkedeki mevcut kapasite göz önüne alındığında, komşularla olan ilişkilerin artırılabileceğine dikkati çeken Reisi, 'Bu konuda Dışişleri Bakanlığı'nın rolü çok önemlidir. Yaptırımlara karşı koymak ve etkisiz hale getirmek için komşuluk politikası ve komşularla ilişkiler, İslam Cumhuriyeti için taktik değil stratejik bir hamledir ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Sayın Seferi'nin bilgisine ve büyükelçilerin işbirliği ile bu strateji hayata geçirilecektir.
İran İslam Cumhuriyeti'nin yaptırımları etkisiz hale getirmek ve kaldırmak için iki stratejisine değinen Reisi, 'Bugün İslam Cumhuriyeti'ne karşı uygulanan yaptırımlar ekonomi temellidir ve düşmanın stratejisi her zaman bu yaptırımların üzerimizde olmasıdır. Stratejimiz, bu yaptırımların kırılması gerektiğidir. Yaptırımları sürdürmeye ve yoğunlaştırmaya çalışırlarsa, İran durumu izlemeyecek ve çok şey yapabilir' değerlendirmesinde bulundu.
Bazı insanların İran İslam Cumhuriyeti'nin müzakere etmeyeceğini iddia ettiğini dile getiren Cumhurbaşkanı Reisi, 'Bazıları ise ciddi müzakerelere katılmadığımızı veya herhangi bir planımız olmadığını iddia etti, ancak İran İslam Cumhuriyeti müzakerelere onurlu bir şekilde katıldı ve metni sunarak bunu gösterdi. Yaptırımların kaldırılmasına karar verilirse, iyi bir anlaşmaya varılacak ve bu iyi anlaşmayı mutlaka arıyoruz' dedi.
Siyonist rejimle ilişkilerin normalleşmesi güvenliği sağlamaz
Bölgedeki bazı ülkeler ile Siyonist rejim arasındaki ilişkilerin normalleşmesini eleştiren Reisi, 'Bu normalleşme ne bu ülkelerin ne de Siyonist rejimin güvenliğini sağlamaz. Bu ülkeler Siyonistlerle ilişkilerini normalleştirmeye ve İsrail'i sınırlarımıza yaklaştırmaya çalışıyor, ancak bu hareket onlara fayda sağlamayacaktır' diye açıkladı.
Bölgede çektiğimiz tüm sıkıntılar yabancıların varlığından kaynaklanmıştır
Bölgede bütün sıkıntıların yabancıların varlığından dolayı meydana geldiğinin altını çizen Reisi, 'Afganistan'da ABD ve Nato'nun 20 yıllık işgali dolayısıyla bu ülkede huzur sağlanmamıştır ve Amerikalıların bu ülkedeki varlığının sonucunda uyuşturucu yaygınlaşmıştır' ifadesini kullandı.
Turistler İran'a gelmek için çok hevesli
İran ile diğer ülkeler arasındaki kültürel ve medeniyet ilişkileri alanındaki büyük potansiyele değinen Reisi, 'İran'ı ziyaret etmek için büyük bir istek var ve ayrıca İran'ın farklı bölgelerinde turizm ekonomisini harekete geçirmek için zeminler var. Turizm ekonomisinin, dijital ekonominin, deniz ekonomisinin canlanması ile işsizlik başta olmak üzere ülkenin birçok sorunu başa çıkabiliriz' dedi.
Komşu ülkelerle iletişimin önceliklerden biri olduğuna dikkati çeken Cumhurbaşkanı Reisi, bu alanda ciddi ve aktif bir hamleye ihtiyaç olduğunu belirterek, 'Komşularımıza iyi fırsatların gözünden bakmalıyız. Sınırlarımız bir tehdit değil, bir fırsattır. Sınır pazarlarını genişleterek mübadele zemini sağlamak mümkündür ve sınırlara doğru bakmakla ilerleme fırsatları yaratılabilir' diye ekledi.
Tevbe Sûresinin Besmeleyle Başlamaması
Tevbe Sûresinin besmele ile başlamaması hakkında müfessirler bazı nedenler saymışlardır: 1. Bu sûre ve Enfal Sûresi, her ikisi bir sûre olarak hesap edilir. Zira Enfal Sûresi, verilen sözler hakkında ve Tevbe Sûresi ise bu sözlerin yerine getirilmemesi hakkındadır. 2. “Besmele” emniyet, sevgi ve rahmet içindir. Ama Tevbe Sûresi emniyetin ortadan kaldırılması ile ilgilidir. Bu yüzden bu sûrenin başlangıcında besmele nazil olmamıştır.
Birinci bölüm: Neden bu sûrede besmele yoktur? Bu bölüme iki ayrı cevap verilmiştir:
1. Bu sûre verdikleri sözleri yerine getirmeyen düşmanlara karşı bir açıklama olduğundan, onlarla savaşılacağı ilan edildiğinden dolayı sert bir üslup taşıdığından ve Allah’ın bu gruba gazabının göstergesi olarak barış, dostluk, sevgi ve Allah’ın rahman ve rahim sıfatlarının nişanesi olan besmeleye uygun değildir.[1] Bu yüzden de besmele ile başlamamıştır. İmam Ali (a.s), bu konuda şöyle buyuruyor: Besmelenin gelmemesinin nedeni şudur: Bismillah; aman, emniyet ve rahmet içindir ama Tevbe Sûresi emniyetin kaldırıldığını bildirmek için nazil olmuştur.[2]
2. Bu sûre hakikatte Enfal Sûresinin devamıdır. Zira Enfal Sûresi söz ve ahitler konusunda âyetler içerir, bu sûre ise ahitlerini bozanlara verilen sözlerin kaldırılması hakkındadır.[3] İmam Sâdık (a.s) bir rivayette şöyle buyuruyor: “Enfal ve Tevbe birdirler.”[4]
Ama sorunun ikinci kısmı olan Tevbe Sûresine ait bazı âyetlerin silinmesi hakkında şunları söylememiz gerekir: Böyle bir şeyin doğru olması, Kur’an’ın tahrifi anlamına gelir. Hâlbuki Müslümanlar arasında meşhur olan, Kur’an’da hiçbir tahrifin gerçekleşmediğidir. Şu anda bizim elimizde olan Kur’an, İslam Peygamberi’ne (s.a.a) nazil olan kutsal kitaptır. Uzmanlar tahrifin olmadığına dair birçok deliller sunmuşlardır. Onlardan bazıları şöyledir:
Birinci delil akıldır. Aşağıda sunacağımız mukaddimelerle Kur’an’ın tahrif edilmediği ispat edilecektir.
• Hekîm olan Allah, Kur’an’ı beşeriyetin hidayeti için göndermiştir.
• Bu kitap son semavî kitap olup, Onu getiren de son Resul’dür (s.a.a).
• Eğer bu kitap tahrif olursa başka bir semavî kitap veya başka bir peygamber halka doğru yolu gösteremeyecektir. Bu surette insanlar hiçbir suçları olmadan yollarını kaybedecektir.
• Bu sapma, âlemlerin yaratıcısının dergâhına uymadığı gibi, beşeriyetin hidayeti doğrultusundaki ilahi hikmete muhaliftir.
Öyleyse Kur’an, her türlü tahriften uzaktır.[5]
İkinci delil Kur’an’ın kendisidir. Bazı âyetlerde Kur’an’ın tahriften uzak olduğunu beyan ederek şöyle buyuruyor:
“Biz Kur’an’ı indirdik ve şüphesiz biz Onu koruyacağız!”[6]
Bu âyet-i kerime, Kur’an’ın tahriften uzak olduğunu ve sonsuza kadar da uzak olacağını açıkça gösteriyor. Ayrıca zalim ve büyüklük taslayanların Ona el uzatamayacaklarını, Onu ne azaltıp ne de çoğaltamayacaklarını belirtmiştir.[7]
Akla şöyle bir sorunun gelmesi de mümkündür: Bu âyetlerin kendisinin tahrif olmadığını nereden bileceğiz? Cevabı şöyledir: Eğer bu âyet tahrif olmuş olsa, artma yönünde bir tahrif olacaktır ki hiçbir İslam bilimcisi bunu kabul etmemiştir. Hatta tahrife inananlar dahi bu âyetleri, tahrif olan âyetler zümresinde saymamışlardır. Buna ek olarak, konumuz olan âyetlerin tahrifi, tahrife inananların maksadının tersini ispatlamaktadır. Bu âyetlerin yapı ve muhteva açısından önceki âyetlerle mukayesesi de onların birbiriyle bağlantılı olduklarını, Kur’an’ın tüm mucizevî vasıflarını taşıdıklarını ve Kur’an’dan olduklarına dair en küçük bir şüphe dahi uyandırmadıklarını ortaya koyar.[8]
Üçüncü delil, Şiî ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında mütevatir olarak nakledilen Sekaleyn hadisidir.[9] Bu hadiste Kur’an ve Ehlibeyt’e sarılmak farz bilinmektedir ve Allah Resulü (s.a.a) ümmetine, Kur’an ve Ehlibeyt’e sarılmalarını ve daima o ikisine bağlı kalmalarını emretmiştir.
Peygamber’in (s.a.a) bu fermanı, mübarek kalbine nazil olan Kur’an’ın tahrife uğramadan halk arasında bulunması içindir. Zira eğer tahrif gerçekleşirse artık muteber olmaz ve hidayet edici özelliğini kaybeder. Ayrıca Kur’an’a sarılmanın manası da kalmaz. Hâlbuki Kur’an’a sarılma ve ona uyma, Sekaleyn hadisinin açık beyanıdır. Kıyamete kadar Kur’an tahrif olmayacak ve halkın arasında olacaktır.[10]
Dördüncü delil, insanları hidayet eden, yüce mertebeli Kur’an’ın beyanı hakkındaki sahih senetli birçok rivayettir. Bu rivayetler Kur’an’ın doğruluk ölçüsü olduğunu gösterir. Şu halde eğer Kur’an tahrif olmuş olsa hidayet edici rolünü taşıyamaz, düşüncelerin doğruluk ölçüsü olmaktan çıkar ve ayrıca ahkâm kuralları da Onunla anlam bulamaz.[11]
Beşinci delil Kur’an’ın tahriften korunduğuna dair birçok tarihî olaydır. Zira tahrife inananlar ya onu ilk iki halifeden bilirler ya da Osman’a nispet verirler veya hilafet döneminden sonra gelen başka insanların tahrife neden olduklarına inanırlar. Tüm bu üç iddia da temelsiz ve batıldır. Çünkü ilk iki halifenin neden olduğu birinci ihtimal çok zayıftır. Zira onların böyle bir işe kalkışmasına sebep yoktu. Peygamber’in (s.a.a) Kur’an’a karşı özel bir inayeti olmasından, onun okunmasına ve tilavetine vurgu yapmasından ve ayrıca Resul’ün (s.a.a) dostlarının Kur’an’a verdikleri ehemmiyetten dolayı Kur’an tüm Müslümanlar arasında mahfuz ediliyor, ezber yoluyla veya başka şekillerde dakik olarak korunuyordu. Tüm bu gayret ve çabalar çerçevesinde bir kelimenin bile unutulması veya yer değiştirmesi mümkün değildi. O zamanın halkı cahiliye dönemine ait şiir ve hutbelerin korunması ve kayıt altına alınması için bile gayret ve çaba göstermişken nasıl olur da uğruna canlarından ve tüm yaşamlarından vazgeçenler Kur’an’a ilgi göstermesinler ve neticesinde onun bir kısmı yok olsun?
İkinci ihtimal, yani tahrifin Osman zamanında gerçekleşmesi de kabul edilemez. Çünkü Osman zamanında İslam o kadar yayılmıştı ki bir kimsenin Kur’an’dan bir şey eksiltmesi mümkün değildi. Ayrıca eğer Osman Kur’an’ı tahrif etmiş olsaydı, bu yaptığı, onun katilleri için en güzel bahane olurdu ve onu alenen öldürmek için, ilk iki halifenin sünnetine muhalefet veya beytülmali tarumar ettiği gibi konuları öne sürmezlerdi.
Üçüncü ihtimal ise yani tahrifin halifeler döneminden sonra vuku bulması hiç kimse tarafından beyan edilmemiştir. Buna binaen tarihî şahitler de Kur’an’ın tahrifi olayını reddetmektedir.[12]
Bu nedenle böyle bir hadisin varlığı kabul edilse bile güvenilir değildir ve kabul edilemez.
[1] Mekarim Şirazî, Tefsir-i Numûne, c. 7, s. 273, 1. Baskı, Tahran, Daru’l-Kutubi’l-İslamiye, 1995.
[2] Hâkim Nişaburî, Müstedrek, c. 2, s. 330, Dar’ul-Maarif, Lübnan, h.k. 1406.
[3] Mekarim Şirazî, Tefsir-i Numûne, c. 7, s. 273.
[4] Meclisî, Bihar’ul-Envar, c. 89, s. 277, Muessese-i el-Vefa, Lübnan, h.k. 1404.
[5] Cevadı Âmulî, Abdullah, Kur’an der Kur’an, s. 315, İsra, Kum, 2002.
[6] Hicr, 9. âyet.
[7] Hoî, Ebulkasım, el-Beyan fi Tefsiril-Kur’an, tercüme: Cafer Hüseynî, s. 277, Dar’us-Sakaleyn, Tahran, 2005.
[8] Neccarzadegan, Fethullah, Tahrif Napeziriyi Kur’an, s. 28, Meş’ar, Kum, 2005.
[9] Neccarzadegan, Fethullah, Tahrif Napeziriyi Kur’an, s. 29.
[10] Ebulkasım, el-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an, tercüme: Cafer Hüseynî, s. 285.
[11] Neccarzadegan, Fethullah, Tahrif Napeziriyi Kur’an, s. 30.
[12] Ebulkasım, el-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an, tercüme: Cafer Hüseynî, s. 180.