کارگر

کارگر

Pazartesi, 13 Eylül 2021 04:08

11 Eylül ve ’Küresel Terörizm’

ABD başkanlarının adı değişti ama teröre karşı savaş adı altında terörü yayma politikası değişmedi. ABD yönetimi kasten belirsiz bir ‘uluslararası terörizm’ kavramı ortaya attı ve bu kavram Afganistan, Irak, Libya ve Suriye'nin işgali için bir gerekçe olarak kullanıldı

  
Bu yıl, New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'ne düzenlenen terör saldırısının ve ardından ABD'nin başlattığı “uluslararası teröre” karşı savaşın 20. yıldönümü. 

1975'te ABD'de değişim öğrencisiyken New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin İkiz Kulelerine ziyarete götürülmüştük. İkiz Kuleler o zamanlar dünyanın en yüksek binasıydı ve "Dünyanın Yeni Harikası" olarak sunuluyordu. Binanın ABD'nin dünya egemenliğinin bir sembolü olması öngörülmüştü. 11 Eylül 2001'de İkiz Kuleler vurulduğunda haftalık Aydınlık'ın Genel Yayın Yönetmeniydim, Ulusal Kanal'da üç gün aralıksız canlı yayın yapmıştık. Tezimiz, ABD için yeni bir dönemin başladığı yönündeydi. 

2000'li yıllara gelindiğinde, ABD'nin dünya hâkimiyeti iddiası ile ekonomisinin dinamizmi arasındaki çelişme büyümüştü. ABD egemen sınıfları tam da o tarihte, şimdi artık günlük tartışma konusu olan ikilemin içindeydiler. ABD, ya dünya egemenliğinden vazgeçecek ve ülke içinde giderek artan sorunlarına çözüm bulmaya odaklanacak ya da dışarıda daha saldırganlaşacaktı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından beri, tadı damaklarında kalan, “savaş ekonomisi” ile hızlı sermaye birikimini yeniden devreye sokmak için “teröre karşı savaş” başlattılar. 

ABD yönetiminin bel kemiği olan mali oligarşi, Sovyetler Birliği'nin çöküşünün "tek kutuplu bir dünyaya" yol açtığı yanılsamasına düşmüştü. Bu yanılsama, Francis Fukuyama gibilerine “Tarihin Sonu” tezini ilan etmeye kadar vardırdı. Bu entelektüel safsata, “teröre karşı savaş”ı ateşlemek için kullanıldı. ABD Başkanı Bush’un ağzından yeni “Haçlı Seferi” başlatıldı. Oysa, dünya ekonomisin yarısını ABD'nin ürettiği 1950'ler çok geride kalmıştı. ABD emperyalizmi Güney Asya, Güney Amerika ve Afrika'da ağır yenilgiler yaşamıştı. Çin ve güney yarım küredeki diğer gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisinde payı ABD’yi geçmişti. ABD’nin tek üstünlüğü devasa askeri gücüydü. 

ABD emperyalizmi, 20 yıllık işgalin ardından 15 Ağustos 2021’de Afganistan'ın kurtuluşuyla birlikte "Haçlı Seferinin" hayal kırıklığı ve rezaletle sonuçlandığını kabul etmek zorunda bırakıldı.

Değişmeyen tek şey, ABD'nin eninde sonunda vahşi askeri gücüyle dünya halklarını boyunduruk altına alacağını düşünen ABD'de çok dar bir kliğin ısrarıdır. Sınıf çıkarları onları bu çılgınlığı sürdürmeye zorluyor. Bu bize, Hitler'in Berlin'in alınmasından sonra bile savaşı nasıl kazanacağına dair hesaplar yapmasını hatırlatıyor!

‘EN BÜYÜK TERÖRİST!’
Ocak 2002'de Cezayir Parlamentosu'nun ev sahipliğinde Cezayir'de düzenlenen "Uluslararası Terör Kurbanları Konferansı"nda konuşmacıydım. Konuşmama "Dünyanın en büyük teröristi ABD ve Başkanı George W. Bush’tur" cümlesiyle başlamıştım. Son 20 yılda gelişmekte olan ülkeler, “terörle savaş” adı altında ABD'nin acımasız saldırılarına maruz kaldılar. ABD başkanlarının adı değişti ama “terörle savaş” adı altında terörü yayma politikası değişmedi. ABD yönetimi kasten belirsiz bir "uluslararası terörizm" kavramı ortaya attı. Ve bu kavram Afganistan, Irak, Libya ve Suriye'nin işgali için bir gerekçe olarak kullanıldı. Son 20 yılda, "uluslararası terörizm"in, ABD'nin emperyalist saldırganlığını haklı çıkarmak için etnik ve dini gerilimleri istismar ederek ve kanatarak yarattığı terör örgütleri olduğunu acı tecrübelerle anladık. 

El Kaide, IŞİD, PKK ve Doğu Türkistan İslami Hareketi gibi örgütlerin her birinin CIA destekli olduğuna ve bu desteğin ABD Ulusal Terörle Mücadele Merkezi gibi mekanizmalar aracılığıyla koordine edildiğine dair çok sağlam kanıtlar ortaya serildi. ABD Başkanı Trump 11 Ağustos 2016'da "IŞİD'i Obama kurdu ve diğer kurucu ortağı da sahtekâr Hillary Clinton’dur” diyerek bu gerçeği itiraf etmişti.

Türkiye olarak 37 yıldır ayrılıkçı terörle mücadele ediyoruz. Türk güvenlik güçleri PKK'yı iki kez bitirdi, ancak ABD her ikisinde de terör örgütü PKK'nın imdadına yetişti. 1991 ve 2003 yıllarında Irak'a yapılan ABD müdahaleleri ile PKK diriltildi. Obama, 10 Eylül 2014'te Beyaz Saray'daki “Ulusal Sesleniş”inde PKK'nın Suriye uzantısı PYD’yi ABD’nin "kara gücü" olarak adlandırdı. ABD, PKK'ya 60 bin kişilik bir orduyu silahlandırmak ve donatmak için yeterli silah ve parayı sağladı, sağlamaya devam ediyor.

Ancak ABD sadece Afganistan'da değil, Irak'ta, Libya'da ve özellikle Suriye'de de yenildi. Yakında tüm Batı Asya'dan askerlerini çekeceğini göreceğiz. PKK, IŞİD ve Türkistan İslam Partisi üyelerinin Amerikan uçaklarına kanatlarına asılma umutları bile kalmayacak.

ABD'nin milyarlarca dolar harcadığı, bir milyondan fazla insanı öldürdüğü, milyonlarca insanı yaraladığı, şehirleri yıktığı, insanlık dışı vahşetlere neden olduğu "teröre karşı savaş"ının tek faydası, ileri sürdüğü standartları kullanarak ABD'nin yaptığının terör olduğunu saptamaya izin vermesidir! 
 
İSLAMOFOBİ VE YABANCI DÜŞMANLIĞI
Evet ben bir Müslümanım. Ama ABD’nin “Haçlı Saldırısı”nın İslam dini ile hiçbir alakası yok. ABD'nin hâkim olmak istediği coğrafyada yaşayanların çoğu Müslüman olduğu için terör ve İslam birlikte anılmaya başlandı. Eğer, Amerika Birleşik Devletleri dünya hegemonyasını sürdürmek için Güney Asya'yı hedef seçecek olsaydı, acaba kaç adı sanı bilinmeyen "Budist terör örgütü" yaratılırdı? Aslında 2003 yılında, ABD'nin Afganistan'ı işgaliyle başlattığı "Haçlı Seferi"nin arkasında "Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi"nin olduğu, dönemin ABD Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice'in açıklamasıyla ortaya çıktı. Rice, BOP kapsamında, BM kürsüsünden 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini ve buralara demokrasi götürüleceğini açıkladı. Rice’ın hangi ülkeleri kastettiği emekli Albay Ralph Peters tarafından hazırlanan haritada gösterildi. İlk kez ABD Silahlı Kuvvetleri Dergisi'nde yayınlanan bu harita Türkiye’de çok meşhur. 

Yukarıdaki harita Amerikan Yarbay Ralph Peters tarafından hazırlanmıştır. Silahlı Kuvvetler Dergisi, Haziran 2006'da Ulusal Savaş Akademisi'nde yayınlandı. (Harita Telif Hakkı Yarbay Ralph Peters 2006)
ABD Silahlı Kuvvetler dergisinde, iki yeni imal edilen ülkenin adında “bağımsız” sıfatı var. “Bağımsız Kürdistan” ve “Bağımsız Belucistan”! Bunu Batı Asya’da “İkinci İsrail” ve Asya’nın kalbinde “Üçüncü İsrail” diye okuyabiliriz. 

ABD stratejisinin açıkça ilan edilmese de "Bağımsız Doğu Türkistan" projesini hayata koymak olduğunu belirtebiliriz. ABD'nin sözde “Bağımsız Kürdistan ve sözde Bağımsız Doğu Türkistan” girişimlerinin aynı planın parçası olduğunu vurgulamak anlamlı olacaktır. Sözüm ona, her üç “free” (özgür) devlet kurma projesi, Kuşak ve Yol Girişimi'ni baltalamak için uygulamaya konan bölücü, emperyalist planlardır. Kuşak ve Yol Girişimi insanlığa barışı, farklı kültürler arasında hoşgörüyü, ortak gelişmeyi ve paylaşarak ilerleme fırsatı veriyor.

ABD ve Batı’da hız verilen hem İslamofobi hem de Sinofobi (Çin düşmanlığı) aslında, mazlum milletlerin halklarını hedef alıyor. ABD emperyalizmi, ezilen halkların hak arayışlarının önünde bu ideolojik barikatları ve ırkçılığı yaratarak dünya jandarmalığını sürdürmek istiyor! Ama nafile. 
11 Eylül’ün 20. Yıldönümünde her şeyden önce, kahraman Afgan halkının bağımsızlık mücadelesini içtenlikle kutlarım. Atlantik Kampı'nın burnu havadaki züppeleri ve onların bizdeki uzantılarınca insan sayılmayan bu fakir ama inançlı insanlar, ABD emperyalizmine tarihi bir ders verdiler. ABD’nin tehdit ve saldırılarıyla mücadele eden Türkiye’mize soluk aldırdılar. 

Afganistan'ın geleceği için umutlu olmalıyız. ABD ve Batı, Afganistan'a ve halkına büyük kayıplar verdirdi. Ancak bundan sonra Afganistan'ın terörle ilişkilendirilmeyeceğini göreceğiz. Afganistan'da yönetimi devralan Taliban örgütü, ülkelerinin başka ülkelerin çıkarları için kullanılmasına izin vermeyeceklerini ve terör örgütlerini ülkelerinde barındırmayacaklarını çok kararlı bir şekilde ifade etti. Yıllarca IŞİD ve El Kaide ile savaşarak, Türkistan İslamcı Partisi'ne faaliyet ve barınma fırsatı vermeyerek bu konudaki samimiyetlerini gösterdiler.

AFGAN HALKI ZORLUKLARIN ÜSTESİNDEN GELECEK
Afganistan'ın bir şansı da komşularının tamamının Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) üyesi olması. ŞİÖ'nün gözlemci üyesi Afganistan'ın, yükselen Asya uygarlığından hız alarak ileriye doğru önemli bir sıçrama yapacağından emin olmalıyız. Asya’nın uyarlık birikiminin bir parçası olan Afgan halkının daha iyi bir yaşam özlemi Çin, Rusya, İran ve Türkiye'nin dostane teşvikleri ile Afgan halkı, Taliban'ın bazı ideolojik eksikliklerinden doğacak zorlukların üstesinden gelecektir.

ABD'YE DERS OLSUN
Gelişmekte olan Asya uygarlığının dört önemli ülkesi olan Çin, Rusya, İran ve Türkiye'nin Afganistan'ın yaralarını iyileştirmek ve Afganistan'ı Kuşak ve Yol Girişimi’nin önemli bir bileşeni haline getirmek için el ele vermelerini ve birlikte çalışmalarını beklemek gerçekçidir. ABD ve NATO'nun işgalinden halkın silahlı mücadelesi ile kurtulan Afganistan artık emin ellerdedir. Afganistan, ŞİÖ ile güvenliğini tesis edecek ve Kuşak ve Yol Girişimi ile ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmesini sağlayacaktır. Bu da ABD’ye ders olsun!

Adnan Akfırat

Perşembe, 09 Eylül 2021 03:15

Siyonist Rejim Tarihinde Unutulmaz Bir Tokat!

 Filistinli mahkumların Gilboa hapishanesinden tünel kazıp kurtularak işgalci rejime karşı kazandıkları yeni zaferi, işgal rejimi için büyük bir güvenlik başarısızlığı ve onlar için zor bir gün oldu.
 

İşgal rejimi uzmanları, cesur ve kahraman mahkumların kararlılığının işgalci rejimin prangalarını kırdığını vurguladı.

Onlar, bu rejimin tahkimat ve tedbirler açısından en önemli kalelerinden birini geçmeyi başardılar ve bu kaleden kaçmak neredeyse imkansızdı.

Uzmanlara göre, bu operasyon işgalci rejimin iç çevrelerinde geniş yankı uyandırdı; Bu rejim temelde ülke içinde yaygın bir öfkeyle karşı karşıya. Muhalefet ve rejim kabinesi arasındaki Gazze Şeridi ve Filistin'deki durum konusunda da bazı memnuniyetsizlikler var.

Uzmanlar, Gazze Şeridi sınırlarında bir siyonist keskin nişancının öldürülmesinin işgalci rejim içinde hala geniş çapta yankılanmaya devam ettiğini ve işgal rejimi çevrelerinde büyük tartışmalara neden olduğunu vurguladı.

Şimdi de Filistinli mahkumların hapishaneden kurtulma operasyonu İsraillilerin yüzüne daha büyük bir tokat attı. Şimdi ‘’yenilmez İsrail’’ imajı siyonist yerleşimcilerin gözünde kırılıyor. Onlar, güvenliklerini sağlamak için bu askeri kuruma güveniyorlardı.

İslami Cihad Hareketinin temsilcileri, Filistinli mahkumların Gilboa hapishanesinden kurtulma operasyonunu sadece Filistinliler için değil, bölgedeki direniş güçleri için de bir zafer olarak değerlendirdi.

İslami Cihad Hareketinin temsilcileri şu açıklamalarda bulundu: ‘Bu operasyon, güvenlik ve askeri düzeyde Siyonist düşmana büyük bir darbe indirdi. Aynı zamanda Kudüs’ün Kılıcı savaşının kazanımlarına bir başarı daha eklendi. Bu korkunç darbe, Siyonist rejimin büyüklüğünü ve askeri yapısını paramparça etti.

Netanyahu'nun yenilgisi ve Benet'in iktidara gelmesinden sonra, Siyonist rejimin yeni Başbakanı, Filistin'in yeniden inşasını engelleyerek Kudüs’ün Kılıcı savaşındaki kayıplarını telafi etmeye çalıştı. Ayrıca zaman zaman Filistinlilere saldırdı veya onları gözaltına aldı; Ancak saldırılarının kırmızı çizgileri aşmasına ve Filistinlilerle yeni bir savaşa neden olmasına izin vermemeye çalıştı. Siyonist düşman, Filistinlilerle savaşmaktan korkuyor ve şimdi ne yapacağını bilmiyor. Çünkü bir yandan kayıplarını telafi etmeye çalışıyor diğer yandan ise Filistinlilerle yeni bir savaş açılmasını istemiyor; Çünkü bu savaşın kaybedeni kesinlikle kendisi olacaktır. 

İşgal Rejimi Çaresizliğini İtiraf Etti: Bilinmeyeni Aramak Gibi

İşgal rejimi İsrail güçleri, cezaevinden firar eden 6 Filistinliyi aramanın bir sonuç vermediğini ifade etti.
 

Kan haber ajansına göre işgal güçleri,  24 saatten fazla bir süre sonra takip ve arama operasyonlarından hala bir sonuç alınamadığını belirtti.

İşgalin Polis Operasyonları Dairesi Başkanı Şimon Nahmani, "Kaçak Filistinli esirleri bulmak ve onları takip etmek, bilinmeyeni aramak gibidir. Onların kaçış yerlerini, sınırları ve geçitleri kapattık.

Onlarca bilgiyi gözden geçirdik, düzinelerce operasyonel görev gerçekleştirdik, ancak bunların takibinde ilerleme kaydedilmedi" dedi.

İşgal güçleri Filistinli mahkumları arama operasyonunun bir parçası olarak işgal altındaki toprakların çeşitli yerlerinde 260'tan fazla kontrol noktası kurdu.

  Yıllarca Ortadoğu’da dolaştım.Irak’ta, Suriye’de birçok şehri gezdim.

2009 yılına kadar adını hiç duymamıştım.

Birdenbire bölgenin en belalı örgütü oldu.

Hızla büyüdü, şehirleri ele geçirdi.

Herkes bu örgütün kim olduğunu merak etti.

ABD ile yakın teması olan,

Hillary Clinton’la “çak” yapan,

Eski bir Dışişleri Bakanlarımız için,

“Dışlanmış çocuklar”dı.

Nedense masumlaştırmaya çalıştı.

ABD’NİN ÖNÜNÜ AÇTI
Çok acımasızdı. Kafa kesiyordu.

Kadınları kaçırıp evlere dolduruyor, örgüt üyelerine sunuyordu.

Dünyanın birçok yerinden gelen teröristler,

Türkiye üzerinden Suriye’ye geçip bu örgüte katıldı.

ABD durumdan hiç rahatsız değildi.

Hatta gelişmelerden çok memnundu.

Finansmanında Suudi katkısını herkes bilir.

ABD izni olmadan mümkün mü?

İPİ HEP ABD’NİN ELİNDE OLDU
Sonrası da ilginçti.

Kim ABD’nin isteklerine direndiyse,

IŞİD oraya yöneldi.

Bazen Bağdat, bazen Erbil, bazen Suriye, …

İpi CIA ve MOSSAD’ın elinde dolaştı durdu.

ABD, PKK/PYD’yi Suriye’nin doğusuna,

IŞİD sayesinde yerleştirdi.

Binlerce TIR silahı PKK/PYD’ye,

“IŞİD’le mücadele” bahanesiyle verdi.

Asıl niyeti PKK devletçiğiydi.

Dünya kamuoyunun gözünü IŞİD’le boyadı.

HER DERDE DEVA
IŞİD, ABD için her derde deva oldu.

PKK/PYD bölgeye tam yerleşince;

IŞİD’in tayini çıktı.

ABD bir kısmını Afganistan’a taşıdı.

Uzun süredir eğitiliyorlar.

Kuzey Veziristan’da oldukları konuşuluyor.

ABD’nin verdiği yeni göreve hazırlanıyorlar.

ABD KURDU, SİLAHLANDIRDI 
IŞİD-ABD ilişkisi çok açık.

Bizzat Amerikalılar söylüyor.

İşte onlardan bazıları:

ABD’li General Michael Flynn.

Tarih  2015.

“Amerika IŞİD’i silahlandırdı” dedi.

Doğrudan Obama’yı işaret etti.

ABD’nin Irak’ta istikrarsızlık için IŞİD’i kullandığını belirtti.

Bir önceki ABD Başkanı Trump:

“IŞİD'i Obama ve H. Clinton kurdu.”

Başka söze gerek var mı?

BAŞKALARI DA VAR
Sade onlar da değil.

Cumhurbaşkanı Erdoğan da aynı noktaya dikkat çekti.

28 Ocak 44. Muhtarlar Toplantısı’nda,

“IŞİD’in hamisi Amerika” ifadesini kullandı.

Afganistan eski Cumhurbaşkanı Hamid Karzai.

2017’de yaptığı açıklama özetle şöyle:

“Amerika, Afganistan’da IŞİD’e destek sağlıyor. IŞİD, ABD'nin bir aracı. İkisi arasında bir fark yok.”

İran Genelkurmay Başkan Yardımcısı Tuğgeneral Mesud Cezayiri de benzer iddialarda bulundu:

“ABD, Irak ordusu tarafından kuşatılan IŞİD militanlarına silah yardımı yaptı.”

ABD PKK’ya da aynı şeyi yapmıştı.

Cudi Dağı’nda sıkışınca, uçakla silah, mühimmat ve gıda atmıştı.

TALİBAN IŞİD’LE SAVAŞIYOR
Taliban yıllardır IŞİD’le savaşıyor.

ABD’nin derdi IŞİD olsaydı yanında olurdu.

Tam tersini yaptı.

Taliban’a karşı IŞİD’i destekledi.

Zaten Suriye’den oraya kendisi taşıdı.

PKK/PYD’ye ne yaptıysa onu yaptı.

Derdi IŞİD değil.

IŞİD kendi çocuğu.

Putin'in Afganistan özel temsilcisi Kabulov’un açıklamaları da önemli:

“Afganistan'da IŞİD'le Taliban mücadele ediyor. Hatta ABD'den daha etkin bir şekilde. O yüzden kuzey bölgelerini Taliban'ın kontrol etmesini tercih ediyoruz.”

Her şey ortada.

IŞİD HORASAN GRUBU 
IŞİD’in Horasan Grubu konuşuluyor.

Kabil’deki patlamayı onlar üstlendi.

Afganistan’ın kuzeyindeler.

Putin’in tahrif edilen açıklamasında dikkat çektiği grup.

Niyetleri önce Orta Asya’ya, oradan Rusya’da Müslümanların yaşadığı bölgelere sızmak.

ABD’nin “Asya Baharı” planında rolleri var.

Asya ülkeleri de bu planı bildiği için ön aldı.

ABD tepetaklak gidiyor.

Artık uygulama şansı yok.

aydınlık

 İran gemilerinin ardı gelir mi bilinmez. Fakat Hizbullah’ın hamlesi Lübnan siyaseti ve ülkeyi çevreleyen dehşet dengesindeki yerini teyit ediyor. İlk raundu aldığı söylenebilir.


Eşeklerle ilgili bir haberin Orta Doğu’daki hesaplaşmalarda ne ilgisi olabilir? Beka Vadisi’nde eşeklerin fiyatı 2 milyon liradan 10 milyon liraya çıkmış. Lübnan’da araçlara kontak kapattıran, hastaneleri işlevsiz bırakan, jeneratörleri susturan ve evleri karartan petrol yokluğu kırsal kesimde ulaşım aracı olarak eşek ve katırları kıymete bindirmiş. Bu çöküşü hükümetsizliğe, kötü yönetime, yolsuzluğa, istismara, mezhep tabanlı sisteme bağlamak gerçeğin bir tarafını teslim eder. Tespiti burada bırakmak ise insanı Lübnanlılara “Müstahaksınız” deme kolaylığına götürür. Gerçeğin diğer parçası çetrefilli; anlaşılması zor.

Lübnan daha büyük ve çoklu bir savaşın parçası. İran ile Suudi Arabistan arasındaki nüfuz mücadelesinin, işgalci İsrail’le direniş güçleri arasındaki düşmanlığın, İsrail’in güvenliğine adanmış ABD-AB bloku ile İran ve Suriye’nin başını çektiği eksen arasındaki hesaplaşmanın, iç savaş günlerinden beri istikrarsızlığı garantileyen Lübnanlı partiler arasındaki husumetlerin savaşı…

ABD’nin, İran’ın petrol gelirlerini sıfıra indirmeye odaklı azami baskı siyaseti, Suriye’yi ekonomik olarak çökertip tavır değişikliğine zorlamaya endeksli Sezar Yasası yaptırımları, Yemen’e dayatılan kuşatma ve Lübnan ile Irak’ta eş zamanlı gelişen gösteriler bu savaşta entegre bir çökertme stratejisini tanımlıyordu. Lübnan’ın mali krizi bundan bağımsız gelişmedi. Bu krizden ilk önce etkilenen de ekonomik çarkını çevirebilmek için Lübnan bankalarını kullanan Suriye oldu.

Ayrıca ABD, Lübnan’ı olabildiğince nefessiz bırakıp hidrokarbon yataklarıyla ilgili olarak İsrail’in aradığı koşullarda münhasır ekonomik bölgelerle ilgili haritanın çizilmesini istiyor. İsrail anlaşmazlık bölgesi Kariş sahasında Yunanlı bir firma ile arama çalışmalarını başlatmıştı. Ekim 2020’de başlayan müzakerelerin altıncı turu 16 Haziran 2021’de gerçekleşti. Lübnanlılar ise İsrail’e yontan bir kıskaç altında el sıkışmak istemiyor.

***

Ekim 2019’da patlak veren gösteriler, hemen ardından Merkez Bankası’nın döviz darboğazına girmesi, Ağustos 2020’de Beyrut limanındaki patlama ve ekonomik buhran, 2005’de Refik Hariri suikastı sonrasında olduğu gibi Batı-Körfez blokuna Hizbullah’ın dışlandığı yeni bir hükümet kurmak için baskı kanallarını ardına kadar açtı. Suudi Arabistan 2017’de Başbakan Saad Hariri’nin istifa ettirildiği skandal müdahaleden sonra geride dururken Fransa sömürge döneminden küflenmiş çizmeleri yeniden giydi. Ama bu baskı mekanizması ve manipülasyonlar Hizbullah ile Cumhurbaşkanı Mişel Aun arasındaki ortaklığı fazla örselemedi. Ekonomik baskıların yol açtığı öfkeyi Hizbullah ve Aun’a yönlendirmeye dönük Körfez-İsrail-Batı üçgeninde büyük bir gayret sarf edildi.

Amerikan Üniversitesi Tıp Merkezi yakıt yokluğundan operasyonları durdurmak zorunda kalırken bile ABD sorunu çözmeye dönük adım atmadı.

Geçen yıl Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah döviz krizini aşmak için Lübnan lirasıyla İran’dan petrol ve ilaç alabilecekleri önerisini ortaya attı. Hizbullah’a hasım partiler, öneriyi Lübnan’ı İran’ın yörüngesine sokma adımı olarak görüp şiddetle karşı çıktı. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo da “Kabul edilemez. Kesinlikle yaptırım olur” diyerek bunu önlemek için ellerinden geleni yapacaklarını söylemişti.

Alternatif olarak Rusya’nın petrol rafinerisi kurma önerisi de reddedildi. Çinlilere de kapı kapatıldı. Mayısta iki enerji gemisi elektrik üretimini durdururken Lübnan Elektrik Kurumu döviz ve yakıt yetersizliği nedeniyle 22 Haziran itibariyle tüm faaliyetlerine son vereceğini duyurdu.

Ülkede elektrik kesintileri günlük 20-22 saati bulurken Lübnan’ın dostu olduğunu söyleyenler kılını kıpırdatmadı.

Merkez Bankası’nın 12 Ağustos itibariyle sübvansiyonları kaldırma kararıyla petrol krizi iyice tırmandı. Banka akaryakıta sağlanacak döviz kredilerinin resmi kur yerine piyasadaki serbest kur üzerinden hesaplanacağını açıkladı.

Fiyatlar birkaç katına tırmanırken karaborsa ve stokçuluk başladı. Ordunun el koyduğu depolardan biri 15 Ağustos’ta patladı, 22 kişi öldü, 76 kişi yaralandı. Bu da tuz biber ekti. Kapalı bir istasyona saldırı yüzünden Şii yoğunluklu Ankud kasabası ile Hıristiyanların yaşadığı Magduşe kasabası arasında gerilim tırmandı. Lübnan mezhepsel savaşın her zaman birkaç adım ötesinde. Petrol yokluğu bir istasyonda bir imama Cuma namazı bile kıldırttı.

***

Daha önce İran’la yerel para birimiyle petrol alabileceklerini ama hükümetin buna cesaret edemediğini belirten Nasrallah 19 Ağustos’ta petrol yüklü İran gemisinin birkaç saat içinde yola çıkacağını duyurunca ortalık karıştı. Lübnan'a karşı ekonomik savaş dayatanların Hizbullah'ı bu kararı almaya mecbur bıraktığını söyledi. İsrail ve ABD buna izin verir miydi? Bir süredir İsrail, İran petrol gemilerini hedef alan gizemli saldırılarda bulunuyordu. İran da birkaç yerde İsrail gemilerini hedef alarak misilleme yaptı. Adı konulmamış bir deniz savaşı yaşandığından Lübnan yolcusu tanker de güvende değildi. Nasrallah akaryakıt gemisinin İran karasularından çıktıktan sonra Lübnan toprağı sayılacağını belirtti. Mesaj açıktı; İsrail gemiyi sabote ederse Hizbullah da İsrail rafinerilerini ya da limanlarını vuracaktı. İlk geminin Lübnan’a ulaşmasının ardından iki gemi daha yola çıkacak, bunu dördüncü bir kargo izleyecekti. Bu hamle potansiyel olarak Hizbullah’a büyük bir kredi açarken Lübnan için de riskler barındırıyordu.

İşin risk kısmından doğal olarak Gelecek Hareketi lideri Saad Hariri, Lübnan Güçleri Partisi Genel Sekreteri Semir Caca ve Ketaib Genel Sekreteri Sami Cemayel gibi Hizbullah’ın hasımları tutuyor. Bu üç liderin suçlamaları özetle şöyle:
- Lübnan’ı iç ve dış çatışmalara çekebilecek tehlikeli bir gelişmedir.
- İran gemilerini ‘Lübnan toprakları’ gibi görmek ulusal egemenlikten tavizin zirvesidir.
- Lübnan yasaları ihlal ediliyor.
- Bu, Lübnan devleti ve hükümetine saldırıdır.
- Gemi İran’a karşı yaptırımları ihlal ediyor. Lübnan da kuşatma ve yaptırımlara maruz kalacak.
- Hizbullah sağlıktan ekonomiye ve savunmaya tüm bakanlık pozisyonlarını gasp ediyor.
- Hizbullah stratejik, askeri ve güvenlik kararlarına el koyuyor; Lübnanlıları tehlikeye atıyor; özel sektörü tamamen deviriyor.
- Akaryakıt krizinin sebebi Suriye'ye yasa dışı yollarla yapılan sevkiyattır.

Özel sektöre darbe suçlaması Caca’ya ait. Caca, Suudi bağlantılarının gerektirdiği muhalefeti sergilerken kendi kuyruk acısını da yansıtıyor. Şöyle ki Zahle’de Lübnan ordusunun stokçulara karşı yürüttüğü operasyon sırasında ortaya çıkardığı 5 bin litrelik 38 akaryakıt deposunun Lübnan Güçleri’nin liderlerinden İbrahim Sakr ve kardeşi Marun Sakr’a ait olduğu ortaya çıktı. Lübnan ekonomisinin en ‘akar’ tarafları siyasilerin kontrolünde. Ama Lübnan’ın neden devlet olamadığına sıra gelince en büyük gürültü bu odaktan yükseliyor.

Nasrallah eleştirilere ve tehditlere 29 Ağustos’ta Hermel kentinde bir anma törenindeki konuşmasında karşılık verdi. “Akaryakıt Hizbullah ya da Şiiler için değil tüm Lübnanlılar içindir” dedi. “Devletin ve firmaların alternatifi değiliz. Amacımız kara borsayı kırmak ve insanların acılarını dindirmek” diye ekledi. Ayrım gözetmeden öncelikle hastaneler, ilaç ve gıda fabrikaları, ekmek fırınları ve elektrik jeneratörlerine yakıt vereceklerini söyledi. Her konuda hükümete ayar vermeye kalkışan Beyrut’taki Amerikan Büyükelçisi Dorothy Shea’ya da “Lübnan'a yardım etmek istiyorsanız, diğer ülkelerin Lübnan'a yardım etmesini engellemeyi bırakın, sizin ne inisiyatifinizi ne de paranızı istiyoruz” yanıtını verdi.

Pek çok gözlemci Aun, hükümet ve konunun muhatabı Enerji Bakanlığı ile bir mutabakat olmadan Hizbullah’ın bu adımı atmayacağını düşünüyor. Ki hükümet ve cumhurbaşkanlığının sessizliği zımni onay olarak görülürken başbakan adayı Necip Mikati de Hizbullah’ın dostu olmamasına rağmen eleştirenlere şu yanıtı verdi: "Bize bir mum ver. Alternatifimiz olmadıkça bu sevkiyatları reddetmeyeceğiz.”

***

Nihayetinde geminin 3 Eylül’de Lübnan’a değil Suriye’nin Banyas limanına yanaştığı, yakıtın karayolundan tankerlerle taşınacağı açıklandı. Bu, eleştirileri savuşturacak ya da yaptırım riskini azaltacak bir formül gibi duruyor.

Hizbullah’ın bu riskli hamlesinin şimdilik birkaç sonucundan söz edilebilir:

Bir kere İran tankerini “güvenlik meselesi” olarak niteleyen İsrail kendini tutmak zorunda kaldı. Bu durum 2006 savaşında oluşan ve geçen ağustosta sınırlı saldırılarla teyit edilen angajman kurallarının işlediğini gösteriyor. Bu tanker hamlesinden hemen önce Hizbullah’ın angajman kuralları yerli yerinde mi diye bir deneme yaptığını anlıyoruz. Olay şuydu: Önce Lübnan’dan İsrail’e faali meçhul üç roket atıldı. İsrail de boş arazileri vurarak Lübnan’a misilleme yaptı. Bu kez Hizbullah kendi misillemes ini can acıtmayacak hedefleri seçerek gerçekleştirdi. İsrail altta kalmamak için kendi işgali altındaki bölgenin tepelerini vurdu. Bu, “Saldırırsan saldırıya uğrarsın” demekti.

İkinci önemli sonuç; ABD kayıtsızlığını bozmak zorunda kaldı. Biden yönetimi İran’a ihtiyaç olmadan başka çözümler bulunabileceği mesajını verirken Büyükelçisi Shea’nın yaptığı ilk iş, Aun’u arayıp Lübnan’a Ürdün’den elektrik ve Mısır’dan doğalgaz nakledilmesi için onay verdiklerini iletmek oldu. Hizbullah’ı Lübnan’ın devlet olmasının önündeki temel engel olarak gören Hariri, Caca, Cemayel ve şürekâsının bu buyurganlığa diyebileceği tek bir kelime yok.

-Sinir harbi sürerken 1 Eylül’de Beyrut’u ziyaret eden bir Amerikan Kongre heyeti Lübnanlıların kulağına kar suyu kaçırmaya çalıştı. Heyete başkanlık eden Senatör Chris Murphy, "Suriye üzerinden taşınan herhangi bir yakıt yaptırımlara tabidir. Washington bunu yaptırımsız gerçekleştirmenin bir yolunu arıyor" dedi. Amerikalı senatörler, meclisteki en büyük blokun parçası ve iktidar ortağı Hizbullah’ın teröristliğine dair epey yontulmamış laf da etti.

Amerikalıların sözünü ettiği alternatif yolun nereye çıktığını cumartesi günü gördük: Şam.

Lübnan hükümeti bir yıldır Mısır doğalgazı ve Ürdün elektriğinin Suriye üzerinden Lübnan’a taşınması için arayış içindeydi. Ama Amerikalılar yaptırım tehdidini masadan kaldırmıyordu. 2011’de Suriye’ye vekâlet savaşı ile müdahale edildiğinde vurulan projelerden biri Arap Boru Hattı idi. Bugün Amerikalıların onay vermek durumunda kaldığı çözüm bu hatla ilgili. Arap Boru Hattı 2000’de Mısır, Suriye, Ürdün ve Lübnan arasında Mısır ve Suriye doğalgazının Ürdün, Lübnan ve Türkiye’ye taşınmasına yönelik geliştirilmişti. 1 milyar dolarlık yatırımdı. Anlaşmaya 2006’da dahil olan Türkiye, Kilis-Halep bağlantısı için 2008’de Şam’la anlaşmıştı. Lübnan bu hattan Ekim 2009’dan itibaren Banyas bağlantısıyla bir yıl kadar doğalgaz almıştı. Hattın zarar gördüğü söyleniyor.

Mısır’dan gelecek doğalgazın bir kısmının doğrudan Lübnan’a taşınması, bir kısmının da Lübnan’a iletilmek üzere Ürdün’deki santrallerde elektrik üretimi için kullanılması öngörülüyor. Bu öneriyi pişirmek, Lübnan’dan Şam’a kalabalık bir heyetin gitmesini gerektirdi. 10 yıl sonra Lübnan’dan ilk resmi ziyaret bu şekilde gerçekleşmiş oldu. Bu da Hizbullah’ın petrol hamlesinin dördüncü sonucu.

4 Eylül’de Şam’a giden Lübnan heyetinde Başbakan Yardımcılığı, Savunma Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı koltuklarında oturan Zeyne Aker, Maliye Bakanı Gazi Vezni, Enerji ve Su Bakanı Raymond Gacar ve Kamu Güvenliği (İstihbarat) Genel Müdürü General Abbas İbrahim yer aldı.

Suriye tarafı Lübnan’a elektrik ve doğalgaz transferinde altyapısının kullanılmasını olumlu karşıladı. Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan petrol-enerji bakanları çarşamba günü Amman’da projeyi ilerletmek üzere bir araya gelecek. Bu gelişme, birkaç Arap ülkesiyle sınırlı olsa da Suriye’ye diplomatik alana dönme şansı da sunuyor.

Amerikalıların öncesinde Ürdün ve Mısır’la görüşmeler yaptığı aktarılıyor. ABD Dışişleri Bakan Yardımcı Vekili Joey Hood, Al Hurra kanalının konuyla ilgili sorusu üzerine “Lübnan hükümeti, İran’dan petrol istemediğini açıklığa kavuşturdu” demekle yetindi. “Fakat Hizbullah istedi” diye tekrar sorulduğunda “İsteyen hükümet değil” yanıtını verdi. Gelişmeler ABD’nin yaptırımlardan Lübnan'ı muaf tutmayı kabul ettiğini gösteriyor.

İran gemilerinin ardı gelir mi bilinmez. Fakat Hizbullah’ın hamlesi Lübnan siyaseti ve ülkeyi çevreleyen dehşet dengesindeki yerini teyit ediyor. İlk raundu aldığı söylenebilir. Bu durum, Amerikan yaptırımlarının sonuç alma konusundaki berbat skorunun altını da çiziyor. (gazete DuvaR)

Orta Asya Cumhuriyetleri liderleri ve Bağımsız Devletler Topluluğu üye ülkeleri hala bölge ülkeleri düzeyinde tekfirci terörist hareketlerin faaliyetlerinden dolayı kaygı duymaktadır

 Son bir kaç günde Orta Asya liderleri bölge hükümetleri ve Batılı hükümetlerin makamları ile istişarelerinin yanı sıradefalarca Afganistan'daki mevcut durumdan  memnun olmadıklarını ve kaygı duyduklarını dile getirmişlerdir

Bu hususta Orta Asya Cumhuriyetleri makamları ve Bağımsız Devletler Topluluğu  son günlerde Amerika'yı Afganistan'daki mevcut durumdan sorumlu tutmuş ve  Afganistan'daki güvensizliği  Orta Asya cumhuriyetlerine  yaymakla suçlamışlardır.

Rusya hükümeti makamları da bir kaç kez resmi olarak doğrudan Amerika'nın Afganistan'daki siyasetlerini kaosa dayalı olduğunu  belirterek  Amerika liderliğindeki   Batılı hükümetlerin Afganistan'dan istikrarsızlığı  Orta Asya'ya yaymak için belli başlı girişimlerde bulunduğunu  vurgulamışlardır

 Amerika hükümeti resmi yollar üzerinden son yirmi yılda  Batılı ülkeler ile işbirliği yapmış olan  Afgan uyruklarını  Orta Asya ülkelerine aktarmaya çalışarak   Rusya, İran ve Çin ayrıca Orta Asya ülkelerine yönelik bu tezgahını kurmaya çalışmıştır. Ancak bölgedeki liderlerin zekası ve akıllı davranması sonucu Amerika'nın bu yöndeki komploları şimdiye dek  suya düşmüştür.

Bu bağlamda Bağımsız Devletler Topluluğu üye ülkeleri topluluklarının  terörizm ile mücadele merkezi başkanı Andrey Novikov   Afganistan üzerinden  terör faaliyetlerinin  bölge ülkelerine özellikle de  Orta Asya ülkelerine yayılması hususunda uyarılarda bulundu. Bu  üst düzey  Bağımsız Devletler Topluluğu  makamı  şöyle bir açıklamada bulundu: "  Afganistan'da Taliban'a karşı  aktif olan terörist tekfirci grupların  bu ülkenin sınırlarını aşması ihtimalinden yola çıkarak bu tehlikenin var olduğunu söylemek mümkün."

Andrey Novikov ayrıca şu açıklamada da bulundu:  " Uluslararası terör örgütleri listesinde yer alan  Taliban'a ilaveten  Afganistan'da başka terör örgütleri de faaliyet yapıyor.  Bu örgütlerin ve grupların  Taliban'a veya uluslararası kararlara ve oluşumlara uyması pek olası görünmüyor. "

Gerçekte Bağımsız Devletler Örgütü üst düzey makamları ve  Orta Asya liderleri   bölgede iki olayın gerçekleşmesinden dolayı derin kaygı duymaktadırlar.  İlk olarak tehlikeli oluşumların büyümesi ve  faaliyetlerinin artması ve bu grupların Taliban ile karşılaşması ve sonuçta Amerika tarafından Afganistan'a taşınan teröristlerin  Afganistan'ı ele geçirip bölgeye tehdit haline gelmesi. İkinci olarak da   bu terörizmin Orta Asya'ya yayılmasıdır.  Orta Asya Cumhuriyetleri  radikal ve aşırılık yanlısı  grupların gelişmesi için  büyük bir potansiyele sahipler. Çünkü bu bölgede yoksulluk ve hayat zorluluğu, ve en önemlisi de İslam dini hakkındaki  eksik farkındalık  bunun için çok uygun bir zemin hazırlamıştır.

Geçen hafta ise Özbekistan hükümeti IŞİD tekfirci terör örgütüne bağlı 14 kişiyi bulmuş ve onları tutuklamıştır.

Özbekistan içişleri bakanlığı bildirisinde aşırılık yanlısı partilerin faaliyetlerinin temelde  terör örgütlerinin finansmanına bağlı olduğuna dair açıklamalar yapılmıştır.  Aynı zamanda  aşırılık yanlısı partilerin  dünyanın stratejik noktalarında insanları tekfirci terörist faaliyetlere katılmaya teşvik ettikleri de belirtildi.

Özbekistan içişleri bakanlığı  tutuklananların itiraflarına ve açıklamalarına dayanarak şu açıklamada da bulundu: " Bu hedefler çerçevesinde  tutuklananlar  kimi davetiyeler ve aşırılık yanlısı  liderlerin dini fetvalarına dayalı olarak hareket etmişlerdir.  Bu durum  binlerce kanıtın ve belgenin yanı sıra,  Suriye'ye karşı savaşın  bu ülkenin  Amerika ve ortaklarının çıkarları çerçevesinde yok edilmek istendiğini göstermektedir. "

İşte tüm bu gelişmeler  ve gerçeklerin tek tek ortaya çıkması  Amerikan askerlerinin ve ortaklarının  Afganistan'dan birden bire çekilmesinin  istikrarsızlığı ve güvensizliği Orta Asya bölgesine yaymak çerçevesinde  olduğunu  ve Amerika'nın bölgedeki çıkarlarına hizmet etmek     doğrultusunda olduğunu gözler önüne sermektedir.

ParsToday

 Washington'daki sözde "terörle savaşın" insani maliyetine yeni bir ışık tutan Airwars soruşturmalarına göre, son 20 yılda ABD'nin hava saldırıları sonucunda 48 bin kadar sivil öldürüldü.
 

Pazartesi günü yayınlanan yeni bir araştırma, 11 Eylül sonrası yirmi yıl süren savaşlar sırasında ABD hava saldırılarının Orta Doğu'daki yedi ülkede en az 22.679 sivili öldürdüğünü ortaya koydu.

Çatışma bölgelerindeki sivil kayıpları izleyen Airwars'a göre , ABD bu yedi ülkede (Afganistan, Irak, Libya, Pakistan, Somali, Suriye ve Yemen) en az 91.340 saldırı gerçekleştirdiğini ve sonucunda ölen sivil sayısının bu sayının 48.308 olduğunu açıkladı.

Söz konusu ölümler, ABD'nin 11 Eylül saldırılarının ardından başlattığı "teröre karşı önleyici savaş" kapsamında düzenlediği hava saldırıları sonucu gerçekleşti.

Airwars, araştırmasının; ABD'nin Afganistan ve Irak işgali sırasındaki hava saldırıları ile Suriye, Irak ve Libya'da IŞİD'e, Somali, Yemen, Pakistan ve Libya'da köktenci çetelere karşı olduğunu ileri sürdüğü hava saldırılarını kapsadığını duyurdu.

En ölümcül dönemin 2003 yılı olduğu belirtilen raporda, bu yıl neredeyse tamamı Irak'ın kara işgali sırasında olmak üzere en az 5 bin 529 sivilin öldürüldüğü kaydedildi.

Irak ve Suriye'deki IŞİd kampanyalarında, ABD öncülüğündeki koalisyon, aynı hava savaş alanında en az 8 bin 300 olan tahminin çok altında 1.417 sivili öldürdüğünü kabul etti. 2016'da ABD, 2009-2015 yılları arasında terörle mücadele operasyonlarında Libya, Pakistan, Somali ve Yemen'de 64 ila 116 sivili öldürdüğünü itiraf etti.

ABD'li yetkililerin askeri verilere atıfla Washington'un son 20 yılda "teröre karşı savaş" adı altında en az 91 bin 340 hava saldırısı düzenlediği belirtilen raporda, ABD Savunma Bakanlığı'nın kendi istihbarat ajansları tarafından kabul edilen sivil ölümlerine dair ise herhangi bir veri yayımlamadığına işaret edildi.

 Washington'daki sözde "terörle savaşın" insani maliyetine yeni bir ışık tutan Airwars soruşturmalarına göre, son 20 yılda ABD'nin hava saldırıları sonucunda 48 bin kadar sivil öldürüldü.
 

Pazartesi günü yayınlanan yeni bir araştırma, 11 Eylül sonrası yirmi yıl süren savaşlar sırasında ABD hava saldırılarının Orta Doğu'daki yedi ülkede en az 22.679 sivili öldürdüğünü ortaya koydu.

Çatışma bölgelerindeki sivil kayıpları izleyen Airwars'a göre , ABD bu yedi ülkede (Afganistan, Irak, Libya, Pakistan, Somali, Suriye ve Yemen) en az 91.340 saldırı gerçekleştirdiğini ve sonucunda ölen sivil sayısının bu sayının 48.308 olduğunu açıkladı.

Söz konusu ölümler, ABD'nin 11 Eylül saldırılarının ardından başlattığı "teröre karşı önleyici savaş" kapsamında düzenlediği hava saldırıları sonucu gerçekleşti.

Airwars, araştırmasının; ABD'nin Afganistan ve Irak işgali sırasındaki hava saldırıları ile Suriye, Irak ve Libya'da IŞİD'e, Somali, Yemen, Pakistan ve Libya'da köktenci çetelere karşı olduğunu ileri sürdüğü hava saldırılarını kapsadığını duyurdu.

En ölümcül dönemin 2003 yılı olduğu belirtilen raporda, bu yıl neredeyse tamamı Irak'ın kara işgali sırasında olmak üzere en az 5 bin 529 sivilin öldürüldüğü kaydedildi.

Irak ve Suriye'deki IŞİd kampanyalarında, ABD öncülüğündeki koalisyon, aynı hava savaş alanında en az 8 bin 300 olan tahminin çok altında 1.417 sivili öldürdüğünü kabul etti. 2016'da ABD, 2009-2015 yılları arasında terörle mücadele operasyonlarında Libya, Pakistan, Somali ve Yemen'de 64 ila 116 sivili öldürdüğünü itiraf etti.

ABD'li yetkililerin askeri verilere atıfla Washington'un son 20 yılda "teröre karşı savaş" adı altında en az 91 bin 340 hava saldırısı düzenlediği belirtilen raporda, ABD Savunma Bakanlığı'nın kendi istihbarat ajansları tarafından kabul edilen sivil ölümlerine dair ise herhangi bir veri yayımlamadığına işaret edildi.

 İran İslam Cumhuriyeti dışişleri bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Irak ve Suriye ziyaretini tamamlayıp Pazartesi sabahı ülkeye döndü.

 

 Hüseyin Emir Abdullahiyan  ziyaretinin ilk aşamasında "Irak'ın Komşuları" adlı konferansa katılması ve ikili görüşmeler yapmak üzere  Bağdat'a gitti.  İran İslam Cumhuriyeti dışişleri bakanı  ziyaretinin ikinci gününde ise Suriye'de bulundu ve Suriye cumhurbaşkanı Beşar Esat ile görüşmeden önce  Suriyeli mevkidaşı  Faysal Miktat  ve bu ülkenin diğer makamlarının yanı sıra  Filistinli mücahitler ve direniş liderleri ile görüştü. 

Suriye cumhurbaşkanı  Beşar Esat ise  İran İslam Cumhuriyeti dışişleri bakanı ile görüşmesinde ise  İran İslam Cumhuriyeti'nin verdiği desteklerden dolayı takdirini sunarak  iki ülkenin ikili ilişkiler alanında işbirlikleri hususunda  ve de bölgesel ve uluslararası konulardaki  işbirliği ile açıklamalarda bulundu. 

 Direniş Ekseninin  Irak ve Suriye'de  IŞİD terörizmi karşısındaki zaferi ve buna paralel olarak  Siyonist Rejim İsrail'in saldırganlıklarına karşılık verilmesi Direniş Ekseninin askeri boyutlardaki kabiliyetlerini gözler önüne serdi.  Ancak  ekonomik savaş ile  mücadele ve yaptırımlara karşı koyulması zarureti özellikle de İran ve Suriye'ye yönelik baskılar yüzünden iki ülkenin işbirliği yapması ve koordine hareket etmesi  bu alanda bir zaruret haline geldi.   Özellikle de İran, Suriye ve Irak'ın ekonomik ve güvenlik bilhassa bölgede jeopolitik özelliklerinden dolayı sahip oldukları stratejik önem bu işbirlikleri daha da belirgin hale getirmiştir. 

Bu bağlamda İran İslam Cumhuriyeti dışişleri bakanı  bu hususta  Suriye dışişleri bakanı Faysal Mikdat ile görüşmesinde şöyle bir açıklamada bulundu: " İran ve Suriye işadamları ve özel sektörlerin işbirliği yapması  bu ziyarette ilgi odağına yerleştirilmiş konulardan biri idi. "

İran ve Suriye halihazırda   düşmanların zalimane yaptırımlarına karşı durmak için  ekonomik ve ticari işbirliklerini geliştirmek niyetindeler ve kesin bir şekilde  yan yana hareket ederek ekonomik terörizm ile mücadelede ve halka yardım etmek alanında büyük adımlar atmaya kararlılar.  

Buna ilaveten, Suriye  ekonomik yenilenmeye gitmiş ve birçok alanda altyapı tesislerine ve inşa süreçlerine ihtiyaç duymaktadır.  Bu da  4 milyar dolarlık değerinde profesyonel ve uzmanlık alanı faaliyetleri anlamında geliyor.  Bu yüzden mevcut koşullarda  endüstri, enerji, yatırımcılık, ticaret, limanlar  alanında işbirliklerin arttırılması ve  ortak projelerin uygulanmasının hızlandırılması iki ülkeye karşı zalimane yaptırımlara karşı koymak adına büyük bir öneme sahiptir. Bu girişimler,  parasal ve döviz işlemlerinin yolundaki engelleri kaldırmak anlamına da büyük ve özel konuma sahiptir. 

Suriye dış ticaret ve ekonomi bakanı Muhammed Samin El Halil,  para transferi hususundaki sorunlar ile ilgili şöyle diyor: " Suriye Ticaret Bankası   şirketlerin, iş adamlarının ve ekonomik aktörlerin bu konuda kolayca finansal işlemler yapabilmeleri için iyi ilerleme kaydeden üç İran bankası ile görüşmeleri sürüyor."

Tahran bölgedeki her türlü siyasi, güvenlik ve ekonomik düzenlemenin Suriye dahil bölgedeki tüm ülkelerin varlığı ve katılımıyla sağlanacağını vurguluyor.  Bu yüzden direniş ekseninin yanı sıra ekonomik yaklaşımların da İran, Irak ve Suriye arasında göz önünde bulundurulması bu ülkeleri daha da yakınlaştıracak ve ortak sorunlara karşı onları güçlendirecektir. 

Dolayısıyla İran on üçüncü hükümetinin kamu diplomasisinin en iyi başlangıcı savunma işbirliğinin yanı sıra ekonomik yakınlaşma kapılarını aralamasıdır. İran Dışişleri Bakanı'nın Irak ve Suriye ziyareti ve Bağdat ve Şam görüşmelerinin önemi bu bağlamda değerlendirilmelidir.

 İran'da İmam Humeyni (ra) İcra Kurumu enformasyon merkezi, 8 milyon doz "Kov-İran Bereket' aşısının üretildiğini duyurdu.

 

 Muhabirimizin bildirdiğine göre, İmam Humeyni (ra) İcra kurumu dün bir rapor yayınlayarak, ''Kov-İran Bereket aşısının üretim sayısı bugüne kadar yaklaşık 8 milyon doz oldu.'' ifadesine yer verdi.

Raporda, ''Bugüne kadar Sağlık Bakanlığı'na teslim edilen aşı sayısı yaklaşık dört milyon iki yüz bin dozdur ve kalan aşılar kalite kontrol sürecindedir.' denildi. 

İran Sağlık Bakanlığı'na göre şu ana kadar 2 milyon 37 bin 97 kişiye ilk doz "Kov-İran Bereket" aşısı yapılırken, beş yüz kırk dokuz bin sekiz yüz otuz sekiz kişiye de ikinci doz  Kov-İran Bereket aşısı yapıldı.

 
Taliban, IŞİD-H ile harbi savaşırsa bu sefer “Yakıştı da” derler mi? Kim bilir… Taliban’la birlikte Afganistan diğer ülkelerdeki cihadî yapılar için çekim merkezi olur mu? HTŞ’nin İdlib’den atmaya çalıştığı El Kaide çizgisindeki örgütler Afganistan’a yol alır mı? Çin, Rusya ve İran’ın haşin bakışları altında bu gerçekleşir mi? Taliban dünya ile iyi ilişkiler ararken buna yol verir mi? Bahisler açık…


Duvar’daki son yazımda demiştim ki; “IŞİD ile El Kaide çizgisi çatışma halinde. Taliban da pek çok selefi cihadî grubun refleksine uygun olarak El Kaide’yi değil, El Kaide’nin mutandı IŞİD’i kendi hâkimiyetine tehdit olarak görüyor. İşte Taliban’a dışardan kredi açılacak hesap burasıdır: IŞİD’i bastıracak güç.”

“İslam Devleti-Horasan Vilayeti” kısaca IŞİD-H, 26 Ağustos’ta Kabil’de düzenlendiği intihar saldırılarıyla, düzeni kim kurarsa kursun Afganistan’da onun en şedit düşmanı olacağını hatırlattı. Aynı zamanda Taliban’ın hesabına uluslararası alanda meşrulaşmasını kolaylaştıracak bir gerekçe yazdırdı. Öncesinde Taliban havaalanında yakaladığı bir IŞİD-H militanından aldığı intihar saldırıları olacağına dair istihbaratı Amerikalılarla paylaşarak IŞİD-H’ye karşı koalisyona aday olduğunu gösterdi. Biden yönetimi de saldırıda ölen 13 Amerikalının intikamını almak için Taliban’la henüz biçimlenmemiş fiilî ortaklığı biraz daha şekillendirebilir.

IŞİD, Suriye’de de savaşan gruplar ve yabancı güçlerin politikaları üzerinde ayrıştırma etkeniydi. ‘Vahşetin İdaresi’ kurgusuyla kör şiddet, Şii-Alevi kesimlere karşı acımasız düşmanlık, ilan ettiği hilafetin yegâneliği ve halifeye biatı reddedenlerin selefi cihadî paydaşlığa rağmen tekfir edilmesi IŞİD’i karakterize eden noktalardı. El Kaide çizgisindeki öteki cihadî gruplar, IŞİD karşısında kendilerini farklı bir yere konuşlandırma ihtiyacı duydular. Sözgelimi Heyet Tahrir el Şam (HTŞ), IŞİD’in Suriye kolu Nusra’nın devamı olmasına rağmen değiştiğini, küresel cihadî ağdan çıktığını ve mücadeleyi Suriye ile sınırladığı imajını vermeye çalıştı. Bu süreçte IŞİD öteki cihadî örgütlerin anlayışla karşılanmalarına, hatta kabul edilmelerine hizmet etti. ABD ve ortakları ne zaman İdlib’deki bu örgütlere operasyon başlatılsa “sivil katliam” uyarısıyla dünyayı ayağa kaldırıyor. IŞİD kötü, IŞİD’in türevleri veya su katılmış versiyonları iyi!

***

ABD şimdi benzer seçiciliği Afganistan’da yapıyor. ABD’nin terörle mücadele adı altında radikal cihadî yapıların ayrımsız yeminli düşmanı olduğunu düşünenler yazıyı okumayı burada bırakabilir. Amerikalılar Arap dünyasından mücahit devşirme programını Abdullah Azzam, Usame bin Ladin, Gulbeddin Hikmetyar gibi isimlerle yürüttükten sonra kimi kime karşı destekleyeceğini ya da kullanacağını öğrendi. Sözgelimi 1989’da Sovyet destekli rejim tamamen yıkıldıktan sonra CIA, birçoğu Mısır’daki İhvan’la bağlantılı mücahit liderlerden en ılımlısı Ahmet Şah Mesud yerine, bu kuşağın en radikali sayılan Hikmetyar’ı iktidara taşımanın derdindeydi. Bugün de uzlaşı hükümeti için Taliban’la görüşen komitede Hikmetyar’ın da olması hiç tesadüf değil.

1990’larda ‘muzaffer’ mücahit gruplar arasındaki iktidar savaşına son vermek için Pakistan istihbaratının desteğiyle palazlanan Taliban da Amerikalılar için makul bir çözümdü. İlk tercihleri Hikmetyar onlar için bir ‘İngiliz anahtarı’ olamamıştı. ABD, Taliban’ın devirip güya savaşla geçirdiği 20 yıl boyunca bu hareketi terör örgütleri listesine bile almadı. Gerekçe mantıklı geliyordu; “Terör örgütü ilan edersek müzakere edemeyiz.” Madem müzakere edilebilir bir hareketti, bu ülkeyi neden taş devrine gönderdiniz? Afganistan’dan çekildikleri gün Taliban’ın iktidara döneceğini biliyorlardı ve oyunu ona göre oynadılar. Doha’daki siyasi müzakere ekibinde başı çeken iki önemli isim Şir Muhammed Abbas Stanikzey’i BM’nin kara listesinden çıkartan ve Molla Abdulgani Berader’i Karaçi’deki hapishaneden özgürlüğüne kavuşturan Amerikalılardı. Bütün bunlar Şubat 2020’de Doha’daki devir teslim anlaşmasının ön hazırlıklarıydı. Anlaşma gereği binlerce Taliban üyesi, Afganlar arası barış süreci olmaksızın bıraktırıldı. Taliban militan gücüne tekrar kavuştu. Şimdi Taliban, IŞİD ile savaşan bir iktidar pozu vererek Amerikanlılara yaptıkları tercihin haklı olduğu hissini yaşatacak ve böylece müstakbel ortaklığın harcı karılmış olacak.

***

Peki, Taliban’ın zaferiyle cihatçı karıncalanmayı Amerikalılar dert ediniyor mu? Ya da Amerikalılar, Taliban’ın halihazırda Afganistan’da farklı vilayetlere yerleşmiş cihadî örgütlerle veya kurulacak Afganistan İslam Emirliği’nin himayesinde gölgelik arayacak örgütlerle ilgileniyor mu?
ABD’nin aradığı, kendisine yönelik olarak Afganistan merkezli bir cihatçı tehdidin gelişmemesi. Bununla birlikte Amerikalılar 2001’de teslim alamadıkları El Kaide liderlerinin, törenle çekilme anlaşması imzaladıktan sonra Taliban eliyle elimine edilmesini beklemiyor. Ki ABD Savunma İstihbarat Teşkilatı (DIA), El Kaide-Taliban ilişkisinde bir değişiklik öngörmüyor. Rapora göre "Şubat 2020 anlaşmasından sonra da El Kaide, Taliban’a askeri eğitim vermeye, Taliban da El Kaide’ye güvenli sığınak sağlamaya devam etti." Yine rapora göre "Taliban anlaşma uyarınca Taliban büyük olasılıkla El Kaide'den faaliyetlerini kısıtlamasını ve yabancı güçler çekilinceye kadar terör gruplarıyla ilişkilerini gizlemeye devam edecek."

Ya sonra? DIA’in öngörüsü şöyle: “Birliklerin çekilmesinden sonra El Kaide'nin faaliyetlerinin Afganistan'a başka bir dış askeri müdahaleye yol açmaması koşuluyla, çekilmenin ardından Taliban, El Kaide’yi kısıtlama isteği büyük olasılıkla azalacak. Ancak El Kaide'nin kompartımanlara ayrılmış komuta ve kontrol yapısının doğası gereği gelecekte Taliban'ın kendisini izlemesi ve kısıtlamalarda bulunmasını zorlaştırabilir.” 

Hatta CENTCOM Komutanı Kenneth McKenzie “Eğer kendi hallerine bırakılırsa El Kaide’nin kendini yeniden inşa edip ABD’ye hedef alacağından kimsenin şüphesi olmasın” diyor.

***

Taliban’ın muhtemel stratejisi ‘müminlerin emirine’ biat eden cihadî grupları himaye etmeye devam etmek ama 2001 öncesinden farklı olarak ev sahibinin kurallarının daha iyi hissettirmesini sağlamak. Taliban, El Kaide lideri Usame bin Ladin’in Suudi Arabistan’dan tekrar Afganistan’a döndükten sonra Siyonizm ve haçlı güçlerine karşı küresel cihat çağrısı yapmasından memnun değildi. Ladin çantalar dolusu para getirdiği için; Arap mücahitlerle evlilik bağları oluştuğu için; ve bu örgütler “müminlerin emiri” Molla Ömer’e sığındıklarını belirtip dinin ve Peştun örfünün gerektirdiği himaye yükümlülüğünü hatırlattıkları için Taliban’ın himmetini garantilemişlerdi. Dahası Ladin’in kurduğu 055 Tugayı (55’inci Arap Tugayı) 1996-2001 arasında Taliban güçlerine entegre edilmişti. El Kaide’nin Taliban’a bağlılık bildirisi (biat) de ilişkilerin boyutunu çoktan değiştirmişti. Usame bin Ladin, Taliban’ın kurucu lideri Molla Ömer’e, Ladin’in halefi Eymen Zevahiri de Molla Ömer’in halefi Molla Ahtar Mansur ve ardılı Molla Heybatullah Akundzade’ye biat etmişti. Biat, El Kaide’nin nasıl Afganistan’da himaye bulduğuna dair çok belirleyici bir kıstas. Bugün El Kaide özellikle Pakistan’la sınır bölgelerinde Hakkani Ağı’nın gölgesinde faaliyet gösteriyor. Zamanla El Kaide, Tehrik-e Taliban Pakistan gibi örgütleri de etkiledi. Elbette teknik olarak cihadî selefilerle gelenekçi Taliban’ın din anlayışı arasındaki farklılıkları konuşabilir; Taliban’ın ne denli makul ve yerel olduğu konusunda çıkarımlar yapılabilir. Hatta Taliban’ın Diyûbendi medreselerinden geldiğini, bu medreselerin amelde Hanefi fıkhı ve akaitte Mâtürîdî mezhebine dayandığını, hocalarının Nakşî ve Kadirî olduğunu belirtip, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kendisini Taliban’la özdeşleştiren sözlerini anlamlandırabiliriz. Fakat bu çıkarımlar özünde, Diyûbendi medreselerinin “yeşil kuşak” projesinden beri Suudi Arabistan’dan para eşliğinde pompalanan Vehhabiliğin etkisine girdiği, Afgan cihadı sırasında radikalleştiği ve mücahit devşirme havuzlarına dönüştüğü gerçeğini de ıskalamış oluruz. Ya da Taliban’daki ılımlılaşma eşiğinin, Ahundzade’nin oğlu Hafız Abdurrahman’ı 2017’de Helmand’a intihar bombacısı olarak gönderecek seviyede olduğunu hatırlamasak da olur. Taliban’ın ne denli makul örgüt olduğuna dair hikâyeler ilk dönemde de vardı. Hatta Suudi-Amerikan baskısıyla Çin’in başına bela olması yönündeki dürtmelere direndiği de rivayet edilir, Pekin’in kendisini tanımasına ramak kala neden Bamyan’daki Buda heykellerini havaya uçurarak bu büyük komşuyla ipleri kopardığına anlam verilemezdi.

***

Taliban’ı Afganî, Sufî, ehl-i tarîk çizgiye zorla soktuğunuzda o vakit El Kaide, Tehrik-e Taliban, Leşker-e Tayyibe gibi oldukça radikal yapılarla iştigalini anlamak için saç baş yolmak gerekiyor. Taliban’ın geleneksel İslamcılığı ile El Kaide’nin selefi reddiyeciliği arasındaki paradokslar karşılıklı çıkarlar ve ödünç tutumlarla aşıldı. Ortaklığı mümkün kılan şey El Kaide’nin de biraz yerelleşmesi, gelenek ve örfün belirleyici taraflarına alışması, Pakistan-Afganistan sınır hatlarındaki aşiretlerle etkileşime girmesiydi. İşte bu yakınlaşmaya daha radikal bir reddiye olarak IŞİD-H yükseliyor. IŞİD’in 2014’de Musul’da hilafet ilan etmesinin üzerinden çok geçmeden Afganistan’da Hafız Said Han, Ebu Bekir el Bağdadi’ye biatını sunup Taliban, El Kaide ve Tehrik-e Taliban’dan kopanlar ve Özbekistan İslami Hareketi’nin katılımıyla IŞİD’in Horasan Vilayeti (IŞİD-H) ayağını oluşturdu. Bu vilayet Afganistan’ın yanı sıra Pakistan, Özbekistan, Tacikistan ve İran’dan parçalar içeriyor. Haliyle doğrudan 5 ülkeyi hedef alıyor. Mücahitler ve yabancı cihatçılar arasındaki bu hızlı ayrışma zeminin olgunlaştığını gösteriyordu. IŞİD-H’nin hedeflerine bakıldığında Taliban’ın yumuşak ya da tavizkar bulunduğu alanlar olduğu görülüyor. Bunlar arasında bir Sufî cami, otobüs dolusu Şii yolcular, Şii Hazaraların bölgesinde kız okulu, doğum hastanesi ve eğitim merkezi vs... Kız okuluna saldırıda 68 kişi ölmüş, 165 kişi yaralanmıştı.  

Irak’ta görüldüğü üzere gelenekçi İslam’ın her iki yakasında Sünniliğin ve Şiiliğin kutsallarına saldırarak kendi profilini yükseltiyor. Bu strateji ile aynı zamanda El Kaide, Taliban ve Tehrik-i Taliban’ı maslahatçı ve tavizkar bulan unsurlar için mıknatıs ortamı yaratıyor. Sonuçta IŞİD-H’nin temelini atanlar bu ortak havuzdan geliyor. Örgütün kurucu aktörlerinin Pakistanlı Taliban olması da şaşırtıcı değil. Amerikalılar IŞİD-H’nin de Taliban’la yaptıkları anlaşma ve devam eden koordinasyonu kendi lehine çevirip şiddetini göstereceğini de öngörüyordu. Bunu DIA’nın raporlarında da görüyoruz. Sonuçta IŞİD-H hemen şu olağanüstü günlerde ortaya çıkmış değil; altı yıllık bir vakıa ve sadece bu yıl 80’e yakın kanlı saldırıya imza attı.  

***

Taliban örgütten devlet aşamasına geçtiğinde aşiret liderleri, geleneksel ulema ve yerel aktörlerin rızasını almanın gerekliliğine ikna oldu. Bu katı kalıpları eriten ya da yamultan bir gereklilik. Bu yola tekrar giren Taliban ilkinden farklı olarak uluslararası tanınmayı önemserken iki şeyi yapmak zorunda kalabilir:

Kendisine biatlı radikalleri dizginlemek ve yönetimi zora sokacak eylemlerden sakınmalarını teşvik etmek. Bu siyaset, bünyedeki radikalleri IŞİD-H’ye itebilir. Her ehlileşme eğilimi, içinden radikal alternatifi doğuruyor.

İkincisi, IŞİD-H’ye savaş açarak rol değişimine gitmek. Bu da Taliban’ın dış dünya ile ilişkilerini yumuşatıp ortaklığın önünü açabilir.
Bu yeni dönemde Taliban’ın IŞİD-H’ye karşı öne sürdüğü, Amerikalı komandolara nazire yaparcasına Kabil havaalanına gönderdiği, reklamını da TRT’nin yaptığı “Bedir 313” adlı birliğin El Kaide’nin ideolojik yansıması Hakkani Ağı’na dayanması da kusur defterinde düşebilir. Bedir 313, Amerikalı askerlerin 1945'te II. Dünya Savaşı'nda Iwo Jima savaşı sırasında Suribachi Dağı'nda yaptığını taklit ederek tevhit bayrağını Afgan dağlarına dikti. Üstelik Amerikan silahları ve ekipmanlarıyla. Taliban, IŞİD-H ile harbi savaşırsa bu sefer “Yakıştı da” derler mi? Kim bilir…

Taliban’la birlikte Afganistan diğer ülkelerdeki cihadî yapılar için çekim merkezi olur mu? HTŞ’nin İdlib’den atmaya çalıştığı El Kaide çizgisindeki örgütler Afganistan’a yol alır mı? Çin, Rusya ve İran’ın haşin bakışları altında bu gerçekleşir mi? Taliban dünya ile iyi ilişkiler ararken buna yol verir mi? Bahisler açık…

gazeteduvar