
کارگر
Kasım Süleymani, Siyonist Rejim Karşısında Filistinli Grupları Birleştirdi
Filistin İslami Cihat Hareketi Tahran Temsilcisi Naser Ebu Şerif; Kudüs Gücü eski Komutanı Şehit Korgeneral Kasım Süleymani'nin Filistin için ifa ettiği rolü takdir ederek, Şehit Süleymani'nin Siyonist rejim karşısında Filistinli grupları birleştirdiğini ve güçlendirdiğini kaydetti.
Ebu Şerif, İran Press muhabirine yaptığı açıklamada; Şehit Süleymani'nin direnişin destekçisi olduğunu, Filistin’in İran İslam Cumhuriyeti, Kasım Süleymani ve silah arkadaşlarının destekleri sayesinde Siyonist rejim ve Amerika'nın tehlikeli saldırıları karşısında direnebildiğini ifade etti.
Ebu Şerif, Şehit Süleymani'nin direniş cephesini birleştirme ve maneviyatını güçlendirmekteki rolünün büyük olduğunu söyledi.
İslami Cihat'ın Tahran Temsilcisi sözlerinin devamında; Filistin direniş gruplarının Gazze'de yaptıkları tatbikat hakkında ise, Kasım Süleymani'nin şehadet yıldönümünde düzenlenen tatbikatın direniş gruplarının Siyonist rejim karşısındaki birliğini yansıttığını belirtti.
Müslümanlar Dikkat! 2021, İngilizlerin Film Oyunuyla Başlıyor!
2021, İngilizlerin Film Oyunuyla Başlıyor! İngilizler, Ehlibeyt -s- sevgisini kullanarak Müslümanları birbirine düşürme ve kendi paçalarını kurtarma planını uygulamaya koydular.
İsmail Bendiderya, kaleme aldığı "Müslümanlar Dikkat! 2021, İngilizlerin Film Oyunuyla Başlıyor!" başlıklı yazısında Müslümanları birbirine düşürme ve kendi paçasını kurtarma planı yapmış olmasına dikkat çekti. Bendiderya yazısında şu ifadeleri kullandı:
Şİİ-SÜNNİ İHTİLAFI İÇİN TAHRİF ve TANZİM EDİLMİŞ HZ FATIMA FİLMİ
Müslümanlar Dikkat! 2021, İngilizlerin Film Oyunuyla Başlıyor.
Dünyanın en büyük fitne merkezi olan ve bu konularda ABD’yi de İsrail’i de parmağında oynatan İngiltere, 2021’in Batı ülkeleri ve bloku için çok sıkıntılı olacağını bildiğinden, bundan en az zararı görmek için Müslümanları birbirine düşürme ve kendi paçasını kurtarma planı yapmış.
BU PLAN YARIN UYGULAMAYA KONULACAK!
Evet, asırlardır şahit olduğumuz İngiliz planlarının en tehlikeli versiyonu olan bir filmi yarın ekran yapıyorlar!
BOP’un planlayıcıları bu işin içinde!
***
Şİİ-SÜNNİ SAVAŞI ÇIKARMAK İÇİN TARİH TAHRİF EDİLİYOR
İngilizler birdenbire Ehlibeyt dostu oldular, Hz Fatıma validemizin ne kadar büyük bir insan olduğunu keşfediverdiler!
Son kelimelere katılmamakta haklısınız, evet;
Mezhep çatışması çıkarmak için Hz Fatıma’nın -s- hayatını filme aldılar.
Sırf Hz Fatıma’nın kapısının ateşe verildiği sahnesini işlemek için yapılan ve ahmak Müslümanları en zayıf yerleri olan “cahilce sevgi, kör taassuplu tarafgirlik” damarından vuran bu film yarın gösterime girecek.
Filmin adı “Cennet kadınlarının efendisi”
Hadis-i Şerife uygun yani… Amacı ise ayeti de, hadisi de yerle bir edip Müslümanın hânesini başına yıkmak!
İngiliz firması buna "THE LADY OF HEAVEN" adını vermiş ve Türkçesini de “Cennetin Leydisi” olarak çevirmiş!
“Enlightened Kingdom” ismini duyanınız var mı?
Sanmam.
Bu zehirli filmi yapan İngiliz şirketin adı!
***
Durun, bitmedi:
Bu şirket İngiliz kraliyet ailesine ait!
Bu film için 15 milyon dolar harcandı ve bunun önemli bir kısmını yine İngliz kraliyeti ve Vahabi Suudi krallığı karşıladı!
Ne kadar ilginç, değil mi?!
Şia ve Sünniyi kafir ilan eden Vahabiler, birdenbire Hz Fatıma’ya sevgi ve saygı besleyip onun hayatını filme alan İngilizlere para yardımında bulunuyorlar!
Bu vahabiler onu bu kadar seviyorsa, evlatlarının Cennet’ül Bâki’deki mezarlarını neden yerle bir etmişler sahi?!
Bunu bilen var mı?
Irak ve Suriye’yi, Afganistan ve Flistin’i neden cehenneme çevirdilerse; daha dün Lübnan’ın başkentini havaya uçuran Terör ve işgal devleti Siyonist İsrail’le neden işbirliği yaptılarsa, onun için!
Siz halâ “Vay efendim! Sünnilik! Vay efendim, Şiilik!” diye birbirinizle cedelleşip durun.
Türk-Kürt, Arap-acem diyerek birbirinizi dışlayıp yalnızlaşın, birleşerek büyümek yerine, ayrılarak küçülün, düşmanla savaşmayın, kendinizi yiyip bitirin…
Düşman uyumuyor ve “Tekfirci mikrobu” nun kültürel versiyonu yarın piyasaya sürülüyor!
***
Müslümanlar uyanık olursa 2021 büyük başarı ve birlikteliklerin yılı olacak; kalemler, silahlar, teknolojiler, eller ve yürekler birleşecek…
Ama dostunu düşmanını ayıramayacak kadar ahmak olur ve cehalette inat ederse, bunun bedelini de ağır ödeyecek.
İngilizler şimdiden planlarını yapmış ve uygulamaya da koymuş bulunuyor…
Peki, ey Müslümanlar, ya siz? Sizin planınız ne?
Şşşşt! Uyanın!
Mezhep tartışmalarını bırakın artık.
Haberiniz olsun, demedi demeyin.
Yeni yıldaki ilk yazımda “Müslümanlara oynanan bu filmin detaylarını da yazacağım.
Esen kalın ve fiemanillah
( Türk medyasında çok izlenen bu sesli makaleyi aşağıdaki linkten dinleyebilirsiniz)
smail Bendiderya
http://www.yazilimedya.com/video/2209/yeni-yil-ingilizlerin-oyunuyla-basliyor-bir-filmle-savas-hesaplari
Pompeo’dan İftira Zarif’ten Cevap
Emperyalizmin ve Sulta sisteminin başı ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, İran hakkında iftiralarına devam ediyor.
Washington'da basın toplantısı düzenleyen Pompeo; El Kaide'nin İran'da yeni bir ana üs kurduğunu iddia etti.
İran'ın El Kaide liderlerine güvenli geçiş sağladığını ve örgütü desteklediğini öne süren Pompeo, New York Times'ın geçtiğimiz Kasım ayında El Kaide liderlerinden Ebu Muhammed El Masri'nin 7 Ağustos 2020'de İran'da İsrail tarafından yapılan operasyonda öldürüldüğüne ilişkin haberin doğru olduğunu söyledi.
Pompeo, "Masri'nin İran içinde bulunması bugünkü duruma işaret ediyor. El Kaide'nin yeni bir ana üssü var: İran İslam Cumhuriyeti" dedi.
Pompeo'nun iddialarına sosyal medya hesabından yanıt veren İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, Pompeo'nun suçlamalarını "savaş çığırtkanı yalanlar" olarak niteledi.
Zarif, "Kimse aptal yerine konamaz. Tüm 11 Eylül teröristleri Pompeo'nun Ortadoğu'daki favori ülkesi Suudi Arabistan'dan gelmişti, İran'dan değil" dedi.
ABD’de seçimi kaybeden Trump yönetimi, olağanüstü bir hal yaratıp görevde kalmak için son zamanlarda bölgede tahrik edici hareketlerde bulunarak İran aleyhinde asılsız suçlamalarda bulunuyor.
İmam Hamanei ABD'nin Nükleer Anlaşmaya Dönüş Şartını Açıkladı
İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei, Kum halkının 9 Ocak 1978’de Şah rejimine karşı gerçekleştirdiği tarihi ayaklanmanın 43. yıldönümü münasebetiyle ilgili konuşma yaptı.
İslam İnkılabı Lideri, Şehit General Kasım Süleymani’nin şehadetinin birinci yıldönümüne ilişkin, "Kasım Süleymani'nin şehadet yıldönümünde ülkede büyük bir destansı hareket yaratan değerli vatandaşlarımıza teşekkür ediyorum. Büyük coşkuyla yapılan bu hareketler vatan ile milletin ruhunu tazelemiştir. Bunlar insanlarımızın basiretinden kaynaklanmaktadır." dedi.
İmam Hamanei, "Şehit Ebu Mehdi ve Kasım Süleymani'yi anmak için Bağdat'ta ve diğer şehirlerde de geniş kapsamlı ve muhteşem bir tören yapıldı; İran ve Irak'taki törenlere katılan tüm kardeşlerime teşekkür ediyorum." ifadesini kullandı.
İslam İnkılabı Lideri sözlerine şöyle devam etti:
"Kirman’daki (Şehit General Süleymani’nin) cenaze töreninde ve gerçekten trajik bir olay olan Tahran'daki uçak kazasında şehit düşenleri anıyor, şehitlerimize Allah'tan rahmet, ailelerine ve yakınlarına sabır diliyoruz. Elbette kaza ile ilgili yetkililerin sorumlulukları vardır ve gerekli talimatlar verilmiştir.
Muhsin Fahrizade’nin şehadetinin kırkıncı günündeyiz, dolayısıyla onu saygıyla anmalıyız. Şehit Fahrizade büyük ve değerli bir şahsiyetti."
Kum halkının 9 Ocak 1978’de Şah rejimine karşı gerçekleştirdiği tarihi ayaklanmanın 43. Yıldönümüne dair İmam Hamanei, “Bu olay İranlıların dönüm noktalarından biriydi. Bu, canlı tutulmalı çünkü gelecek nesillere moral veriyor. Bu tarihi ayaklanma ulusal bir onurdur ve geleceği aydınlatır." ifadelerinde bulundu.
İslam İnkılabı Lideri, ABD'deki olaylara dair şu açıklamada bulundu:
"Bugün büyük putun durumunu görüyorsunuz. Bunların demokrasisi; birkaç günde bir siyahi vatandaşın sebepsiz yere katledilmesini ve katilinin yargılanmamasını yansıtan bir demokrasidir. Seçim rezaleti ve insan haklarının durumu ortadadır. Bu olaylar dünyanın alay konusu haline gelen Amerikan değerleridir. Bu, ekonomisi felç olan, on milyonlarca işsiz ve aç insanın yaşadığı ülkenin durumudur. Elbette bunlar önemli şeyler ama tuhaf olan konu hala bazı insanların umutları ve özlemlerinin Amerika olmasıdır."
ABD’ye özenenlere seslenen İmam Hamanei, “Bazıları Amerika Birleşik Devletleri ile uzlaşıp dost olursak ülkenin bir cennet haline geleceğini düşünüyorlar. Bugün ABD ile birlikte olan bölge ülkelerinin ne durumda olduğuna bakınız. Amerika yönetimi İran’daki 9 Ocak 1978 olayından sonra ülkemizde cehennemvari bir egemenlik kurmayı istemiştir." ifadelerini kullandı.
Amerika Birleşik Devletleri, bölgeye tamamen hakim olmadığı sürece, mevcut bağlamda bölgenin istikrarsızlığından kendi çıkarını görüyor. Bunu kendileri söylüyor ve itiraf ediyorlar. Amerikan düşünce kuruluşundan tanınmış bir uzman, İran, Irak, Suriye ve Lübnan'da istikrar istemediğimizi açıkça ortaya koydu. Esas mesele, bu ülkelerdeki istikrarsızlığın gerekliliği yada gereksizliği değildir. Nasıl istikrarsızlık yaratılacağı ile ilgilidir. Bir yerde IŞİD ile bir yerde 2009 fitnesi ile ve bölgede yaptıklarını görüyorsunuz.
Amerika Birleşik Devletleri'nin istikrarsızlaştırmasına karşı çıktık. 2009'da Amerika Birleşik Devletleri İran'ı istikrarsızlaştırmak istedi. Kaos yaratmak ve bir iç savaş başlatmak için 2021'de ABD Kongre binasında başlarına gelen felaketin aynısını İran'da da yapmak istediler.
ABD'li bir yetkilinin boş ifadelerde bulunup İran'ın bölgedeki istikrarsızlığın nedeni olduğunu öne sürdüğünü belirten İmam Hamanei, "Biz bölge için istikrar getiriyoruz ve Amerikan istikrarsızlığına karşı duruyoruz." dedi.
İslam Devrimi Lideri, İran ile istikbar cephesi arasındaki sorunlarla ilgili olarak şunları kaydetti:
"Gündemde en önemli konular; yaptırım meselesi, İran'ın bölgesel varlığı ve ülkenin savunma kapasitesi ve füze gücüdür. Onlar her zaman bir şeyler söyleyip duruyor ve bizim taraf da cevap veriyor. Tabii ki, yetkililerimiz onların küstah açıklamalarına uygun bir yanıt vermiştir.
Batı Cephesi İran’a karşı uygulanan acımasız yaptırımları son vermek ve derhal durdurmakla yükümlüdür. Tüm yaptırımları kaldırmak onların görevidir. Bu büyük düşmanlık İran milletine karşı haksız yere yapılmıştır. Elbette yaptırımları kaldırmaları gerektiğini ve yaptırımlara rağmen ülkeyi yönetebilmemiz için ekonomimizi düzeltmemiz gerektiğini defalarca ifade ettim.
Biz yaptırımların kalkmayacağını varsayıyoruz. Tabii ki kısıtlamalar yavaş yavaş etkisiz hale gelecektir, ancak yaptırımlar devam ederse, ekonomiyi, düşmanın kötü eylemleriyle ilgili sorun yaşamayacak şekilde planlamalıyız. Bunu direniş ekonomisi politikası kapsamında ilan ettik.
İran'ın neden bölgede bulunduğunu söyleyenlere gelince, bölgedeki dostlarını güçlendirmek İslami düzenin görevidir. İran'ın bölgedeki dostlarını ve taraftarlarını zayıflatacak hiçbir şey yapmamalıyız. Varlığımız bölgeye istikrar getirir. İslam Cumhuriyeti'nin varlığı, istikrarsızlığın sebeplerini ortadan kaldırır.
Bugün İran'ın savunma gücü o kadar gelişti ki düşmanlarımızın İran'ın yeteneklerini hesaba katması gerekiyor. Ülke askeri güç konusunda savunmasız ve çaresiz halde olmamalıdır."
İmam Hamanei, İran'la yapılan nükleer anlaşmaya ilişkin; “Nükleer anlaşmadaki bazı taahhütlerimizi bir kenara bıraktık ve yakın zamanda yüzde 20 uranyum zenginleştirme sürecine başladık. Amerika'nın anlaşmaya dönmesi için acelemiz yok. Bu bizim sorunumuz değil, mantıksal talebimiz yaptırımların kaldırılmasıdır. Bu, İran ulusunun gasp edilmiş hakkıdır. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa, İran halkının haklarını yerine getirmekle görevlidir. Yaptırımlar tamamen ortadan kaldırılırsa ABD’nin nükleer anlaşmaya dönüşü mantıklı olacaktır. Elbette zararların telafi edilmesi konusu da taleplerimizin arasında yer alıyor. Ancak yaptırımlar kaldırılmazsa onların nükleer anlaşmaya geri dönüşü bizim zararımıza olacaktır." diye konuştu.
Hem yürütme hem de yasama organındaki yetkililere, bu alanlarda dikkatli ve kurallara tam olarak uyarak ilerlemelerini ve hareket etmelerini söyledim.
İslam İnkılabı Lideri imam Hamanei, korona aşısı ithalatına dair ilgili yetkililere hitap ederek, "ABD ve İngiltere menşeli koronavirüs aşısının ithalatı yasaktır. Amerikalılar korona aşısını üretebilseydiler, ülkelerinde korona skandalı yaşanmazdı. Günlük neredeyse 4 bin kişi ölüyor. Fransız aşısını da olumlu karşılamıyorum, çünkü Fransa, İran'daki bozuk kan olayı ile kötü bir sicile sahiptir." ama diğer ülkelerden aşı alınabilir açıklamasında bulundu.
İmam Hamanei ABD'nin Nükleer Anlaşmaya Dönüş Şartını Açıkladı
İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei, Kum halkının 9 Ocak 1978’de Şah rejimine karşı gerçekleştirdiği tarihi ayaklanmanın 43. yıldönümü münasebetiyle ilgili konuşma yaptı.
İslam İnkılabı Lideri, Şehit General Kasım Süleymani’nin şehadetinin birinci yıldönümüne ilişkin, "Kasım Süleymani'nin şehadet yıldönümünde ülkede büyük bir destansı hareket yaratan değerli vatandaşlarımıza teşekkür ediyorum. Büyük coşkuyla yapılan bu hareketler vatan ile milletin ruhunu tazelemiştir. Bunlar insanlarımızın basiretinden kaynaklanmaktadır." dedi.
İmam Hamanei, "Şehit Ebu Mehdi ve Kasım Süleymani'yi anmak için Bağdat'ta ve diğer şehirlerde de geniş kapsamlı ve muhteşem bir tören yapıldı; İran ve Irak'taki törenlere katılan tüm kardeşlerime teşekkür ediyorum." ifadesini kullandı.
İslam İnkılabı Lideri sözlerine şöyle devam etti:
"Kirman’daki (Şehit General Süleymani’nin) cenaze töreninde ve gerçekten trajik bir olay olan Tahran'daki uçak kazasında şehit düşenleri anıyor, şehitlerimize Allah'tan rahmet, ailelerine ve yakınlarına sabır diliyoruz. Elbette kaza ile ilgili yetkililerin sorumlulukları vardır ve gerekli talimatlar verilmiştir.
Muhsin Fahrizade’nin şehadetinin kırkıncı günündeyiz, dolayısıyla onu saygıyla anmalıyız. Şehit Fahrizade büyük ve değerli bir şahsiyetti."
Kum halkının 9 Ocak 1978’de Şah rejimine karşı gerçekleştirdiği tarihi ayaklanmanın 43. Yıldönümüne dair İmam Hamanei, “Bu olay İranlıların dönüm noktalarından biriydi. Bu, canlı tutulmalı çünkü gelecek nesillere moral veriyor. Bu tarihi ayaklanma ulusal bir onurdur ve geleceği aydınlatır." ifadelerinde bulundu.
İslam İnkılabı Lideri, ABD'deki olaylara dair şu açıklamada bulundu:
"Bugün büyük putun durumunu görüyorsunuz. Bunların demokrasisi; birkaç günde bir siyahi vatandaşın sebepsiz yere katledilmesini ve katilinin yargılanmamasını yansıtan bir demokrasidir. Seçim rezaleti ve insan haklarının durumu ortadadır. Bu olaylar dünyanın alay konusu haline gelen Amerikan değerleridir. Bu, ekonomisi felç olan, on milyonlarca işsiz ve aç insanın yaşadığı ülkenin durumudur. Elbette bunlar önemli şeyler ama tuhaf olan konu hala bazı insanların umutları ve özlemlerinin Amerika olmasıdır."
ABD’ye özenenlere seslenen İmam Hamanei, “Bazıları Amerika Birleşik Devletleri ile uzlaşıp dost olursak ülkenin bir cennet haline geleceğini düşünüyorlar. Bugün ABD ile birlikte olan bölge ülkelerinin ne durumda olduğuna bakınız. Amerika yönetimi İran’daki 9 Ocak 1978 olayından sonra ülkemizde cehennemvari bir egemenlik kurmayı istemiştir." ifadelerini kullandı.
Amerika Birleşik Devletleri, bölgeye tamamen hakim olmadığı sürece, mevcut bağlamda bölgenin istikrarsızlığından kendi çıkarını görüyor. Bunu kendileri söylüyor ve itiraf ediyorlar. Amerikan düşünce kuruluşundan tanınmış bir uzman, İran, Irak, Suriye ve Lübnan'da istikrar istemediğimizi açıkça ortaya koydu. Esas mesele, bu ülkelerdeki istikrarsızlığın gerekliliği yada gereksizliği değildir. Nasıl istikrarsızlık yaratılacağı ile ilgilidir. Bir yerde IŞİD ile bir yerde 2009 fitnesi ile ve bölgede yaptıklarını görüyorsunuz.
Amerika Birleşik Devletleri'nin istikrarsızlaştırmasına karşı çıktık. 2009'da Amerika Birleşik Devletleri İran'ı istikrarsızlaştırmak istedi. Kaos yaratmak ve bir iç savaş başlatmak için 2021'de ABD Kongre binasında başlarına gelen felaketin aynısını İran'da da yapmak istediler.
ABD'li bir yetkilinin boş ifadelerde bulunup İran'ın bölgedeki istikrarsızlığın nedeni olduğunu öne sürdüğünü belirten İmam Hamanei, "Biz bölge için istikrar getiriyoruz ve Amerikan istikrarsızlığına karşı duruyoruz." dedi.
İslam Devrimi Lideri, İran ile istikbar cephesi arasındaki sorunlarla ilgili olarak şunları kaydetti:
"Gündemde en önemli konular; yaptırım meselesi, İran'ın bölgesel varlığı ve ülkenin savunma kapasitesi ve füze gücüdür. Onlar her zaman bir şeyler söyleyip duruyor ve bizim taraf da cevap veriyor. Tabii ki, yetkililerimiz onların küstah açıklamalarına uygun bir yanıt vermiştir.
Batı Cephesi İran’a karşı uygulanan acımasız yaptırımları son vermek ve derhal durdurmakla yükümlüdür. Tüm yaptırımları kaldırmak onların görevidir. Bu büyük düşmanlık İran milletine karşı haksız yere yapılmıştır. Elbette yaptırımları kaldırmaları gerektiğini ve yaptırımlara rağmen ülkeyi yönetebilmemiz için ekonomimizi düzeltmemiz gerektiğini defalarca ifade ettim.
Biz yaptırımların kalkmayacağını varsayıyoruz. Tabii ki kısıtlamalar yavaş yavaş etkisiz hale gelecektir, ancak yaptırımlar devam ederse, ekonomiyi, düşmanın kötü eylemleriyle ilgili sorun yaşamayacak şekilde planlamalıyız. Bunu direniş ekonomisi politikası kapsamında ilan ettik.
İran'ın neden bölgede bulunduğunu söyleyenlere gelince, bölgedeki dostlarını güçlendirmek İslami düzenin görevidir. İran'ın bölgedeki dostlarını ve taraftarlarını zayıflatacak hiçbir şey yapmamalıyız. Varlığımız bölgeye istikrar getirir. İslam Cumhuriyeti'nin varlığı, istikrarsızlığın sebeplerini ortadan kaldırır.
Bugün İran'ın savunma gücü o kadar gelişti ki düşmanlarımızın İran'ın yeteneklerini hesaba katması gerekiyor. Ülke askeri güç konusunda savunmasız ve çaresiz halde olmamalıdır."
İmam Hamanei, İran'la yapılan nükleer anlaşmaya ilişkin; “Nükleer anlaşmadaki bazı taahhütlerimizi bir kenara bıraktık ve yakın zamanda yüzde 20 uranyum zenginleştirme sürecine başladık. Amerika'nın anlaşmaya dönmesi için acelemiz yok. Bu bizim sorunumuz değil, mantıksal talebimiz yaptırımların kaldırılmasıdır. Bu, İran ulusunun gasp edilmiş hakkıdır. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa, İran halkının haklarını yerine getirmekle görevlidir. Yaptırımlar tamamen ortadan kaldırılırsa ABD’nin nükleer anlaşmaya dönüşü mantıklı olacaktır. Elbette zararların telafi edilmesi konusu da taleplerimizin arasında yer alıyor. Ancak yaptırımlar kaldırılmazsa onların nükleer anlaşmaya geri dönüşü bizim zararımıza olacaktır." diye konuştu.
Hem yürütme hem de yasama organındaki yetkililere, bu alanlarda dikkatli ve kurallara tam olarak uyarak ilerlemelerini ve hareket etmelerini söyledim.
İslam İnkılabı Lideri imam Hamanei, korona aşısı ithalatına dair ilgili yetkililere hitap ederek, "ABD ve İngiltere menşeli koronavirüs aşısının ithalatı yasaktır. Amerikalılar korona aşısını üretebilseydiler, ülkelerinde korona skandalı yaşanmazdı. Günlük neredeyse 4 bin kişi ölüyor. Fransız aşısını da olumlu karşılamıyorum, çünkü Fransa, İran'daki bozuk kan olayı ile kötü bir sicile sahiptir." ama diğer ülkelerden aşı alınabilir açıklamasında bulundu.
İslami Cihad: Kasım Süleymani'nin Tüm Savaşlarda Kıblesi Kudüs'tü
Filistin İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad Ennehale, şehit Süleymani'nin Filistin direnişçilerinin savaş tecrübesi kazanması ve silah üretmesi meselesine büyük önem verdiğini söyledi.
Ennehale bugün yaptığı açıklamada şunları ifade etti: 'İşgal altındaki Kudüs, Hacı Kasım'ın her zaman kalp huzurunun kaynağıydı. Hacı Kasım'ın bölgede var olduğu tüm savaşlarda kıblesi Kudüs'tü. Hedefi direnişin korunmasıydı.
O; doğru zamanda, doğru yerde ve doğru kişiydi. Stratejik faaliyeti, mucizevi bir şekilde Gazze Şeridi'ne füze ve silahın ulaştırılmasıydı.
Çünkü bu iş; güvenlik, teknik ve imkanlar açısından çok zor ve maliyetli idi. Fakat nihayetinde bu iş oldu ve şehit Süleymani bu konuda çok emek sarf etti. Birçok ülkeyi ziyaret etti, Filistin direnişinin eline silahları ulaştırabilmek için planlar yaptı ve başardı. Tel Aviv'i vuran füzeler, Gazze şeridine ulaştırılan bu füzelerdi.'
Süleymani Direnişin Uluslararası Şahsiyetiydi
İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Muhammed Bakıri, Devrim Muhafızları Ordusu'na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin birinci şehadet yıldönümü münasebetiyle yayınladığı bir mesajda, İran ve dünyadaki tüm Müslüman ve özgürlük sever insanların bu cinayetin faillerinden intikam alma ve ABD'nin Batı Asya bölgesinden çekilmesi yönündeki kararlığını ‘kaçınılmaz’ olarak nitelendirdi.
Tümgeneral Muhammed Bakıri’nin kaleme aldığı mesajın bir bölümünde şu ifadelere yer verildi:
“3 Ocak, İran tarihinde yaşanan acı bir olayı hatırlatıyor. Terör örgütü IŞİD’le mücadele eden İslam ümmetinin şefkatli evlatlarından biri bu günde İran’ın düşmanı olan ABD emperyalist ve terörist hükümeti tarafından şehit edildi.
İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei’nin de buyurduğu gibi, Şehit Süleymani ve bu olaydaki diğer şehitlerin katillerini ağır bir intikam bekliyor. Şehit Süleymani direnişin uluslararası şahsiyetiydi ve direnişle ilgilenen herkes bu cinayet faillerinden intikam alınmasını istiyor”
Bilimsel Tekelciliğe Karşı Direnişin Bedeli
Bismillahirrahmanirrahim
İranlı bilim insanı Dr. Muhsin Fahrizade 27 Kasım 2020 tarihinde düzenlenen komplike bir terör saldırısıyla şehid edildi. Birinci dereceden devlet adamları düzeyinde koruma altına alınan Dr. Fahrizade’ye oldukça profesyonel, karmaşık ve uluslar arası çapta bir hazırlık ve koordinasyonla bir terör operasyonu gerçekleştirilmiştir.
Bu son olay, son onbeş yıl içerisinde İranlı bilim insanlarına karşı gerçekleştirilen ve şimdiye kadar beş seçkin bilim insanının şehadetiyle sonuçlanan onlarca terör eyleminden ilki olmadığı gibi sonuncusu da olmayacaktır.
Peki bu terör eylemlerini kim, niçin ve hangi amaçla yapmaktadır? Hangi güçler bu terörlerden medet ummakta ve yarar sağlamaktadır?
Bu soruların cevabı bilimin ve bilim insanlarının gücünü anlamakta yatıyor. Çünkü bilim teknoloji demektir; teknoloji kalkınma, güçlenme ve refah demektir.
Bugün yeryüzünde ekonomik, askeri, siyasal, kültürel ve medya alanlarında sulta kurmuş müstekbirler bu güçlerini bilimden almıştır. Bilim sayesinde, teknolojik ilerlemeler sayesinde başka milletlere ve özellikle de İslam dünyası üzerinde üstünlük sağlamış, yeryüzünde sultalarını şimdiye kadar bu sayede sürdürebilmişlerdir. Bilimsel ve teknolojik üstünlüklerini kaybettikleri zaman ekonomi, askeri, siyaset, kültür ve medya dalındaki sultaları da sona erecektir.
İki-üç yüzyıldan beri bilimi başka ülkeleri işgal, milletlerin zenginliklerini sömürü, kültürlerini ortadan kaldırma aracı olarak kullanan müstekbir güçler, bu üstünlüklerini kolayca kaybetmek istemedikleri için bilimsel çalışmaları ve teknolojik ilerlemeleri tekellerinde tutmaya özel bir önem verirler.
Emperyalist güçler, kendi imkanlarıyla bilimsel alanlarda ilerleme kaydeden milletlerin bilim insanlarını çeşitli yöntemlere başvurarak kontrol altında tutmaya, kendi hizmetlerine almaya çalışırlar. Kukla ve bağımlı rejimleri aracılığıyla bu insanların bilimsel ilerlemesini engellemek, yetenekli gençleri kendi üniversitelerine çekmek için burslar vermek, yetişmiş bilim adamlarını birtakım vaatlerle Batılı ülkelere göçe teşvik etmek bu konudaki yöntemlerin en alışılagelmiş olanlarıdır.
Bu alanda müstekbir güçlerden bağımsız olarak bilimsel çalışmalar başlatan ve bu güçlere teslim olmayan ülkelerin başında İran gelir. Bilimsel-tekonolojik ilerleme kaydetmeden Batı müstekbirliği ile baş etmenin imkansız olduğunun farkına varan İran, kendine bazı dallarda öncelikler belirleyince kıyamet kopmaya başladı.
Nükleer teknoloji İran’ın öncelik verdiği bilimsel alanlardan biridir. Sürdürülen propagandalarla oluşturulan yaygın görüşün aksine, nükleer teknoloji sadece askeri alanla sınırlı olmayıp temiz enerji üretiminden tutun insan sağlığını yakından ilgilendiren ilaçların üretimine, ziraat alanındaki ilerlemelerden tutun sanayinin çeşitli dallarına kadar kalkınmanın önemli faktörlerinden ve alt yapılardan biridir.
Nükleer teknolojiyi uğursuz sultalarını sürdürmek ve zayıf milletleri tehdit etmek için daha çok askeri alanda ön plana çıkaran emperyalist güçler halbuki ekonominin can damarı olan enerji üretiminde daha çok kullanmakta, insan yaşamının her alanında nükleer teknolojiyi hizmetlerine almış bulunmaktalar.
Kendi ülkelerinin refahı ve kalkınması İçin nükleer teknolojiyi her geçen gün daha geniş alanlarda kullanan müstekbir güçler sıra İran’a gelince “atom bombası yapabilir” iftirası ile bu ülkeyi nükleer teknoloji nimetinden mahrum bırakmayı amaçlamaktadırlar.
İran’ın tüm nükleer faaliyetlerini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı uzmanlarınca teknik mekanizmalarla 24 saat boyunca gözetlemelerine ve NPT ek protokolü çerçevesinde istedikleri her merkezi defalarca denetlemelerine rağmen yine de bununla yetinmemekte ve İran’ın barışçıl/sivil nükleer faaliyetlerini durdurmak için bu dalda faaliyet gösteren bilim insanlarını öldürmek yoluna başvurmaktalar.
Niçin mi?
Çünkü İran, küresel sulta sistemine entegre olmamakta; sömürülerine, cinayetlerine kayıtsız kalmamakta, zalimlerle işbirliği yapmamaktadır.
Çünkü İran, başını ABD’nin çektiği müstekbir güçler ve işbirlikçilerinin işgalleri, yağmalamaları ve cinayetlerine karşı bölge halklarınca sürdürülen direniş hareketlerini desteklemektedir.
Çünkü İran, İslam coğrafyasının kalbine yerleştirilen kanser tümörü İsrail’in uğursuz varlığını kabul etmemektedir. Sulta sisteminin şımarık temsilcisi bu terör rejimi ortadan kaldırılmadıkça bölgede ve yeryüzünde barış ve huzurun sağlanamayacağını haykırmaktadır.
Çünkü İran, ülkeleri işgale uğrayan Lübnan, Filistin, Yemen, Suriye ve Irak halklarının yanında yer almakta, onları her açıdan desteklemektedir.
Çünkü İran, Batı emperyalizminin bilimsel-tekonolojik tekelciliğine karşı da direnmektedir. Bu doğrultuda bilimsel-teknolojik birikimlerini, bu cümleden olarak füze/roket teknolojisini direniş cephesinde yer alan halkların hizmetine sunmaktadır.
Ve işte bu cesurca duruşunun, bilimsel-teknolojik tekelciliğe karşı bu direnişinin bedelini seçkin bilim insanlarını şehid vererek ödemektedir.
İnsanlık düşmanları yaptırımlarla, ekonomik ablukayla, diplomatik baskıyla, yalan ve iftira dolu propagandalarla ve en çirkini terör eylemleriyle bu hareketin önünü alacaklarını sanıyor ve bölgedeki dostlarına moral verdiklerini sanıyorlar.
İslam düşmanları İran içerisinde dönem dönem iş başında bulunan basiretsiz ve İnkılabın ilkelerinden uzaklaşmış kişi ve çevrelerin uzlaşmacı tavırlarına bakarak yanlış hesap yapmaktadırlar.
Halbuki ne İslam coğrafyasındaki basiretsizlerin uzlaşmacı tavırları, ne de bölgedeki işbirlikçi kukla rejimler 41 yıl önce yükseltilmiş İnkılap bayrağını indirmekte sulta sistemine yardım edemeyecek ve bölge halklarının uyanış, diriliş ve direnişi karşısında kesinlikle yenilgiye uğrayacaklardır, o günler yakındır, inşallah.
Ziya Türkyılmaz
Zarif: Savaş istemiyoruz, ama savunmada asla tereddüt etmeyiz
Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif Amerika terör devletinin Fars körfezi bölgesinde kışkırtıcı askeri hareketlerine tepki gösterdi.
Dışişleri Bakanı Zarif twitter hesabında yaptığı açıklamada, İran İslam Cumhuriyeti savaş peşinde olmadığını, ancak milli çıkarlarını ve vatandaşlarını korumak ve savunmakta bir an bile tereddüt etmeyeceklerini vurguladı.
Zarif şöyle ekledi:
Amerika’da Donald Trump ve takımı korona virüs salgını ile mücadele etmek yerine milyarlarca doları B-52’leri havalandırma ve bölgemize savaş gemileri gönderme uğruna heba ediyor. Irak’tan gelen bilgiler de savaş için bahane üretme uğruna yeni bir kumpas kurulduğunu gösteriyor. İran İslam Cumhuriyeti savaş peşinde değildir, ancak milli çıkarlarını ve vatandaşlarını korumak ve savunmakta bir an bile tereddüt etmeyecektir.
ABD'den İran'a tehdit:Nükleer bombardıman uçağı gönderdi
Amerika Birleşik Devletleri, İran'ı nükleer bombardıman uçaklarıyla tehdit etti. ABD, muhtemel bir "İran tehdidine" karşı 2 B-52H tipi nükleer kapasiteli bombardıman uçağını Orta Doğu'ya gönderdiğini açıkladı.
ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığınca (CENTCOM) yapılan açıklamada, "5. Bombardıman Filosunun ana üssü Minor Hava Üssünden B-52H Stratofortress mürettebatı, ABD'nin bölge güvenliğine olan bağlılığını ortaya koymak ve kısa sürede devasa bir savaş gücünü hızlıca konuşlandırma kabiliyetini göstermek üzere bugün, Orta Doğu'da bulundu." ifadesi kullanıldı.
İRAN'A VE BÖLGEYE TEHDİT MESAJI
ABD'nin bölge güvenliğini yakından izlemeye devam ettiğine işaret edilen açıklamada, şu cümleye de yer verildi: "İki uçaklık konuşlandırma, aynı zamanda Amerikalılara ve Amerikan menfaatlerine zarar verme niyetinde olan herkese açık bir 'caydırma' mesajı göndermektedir."
ABD, daha önce de 2 kez Orta Doğu bölgesi üzerinden "B-52H" tipi uçaklarla uçuş yapmıştı.
HÜRMÜZ BOĞAZI'NDA TATBİKAT YAPMIŞTI
Amerika Birleşik Devletleri donanması geçtiğimiz hafta Hürmüz Boğazı'nda Suudi Arabistan Hava Kuvvetleri ile beraber ortak tatbikat düzenlemişti. ABD Donanması tatbikatı "USS Georgia, nükleer kapasiteli Ohio sınıfı güdümlü füze denizaltısı ile USS Port Royal ve USS Philippine Sea güdümlü füze kruvazörleri Basra Körfezi'ne girerken, Hürmüz Boğazı'nı geçti." ifadeleriyle duyurmuştu.
Yapılan bir başka açıklamada ise ABD ve Suudi Arabistan Hava ve Deniz Kuvvetlerinin Basra Körfezinde "Müşterek Entegrasyon Tatbikatı" düzenlediği belirtilmişti.
General Kasım Süleymani Röportajı: 33 Gün Savaşı’nın Bilinmeyenleri (2)
Savaşla ilgili aktardığım gerçeklerin doğru olduğunu, savaşın zor ve çok yoğun geçtiğini söyledi ve devam etti: “Ama ben bu savaşın Hendek Savaşı'na benzediğini düşünüyorum!” Rehber, Hendek Savaşı hakkındaki ayetleri okudu, Müslümanlara ve sahabeye hâkim olan o günkü psikolojik durumdan bahsetti. Daha sonra, “Bu savaşın zaferinin, Hendek Savaşı'ndaki zafere benzeyeceğine inanıyorum" dedi.
Muhabir: Savaş bu bahane üzerine başlatıldı ve Hizbullah'ın mevzilerine yoğun bir saldırı gerçekleştirildi. Lübnan Hizbullahı savaşın ilk saatlerinde ve günlerinde nasıl tepki verdi? Özellikle İsrail'in bu barbar saldırının sebebi olarak Hizbullah'ın esir alma operasyonunu gösterdiğini düşünürsek, bu durum normalde psikolojik bir baskı yaratmış olmalıdır.
Dikkat edilmesi gereken iki nokta var. Hizbullah, uzlaşılması mümkün olmayan bir düşmanla karşı karşıyaydı. Yani Hizbullah'ın görüşüne göre, dinî ve siyasî açıdan düşmanla uzlaşmak imkânsızdı. Düşman için de Hizbullah kabul edilemezdi. Dolayısıyla bu düşmanlık, sürekli bir düşmanlıktı ve bu yüzden de Hizbullah her zaman savunmaya hazırdı. Bu birinci noktadır.
Öte yandan Hizbullah hazırlıksız değildi ve şaşırmamıştı. Hizbullah'ın hazırlığı sadece bu operasyondan kaynaklı da değildi. Elbette bu operasyon diğer boyutlardaki hazırlığı ve uyanıklığı artırmıştır ama savaşçılar, tesisler ve teçhizat açısından hazırlık zaten yapılmıştı. Bugün de aynıdır. Yani Hizbullah her zaman yüzde yüz hazır durumdadır. Hizbullah'ın hazırlık durumu, sarı veya kırmızı alarmla ilan edilen farklı hazırlık düzeylerinin olabileceği diğerlerininki gibi değildir; ya da başta yüzde 30, sonra yüzde 70 ve son olarak yüzde 100 alarm durumundayız densin. Hayır, Hizbullah sürekli olarak yüzde 100 hazır durumdaydı. Hizbullah o gün de yüzde yüz hazırdı, bugün de yüzde yüz hazırdır. Bununla birlikte, hazır olmanın niteliği, imkânlar nedeniyle her dönemde farklıdır.
İkinci nokta, Hizbullah herhangi bir girişimde bulunmadan önce güvenlik hazırlıklarını gerçekleştirir. Dolayısıyla Hizbullah, kader belirleyici önemde bir tutsak takasını sağlamak için iki Siyonist askerin ele geçirilmesi operasyonuna karar verdiğinde, önce gerekli hazırlığı yaptı. Hazırlık iki seviyedeydi: yüzleşme için ve zayiatı azaltmak için.
İsrail rejimi 33 günlük savaş sırasında, özellikle askeri harekâtının ilk saat ve günlerinde, önceden hazırladığı bir veri bankasına dâhil ettiği tüm hedeflere saldırmıştı. Siyonist rejim, hava kuvvetlerine önceden hazırlanmış tüm hedeflerin listesini vermişti ve hava kuvvetleri, veri bankasında listelenen Hizbullah mevkilerinin kati coğrafi koordinatlarına göre harekete geçmişti. Ancak Hizbullah geliştirdiği önlemler sayesinde, insan kaynakları ve önemli tesisler noktasında en asgari zararı gördü. Hatta başlangıç saatleri itibariyle herhangi bir zarar görmediğini söyleyebiliriz.
Savaşın başlamasından on gün sonra düşman, bilgi bankasının sonuna geldiğini, yani Hizbullah ile ilgili belirlenen tüm hedeflerin vurulduğunu duyurdu. Ancak daha sonra, Hizbullah'ın harekât başlamadan önce aldığı önlemler, yenilikler ve düşman tepkisini öngörmesi sayesinde, İsrail'in yaptığı her şeyin kendi varsayımlarıyla çeliştiği ortaya çıktı.
Savaşın öngörülmesiyle ilgili olarak başka bir nokta da şudur: önceki tepki durumları göz önüne alındığında, genellikle bu tür olayların asla savaşa yol açmadığı görülür. Normalde, Siyonist rejim belli birkaç noktayı ve bölgeyi belli bir şiddette bir gün içerisinde vurur ve sonra da dururdu. Ancak bu sefer, çok erken dakikalardan itibaren, önceden tasarlanan tüm operasyon tamamen hayata geçirildi. Yani yürütmek istedikleri gizli planı tek seferde uygulamaya başladılar.
Tabii gizli bir plan olduğunu şimdi söylüyoruz. Savaşın başlamasından yaklaşık iki hafta sonra, bilgiden ziyade inançla bu noktaya varmıştık. Düşmanın önceden bir planı olduğu ve bizi gafil avlamak istediğinin kesin bilgisini ise savaşın neredeyse son günlerinde elde ettik ve bunu esas olarak düşmanın kendisi duyurduğu için anladık. Böylece, büyük bir patlayıcı ve barut deposunun tek bir kıvılcımla birden infilak etmesi gibi çok hızlı bir şekilde topyekûn bir savaş meydana geldi. Ve “33 Gün Savaşı” olarak adlandırılan bu büyük patlama gerçekleşti.
Olayın gerçekleştiği ilk gün Lübnan'a döndüm. Çünkü bir gün önce oradaydım. Aslında ilk önce Suriye'ye gittim ama tüm yollar saldırı altındaydı, özellikle tek resmi yol olan Lübnan-Suriye sınır geçiş yolu. Sürekli olarak uçaklar tarafından bombalanıyordu ve yolu bir saniye bile terk etmiyorlardı. Bu yüzden bir arkadaşımızla güvenli bir hat üzerinden iletişime geçtik ve İmad (Muğniye) beni almaya geldi, yarısı yürüyerek yarısı da araçla olmak üzere başka bir yol üzerinden Lübnan'a soktu. O dönemde, savaşın ağırlık merkezi, Hizbullah'ın idari binalarına odaklanmayı içeriyordu. Bunların çoğu güneydeydi ve kuzeyde ve merkezde de bazı noktalar vardı.
Yaklaşık ilk haftanın sonuna doğru savaş hakkında bilgi vermem için Tahran'a gitmem istendi. İkincil bir yoldan geri döndüm. O sırada İnkılâb Rehberi Meşhed'deydi ve aynı zamanda Milli Güvenlik Kurulu üyesi olan ve daha çok güvenlik ve istihbarat birimlerinde çalışan üst düzey yetkililer ile üç devlet erkinin başkanları arasında yapılan bir toplantıda kendisiyle görüşmek için huzuruna vardım.
Olayları rapor ettim. Raporum üzücü ve acı vericiydi. Yani, gözlemlerim zafer için herhangi bir umudu yansıtmıyordu. Savaş çok farklı, teknolojik bir savaştı. 12 katlı binalar tek bir bomba ile yerle bir ediliyordu. Hedefler hassasiyetle seçilmişti. Bu arada, savaşın hedefi Hizbullah'tan Şii topluluğuna çevrildiğinde, genel olarak Şii nüfuslu bir köydeki durum, Hıristiyan veya Sünni kardeşlerimizin yaşadığı bir köyden tamamen farklı hale gelmişti. Yani bir yerde insanlar güvende ve normal hayatlarını sürdürüp nargile içerken, başka bir yere binlerce mermi atılıyordu. Bütün bunları o toplantıda rapor ettim.
Namaz vakti gelmiş ve Rehber Hazretleri abdest almak için ayrılmıştı. Ben de öyle yaptım. Rehber abdest aldı ve henüz kolları sıvalıyken dönüş yolunda beni işaret etti ve yaklaşmamı istedi. “Bana raporunuz hakkında bir şey söylemek mi istiyorsunuz?” dedi. “Hayır, sadece gerçekleri anlatmak istedim” dedim. Rehber Hazretleri “Bunu anladım. Ama başka bir şey eklemek istemedin mi?” buyurdu. “Hayır” diye yanıt verdim.
Namaz kıldık ve toplantıya döndük. Raporum bitmişti. Rehber konuşmaya başladı. Birkaç noktadan bahsetti. Savaşla ilgili aktardığım gerçeklerin doğru olduğunu, savaşın zor ve çok yoğun geçtiğini söyledi ve devam etti: “Ama ben bu savaşın Hendek Savaşı'na benzediğini düşünüyorum!” Rehber, Hendek Savaşı hakkındaki ayetleri okudu, Müslümanlara ve sahabeye hâkim olan o günkü psikolojik durumdan bahsetti. Daha sonra, “Bu savaşın zaferinin, Hendek Savaşı'ndaki zafere benzeyeceğine inanıyorum" dedi. Benim yüreğim hopladı, zira askeri açıdan böyle bir şeye ihtimal vermiyordum. İçimden keşke Rehber bu savaşın zaferle sonuçlanacağını söylemeseydi dedim. Hendek Savaşı Peygamberin (s.a.a.) büyük bir zaferiydi.
Rehber daha sonra çok önemli başka iki noktadan bahsetti. Hazret ilk olarak “Bana öyle geliyor ki, İsrail bunun planını önceden hazırlamıştı ve sürpriz bir saldırı düzenleyerek Hizbullah'ı yok etmek istiyordu. Hizbullah'ın iki Siyonist askeri esir alan eylemi onların sürpriz planını bozdu” dedi. Ben bu bilgiye sahip değildim. Seyyid Nasrallah ve İmad bu bilgiye sahip değildi. Hiçbirimizde bu istihbarat yoktu.
Ben hep bu inanca sahip olmuşumdur ve arkadaşlarıma da söylemişimdir; Rehber'in huzurundaki yirmi yılım boyunca, O'ndaki takvanın sözlerinde, yüreğinde ve aklında nasıl bir bilgelik ve derin bir kavrayış doğurduğunu çok iyi gördüm. Bu nedenle bugün Rehber ne zaman bir şey hakkında şüphe duysa, konunun sonunda bir şekilde başarısız olacağına ve bize bir konuda güvence verdiğinde, bunun iyi sonuçlanacağına eminim.
Rehberin bu buyruğu benim için çok umut vericiydi, çünkü bu söz Seyyid'e çok yardımcı olacak ve endişelerini giderecekti. Özellikle de savaşın sonlarında şehid sayısı ve tahribat çok artmıştı. Seyyid'in bazı sözleri de beni çok etkilemişti, onları burada söylemek istemiyorum. Bu nedenle Rehber'in sözünü onun için çok olumlu buldum. Çünkü bazılarının “Hizbullah iki Siyonisti ele geçirmek için tüm Şii toplumunu neden tehlikeye attı?” diye gürültü etmeleri mümkündü. Ancak bu açıklama çok umut verici ve önemliydi, çünkü buna göre Hizbullah iki esir almakla sadece kendisini değil tüm Lübnan ulusunu da tam bir yıkımdan kurtarmış oluyordu.
Rehberin üçüncü buyruğunun manevi bir yönü vardı. Hizbullah üyelerine Cevşen-i Sağir (Küçük Cevşen) Duası'nı okumalarını tavsiye etti. Şiiler arasında daha çok bilinen Cevşen-i Kebir'dir. Cevşen-i Sağir, en azından halkın geneli nezdinde çok popüler değildir, seçkinlerin durumu hariç elbette. Rehber, bu duanın etkisinden şüphe etmememiz gerektiğini beyan etti. Hazret, Cevşen-i Sağir'in Allah ile konuşmak isteyen çaresiz durumdaki kişiler için olduğunu söyledi. Aynı gün Tahran'a oradan da Suriye'ye döndüm…
Devam edecek…
khamenei.ir
Çeviri: Ozan K. Sarıalioğlu
Medya Şafak
General Kasım Süleymani röportajı: 33 Gün Savaşı’nın bilinmeyenleri (1)
Sandalyeye oturduğunda 20 yıldır basına röportaj vermediğini söyledi. Kabaca bir hesaplamayla kendisine Kudüs Ordusu komutanlığının tevdi edilmesinden bu yana… Fakat söyleşinin konusu bu kez Hacı Kasım'ın bize olumlu yanıt vermesine neden oluyor: 33 Gün Savaşı. Konu Hacı Rıdvan'a gelince yavaş yavaş sesinin rengi değişiyor ve “Bugün ülkemizde ‘serdar' ve ‘emir' kelimeleri örfen kullanılır oldu fakat Şehid İmad Muğniye gerçek anlamıyla bir ‘komutan' idi” diyor. Her ne kadar bazı şeylerin söylenme vaktinin henüz gelmediğinden yana endişeli olsak da, Lübnan'da son gününe dek komutasında olduğu 33 Gün Savaşı'nda bizzat tanık oldukları şeylerin öyküsü bu iki saatlik söyleşiyi çok cazip kılıyor:
Konuyu 33 Gün Savaşı'nın gerçekleşmesine yol açan ortam ve şartlarla başlatmak istiyorum. Bu savaş Amerika'nın bölgeye askeri olarak dâhil olmasından, Afganistan ve Irak işgallerinden yaklaşık beş yıl sonra gerçekleşti. Bu esnada Amerika Irak'ta birçok sorunla pençeleşmekteydi ve Amerika'nın Yeni Ortadoğu Projesi'nin uygulanması pek çok problemle yüz yüze gelmişti. Fakat birden oyun sahasının değiştiğini, bu projenin uygulanması için Lübnan'ın seçildiğini ve 33 Gün Savaşı'nın vuku bulduğunu gördük. Bunun sebebi neydi?
Bismillahirrahmanirrahim. Şehidlerin Serveri Hüseyin b. Ali'nin (a.s.) şehadet günlerindeyiz, hepinize tesliyetlerimi arz ediyorum. 33 Gün Savaşı'nın bir dizi gizli etkeni vardı, bunlar savaşın gerçek nedenleriydiler. Bir de o gizli hedefler için bahane olan zahiri sebepler mevcuttu. Elbette bizim Siyonist rejimin hazırlıklarına dair istihbaratımız vardı fakat düşmanın ani bir sürpriz saldırı gerçekleştirmek istediği bilgisine sahip değildik. Savaş başladıktan sonra iki konuyla ilişkili olarak, sürpriz ve hızlı bir savaşla Hizbullah'ı yok etmek istedikleri sonucuna vardık. Fakat savaş biri bölgeyle diğeri de Siyonist rejimle ilgili olan iki önemli hadiseyle alakalı şartlar altında gerçekleşti. Bölgesel bağlamda Amerika 11 Eylül hadisesi nedeniyle bölgemizdeki askeri varlığını aşırı bir şekilde artırmıştı ve bunun benzerine niceliksel olarak neredeyse sadece İkinci Dünya Savaşı'nda tanık olunmuştu. Nitelik olarak ise o dönemde de böylesi söz konusu değildi.
Saddam'ın 1991 yılında Kuveyt'e saldırması ve bunun ardından ABD'nin hamlesi ve Saddam'ın yenilgisinden sonra Amerikan güçleri bölgemize iyice yerleşti. 11 Eylül'den sonraysa, Amerika'nın Afganistan ve Irak'a yaptığı iki ağır saldırı nedeniyle Amerika'nın silahaltındaki güçlerinin yaklaşık %40'ı doğrudan bölgemize girdi. Ardından bu süreç içerisinde yapılan değişiklikler ve intikaller nedeniyle yedek kuvvetlerini ve ulusal muhafızlarını da sahneye çektiler. Yani iç ve dış kuvvetleri olmak üzere Amerikan ordusunun yaklaşık %40'ı bölgemize girmiş oldu. Dolayısıyla sayıca çok büyük bir mevcudiyet kazandılar ve sadece Irak'ta 150 binden fazla askerleri vardı. 30 binden fazla Amerikan askeri de Afganistan'da idi. Bu sayıya Afganistan'daki yaklaşık 15 bin müttefik askeri dâhil değildi.
Kısacası 200 bin kişilik özel eğitim görmüş bir güç bölgemizde, Filistin'in yanında konumlandı. Bu mevcudiyet Siyonist rejim için tabiatıyla bazı fırsatlar doğurmaktaydı, yani Amerika'nın Irak'taki varlığı Suriyelilerin ülkelerindeki hareketlenmelerine engeldi. Suriye devleti için de tehdit sayılıyordu, aynı şekilde İran için de tehdit olarak değerlendiriliyordu. Dolayısıyla 2006 Savaşı'nda (33 Gün Savaşı) Irak coğrafyasına bakarsanız, Irak'ın bağlantı halkası mihver bir ülke, direnişin ana ülkesi olduğunu görürsünüz. Amerika yaklaşık 200 bin kişilik silahlı gücüyle, yüzlerce uçak, helikopter ve dahası binlerce zırhlı ekipman ile önümüzde bir bariyer icat etmiş oldu.
Amerika'nın bölgedeki bu askeri varlığı Siyonist rejime bu durumdan yararlanması ve girişimde bulunması fırsatı veriyordu doğal olarak. Şöyle ki bu azamet İran'ı ve Suriye'yi korkutup durdurmada etkili olacaktı ve bu iki yönetim karşılık veremeyecekti. Siyonist rejim bu tasavvuruna binaen, özellikle de ABD'de iktidarda olan hükümeti, yani ani karar veren aşırılıkçı Bush yönetimini ve Beyaz Saray'a hâkim, Siyonist rejim yanlısı ekibi göz önüne alarak savaş başlatmak için fırsatı uygun görmüştü. Dolayısıyla bu savaşın asıl nedeni, Siyonist rejimin Amerika'nın bölgedeki askeri varlığından, Saddam'ın düşüşünden ve Amerika'nın başlangıçtaki Afganistan zaferinden ve bölgede doğurduğu ağır korkudan yararlanmak istemesidir. Hatta Amerika bölgede ve dünyada kendi politikalarına muhalif siyasi grupların geniş bir bölümünü terörist gruplar olarak tanımlamıştı. Siyonist rejim bu durumdan istifade etmek istiyordu ve bir yıldırım savaşı için en iyi fırsatın doğduğunu düşünüyordu. Zira bu rejim 2000 yılında Hizbullah tarafından mağlup edilmiş, Lübnan'dan geri çekilmiş daha doğrusu firar etmişti. Tekrar Lübnan'a dönmek istiyordu, fakat bu defasında işgali değil de Güney Lübnan'daki demografiyi değiştirmeyi hedefliyordu.
Elbette bu mesele, yani asıl niyetlerinin Lübnan'daki demografik yapıyı tamamen değiştirmek olması, savaş sırasında, aşağı yukarı savaş başlar başlamaz belli olmuştu. Yani Güney Lübnan'daki kuvvetlerin ya da halkın Hizbullah ile mezhebi bir ilişkisi olan bölümünün mülteci olarak Lübnan'dan çıkmasını istiyorlardı. Rejim 1948 yılından sonra Filistinlilere yapılan planın benzeri Güney Lübnan'da da uygulansın, aynı proje Güney Lübnan'daki Şiiler için de gerçekleşsin ve onlar da Filistinlilerin başına geldiği gibi Lübnan, Suriye ve Arap dünyasının diğer noktalarındaki kamp ve çadırlara dağılsınlar istiyordu. Bu proje sonucunda Yasir Arafat bile Lübnan'daki üssünü Tunus'a taşımak zorunda kalmıştı ve gerçekte Siyonist rejim Filistin komutasını mülteci hale getirmişti. Aynı zihniyet Lübnan Şiileri için de geçerliydi. Savaş öncesi şartların açıklanmasından savaşa girdim ki bu konu tamamlansın.
Amerikalılar ve İsraillilerin iki önemli ifadeleri var. Savaşın başlarında Bush çok aptalca cümleler sarf etti ve kendi seviyesiyle münasip olan bu sözleri tekrarlamama gerek yok. Bunun daha terbiyeli biçimini (Condoleezza) Rice söyledi. Güney Lübnan'daki katliamlar ve çığlıklar zirveye ulaştığında ve teknolojik sarhoşluğun nihai noktasındaki bombardımanlar vuku bulduğunda, -öyle ki istedikleri her yeri teknolojik dakiklikle vurup yok ediyorlardı- Kana katliamını hazmettikten sonra Rice bu ifadeyi kullandı. O, uçaklar altındaki çocuk ve bebeklerin, kadınların, günahsız insanların çığlıklarını şu alçakça sözlerle, “Bu Yeni Ortadoğu'nun doğum sancısıdır” benzetmesi yaparak tanımlamıştı. Büyük bir hadisenin doğum çığlıkları… Dolayısıyla bu ifadeler de büyük bir projenin varlığını göstermektedir.
Fakat Siyonist rejimle ilgili başka bir nokta daha vardı. Rejim Filistin'de birkaç geminin eşlik edeceği büyük bir kamp inşasını planlamıştı. Lübnan'dan istediği kadar insanı alıp önce Filistin içinde 30 bin kişilik bir kampa nakledecek ve sonra da insanları ayırmaya başlayacaktı. Sıradan insanları diğer ülkelere yollayacak ve kendilerine göre suçluları ya da Hizbullah ile örgütsel bağları olanları tutuklayacaklardı. Bu yolculuk için bir de gemi ayarlamışlardı. Bu nedenle bu aşamadaki savaş kurunun yanında yaşı da yakan önceki savaşların aksine büyük bir teknolojik dikkatle yürütüldü. Yani onlar tek bir taifeyi hedeflediler, ilk önce Hizbullah'ı hedef almaya çalıştılar ama sonrasında hedeflerini genişleterek Güney'deki demografik değişimi tam olarak gerçekleştirmek için Güney Lübnan'daki tüm Şiilere yöneldiler. Ardından kendileri de bunu hedeflediklerini itiraf ettiler. Yani başta Olmert dedi, sonrasında savunma bakanı ve genelkurmay başkanları “Biz bu savaşı sürpriz bir şekilde başlatmayı hedefliyorduk ve eğer bu beklenmedik bir şekilde gerçekleşseydi Hizbullah'ın ana kadrosu geniş bir hava saldırısı sonucunda ortadan kalkacak ve Hizbullah örgütünün %30'dan fazlalık bölümü ilk aşamada ciddi bir darbe alacaktı” dediler. Sonraki aşamalarda da tamamen yok etme peşindeydiler.
Özetle daha önceden planlanmış bu saldırı geçmişteki savaşların tümünden farklıydı ve izlediği yol Hizbullah gibi bir örgütle savaş yolu değildi. Hedefi Lübnan'daki bir taifeyi söküp atmak ve başka bölgelere sürgün etmekti. Başka bir ifadeyle düşman zaferiyle şu sonucu elde etmek istiyordu: “Hizbullah'tan sonsuza kadar kurtulmak!” Hizbullah'tan kurtulmanın şartı da Lübnan halkının sadece güneyde değil Bekaa ve kuzey Lübnan'da yaşayan önemli bir kısmından kurtulmaktı.
Çok dikkat etmemiz gereken başka bir nokta da Arap ülkelerinin böylesi bir savaşta İsrail'i korumaya eğilim göstermeleri, Hizbullah'ın ve Şiilerin Güney Lübnan'dan sökülmesine razı olmalarıydı. Siyonist rejim en üst düzeyde yani başkanları Olmert ağzıyla bu meseleyi ilan etti ve “Arap ülkeleri bir Arap örgütüyle savaşımızda bizi ilk kez destekledi!” dedi. Elbette Arap ülkeleri derken kastı bunların tamamı değildi, daha çok Fars Körfezi havzasındakiler ve en başta da Âl-i Suud rejimiydi. Elbette doğal olarak Mısır'ı da içeriyordu ama o dönemde bazı istisnalar olduğunu da söyleyebilirdik. Irak idareden yoksundu ve o dönemde ülkenin başında Amerikalı bir asker vardı. Dolayısıyla Irak'ın yönetimi Amerikalıların elindeydi. Suriye'deki yönetim de Hafız Esad'ın vefatı nedeniyle genç bir hükümetti ve yeni işbaşı yapmıştı. Her halükarda ilk kez Arap ülkelerinin çoğu bir Arap örgütü karşısında İsrail'i savunmuştu ve bu Olmert tarafından belirtilen önemli ve ciddi bir gerçeklikti.
Öyleyse 33 Gün Savaşı'nın gizli hedefleri için üç noktayı göz önüne almalıyız: İlkin Amerika'nın Irak'taki varlığı ve hâkimiyeti ve Amerika'nın bölgedeki geniş mevcudiyetinin doğurduğu korkunun oluşturduğu fırsat. İkinci olarak Arap ülkelerinin Hizbullah'ın ortadan kaldırılması ve Güney Lübnan demografisini değiştirmede Siyonist rejimle gizli işbirliğine hazır olmaları. Üçüncü olarak da Siyonist rejimin Hizbullah'tan tam olarak kurtulmak için bu fırsattan yararlanmak istemesi.
Bu savaşın gizli nedenlerini çok iyi analiz ettiniz. Peki savaşın açık nedenleri ve bahaneleri nelerdi?
Hizbullah Lübnan halkına Siyonist rejimin pençesindeki mahpus gençleri ve Lübnanlı esirleri özgürleştirme sözü vermişti. Hizbullah'tan başka da bu sözü yerine getirebilecek hiçbir güç yoktu. Seyyid Nasrallah açıklamalarının birinde geçmişte gerçekleştiği gibi Hizbullah'ın Lübnanlı esirleri kurtarmak için harekete geçeceği sözünü vermişti. Dürzi, Müslüman ya da Hıristiyan esirleri olan tüm Lübnan halkının Hizbullah'tan başka ümidi ve sığınağı yoktu. Bugün de yoktur, yani her hadisede Lübnan milletinin bu vahşi yönetim karşısındaki temel dayanağı Hizbullah'tır. O gün de hem Hizbullah'tan başka bir dayanak bulunmuyordu, Hizbullah'ın da esir değişimi sağlanması için girişimde bulunmaktan başka çaresi yoktu. Zira Siyonist rejim diplomasiden anlamaz. Dili tüm boyutlarıyla şiddet dilidir ve karşısında bu dilden başkasına dikkat etmez. Araplar karşısındaki tavrı da bu şekildeydi. Dolayısıyla Hizbullah vaatlerine ya da Lübnan halkının beklentisine olumlu bir cevap vermek için bundan başka bir şey yapamazdı. Önceki esir değişimlerinde İsrail bazıları çok genç olan asıl esirleri serbest bırakmaya yanaşmamıştı. Bu ergenlerin uzun yıllar boyu cezaevinde kalanları gençlik ve orta yaşlık dönemine varmıştı. Hizbullah aslında ilk değişimlerde dışarı çıkamayan bu kişileri özgürleştirmeyi vadetmişti. İşte Hizbullah Lübnan halkına verdiği bu sözü yerine getirmek için operasyon gerçekleştirdi ve başarılı da oldu.
Şehid İmad Muğniye tarafından komuta edilen özel bir operasyon gerçekleştirildi. Ona ne ad koyayım bilemiyorum! Bugün aramızda yaygın olduğu şekilde “serdar-komutan” mı desem? Bugün ülkemizde “serdar” ve “emir” kelimelerini kullanmak adet oldu, fakat Şehid İmad Muğniye bu kelimenin ötesindeydi. O kelimenin gerçek anlamıyla “komutandı”, savaş sahnesindeki özellikleri Malik Eşter'e en çok benzeyen şahıstı diyebilirim belki de! Ben Emirülmüminin'in (a.s.) Malik'in şehadetinde büründüğü hali, onun şehadetinde de Direniş'te görüyordum. Malik'in şehadetinde İmam Ali'yi (a.s.) olağanüstü bir hüzün ve keder sarmıştı, bir ifadeye göre minberde ağladı ve “Ne Malik'ti! Eğer dağ olsaydı yüce ve büyük bir dağ olurdu, taş olsaydı kırılmaz, sert bir taş olurdu! Bilin ve Allah'a and olsun ki ölümün ey Malik, bir âlemi viran etti ve başka bir âlemi de mutlu kıldı! Ağlayanlar Malik gibi birisine ağlasınlar! Malik gibi bir yardımcı görülür mü artık? Malik gibi birisi var mı? ...” dedi. Emirülmüminin'in (a.s.) “Malik'in benimle durumu benim Resûlullah (s.a.a.) ile olan durumum gibidir!” cümlesi çok önemlidir.
İmad'ın meselesinde de durum aynıydı. İmad'ın Direniş'le ilişkisi arz ettiğim bu özelliklere sahipti. Eğer aramızda yaygın olan bu örfi sohbetleri geçersek Emirülmüminin'in (a.s) Malik için kullandığı cümleyi bizim de İmad için sarf etmemiz gerekir. İmad işte böyle bir şahsiyete sahipti.
İmad, pek çok zorlu sahnenin idaresini uhdesine aldığı gibi bu özel operasyonun sorumluluğunu da üzerine almıştı ve onu çok yakından komuta ediyordu. Operasyonu başarılı oldu, İşgal Edilmiş Filistin toprakları içerisinde Siyonist rejimin askeri bir aracını hedef aldı ve içerideki iki askeri yaralı olarak ele geçirmeyi başardı. Operasyonun öncesiyle işim yok, bu operasyon bir günlük bir operasyon değildi, hazırlık aşaması birkaç ay sürmüş ve Siyonist rejim gözlem altına alınmıştı. Operasyonda Direniş'in Seyyidi Hasan Nasrallah, Lübnan Direnişi'nin başkomutanı sıfatıyla bir dizi önlem de almıştı. Hizbullah'ın cihadî sorumlusu ve bu sahnenin yönetmeni İmad Muğniye (r.a.) bu operasyona hazırlık için bazı çok önemli girişimlerde bulunmuştu. Bunlar bahsimizin konusu olmadığı için şimdi bunu ele almamız zorunlu değil. Fakat bu operasyon gerçekte tek değil dört operasyondu, dört ayrı özel operasyon. Biri operasyonun planlanması, ikincisi saldırının mekân ve zamanının teşhisi, üçüncüsü Siyonist rejimin çok yoğun ve geniş bir bölgeye yayılmış yüksek dikenli tellerini aşarak eylem bölgesine ulaşmaktı. Amaç sadece hedefi vurmak olmadığı için sınırı aşmak ve gidip o taraftan esirleri getirmek de gerekiyordu. Dolayısıyla araçtaki tüm askerlerin öldürülmemesi için tüm görevlerin büyük bir dikkatle yerine getirilmesi zorunluydu. Dördüncü olarak da çok süratli olunmalıydı; çeyrek saat, yarım saat değil birkaç dakikada ve saniyeler içerisinde gerçekleşmeliydi. Düşman gelmeden esirleri güvenli noktaya taşımalıydılar. Genelde düşmanın kara çatışmalarında operasyon noktasına varması birkaç dakika çeker, hava çatışmalarında düşmanın ulaşması çok daha hızlıdır. Bu nedenle operasyondan önce şartlar çok dikkatli bir şekilde incelendi. İmad Muğniye'nin özelliklerinden biri de potansiyellere ve ayrıntılara olan dikkatiydi. Genelde operasyonu yakından bizzat idare ettiği için planlamayı da icrayı da üzerine almıştı ve İmad muvaffak oldu.