کارگر

کارگر

Pazartesi, 28 Haziran 2021 03:45

İncil’de Ahmet İsmi

Kur’an, İncil’de İslam Peygamberi’nin (s.a.a) müjdeleyici olduğunu söylüyorsa, tahrif edilmiş İncil’i değil, Hz. İsa’nın (a.s) getirdiği İncil’i kastetmektedir. Elbette tahrif edilmiş hali hazırdaki İncil’de de bu meseleye işaret edilmesi dikkate değer bir konudur. Hz. Mesih (a.s) “Farkilit”in geleceği müjdesini vermişti. Bu kelime (Farkilit), Yunanca’dır ve kelimenin aslı (“p” ve “r” harflerinin kesre şeklinde okunmasıyla) “Pırıklitus”tur. Arapçalaştırıldığı için “Farkilit” şeklini almıştır. Pırıklitus, isminin dilden dile dolaştığı ve herkesin onu övdüğü kimsedir. “Ahmet” kelimesinin anlamı da bunun aynısıdır.
İncil’de Ahmet İsmi

 Hz. Resulullah (s.a.a) ya hakikaten peygamberdi ya da -Allah’a sığınırız- yalan yere peygamberlik iddiasında bulundu. Eğer gerçekten peygamberse, o halde Kur’an’ın sözü, “p” ve “r” harflerinin kesre yani “Pırıklitus” şeklinde olduğunun doğru olduğuna delildir. Ama eğer –Allah’a sığınırız- yalan yere peygamber olduğunu iddia etmiş olsa bile yine de onun sözü doğrudur. Çünkü Resulullah’ın (s.a.a) kendi davasına güvenmeksizin Hıristiyanların elindeki kitaba dayanması akıllıca bir iş değildir. Peygamber (s.a.a), İncil ve Yunanca lügatinden haberdar olmadığı için, bu kelimeyi Yunancayı bilen Hıristiyan âlimine söylemişti ve o âlim de bu haberi Peygamber’e (s.a.a) vermişti. Söz konusu âlim Yunan lügatini çok iyi biliyor ve Yunancayı da okuyabiliyordu, o halde “Ahmet”in manasını bilen bu âlim, “teselli veren” kelimesinin anlamını daha iyi (bitariki evla) bilecektir. İncil Kitabı’nda “Pırıklitus” (kesre okunuşuyla) kelimesini görmüş ve bilirkişiliğiyle “teselli veren” kelimesine itiraz ederek, bu kelimeyi “Ahmet” olarak tercüme etmiştir.

Bu açıklama doğrultusunda o zamanın İncil nüshalarında “teselli veren” anlamındaki “Pereklitus” (P ve r harflerinin fethe okunuşuyla) olarak değil, “Ahmet” anlamındaki “Pırıklitus” (kesre telaffuzuyla) olarak yazılıyordu.

Hıristiyanlar, “Farkilit”in Ruhu’l-Kudüs olduğuna ve Mesih’in (a.s), “Farkilit”in Havarilere ineceği vaadi verdiğine inanırlar. Ama “Farkilit”in, Ruhu’l-Kudüs değil de muayyen bir fert olduğuna dair birçok delilimiz vardır:

1. Çok eski mütercimler (Farkilit’i) özel bir insan olarak bilmiş olmaları hasebiyle, bu lafzın aynısına tercümelerinde yer vermişlerdir. Eğer bu lafızı “teselli veren” şeklinde anlamış olsalardı, bu lafza tercümelerinde yer vermezlerdi.

2. Birbirini destekleyen çeşitli tarih kaynaklarında, Hıristiyanların İslam’dan önce bu lafzı muayyen bir ferde tatbik ettikleri görülmektedir. Örneğin, miladi ikinci asırda “Mentanes” ismindeki Hıristiyan bir şahıs, Anadolu’da Farkilit’in olduğunu iddia etmiş ve o zamanın Hıristiyanlarından bir gurup da ona yönelmişlerdir.

3. İncil’in 14. bölümünün 16. âyetinde şöyle yer alır: “Ben, babadan sizin için başka bir Farkilit göndermesini istiyorum.”

Bu sözden “Ben Farkilit’im, benden sonra başka bir Farkilit gelecektir” anlamı çıkar. Ancak Farkilit, çok övülen, ismi dilden dile dolaşan ve herkesin onu iyilikle andığı “Ahmet” anlamına gelirse bu ibare bu şekilde mana edilebilir. Yani “Ben güzel isimli bir ferdim ve babadan, başka bir güzel isimli bir ferdi göndermesini istiyorum” anlamına gelebilir.

Ama eğer “Farkilit” kelimesi, “teselli veren” anlamında olursa, İsa’nın (a.s) kendisinin “teselli veren” bir kimse, Muhammed (s.a.a) ya da Ruhu’l-Kudüs’ün de başka “teselli veren” bir kimse olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Havariler, Hz. Mesih’in (a.s) gökyüzüne çekilmesinden (Su’ud) dolayı üzüntü içindeydiler ve Hz. Mesih, gökyüzüne yükselişinden sonra, artık Hıristiyanlara teselli veremez ve teselli verecek başka bir Ruhu’l-Kudüs de olamazdı. Zira kendisi gökyüzüne çekilmişti.

4. 26. âyette şöyle yazar: “O, her şeyi size öğretecektir ve size söylediklerimi tekrar size hatırlatacaktır.”

Bu ibareden, Hz. İsa’nın (a.s) hitabının dünyanın sonuna kadar ümmetin bütünüyle beraber olacağı anlaşılıyor. Zira o şöyle buyuruyor: Benim ümmetim olan sizler, benim sözlerimi unutacaksınız ve Farkilit, size hatırlatacaktır. Onlar Hz. Mesih’in (a.s) sözünü unutmadılar ama zamanla putperestlik itikadı Hz. Mesih’in (a.s) sözleriyle karıştırıldı ve sözlerini unuttular ve Hz. Mesih’e (a.s) Allah ve Allah’ın oğlu dediler ve Teslise inandılar. Allah Teâlâ, Mesih’in (a.s) sözlerini ve onun Allah’ın kulu olduğunu hatırlatmak için, Farkilit’i yani Muhammed bin Abdullah’ı (s.a.a) gönderdi.

5. 30. âyette şöyle geçer. “Vuku bulmadan önce şimdi sizler için söyledim ki vuku bulduğunda iman getiresiniz.”

Ruhu’l-Kudüs bir kimsenin kalbine indiği zaman, özellikle Havariler onun indiğinden şek etmez. Aksi takdirde vahyin nüzulünden sonra peygamberlerin kendilerinin, onun sıhhatinde şek etmeleri gerekirdi. Oysa böyle bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla Ruhu’l-Kudüs’ün nüzulünde Havarilerin ona inanmaları için Hz. Mesih’in (a.s) daha önce Ruhu’l-Kudüs’ün geleceğini haber vermesine ihtiyaçları yoktur. Farkilit’ten maksat insanların doğru olduğunda şüphe ettikleri peygamberdir. Hz. İsa (a.s) gelmeden önce onun geleceğinden haber verdi ki geldiği zaman peygamber oluşunda şek etmesinler.

6-7. 15. bâbın 26. âyetinde şöyle geçer: “O benim hakkımda tanıklık eder ve siz de, ilk günden beri benimle olduğunuz için tanıklık edersiniz.”

Bu ibareden, Hz. İsa’yı (a.s) inkâr edenlerin Onu incittikleri açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısıyla şöyle buyuruyor: Farkilit gelecek ve benim hak olduğuma şehadet edecektir, mucizelerimi gören sizler de şehadet edeceksiniz. Bu iki şehadet birbirlerini teyit eder ve böylece inkâr edenler için hüccet tamamlanır. Tüm bunların, Ruhu’l-Kudüs’ün Havarilere nazil olmasıyla hiçbir uyumluluğu yoktur. Zira Ruhu’l-Kudüs’ün, ilk günden beri Hz. Mesih (a.s) ile birlikte olan ve onun mucizelerini gören Havarilere, Mesih’in (a.s) hak olduğuna şehadet etmesine ne lüzum vardır? “O ve siz, şehadet edeceksiniz” –birbirinizi teyit edeceksiniz- buyruğu inkar edenlerin mukabilindedir. Böyle olmaması durumunda, Ruhu’l-Kudüs’ün şehadetini Havarilerden başkası işitmeyecek ve hiçbiri bir diğerini teyit etmeyecektir.

8. (16: 7) bâbında şöyle denir: “Eğer ben gitmezsem, Farkılıt gelmeyecektir.”

Bu ibare, Havarilere nazil olan Ruhu’l-Kudüs’e uymuyor. Çünkü Hz. İsa’nın (a.s) ahdinde de Ruhu’l-Kudüs Havarilere inmişti ve İncil’in nassına göre bu, Hz. Mesih onları, İsrail şehirlerine gönderdiği zaman gerçekleşmiştir.

9. 8. âyette şöyle geçer: “O geldiği zaman âlemi günahı terk etmeye ve doğruluk ve adalete zorunlu kılar.”

Bu ibare, bizim Peygamberimize (s.a.a) sıdk (şamil) ediyor. Çünkü o Hz. Resulullah (s.a.a), tüm dünya insanları içindir ama Ruhu’l-Kudüs ise batındadır ve Havarilerin gönlüne nazil olmuştur; tüm dünya insanları için değildir.

10. 13. âyette şöyle geçer: “O kendinden söz söylemez aksine, işittiğini söyler ve gelecekten haber verir.”

Bu ibare, insana uymaktadır. Hıristiyanların inancına göre Ruhu’l-Kudüs ise Allah ile birdir. Dolayısıyla “Her işittiğini söyler” ifadesi bu bağlamda bir anlam taşımıyor.

Aynı şekilde 14 ve 15. âyette şöyle geçer: “O beni büyütür. Zira o benim malım olan şeyleri alır ve size haber verir. Babaya ait olan her şey bana aittir. Bu nedenle bana ait olanları alır ve size haber verir.” Söylenilenlerden hiç birisi Ruhu’l-Kudüs’e tatbik edilemiyor.

İncil’in ibarelerine eleştiriler yapılmıştır. Bu eleştiriler şunlardır:

Birinci eleştiri: “Farkilit”in tefsirinde “Doğruluk ruhu” üç yerde ve “Temiz ruh” da bir yerde gelmiştir. Bu, Müslümanların iddiasıyla uyuşmaz, dolayısıyla “Farkilit”ten kasıt Ruhu’l-Kudüs’tür.

Cevap: Yuhanna’nın ıstılahında ruh kelimesi sıkça gelmiş ve bundan da peygamber kastedilmiştir. O halde “Doğruluk ruhu” yani hak peygamber ve “Temiz ruh” yani temiz peygamber kastedilmiştir, Hıristiyanların icat ettikleri “Üçüncü Oknum (unsur)” değil. Nitekim Yuhanna’nın (4:1-6). risalesinde şöyle denir: “Ey dostlar! Her ruhu (yani her peygamberi) doğrulamayın, onların Allah katından gelip gelmediklerini sınayın. Çünkü dünyada peygamberlik iddiasında bulunan pek çok kimse olmuştur. Allah’ın ruhunu (yani Allah tarafından peygamberlikle görevlendirilen kimse) böyle tanıyınız. İsa Mesih’in cisme girip geldiğini itiraf eden ruh, Allah tarafındandır… Biz Allah’tanız o halde Allah’ı tanıyan herkes bizim sözümüzü dinlesin. İşte biz, “Doğru ruhu” ve yalancı ruhu buradan tanırız (yani hak peygamberi ve batıl peygamberi).”

Burada “Doğru ruh” hak peygamber manasında olduğu gibi Farkilit tefsirinde de bu anlamdadır. Daha önce “tercümede şaşırtmak için Ruhu’l-Kudüs kelimesini getirmişlerdir” dememizin sebebi de bundandır. Oysa”Ruh-i mukaddes” yani pak peygamber demeleri gerekirdi.

İkinci eleştiri: Bir paragrafında şöyle denmektedir: “Dünya onu tanımadığından ve görmediğinden ötürü ona takati yoktur. Ama siz, yanınızda mukim ve sizde sabit olduğu için onu tanırsınız.” Bu ibareler, İslam Peygamberine uymuyor, diyorlar. Zira Havariler, Hz. Resulullah zamanında yaşamamışlar ve onu görmemişlerdir.

Cevap: Nebiler, o an için hazır olan özel bir grubu değil, ümmetin tamamını muhatap alırlar. Hz. Musa’nın (a.s) hazır olan cemaate sizin kardeşleriniz arasından Allah tarafından görevli bir peygamberin çıkacağı bağlamında verdiği haber buna delildir. Müjdesini verdiği peygamberin risaleti dönemindeki halk o esnada yoktu, Farkilit’in (müjdesi verilmiş peygamber) geleceği zamanda da Havariler yoktur.

Üçüncü eleştiri: Hz. Mesih şöyle buyurdu: “Dünya onu görmez ve tanımaz.” O görülmeyen Ruhu’l-Kudüs’tür. İslam Peygamberini ise herkes görüyordu!

Cevap: Tanımamak ve görmemekten maksat nübüvvet ve peygamberlik makamıdır. Peygamberi tanımamak ve onu görmemek değildir. Matta İncil’inde de (11: 27) buna benzer sözler vardır: “Baba dışında hiç kimse “Oğlu” tanımaz ve “Oğul ve o ki…dışında hiç kimse “Baba”yı tanımaz.”

Yuhanna’da (8: 19) şöyle geçer: “Siz, beni tanımıyorsunuz, Babamı da tanımıyorsunuz. Beni tanımış olsaydınız Babayı da tanırdınız.” Hakeza Yuhanna’da (14: 7) şöyle geçer: “Eğer beni tanımış olsaydınız, babamı da tanırdınız, şimdiden onu tanıyorsunuz ve onu gördünüz…”

Bu eleştirinin cevabı da şudur: Bütün bu ibarelerde var olan “görmekten” maksat gözle görmek değil, tanımak ve marifettir.

Dördüncü eleştiri: Farkilit hakkında şöyle dedi: “O, sizin yanınızda mukimdir ve sizinle sabit kalacaktır.” Bu da Havarilerde varolan Ruhu’l-Kudüs’tür. Hz. Resulullah ise onlardan sonra geldi ve onlardan ayrıydı!

Cevap: Bu ibareden “Bundan sonra mukim olacaktır” kastedilmiştir. Zira daha önce: “Ben, “Baba”dan sizin için başka bir Farkilit göndermesini isteyeceğim.” O zaman olmadığı için şöyle buyurulmuştur: “Ben gitmeyene kadar, o size gelmeyecektir.”

Aynı şekilde (14:11) şöyle geçer: “O, sizinle ebede kadar kalacaktır.” Buradaki “Siz” ile “Havariler” kastedilmemiştir. Zira Havariler ebede kadar kalıcı değillerdir. “Ebede kadar kalmak” ile kalplerde iman ve muhabbetin kalması kastedilmiştir, nitekim şöyle buyurulmuştur (14: 18): “Ben, kendimin Babasıyım ve siz, bendensiniz ve ben de sizdenim.” O’nun cismi ümmet içinde değil, iman ve sevgisi ümmet içindedir. Aynı şekilde Farkilit’e (yani) “Ahmet”e (s.a.a) olan iman ve ona duyulan sevgi sonsuza kadar gönüllerdedir.

Şu noktaya dikkat edilmesi zaruridir: Biz, Ruhu’l-Kudüs’ün Hz. Mesih’ten (a.s) sonra Havarilere ineceğini ve Hz. Mesih’in (a.s) böyle bir vaatte bulunduğunu veya bulunabileceğini reddetmiyoruz. Ne var ki bizim söylemek istediğimiz şey şudur: Hz. Mesih’in (a.s) bu bağlamda vermiş olduğu söz (vaat) ile Farkilit’in geleceği hakkında vermiş olduğu vaat farklıdır. Hz. Mesih birçok vaatte bulunmuştur: Onlardan birisi Ruhu’l-Kudüs, diğeri kendisinin geleceği, üçüncüsü Allah’ın melekûtu, yani dünyadaki insanların putperestlikten Allah’a ibadet etmeye yöneleceği ve Allah’a ibadetin yeryüzünde putperestliğe galip geleceği hakkındaki vaadidir. Dördüncüsü Havarilerin Allah yolunda çekecekleri zorluklar ve görecekleri işkenceleri bildirmesidir. Bu vaatlerden bir diğeri (beşincisi) Farkilit’in yani ahir zaman peygamberinin geleceği hakkındaki vaadidir.[2]

Buna binaen, bunların bütünü, İslam Peygamberi’nin (s.a.a) İncil’de müjdelendiğinin apaçık delilleridir.

–—

[1] Saf, 6.

[2] Alıntı: Şa’arani, Ebu’l-Hasan, Rah-ı Saadet (İsbat-ı Nübüvvet), 3. baskı, Tahran, Kitaphane-i Saduk, h.ş. 1363, s. 241-251. (özet)

  Kabine toplantısının ardından açıklama yapan Erdoğan, kamuoyuna müjde verdi: “Amerika ile üstesinden gelinemeyecek hiçbir meselemizin bulunmadığı, tam tersine işbirliği alanlarımızın çok daha geniş ve kârlı olduğu üzerinde Biden’la mutabık kaldık. Biden ile yakaladığımız güzel iklimi, ülkelerimiz bakımından maksimum faydaya dönüştürmekte kararlıyız. ABD ile olumlu ve yapıcı bir temelde yeni bir dönemin kapılarını araladığımıza inanıyoruz.” (tccb.gov.tr, 22.6.2021).   İşbirliği, kâr, maksimum fayda, yeni bir dönem...

Onca soruna rağmen bu işbirliği nasıl doğdu, yeni bir dönem nasıl başlayabildi peki? Afganistan’da taşeronlukla, havalimanı bekçiliği üstlenmeyle...

Afganistan taşeronluğunu kamuoyuna pazarlamak

İşte “psikolojik savaş” da burada devreye giriyor; daha düne kadar AKP dışında herkesi “Biden tayfası” diye karalayan Cumhur İttifakı cephesi, Erdoğan-Biden mutabakatıyla ortaya çıkan bu taşeronluğu kamuoyuna şöyle pazarlıyor:

İttifakın İslamcı kanadı için pazarlama gazete ve ekranlardan özetle şu biçimde yapılıyor: “ABD, çekileceği alanları Türkiye’ye bırakmak zorunda kaldı! Afrika’dan Orta Asya’ya, Türkiye dünyanın yarısıdır!”

İttifakın milliyetçi kanadı için pazarlama ise özetle şu görüş altında yapılıyor: “Türkiye ABD’yle görüşmeye masaya Mehmetçik’in silahını koyarak oturdu.”

‘Türkiye’nin NATO’ya bağlılığı’ sözü

Sadece Cumhur İttifakı’nın kanat sözcüleri, AK-medya ve Saray’ın propaganda aygıtı değil, doğrudan Erdoğan da bu “yeni işbirliği dönemini” pazarlamak üzere sahada...

Kabine toplantısı sonrası konuşan Erdoğan, Brüksel’deki NATO zirvesini şöyle değerlendirdi: “Bu zirvede bir kez daha görülmüştür ki Türkiye’siz bir NATO’nun bırakınız mevcut gücünü korumayı, varlığını sürdürmesi dahi oldukça güçtür.”  (tccb.gov.tr, 22.6.2021)  

Kamuoyuna, “Türkiye’nin büyüklüğü” propagandası pompalamak için sarf edilen bu sözler, aslında Washington-Londra-Brüksel üçgenine verilen “Türkiye’nin NATO’ya bağlılığı” teyididir ne yazık ki!

AKP’nin borç ihtiyacı

ABD’nin ve NATO’nun çekildiği Afganistan’da Türkiye’nin Karzai Havalimanı’nın güvenliğine ve işletilmesine talip olması, nasıl pazarlarsanız pazarlayın, Batı adına jandarmalık görevidir.

NATO’nun Brüksel Zirve Bildirisi’nin 19. maddesi, zaten açık bir görev tanımı yapmaktadır: “Afganistan’ın dünya ile bağlantısının yanı sıra kalıcı bir diplomatik ve uluslararası varlığın önemini kabul eden NATO, Hamid Karzai Uluslararası Havalimanı’nın sürekli işleyişini sağlamak için...”

Yani Mehmetçik, Batılı diplomatların Afganistan’a güvenle gelip gitmesinin sigortası olacak bir bakıma...

Ne karşılığında? Erdoğan’ın ABD ve Batı desteği almasının karşılığında. Çünkü rezervine kadar erittikleri ekonominin çarklarının dönebilmesinin yolu, alınabilecek borçlara, sıcak para girişine bağlı.

Bu öyle bir açık ki satmaya başladıkları barajlar ya da şirketleşme üzerinden özelleştirmeye çalıştıkları MKE bile yeterli değil. Batı’nın vereceği borca bağımlı durumdalar.

İşte, “ABD mali ve lojistik desteği sağlarsa, Afganistan’da görev alırız” şeklindeki Erdoğan-Akar açıklamalarında yer alan “mali” sözcüğü, aslında alınmak istenen borca göndermedir; yoksa havalimanı bekçiliğinin karşılığı olan 130 milyon dolar değildir sadece...

AKP iktidarı, Afganistan’da havalimanı bekçiliği ile açılacak 130 milyon dolarlık musluğun Londra tefecilerine ve New York bankerlerine genişlemesini istemektedir.

Özetle Erdoğan, “Türkiye’nin en iyi ihraç malı, ordusudur” diyen Soros’un tavsiyesine uymaktadır.

Türk solunun haklı itirazı

AK-medya, AKP’nin NATO’ya bağlılığını ve ABD’yle ilişkileri düzeltebilmek adına Afganistan’da taşeronluk üstlenmesini “Türkiye dünyanın yarısıdır” diye propaganda etse bile gerçek, kamuoyu tarafından açıklıkla görünmektedir.

Ve kamuoyu, Erdoğan’ın ABD-Batı desteği alabilmek adına Mehmetçik’i Afganistan’da ABD jandarmalığına soyundurmasına karşı çıkmaktadır.

Zira bu, kökleri Türk askerinin Kore’de kullanılmasına kadar giden bir haklı itiraza dayanmaktadır. Türk solunun bağımsızlıkçı ve antiemperyalist bir anlayışla başlattığı o itiraz, yıllar içinde geniş kesimlerle birleşmiş ve örneğin 1 Mart Tezkeresi’nde en kitlesel itiraza dönüşmüştü.

Bu bağımsızlıkçı anlayış sürüyor...

cumhuriyet

Pazartesi, 28 Haziran 2021 03:37

Ayetullah Beheşti'nin Şehadet Yıl Dönümü

Şehadeti ile yürekleri yakan İslam dünyasının tanınmış alimlerinden Dr. Muhammed Hüseyin Beheşti'yi rahmetle anıyoruz.

  Ayetullah Dr. Muhammed Hüseyin Beheşti, bir ömür İslam için çekmiş olduğu zahmetlerden, Allah'ın dininin topluma hâkimiyeti için uğraşıdan ve insanları gerçek saadet olan Allah'a ulaştırma çabasından sonra, din ve insanlık düşmanları tarafından konulan bomba sonucu şehit edildi. İslam Cumhuriyeti Partisindeki konuşmasında son olarak bu ayeti okur ve sonrasında şehadete ulaşır.Evet, imtihanlardan geçirilmeden, zorluklara açık gönülle “hoş geldin” demeden cennete girilmez. Ne mutlu Beheşti gibi imtihanların üstesinden gelen ve sonunda da şehadet şerbetini içenlere...

Doğumu ve Ailesi

Babası İsfahan şehrinin önde gelen âlimlerinden birisiydi, din üzerinde derin araştırmalar yapmış, sonrasında İslami tebliğ çalışmalarında bulunmaktaydı. Lumban mahallesinde cami imamlığı yapıyordu. Annesi büyük taklit mercilerden olan Muhammed Sadık Hatunabadi'nin kızı, helal harama çok dikkat eden, ibadetlerini aksatmayan mümine bir hanımdı. Böylesine maneviyat dolu bir aileye, yüce Allah 1928 yılının sonbaharında 24 Ekim günü, sonraları baqıyatus salihat olacak bir erkek evlat verdi.


 Adını Peygamber Efendimize (saa) olan saygılarından 'Muhammed' ve Kerbela şehidi İmam Hüseyin'e (as) olan sevgilerinden dolayı Hüseyin koydular.


Eğitimi Ve İlmi Çalışmaları


İlk ve orta öğrenimini İsfahan'da tamamlar, öğretmenleri üstün zekâsına hayran kalarak liseyi sonrasında üniversiteyi bitirerek iyi bir kariyer yapması için ısrar ediyorlardı. Oysa o Kum'a gidip İslami ilimler havzasında okumayı ve ehlibeyt ilmini öğrenmeyi çoktan kafasına koymuştu ve ortaokulu bitirdikten hemen sonra 15 yaşında İslami eğitim almaya başladı.


Hüccetiye Medresesi'nde küçük bir odada Şehit Mutahhari, İmam Musa Sadr ve Ayetullah Hamanei gibi arkadaşlarıyla, ilim ve tezkiye için büyük gayret gösterdi. 1948 yılında hariç derslerine başladı. Doktora derslerinin yanı sıra felsefeye olan büyük ilgisi ve o zamanın toplumsal ihtiyacı gereği, sonraları Ehl-i Beyt mektebinin önde gelen âlimlerinden olacak olan ders arkadaşlarıyla Allame Tabatabai'den felsefe dersleri almaya başladı. Bu dersler Üstad Mutahhari tarafından “Felsefenin Temelleri ve Realizm Metodu” adı altında kitap haline getirildi.


Kum'daki derslerini ilerlettikten sonra Tahran Üniversitesi'ne kayıt yaptırarak yüksek öğrenimini burada tamamladı. Sonrasında 1951 yılında Kum'a döndü ve bir lisede İngilizce öğretmenliği yapmaya başladı.


1953 yılında yine kendisi gibi ulemadan olan bir ailenin kızıyla evlendi ve bu evlilikleri sonucu iki erkek iki de kız çocuğu oldu. Dört yıl sonra ilahiyat fakültesinde felsefe doktorluğu derecesini aldı.

 Eserleri

Toplumsal ve siyasal çalışmalarının çokluğunun yanı sıra birçok eserde kaleme alarak günümüze ulaştırmıştır. Şehit Beheşti'nin yazmış olduğu kitapları şöyle sıralaya biliriz:

1- Namaz Nedir?

2- Kuran Açısında Yüce Allah


3- Allah'ı Tanıma


4- Dini Tanıma 


5- Dinin İnsan Yaşamındaki Konumu


6- Hangi Din?


7- İslam'da Ve Müslümanlar Arasında Ruhaniyet


8- Direniş

9- İslam Bankacılığı


10- Mülkiyet


 

Siyasal Mücadelesi 

1962 yılında imam Humeyni'nin Şah'a karşı başlatmış olduğu harekete katılarak, İslam İnkılâbı'nın başarıya ulaşması için çalışmalarına başladı. İslami koalisyon hareketi din konseyi başkanlığına seçildi, buradaki çabaları sonucu âlimlerle halk arasında yakın irtibat kuruldu ve bunun organizasyonunda önemli rol oynadı. Aynı zamanda gelecekte kurulacak olan İslami hükümet konusunda geniş araştırmalar yaptı, kurulacak yönetimin anayasa taslağını hazırladı. Fakat şahlık rejimi faaliyetlerinin önünü almak için Kum'dan çıkararak sürgüne gönderdi.


1964 yılında Ayetullah Burucerdi tarafından Almanya'da İslami tebliğde bulunması için gönderildi ve burada Hamburg camiini kurdu, kiliseler, üniversiteler ve çeşitli kurumlarda birçok konferans verdi. Arabistan, Suriye, Lübnan ve Türkiye'ye seyahatlerde bulundu.1969 yılında Irak'a giderek burada sürgünde bulunan İmam Humeyni ile görüştü, bu görüşme sonra İran'a öndü ve İran'da ulemayı siyasi bir organizasyon etrafında toplama konusunda yoğunlaştı. “Ulemayı halkla birleştirme” tasarısını bir model biçiminde gerçekleştirdi ve bir yıl sonra İmam Humeyni'nin emri ve diğer âlimlerin katılımıyla bu, İslam Devrim Konseyi olarak kuruldu.


Şehit Beheşti, İslam Konseyi üyeliğinin yanı sıra, anayasayı hazırlamakla görevlendirildi ve bu işi uzmanların yardımıyla gerçekleştirdi. Birçok liberal görüşlünün karşı olmasına rağmen kesin delillerle “velayeti fakih”i anayasaya yerleştirdi.


İslam inkılâbının başarıya ulaşmasından sonra Ayetullah Hamanei ile birlikte İslam Cumhuriyeti Partisini kurdu. Şehadetine kadarda bu partinin başkanlığını yürüttü. Ayrıca imam Humeyni tarafından 1979 yılında yüksek mahkeme başkanlığına getirildi.


Beheşti, İslam devriminden söz ederken, İslam cumhuriyeti içinde dış sömürü ve sosyal eşitsizliklerin bütünüyle ihraç edilmesi arzusunu belirtir. O, İran toplumunun İlahi prensipler ve İslami ideoloji üzerine kurulmasını istedi, bunun içinde çok çalıştı. Şehit Beheşti, toplumdaki bireysel eğilimlerin, toplumda uygun olan sosyal sistem ile uyum içerisinde olması gerektiğini vurguladı.


Onun en büyük arzusu Filistin'in Siyonist işgalinden kurtuluşuydu. İmam Humeyni'nin ramazanı son cumasını Kudüs günü ilan etmesiyle, bunun dünya çapında düzenlenmesi için uğraştı.

Şehit Beheşti, dış politikada ne doğu ve ne de batı prensibine bağlıydı, bu dünya görüşüyle inkılâbın sağlam temeller üzere kurulması, toplumda adaletin gerçekleşmesi ve emperyalizm karşısında mücadelede kararlık için büyük hizmetlerde bulundu ve bu yüzden İslam düşmanlarının hedefi haline geldi.

 


Şehadeti

27 Haziran 1981 yılında İslam Cumhuriyeti Partisi'nde büyük bir patlama gerçekleştirildi ve bu hain saldırı sonucu parti ve meclis başkanı olan Muhammed Hüseyin Beheşti,72 arkadaşıyla birlikte şehadet şerbetini içti. Mübarek kabri Tahran'da Beheşt-i Zehra Kabristanı'nda bulunmaktadır.


Dr. Beheşti'nin şehit edilmesi sadece bir insanın katli değildi, o insanın ideolojisine yönelik bir suikasttı, o insanın dünya görüşünü de yok etmeye yönelik bir eylemdi. Fakat hainlerin ve ilahi dünya görüşü düşmanlarının düşündüğü gibi olmadı. Onun şehadetiyle ne inkılâp yıkıldı ve nede İslam'ın toplumdaki hâkimiyeti engellendi bilakis onun kanı hem inkılâbı ve hem de İslam'ı canlı tuttu. Devrimin temellerini daha da yıkılmaz hale getirdi. Ruhu şad, yolu daim olsun.

Pazartesi, 28 Haziran 2021 03:33

İran'ın Filistin Davası

 Bi iznillah İslâm adına bir devrim yapmışsanız, yani Allah Teâlâ size devlet nimetini bahşetmişse, elbette ki bu lûtfun beraberinde gelen sorumluluklarını da yüklenmek zorundasınız. Hiç kuşkusuz başta İslâm Devrimi Lideri Merhum Humeynî ve diğer mesûller sadece İran coğrafyası ile sınırlı olmayan lokal mükellefiyetlerin dışında, ümmet genelindeki yükümlülüklerine eğilmek durumundaydılar. Bunların en önemlilerinden biri de Filistin meselesiydi. İslâm müntesiplerine bütün yeryüzünde vuku bulan olumsuzlukların bertaraf edilmesine ilişkin sorumluluk yüklemektedir. Filistin ise yüz yıllık ümmetin kanayan yarası.
 

Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde yedi düvel gâvurun bölgeyi istilâ etme girişimiyle birlikte, bu bölge üzerinde iki etkin güç olan Fransa ve İngiltere

16 Mayıs 1916 tarihinde "Sykes-Picot Anlaşması" adı altında Müslümanların yaşadıkları coğrafyaları taksim etmeye koyulmuşlardı.

Özellikle İngiltere'nin yayılmacı ve saldırgan politikalarıyla

9 Aralık 1917 tarihinde Kudüs ve iki gün içerisinde bütün Filistin toprakları işgal edilmiş oldu. Filistin'in işgalinden kısa süre önce 2 Kasım 1917'de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour Siyonistlerin lideri Rothschild'e Filistin toprakları üzerinde kendilerine bir yurt edinme imkânı sunacaklarını ilişkin taahhütname (deklarasyon) yayınlamıştı. (Bu deklarasyonla Filistin topraklarının hangi amaçla işgal edileceği de ibraz edilmiş olmaktadır.) "Balfour Deklarasyonu" olarak bilinen bu mektupta Arthur Balfour Siyonistlerin lideri Rothschild'e şu taahhütte bulunmuştu: "Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Museviler için bir millî yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır."

Taahhütnamenin ikinci cümlesindeki teminat beklentisine bakar mısınız? Yahudilerin dışındaki diğer unsurların hak ve statüleri güvence altına alınması isteniyor. Bu katil sürüsünün nasıl bir tıynete sahip olduklarını bilmiyor musunuz?

O dönemde bizzat İngilizlerin destek olduğu Haganah, Palmach ve Irgun gibi terör örgütleri Filistinlilere yönelik katliamlarını sürdürüyordu. Bu terör örgütlerinin liderleri daha sonra işgal devletinde cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık yaptılar. Bunlar mı bölge halkına insaflı davranacak? Bunlar mı temel insanî haklara saygılı olacak? Bunun Arapların gözünü boyamak, onları teskin etmek için blöf olarak kullanılan bir cümle olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bakınız,  Yahudilerden oluşturduğu bir birliği Çanakkale Harbi'ne katıp pratik savaş eğitimi veren, masum insanları öldürmeyi öğreten İngiltere'nin bizzat kendisidir. Nitekim 1917 yılında Filistin toprakları işgal edilirken İngiltere'nin saflarında savaşan Siyonist Yahudi çeteleriydi. Kısacası İngiltere'nin Filistin topraklarında yaptığı Siyonistler adına vekâlet savaşıydı. Filistin topraklarına Yahudi göçünü organize eden, gemiler tahsis eden yine İngiltere idi. İngilizlerin katkılarıyla

dünyanın her tarafından taşınan Yahudiler bu topraklara yerleştirildi. Sonra ise bu işgal altındaki topraklara göç etmiş Yahudiler için illegal bir devlet kuruldu.

Devlet ilânına sıra geldiğinde İngiltere bu işi taşeron olarak kurdukları Birleşmiş Milletler'e havale etmişti. Beşli çetenin taşeronu olan Birleşmiş Milletler'in gasp edilmiş Filistin toprakları üzerinde Siyonistlere bir devlet vermesinin ilanından (14 Mayıs 1948) beş saat sonra hemen katliamlara giriştiler. Ne acıdır ki kutsal Filistin toprakları üzerinde o gün bugündür adım adım işgal devam etmekte ve sistematik bir şekilde zamana yayılmış bir soykırım uygulanmaktadır. Dehr Yasin katliamı ile başlayan, 67 Savaşı ile süren, Sabra ve Şatilla ile devam eden ve Yom Kippur Savaşı (6 Ekim 1973) ile yenilmezliğini ilân eden ve bu küstahlıkla her Allah'ın günü orantısız güç kullanan (ABD ve Avrupa'ya sırtını dayamış), şirret bir terör şebekesi ile muhatap İslâm ümmetinin sessizliğe bürünmüş zelil bir portresi var karşımızda. 1969 yılında Mescid-i Aksa'nın yakılmasının

hemen akabinde Müslüman ülkelerin bir araya gelerek Filistin sorununun hâlli için kurulan İslâm İşbirliği Teşkilatı'nın pasif tutumu ayrı bir kahır konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Adama sormazlar mı, "Sürekli zulüm ve katliamlara maruz kalan Filistin halkı için bugüne kadar ne yaptınız? Merhum Erbakan Hocamız feveran ederek, "İsrail ancak güçten anlar, gelin bir savunma gücü kuralım, " deyip durdu yıllarca.. "Ama olur mu, ABD müsaade etmez" dediniz. Bakınız, dönemin Siyonist çete başbakanı Golde Meir nasıl bir itirafta bulunuyor: "Mescid-i Aksa'nın yakıldığı gece Müslüman ülkeler birlik olup üzerimize saldıracak korku ve endişesi ile sabaha kadar uyku uyuyamadım. Sabah olduğunda her hangi bir fiilî tepki ile karşılaşmadığımızı görünce içim rahatladı, endişelerimin yersiz olduğunu anladım ve derin bir nefes alarak dedim ki, artık bundan sonra ne yaparsak yapalım Müslüman ülkeler bize saldırmaz."

Bu itiraftan da görüldüğü üzere katil/canavar sürüsünün "dur" diyeni olmadığı için büyük bir pervasızlıkla uzun yıllar beri işgal ve katliamlarla yollarına devam ettiler. Sürekli saldırı, sürekli işgal ve sürekli katliam...

11 Şubat 1979 yılında İslâm Devrimi gerçekleştiğinde ise terör devletinin başbakanı Menahem Begin yerinde bir tespitle, "Artık İsrail için kara günler başlamıştır" ifadesini kullanmıştı. Nitekim öyle de oldu. Devrimin hemen akabinde  İmâm Humeynî bizzat talimat vererek silahlı kuvvetlerin bünyesi dışında müstakil bir yapı olarak Kudüs Ordusu'nu kurduruyor. Bu ordu ilk icraatını Lübnan'da konuşlanarak başlatıyor. Öyle ki, Lübnan Suriye'nin asker bulundurduğu, Suriye'nin kontrolünde ve garantörlüğünde bir ülke olması hasebiyle İran Lübnan'da oluşturacağı yapı için Suriye ile gizli bir anlaşma yapıyor. Bu yapının oluşturulması esnasında işgalci İsrail Filistinli grupları bahane ederek alel acele Lübnan'a saldırmıştı. Siyonist çete yoğun hava ve kara bombardımandan sonra tank birlikleriyle ilerleyerek Beyrut'a girmeyi başarmış ve Güney Lübnan topraklarını tamamen işgal etmişti. İran bölgede henüz bir yapı oluşturmadan bu işgal gerçekleşmişti. Ancak İranderhâl Hizbullah'ı tesis edip her türlü ekipman ve mühimmatla donatarak işgalci İsrail'e karşı vekâlet savaşı başlatmış oldu. Bu süreçte İran, Irak savaşında tecrübe edinmiş komutanlarını bölgeye gönderip "eğit-donat" taktiği ile Hizbullah'ı bölgedeki direniş cephesinin yumruğu hâline getirmişti. İşgalci Siyonist İsrail'e karşı sürdürülen bu gerilla savaşı tam 18 yıl sürmüştü. Bu süreçte Hizbullah birçok şehitler vererek, yenilmez denilen ve tarihinde yenilmemiş olan işgalci İsrail, İran ve Suriye dayanışması ile vurucu çelik güç hâline getirilen Hizbullah eli ile ilk defa bir yenilgi tatarak bi iznillah Güney Lübnan topraklarını zillet içerisinde terk etmek zorunda kalmıştı. Kendilerince inandıkları Arz-ı Mevud yolunda ilk defa sekteye uğramışlardı. Sıra Gazze'de idi.  Kudüs Ordusu komutanı Şehid Kasım Süleymani'nin bir projesi olan tünel vasıtası ile Filistinli mücahidlere silah ve füze ulaştırılmaya başlanmıştı. (Bunu bizzat Kudüslü komutanlar itiraf ediyor.) Bu yöntemle sapan kullanma devri bitmiş ve işgalcilere karşı silah kullanma devri başlamıştı. İran, Suriye ve Hizbullah'ın katkılarıyla sürdürülen bu silahlı savaş beş yıl sürmüş ve bi iznillah 2005 yılında işgalci Siyonist çete Gazze'den kovulmuştu. İran, Suriye ve Hizbullah vasıtasıyla hezimete uğrayan işgalci İsrail Gazze yenilgisinin intikamını almak ve  Gazze'yi besleyen kaynakları kurutmak amacıyla Temmuz 2006'da Lübnan'a saldırdı. 33 gün süren bu savaşta Siyonist çete öylesine bir mukavemetle karşılaştı ki, neye uğradığını şaşırdı ve yine zillet içerisinde geri çekilmek zorunda kaldı.

Şunu da itiraf etmiş olalım ki,  bu uzun soluklu süreçte İran sadece Suriye'den lojistik destek alıyordu. Suriye 22 Arap ülkesi içerisinde işgalci Siyonistlerle anlaşmaya yanaşmayan tek ülke idi. Ve yine Suriye 22 Arap ülkesi içerisinde 10 küsur Filistinli silahlı örgüte ev sahipliği yapıyor, onlara ofis açıp her türlü katkıda bulunuyordu. (Bir araştırmacı gazeteci olarak 2009 yılında Suriye'ye yapmış olduğumuz seyahatte bu olaya bizzat "ayni ile vaki" tanıklığımız var.) Suriye'yi iç savaşa sürükleyen emperyalist ülkelerin bir tek talepleri vardı, Filistinli silahlı grupların ofislerinin kapatılıp yurtdışı edilmeleri. Beşşar Esad buna yanaşmayınca IŞİD, El-Kaide ve El-Nusra gibi terör örgütlerini bu ülkeye sokarak korkunç katliamlara girişmiş oldular. Bu şekilde Suriye'yi harabeye çevirdiler. Siyonist çetenin ve emperyalist ülkelerin bir tek hedefleri vardı, İran'ın desteklediği Lübnan ve Suriye eksenindeki direniş cephesini çökertmek. Önce aldatılmış ve Suudîlerin güdümünde olan bir kesim siyasîleri arkalarına alarak Lübnan'dan Suriye askerinin çekilmesini sağlamak için çabaladılar. Onlar zannettiler ki,  Suriye ordusu Lübnan'da çekilirse tek başına kalan Hizbullah'la baş edebilecekler.  Bu süreçte Suriye askeri Lübnan'dan çekildi çekilmesine ancak Hizbullah'ın konumunda zerre değişiklik olmadı. Hizbullah Lübnan'da en etkin askerî ve siyasî güç olarak temayüz etmiş ve bi iznillah kendisini ispatlamış vaziyette.. Hizbullah'ın Filistin'deki silahlı örgütlerle dayanışma içerisinde olması ve Kudüs Gücü ile kendilerine silah, mühimmat ve ekipman tedarik ve intikalinde oynadığı rol takdire şayan bir durum olmaktadır. Aralarındaki koordinasyon ve dayanışma bi iznillah kendilerini güçlü kılmaktadır.

"Bilin ki Allah, kendi yolunda sağlam örülmüş (kurşunla kaynatılmış), bir duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları sever." (Saf:4) Bakınız, lokal bir dayanışma ile Yüce Rabbimiz nasıl başarılar lütfediyor. Ne olurdu da ümmet genelinde böyle bir dayanışma olsaydı. Merhum Erbakan Hocamız yıllarca çırpınıp durdu D-8 kapsamında İslâm Savunma Gücü'nü tesis edelim diye. İran İslâm Cumhuriyeti mesûllerinin devrimin ilk gününden beri dillendirdiği bir konuydu bu.. İran, İslâm devleti olmanın mesuliyeti ile ümmetin ağırdan almasını ve hatta böyle bir talebe yanaşmayışını mazeret olarak görüp beklemedi, hemen ivedilikle Kudüs Ordusu'nu tesis etti ve sahaya sürdü. Bugün Siyonist çetenin Mescid-i Aksa'ya ve Gazze'ye saldırılarına sapan ve taşla değil de füzelerle misilleme yapılıyorsa bu onurlu direniş ve mukavemetin biz ümmet bireylerine sunduğu moral motivasyonu için İran İslâm Cumhuriyeti mesûllerine ve Kudüs Ordusu'nun (başta Şehid Kasım Süleymanî olmak üzere) kahraman komutan ve neferlerine şükran ve minnet borçlu olduğumuzu bilmeliyiz. Vesselâm..

   Bismillah… 

İran’da 18 Haziran 2021 tarihinde düzenlenen cumhurbaşkanlığı seçimlerinin anayasal mahiyeti, halkın iradesini ortaya koyması açısından önemi,  ülke içi sorunların giderilmesi ve dış siyasette izlenecek çizginin belirlenmesi bakımından etkileriyle ilgili olarak daha önce SAHAR TV ile yapmış olduğumuz söyleşide ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştuk. İlgilenenler aşağıdaki linklere başvurabilirler.

https://www.instagram.com/tv/CQWOS37Bwsq/?utm_medium=copy_link

https://youtu.be/zm4i4CkQ9TU

İbrahim Reisi’nin cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle birlikte önümüzdeki aylarda İran iç ve dış siyasetinde bir takım değişikliklerin olacağına kesin gözüyle bakılmaktadır.

ÜLKE İÇİNDE BEKLENTİLER

Ülke içinde ekonomik sıkıntılar ve pahalılığın halk üzerindeki etkilerinin toplumsal tepkileri çağrıştırma düzeyine vardığı artık inkar edilemez bir gerçek. Yeni cumhurbaşkanının başvuracağı ilk iş beklendiği üzere halkı ekonomik olarak rahatlatacak radikal kararları uygulamaya koyması olacaktır kuşkusuz.

Hasan Ruhani hükümetinin içme suyu teminini bile  5+1 Grubuyla KOEP(Kapsamlı Ortak Eylem Planı) anlaşmasının imzalanması ve  uygulanmasına bağlayarak sekiz yıl boyunca bütün enerjisini  görüşmelere harcaması ve sonuç alamaması İran  ekonomisi  ve özellikle de dar gelirli halk kesimleri için bir felakate dönüşmüş bulunuyor. KOEP anlaşmasına aşağıda ayrıntılı değineceğiz. İran’ın iç dinamiklerini harekete geçirme, direniş ekonomisine geçme çağrılarını çeşitli bahanelerle erteleyen H.Ruhani hükümeti halkın önemli ihtiyaçlarından olan ve yüzde yüz iç imkanlarla tamamlanacak önceden başlatılmış mesken projelerini bile atıl durumda tutarak telafisi zor hatalar yapmıştır.

İbrahim Reisi seçim propagandası konuşmalarında başta mesken, sanayi ve tarım ürünleri olmak üzere dahili üretimi ivedilikle harekete geçirerek işsizliği gidereceği sözü vermekteydi.

Son yıllarda kendini tüm alanlarda gösteren fesat/bozulma ve yolsuzluklarla mücadele İbrahim Reisi hükümetini bekleyen önemli sorunlardan bir diğerini oluşturuyor. Bazılarına göre sistematik bazılarına göre kişisel-dağınık bir şekilde yayılan bozulmalar, yolsuzluklar artık önemli bir soruna dönüşmüş bulunuyor. Yargı Organı başkanlığı sırasında bu alanda bir takım girişimler başlatan İbrahim Reisi seçim konuşmaları sırasında bu hususa öncelik vereceğini söylemesi halk arasında beklentileri artırmış bulunuyor.

İran’ın önemli sorunlarından biri de ülke ekonomisinin yarısından fazlasını oluşturan çeşitli enerji kaynakları üzerinde uygulanan subvansiyonlar ve yine döviz kaynaklarının ilaç ve hayvan yemi gibi  temel gıda maddeleri ithalatı için düşük kurdan tahsis edilmesidir. Enerji kaynaklarının ülke içinde ucuz fiyata arz edilmesinden dolayı kaçakçılığın önlenememesi, enerji ve döviz subvansiyonlarından orantısız olarak yararlanan sınırlı sayıdaki varlıklı kesim daha çok zenginleşirken geniş halk kesimlerinin daha çok fakirleşmesi ve dolayısıyla gelir dağılımında ortaya çıkan adaletsizlik vb sorunların ortadan kaldırılması da yeni hükümeti bekleyen baş sorunlardandır.

DIŞ SİYASETTE BEKLENENLER

Dış siyasete gelince; İran’ın sorunlarının önemli bir bölümünün dış baskılardan, çok yönlü yaptırımlardan kaynaklandığını bilmeyen yoktur. Başta ABD olmak üzere büyük güçlerin kontrolündeki adına uluslararası toplum denilen gerçekte ise uluslararası sulta sistemine entegre olmayı, teslim olmayı reddetmesi İran’ın kırk yılı aşkın bir süredir başına gelenlerin baş nedenidir denilebilir.

Ekonomik, askeri, idari, teknolojik ve medya alanlarındaki gücüyle dünya üzerinde sulta kurmuş ABD öncülüğündeki büyük güçler hiç bir açıdan bu sistemle boy ölçüşemeyecek gördükleri İran’ı  uyguladıkları baskılarla teslim olmaya zorlarken İran  şimdiye kadar direniş yolunu seçmiş bulunuyor.

“Direnişin bedeli uzlaşmanın/entegre olmanın bedelinden daha ağır değildir” stratejisine inanan İran’ın bu siyasetinden bazı dönemlerde ödünler verilmiş olsa da karşılığında herhangi bir kazanç sağlanamamış ve aksine telafisi zor ağır hasarlara bile yol açmıştır.

KOEP’İN GELECEĞİ ve İRANIN ŞARTLARI

Yeni Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi yaptığı ilk basın toplantısında İran’ın dış ilişkilerinin KOEP(Kapsamlı Ortak Eylem Planı) ile başlamadığı ve bununla sınırlı kalmayacağı mesajını verse de İran’ı önümüzdeki yıllarda da uğraştıracak en önemli dış mesele hiç kuşkusuz bu anlaşma etrafında olacaktır.

Hasan Ruhani- Cevad Zarif ikilisi sekiz yıl önce İran’ın çıkarlarını korumak amaçlı ve belki de iyi niyetle başlattıkları yeni diplomasiye win-win/kazan-kazan adını verdiler. Ancak ABD kontrolünden çıkamayacağı ve ABD’ye rağmen bağımsız davranamayacağı başından belli olan 5+1 Grubu ile başlatılan görüşmelerde karşı tarafın kaybedeceği bir şey yoktu ve alınacak her sonuçta kazanan taraf onlar olacaktı. Masaya yatırılan İran’ın malı, İran’ın çıkarları, İran’ın haklarıydı. İran bu haklarının bir kısmından vazgeçerek geri kalan haklarından yararlanmayı umarken karşı taraf İran’a bu fırsatı vermek niyetinde değildi. Çünkü karşı tarafın hedefi İran’ı teslim almak, kendi ifadeleriyle İran’ı sulta sisteminin bir parçası olmaya razı etmek veya buna zorlamaktı.

İmzalanan KOEP(Kapsamlı Ortak Eylem Planı) anlaşması da gerçekte onların bu hedefine hizmet edecek şekilde hazırlanmıştı. Onlarca Amerikalı hukukçu ve diplomatın daha görüşmeler başlamadan önce üzerinde aylarca çalışarak ustaca hazırladığı anlaşma metni İranlı görüşmeci diplomatların önüne konulmuş ve onaylamaları istenmiştir. İranlı diplomatlar uzun müzakerelerden sonra sunulan metinden bazı bölümleri çıkartmayı, bazı değişiklikler yapmayı başarsalar da metinin hazırlanma amacı önemli oranda korunmuştur. Görünürde İran’ı geçici olarak rahatlatacak birtakım ticari kolaylıklar verilmiş olsa da anlaşma metnine yerleştirilen muğlak, yoruma açık maddeler ve en önemlisi de “tetik prensibi”  uyarınca taraflar istedikleri zaman herhangi bir bahaneyle İran’ı köşeye sıkıştırma ve tedrici olarak teslime zorlama silahını ellerinde bulundurmuşlardır.

İran hukuki olarak uluslararası bir anlaşmanın iki tarafından biri olması gerekirken görüşmeye katılan BMGK daimi üyesi beş ülke, Almanya ve AB temsilcisi de anlaşmanın tarafları sayılmışlardır. Yani herhangi bir anlaşmazlık durumunda İran’ın muhatabı bir değil yedi taraftır ve sorunun çözümü için hepsini ayrı ayrı razı etmesi gerekir. Bu yedi taraftan her biri İran aleyhinde bir iddiada veya şikayette bulunur ve bu şikayet oylamaya sunulursa İran’ın bir oyuna karşı yedi taraf oy hakkına sahip olacaklardır. Böyle bir oylamada –iyi polis rolündeki  -Çin ve Rusya İran lehine oy kullansa bile ABD’nin kontrolündeki Batı blokunun daima beş oyu bulunacaktır.

Bu anlaşmada İran’a yönelik yaptırımların nükleer programla ilgili bölümü sadece askıya alınmış olup kaldırılmamıştır. ABD’de kanun koyucu ve belirleyici güç Kongre’nin İran aleyhinde nükleer programı dışındaki konularla ilgili yaptırımları aynen sürdürüldüğü için KOEP kapsamındaki yaptırımlar da hayata geçirilememiştir. Çünkü başta AB ülkeleri olmak üzere bankalar ve çok uluslu şirketlerdeki  Amerikan ortaklığından dolayı Kongre yaptırımları yüzünden dünyada hiçbir ciddi şirket  İran’la ticaret yapamamaktadır.

ABD, KOEP’e dönse ve bu anlaşma tamamen uygulamaya konulsa bile İran’a uygulanan ikincil yaptırımlar yüzünden onlarca ayrı konuda yaptırımlar yine devam edecektir. Çünkü İran’a uygulanan yaptırımların önemli bir bölümü İran’ın füze teknolojisi, insan hakları ve terörizmi destekleme olarak tanımlanan İran’ın bölgesel nüfuzuyla ilgilidir ve Amerikan Kongresi tarafından çeşitli adlar altında çıkarılan kanunlarla konulmuştur. Bu yaptırımların kaldırılması Joe Biden hükümetinin yetkisi dışında olup Kongrenin tasvibinden geçmesi gerekir.

İran’ yönelik onlarca ayrı yaptırım da dikkate alındığında İran’ın nükleer anlaşmayı bile tek başına uygulatacak bir yaptırım gücü yokken neresinden bakılırsa bakılsın KOEP İran açısından bir fiyaskodan ibarettir. Bu açıdan bakıldığında uygulama imkanı bulamayan bu anlaşmanın ABD eski başkanı Donald Trump tarafından feshedilmesi bir bakıma İran’a anlaşmayı gözden geçirme ve tatil ettiği nükleer programına yeniden başlama fırsat sunmuştur.

Ruhanı-Zarif uzlaşmacı diplomasi çizgisinin sonuç vermediğini ve sürdürülmesini ülke zararına gören İran Meclisi, Trump’ın feshetme kararını fırsat bilerek nükleer teknoloji programına adım adım geri dönmeye dair kararlar almış ve ABD’nin KOEP’e geri dönüşü için yaptırımların tamamen kaldırılması vb. yeni şartlar öne sürmüştür.

İnkılap Lideri İmam Hamanei yaptığı açıklamalarda bir yandan Meclisi bu konularda yönlendirirken ABD’nin KOEP’e geri dönmesinin kabulü  karşılığında  yaptırımların kaldırılması için somut adımlar atılması ve bunun İran tarafından sağlamasının yapılması şartını ileri sürmüş, somut sonuçlarını görmeden KOEP’e dönmenin anlamsız olduğunu defalarca vurgulamıştır.  

Yeni Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi de bu şartlardan geri adım atılmayacağını, bundan sonra görüşme yapmak için görüşme yapılmayacağını ve her görüşme sonunda İran halkını rahatlatacak sonuçlar çıkması gerektiğini açıklamış bulunuyor.

Hasan Ruhani hükümetinin son günlerinde sekiz yıllık hasar karnesine bir başarı yazdırmak havliyle nükleer görüşmelerin sonuca yaklaştığını, ABD’nin pişmanlık duyup KOEP’e geri dönmeye hazır olduğuna dair açıklamalar yapmasına ve KOEP’i ihya etme çabalarına rağmen Rehber Hamanei ve  yeni yöneticiler yaptırımların kaldırılmasına yaramayan bir anlaşmanın varlığını artık anlamsız buldukları  için ABD’nin bu anlaşmaya dönüp dönmemesine pek ilgi duymamaktadır. İran son sekiz yılda uzlaşma için ödenen bedelin bu haksız baskılara direnmek için ödenecek bedelden daha fazla olduğuna inanmaktadır.

Öte yandan son yıllarda başta füze teknolojisi olmak üzere savunma gücünü yükselten, bölgesel bir güç haline gelerek nüfuz alanını artıran İran yaptırımlarla yaşamaya hazırlandığının sinyallerini vermeye başlamış bulunuyor. İçeride direniş ekonomisi planları yaparken dışarıda komşu ülkelere ilaveten Çin gibi alternatif güçlü ekonomilerle işbirliğine dair adımlar atan İran göründüğü kadarıyla bırakın füze gücü ve bölgesel nüfuzunu ABD ile görüşme konusu yapmayı nükleer teknolojisiyle ilgili görüşmelere bile pek istekli gözükmemektedir.

Ancak bu yorumlar İran’ın nükleer görüşmelerden çekileceği veya dünyaya kafa tutacağı olarak değerlendirilmemelidir. İran ilkelerine bağlı kalarak kendi haklarını savunmak doğrultusunda şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da müzakerelere devam edecektir.  Ama karşılık almadan ödün vermenin acı tecrübelerini yaşayan İran yeni dönemde çözümü, sıkıntılardan sıyrılmayı sadece müzakerelere katılmakta aramayacak gibi görünüyor.

Meclis ve meydan desteğini de yanında gören Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin İnkılap Rehberi İmam Hamanei ile uyum içerisinde daha ilkesel bir dış siyaset izleyeceği, Batıya kesinlikle güvenmeyeceği, tam güvenilir olmasalar da Rusya ve Çin ile ilişkileri geliştirmeye çalışacağı, ekonomik –ticari ilişkilerde komşu ülkeler başta olmak üzere yeni partnerler bulmaya öncelik vereceği öngörülmektedir.

Pazartesi, 28 Haziran 2021 03:23

Haşd Şabi Askeri Geçit Töreni

Haşd Şabi’nin yedinci yıl dönümü münasebetiyle düzenlediği askeri geçit töreninden görüntüler paylaşıldı.
 

Bilindiği gibi Haşd Şabi'nin kuruluşunun yedinci yıldönümü münasebetiyle dün Irak'ın Diyala ilinde askeri geçit töreni düzenlendi.

Irak Başbakanı Mustafa el-Kazimi de törene katıldı ve bir konuşma yaptı. Haşd Şabi güçlerine seslenen el-Kazimi, "Tekfirci terörizmi siz yenilgiye uğrattınız." Dedi

Ayrıca Irak Sünni Ulema Cemiyeti Başkanı Halid el-Molla, direniş grubunun kuruluşunun yedinci yıldönümü münasebetiyle askeri geçit töreni hakkında bir açıklamada bulundu, "Haşd Şabi, Irak'taki en önemli güç kaynaklarından biridir ve onu görmezden gelmek Irak'ı da görmezden gelmek demektir. Haşd Şabi'yi, her konuda desteklemek gerekir." dedi.

Haşd Şabi’nin yedinci yıldönümünü kutlama merasimindeki askeri geçit töreninde, Sünni ve Şii ulema ile Hristiyan ‘Babilon Tugayları’ ve ‘Ezidi Tugayları’ da yer aldı.

İran'ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, sabah saatlerinde 'COVIRAN Bereket' adlı yerli koronavirüs aşısının ilk dozunu oldu.

Yaş sırasını bekleyerek  yerli aşı 'COVIRAN Bereket'in ilk dozunu yaptıran İran'ın dini lideri Hamaney, özellikle kendileri için milli bir gurur olan bu yerli aşıyı olmak istediğini ama ihtiyaç halinde yabancı aşılara da başvurulabileceğini söyledi.

Hamaney, aşıyı geliştiren bilim insanlarına teşekkür ederek aşı olmak için sıranın kendisine gelmesini ve yerli aşıyı beklediğini söyledi: "Aylardır aşı olmam için bana baskı yapıyorlardı. Öncelikle ben yerli olmayan bir aşıyı olmayacağımı söylemiştim. Bu nedenle yerli aşıyı bekledim. Çünkü bu bizim için milli bir gururdur. Kendi ihtiyacımızı içeride karşılayabiliyorken neden ondan yararlanmayalım?"

İhtiyaç duyulması halinde yabancı koronavirüs aşılarından da istifade edebileceklerini belirten Hamaney, "Ancak kendi yerli koronavirüs aşımıza da hak ettiği değeri vermeliyiz" ifadesini kullandı.

83 yaşında olan Hamaney, koronavirüs aşısı olmak için sıranın kendisine gelmesini beklediğini belirterek, "Bugünden itibaren 80 yaş üstü aşılanacak. Ben de sıramın gelmesini bekledim ve bugün koronavirüs aşısının ilk dozunu oldum" dedi.

 İslam İnkılâbı Rehberi İmam Hamanei, direnişin Siyonist Rejime karşı kazandığı zaferin ardından Filistin halkına hitaben bir mesaj yayınladı.

 

İmam Hamanei bu mesajda, Siyonist rejimle 12 günlük savaşta kazandığı zaferden dolayı Filistin direnişini kutladı.

İmam Hamanei’nin mesajının tam metni şöyledir:

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

Mazlum ve muktedir Filistin’e selam olsun, Filistin’in cesur ve gayretli gençlerine selam olsun, kahraman Gazze’ye selam olsun, Hamas’a, İslam-i Cihad’a ve Filistin’in tüm cihadi ve siyasi gruplarına selam olsun. Yüce Allah'a Filistinli Mücahidlere verdiği zafer ve şeref için şükürler olsun. Cenab-ı Hakk'tan şehit verenlerin yaralı kalplerine güven ve sükûnet, şehitlere rahmet ve müjde ve yararlılara da acil ve kâmil şifalar vermesini niyaz ediyor, Filistinli mücahitleri, katil Siyonist rejime karşı kazanılan bu zaferden dolayı tebrik ediyorum.

Bu birkaç gündeki imtihan Filistin halkını gururlandırdı. Vahşi ve kurt sıfatlı düşman, birleşik ve bir bütün halindeki Filistin’in kıyamı ve ayağa kalkması karşısında aciz olduğunu tam olarak anladı. Kudüs ve Batı Şeria’nın, Gazze ve 48. bölge ile arasındaki işbirliği imtihanı, Filistinlilerin geleceğini gösterdi. Bu 12 günde zorba rejim, çoğunlukla Gazze'de olmak üzere büyük suç ve cinayetler işledi ve bütün halinde bir Filistin’in kıyamına karşı koyamaması nedeniyle, tüm dünya kamuoyunu kendi aleyhine kışkırtacak, batı destekçilerinden, özellikle katil Amerika'dan her zamankinden daha fazla nefret ettirecek kadar  utanç verici ve aptalca davranışlarda bulunduğunu pratik olarak kanıtladı. Suç ve cinayetlerin devamı ve ateşkes talebinin ikisi de yenilgiydi. O, yenilgiyi kabul etmek zorundaydı.

Bu alçak rejim daha da zayıflayacak. Filistinli gençliğin hazırlıklı olması, değerli cihatçı grupların gücü ve sürekli artan kuvvetleri, Filistin'i her geçen gün daha güçlü hale getirecek ve gaspçı düşmanı her geçen gün daha güçsüz ve daha zayıf hale getirecektir.

Çatışmayı başlatma ve durdurma zamanı Filistinli cihatçı ve siyasi liderlerin takdirine bağlıdır. Ancak hazırlık ve sahnede güçlü bir duruş tatil edilemez. Şeyh Cerrah’da bu rejimin ve paralı yerleşimcilerin zulmü karşısındaki direniş deneyimi, gayretli Filistin halkının sürekli uygulayacağı bir talimat olmalıdır. Şeyh Cerrah’daki yiğitleri selamlıyorum.

İslam dünyası Filistin davasından tamamen sorumludur ve bu konuda dini bir görevi vardır. Siyasi akıl ve hükümetin deneyimleri de bu dini hükmü doğruluyor ve vurguluyor. Müslüman devletler, hem askeri destek, hem bugün geçmişte olduğundan daha fazla ihtiyaç duyulan mali destek hem de Gazze'deki altyapıyı ve yıkımı yeniden inşa etmekte konusunda Filistin halkını desteklemede samimi olmalıdır. 

Ulusların talebi ve arayışı bu dini ve siyasi talebi desteklemektedir. Müslüman milletler bunu hükümetlerinden talep etmelidir ve ulusların kendileri mümkün olduğunca mali ve siyasi destek sağlamakla yükümlüdür.

önemli görev de terörist ve zalim Siyonist hükümetin cezalandırılmasıdır. Tüm uyanmış vicdanlar, bu 12 günde Filistinli çocukların ve kadınların öldürmesi konusunda işlenen bu kapsamlı cinayetin cezasız kalmaması gerektiğini kabul ediyor. Bu rejimin tüm etkili unsurları ve katil Netanyahu, uluslararası ve bağımsız mahkemeler tarafından yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır; ve bu, Allah’ın izniyle gerçekleşecektir. “Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir.”

 Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) siyasi büro başkan İsmail Haniye, Gazze'de 11 gün süren savaşta direnişin zaferine ilişkin basına açıklamada bulundu.
 

Haniye yaptığı açıklamada: “Önümüzde yeni bir ufuk açıldı. Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksa merkezli ümmet mücadelesinin tarihinde yeni bir aşama başladı. Elde edilen zafer halkın mücadelesinin sonucudur ve bu aşama ilahi bir zaferdir.” dedi.

Hamas Lideri; Halkın, ümmetin ve dünyanın özgür insanlarının gönlüne neşe ve mutluluk getirdik, onlar Kudüs ve çevresinde ve Gazze'de kahramanlığı ve istikrarı gördüler, şimdi ümmetin çocukları Filistin direnişinin zaferi etrafında toplandılar açıklamasında bulundu.

Zafer için Hamas komutanlarına, Direniş gruplarına, Yahya es-Sinvar ve Muhammed ed-Dayf’a teşekkür eden Haniye; “İsrail rejimine, halkına ve geleceğine, etkileri gelecekte netleşecek acı darbeler vurduk. Gazze, Kudüs'e yardım etmek için ayağa kalktı ve 1948'de Şeyh Cerrah, Bab al-Amoud, Batı Şeria ve Filistinlilerin uzanmış ellerini kesti ve bu zafer şehitlerin kanı ve ailelerinin fedakarlığı ile elde edildi.” dedi.

Hamas Lideri, Düşmana ateşle oynamamasını ve Mescid-i Aksa'ya tecavüz etmeyi bırakmasını söylediğimizde ne dediğimizi biliyorduk ve düşman ne dediğimizi anladı. Bu savaşta ve önceki savaşlarda dökülen tüm kanlar Kudüs içindir ve Kudüs çatışmanın merkezidir. Gazze, Kudüs'ün Kılıcını kaldırdı ve düşmana unutulmaz bir ders verdiğini söyledi.

Haniye; Kudüs, Filistin halkına aittir ve Mescid-i Aksa kırmızı çizgidir ve milletimiz ve Müslüman Ümmeti bundan asla vazgeçmeyecektir açıklamasında bulundu.

Haniye son olarak; “Direnişten silahını ve parasını esirgemeyen İran İslam Cumhuriyeti’ne teşekkür ediyoruz.” dedi.

  Kudüs Seriyyeleri sözcüsü, Gazze'nin Siyonist rejime karşı kazandığı zaferin kutlanmasında önemli açıklamada bulundu.
 

Sözcü yaptığı açıklamada, "Siyonist düşmana karşı Filistin halkına her zaman en iyi desteği vereceğiz." dedi.

Kudüs Seriyyeleri sözcüsü: "Kudüs Kılıcı Savaşı şehitlerinin kanı, Kudüs'ün kurtuluşu için gelecekteki savaşımızın azığı olacak."

Sözcü savaş sırasında direniş savaşçılarının Tel Aviv'e yüzlerce roket fırlattığını belirterek, "Siyonist rejimin yenilebileceğini söz ve eylemlerle kanıtladık." dedi.

Kudüs Seriyyeleri sözcüsü Filistin halkına seslendi ve Siyonist düşmanla yapılacak tüm savaşlarda direniş güçlerinin Filistin halkının yanında olacağını duyurdu.

Sözcü açıklamasında, Siyonist düşmana karşı yürütülen Kudüs Kılıcı Savaşı’nda İran İslam Cumhuriyeti'nin ve direniş ekseninin rolünü överek, "İran ve direniş ekseni, Filistin'de Siyonist rejime karşı kazanılan zaferde ortaklarımızdır." dedi.

Filistin İslami Cihad Hareketi'nin askeri kolu olan Kudüs Seriyyeleri'nin sözcüsü, "Füzelerin, mermilerin ve barutun sesi durdu, lakin önümüzde daha çok yol var." dedi.

Kudüs Seriyyeleri, "Netanyahu ve ordusunu diğer direniş gruplarıyla birlikte yendik. Füzelerimizi ateşleyerek, Siyonist yerleşim yerlerini Siyonistler için güvensiz ve yaşanmaz bir yere dönüştürdük. Hâlâ tetikteyiz ve düşmanı yakından takip ediyoruz." diye belirtti.