کارگر

کارگر

İran İslam Cumhuriyetinde her seçim, dalgalı bir okyanusta alabora olma tehlikesi geçiren gemi gibidir.
 
   Allah’ın adıyla

   İran İslam Cumhuriyetinde her seçim, dalgalı bir okyanusta alabora olma tehlikesi geçiren gemi gibidir. Çok karışık ve zor bir dönem yaşanır; ne okyanusun dalgası kırılabilir, ne de tayfa gemiyi sahile ulaştırması için kaptanın yanında yer alır.

   Gerçekleri görmek basiret sahibi olmayı gerektirdiği gibi anlayıp söylemek de büyük bir cesarete sahip olmayı gerektirir. Basiretsizce yapılan bir analiz mektebe ve inkılaba zarar verebileceği gibi İnkılap taraftarlığı adına gerçekleri saklamak, olup bitenlere göz yummak da İnkılaba bir tür cefadır. Mevcut ortamda gerçekleri açıklayıcı bir analiz yapmak cesaret ister, bağnaz inkılapçıların saldırılarına hazırlıklı olmayı gerektirir ve dahası itibarınızı tehlikeye atmakla sonuçlanabilir.

   İslam cumhuriyetinde fikri- siyasi akımları tanımadan seçimler hakkında sağlıklı analiz yapmak mümkün değildir.
Cumhurbaşkanı adayının kim olduğu önemli olmakla birlikte, hangi fikri-siyasi akımın savunucusu olduğu ve kimlerin kendisini desteklediği de önemlidir.
Bir fikri-siyasi akım bir şahıs ile kaim ise, varlığı ve ilerlemesi bir şahısa bağlıysa bu akım şahıs eksenli akımdır; şahıs yoksa o fikir de yok olur.
Ama bir fikri-siyasi akım ortaya konur ve bir düşünce etrafında güç bulur yayılırsa, artık şahıslar önemli değildir; fikri akım gerilemediği, çökmediği ve eskimediği müddetçe devam eder.
   Herhangi bir düşünce akımı kendisini ilmi ve akli olarak beyan edebilmeli, üretken olmalı ve zamanın şartlarına göre kendisini yeniliyebilmelidir, aksi takdirde sermayeden yeyip kendisini bitirir. Fikri-siyasi akımları birbirinden ayıran hedefleri, stratejileri ve toplumun sorunlarını tesbit ve çözmüne bakış açılarıdır. Bazı temel konulara bakış açılarından bu akımlar tanınabilir.
   İran’da ülke içindeki sosyo-ekonomik sorunlar; işsizlik, enflasyon, pahalılık, yolsuzluk, zengin- fakir sınıfı arasındaki uçurumun net bir şekilde artması, bazı idarecilerin astronomik maaşlarla lüks hayat sürmeleri, idari-siyasi fesadın sonucu olarak ahlaki değerlerin çiğnenmesi gizlenemeyecek gerçeklerdir.
   Dış tehditler; Batı tarafından uygulanan ambargo, Batı medeniyetinin başlattığı kültürel savaş; Filistin, Lübnan, Irak, Suriye, Yemen gibi ülkelere verdiği destekten dolayı Batının siyasi ve askeri baskısı, mustaz‘af ve mazlum halkların yanında yeralması, haklarını savunması neticesinde dış güçlerin çok yönlü saldırılarına maruz kalması ve bunun gibi sorunlar en önemli sorunlardır.
   Bütün bu sorunların yanısıra dünyanın İran’a ve İran seçimlerine bakış açısı ve beklentileri de konuşulması gereken önemli konulardandır. Çünkü İran uluslararası sulta sistemine karşı direnen ve hala mustaz’af halklara umut kaynağı olmaya devem eden bir ülkedir. İran’daki fikri-siyasi akımları değerlendirmeden önce hatırlatmamız gerekir ki Velayet-i Fakih makamı ve Veliyy-i Fakih’i bu akımların üstünde ve tartışmalar dışında görüyoruz ve en azından şimdilik böyle kabul edilmelidir.

Fikri-siyasi akımlar

   1-Reformcular: Reformdan yana olan bu akım, Batıdan etkilenmiş olarak Batıya uyum sağlayacak şekilde reform yapılması görüşünü savunur. Reformistler yıllardır sistemin neresinde reform yapılmasını net bir şekilde açıklayamasalar da söz ve davranışlarından anlaşıldığı kadarıyla asıl hedefleri Hatt-ı İmam’da, İnkılabın ilke, hedef ve çizgisinde değişiklik yapılması gerektiği görüşünde ve azmindedirler. Uluslararası toplum ile etkileşim ve barışık halde yaşamayı ve küresel sisteme entegre olmayı temel prensip olarak benimserler. Rehberi kabullenmeleri sembolik olduğu için hiçbir uyarısını, ikazını dikkate almazlar, kendi fikri akımları doğrultusunda hareket ederek yaptıklarını tevil eder, Rehberin görüşüne uygun olduğu algısını oluşturmaya çalışırlar. Başta batı hayranı müreffeh kesim olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinde taraftarı olan bu görüşün asıl savunucuları liberaller, milliyetciler ve Batı yanlılarıdır.
Bazı önemli konulara bakış açıları; İnkılab, Velayet-i Fakih, istikbarla mücadele, mustazaf ve mazlumlar.

a) İnkılaba bakışları: İnkılabı kabul etmekle birlikte artık bittiğini, şimdi uluslararası camia dedikleri büyük devletlerle ilişkilerin kurulması gerektiğini savunurlar. İnkilabın evrensel ülküleri ve vaadlerini gerçekçi görmez ve bunu ütopyacılık olarak değerlendirirler.

b) Velayet-i Fakihe bakışları: Bunlara göre, Velayet-i fakihin, anayasa çerçevesinde sadece nezaret ve denetleme görevi vardır yani sembolik bir makamdır. Anayasal bir ilke olması hasebiyle Velayet-i Fakihi halk arasında reddetmez ve kendi hedeflerine ulaşmak için kamuflaj olarak kullanırlar. Hatta kendi uygulamalarının Rehberin onayı ve görüşü doğrultusunda sürdürüldüğünü iddia ederler.

c) İstikbarla mücadeleye bakışları: Başta Amerika olmak üzere Batı emperyal güçle mücadelenin diplomatik alanda ve müzakerelerle devam etmesini savunurlar. Savaş döneminin bittiğini, müzakere döneminin başladığını iddia ederler. Bunlar ABD’yi küresel köyün muhtarı olarak görür ve bu köyde yaşamak için muhtarla uzlaşmaktan başka çare olmadığına inanırlar ve bunu dile getirmekten çekinmezler.

d) Ülkenin iç sorunlarının ancak dünya ile uyum ve uluslararası topluma entegre olmakla çözüleceğini savunurlar.
En belirgin özellikleri gittikçe İnkılabın ilkelerinden uzaklaşıp Batının istediği liberal/ılımlı İslam‘a doğru yol almalarıdır.

2-Muhafazakarlar: Kendilerini İslam inkılabının sahibi olarak görürler. Başından beri İnkılabın yanında, Rehber’in destekleyicisi oldukları için bütün yetkilerin ve iktidarın kendi kontrollerinde olması gerektiğini düşünürler. İslam İnkılabın gerçekleşmesinde, İslam Cumhuriyetinin kurulmasında ve ayakta tutulup sürdürülmesinde halk ve Velayet-i fakih faktörünü görmekte zorlanırlar. İran İslam Cumhuriyetini güçlü bir devleti olarak görür, dolayısıyla çıkarlarını korumak için müstekbir ülkelerle ilişki kurmada ve masaya oturmada bir beis görmezler. Rehberin arkasına saklanırlar yani Veleyet-i fakihi kendilerine kalkan yaparlar. Velayet-i fakih’in kendilerinden güç aldığını düşünerek Rehberi ve İnkılabın ve Cumhuriyetin belirleyici organlarını etkilemeye, yönlendirmeye çalışırlar.
En belirgin yanlışları bütün sorumlulukları Velayet-i fakihe yükleyip kendilerini Rehberin arkasına saklamalarıdır. “Rehber varken İnkılaba birşey olmaz“ düşüncesi bunları rehavete sürükler ve sorumluluk altına girmekten kaçınırlar. Kendi yapmaları gereken işleri de Rehbere yüklerler.

a) İnkılaba bakışları; İran İslam inkılabı dünyaya mesajını ulaştırmıştır artık inkılabı tehlikeye atacak girişimlerden kaçınılmalıdır; dış siyasette, komşularla ve Batılılarla ilişkilerde dikkatli olunmalıdır. İç sorunlar önceliklidir, ancak güçlü olursak ve uluslararası kurallar çerçevesinde dış ile ilgilenilmelidir.

b) Velayet-i fakihe bakışları; bütün sorumlulukların rehberin üzerinde olduğuna inanır ve çoğu kere kendilerini rehberin doğal uzantıları olarak görürler. Rehber açıkca bir emir vermişse ona itaat edilir vermemişse rehberin sözlerinden vazife çıkarmak, sorumluluk üstlenmek rehberden öne geçmektir. Rehbere karşı vazifemiz, bize açıkca verdiği emirlerdir.

c) İstikbara bakışları; İsrailoğullarının hz. Musa’ya (as) “sen git savaş biz burda oturuyoruz“ dedikleri gibi istikbarla savaşta zafer gelirse sahiplenirler zafer gelmezse zaten biz yoktuk derler. İstikbarla mücadele ve mazlumların haklarını savunmak İran‘a zarar veriyorsa geri adım atılmalı. İnkılabı(İran’ı) korumak ezilen hakların haklarını korumaktan daha önemlidir, diye düşünürler.

3- İnkılabcı ve Velayetciler: Muhafazakar olmamakla birlikte muhafzakar kesimin içinden çıkmış bir akımdır. Muhafazakarların hatt-ı İmamdan, İslam İnkılabının ilkelerinden ayrıldığını ve Velayet-i Fakih sisteminin pratize edilmesinde gerekeni yapmadıklarını düşünürler. İslam İnkılabının ve İslam devleti sisteminin Velayet-i fakih sistemi olduğuna inanırlar; dolayısıyla İslam devletinin varlığını ancak Velayet-i fakih ekseninde İnkılap ilkelerinden taviz verilmeden inkılab ruhunun yaşatılması gerektiğini savunan bir düşünce akımıdır. İslam cumhuriyetinin, İslam İnkılabının ilkelerine bağlı kalması ve takip etmesiyle güç kazandığına inanırlar. Dünyaya hakim tek kutuplu sulta sistemi karşısında mustazaf ve mazlumları çatısı altında toplayacak karşı bir eksen oluşturulmasının zaruretini vurgularlar.

a) İnkılaba bakışları: İnkılab ve inkılabcılık bir ülkeyle sınırlı değildir. Bu inkılabın mesajı ve ilkeleri bütün dünya üzerinde takip edilmeli, bütün halklar istikbara karşı uyandırılmalı, İnkılabın nihai hedefleriyle tanıştırılmalı ve İslam Cumhuriyeti bunun öncülüğünü yapmalıdır. İnkılabın ülküleri; vaad ettikleri, küresel söylemleri içte ve dışta henüz gerçekleşmemiştir, dolayısıyla bunun için İnkılabcılık ruhunun yaşatılması gerektiğini savunurlar.

b) Velayet-i fakihe bakışları: Velayet-i fakihe küresel adalet devletinin kurulması doğrultusunda bir başlangıç ve İslam devlet modeli olarak baktıklarından tek kutuplu Batı siyaset doktrininin karşısında bir prototip model olarak görürler. Ekonomi, siyaset, hukuk, eğitim-öğretim gibi alanlarda Velayet-i fakih sisteminin mustazaf halklara örnek teşkil etmesi gerektiğine inanırlar.

c) Siyonizm ve istikbara karşı mücadele sadece direniş ve dik duruşla mümkündür; müzakere ve masaya oturmak istikbarın oyunlarındandır asla başarı getirmez. Müstekbirler istikbar ruhundan vazgeçmedikleri müddetçe onların sözlerine ve vaadlerine güven olmaz.

d) Ülkenin sorunlarını çözmenin tek yolu, Rehberin yönlendirmeleri sayesinde halka dayanarak, halka hizmet ederek, dahili güçler ve ülkenin maddi ve manevi kaynakları, imkanları ile mümkündür. İnkılap zarar görmesin diye kendilerini rehbere kalkan yaparlar. Kendilerini bu hedef doğrultusunda feda etmekten kaçınmazlar, kendi siyasi geleceklerini İslam’ın ve İnkılabın geleceğine tercih etmezler. Bu özet tanıtımdan sonra seçimlerdeki adayların hangi akımı temsil ettikleri ve hangilerinin temsil edilmedikleri veya temsil edilmediklerine inandıkları daha iyi anlaşılır sanırız. Adaylıkları onaylanan altı kişinin adının açıklanmasından sonra İnkılapçılar arasında başlayan, hala da devam eden ve gelecekte de devamedeceğine kesin gözle bakılan bir tartışmaya tanık olunmaktadır.

   İnkılapçılardan bir kesimi kendilerini adaylığı onaylanmış iki muhafazakar adayın temsil edebileceğini savunurken ve bununla yetinilmesini ileri sürerken bir bölümü muhafazakar adaylarla reformist-liberal adaylar arasında temel konularda bir fark görmediklerini ve dolayısıyla seçimlerde adayları bulunmadığına inanmaktadır.

   Devam eden seçim kampanyası sırasında muhafazakar adayların dış ilişkiler, ABD başta olmak üzere dış dünya ile ilişkiler, nükleer müzakereler ve direniş cephesi gibi konulara değinmekten kaçınmaları ve hatta bazen mevcut ılımlı-reformist Hasan Ruhani hükümetinin yaptıklarını yüzeysel olarak eleştirseler de aslını kabul etmeleri küskün inkılapçı kesimlerin görüşlerini destekler mahiyettedir.

Sabahattin Türkyılmaz

İmam Hüseyin (a.s) Üniversitesi’nin askeri mezuniyet töreni bugün İnkılap Rehberi imamSeyyid Ali Hamanei’nin ziyareti ve beyanatı eşliğinde gerçekleşti.İmam Hüseyin Üniversitesi’nin askeri mezuniyet töreni bugün İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Seyyid Ali Hamanei’nin ziyareti ve beyanatı eşliğinde gerçekleşti.

İnkılap Rehberi bu merasimde, “Seçimler bir taraftan bizi onurlandırıyorsa diğer taraftan da sorun teşkil edebilir; Eğer millet doğru şekilde hareket edip İslami düzenle birlikte olursa seçimler İslam Cumhuriyeti’ni onurlandıracak, ancak kanunları ihalal edip ahlaka uymazsa seçimler bize zarar verebilir” şeklinde konuştu.

Düşmanın İran’a karşı oluşturduğu planlarına değinen imam Hamanei, sözlerini şöyle devam ettirdi: Düşmanın yakın gelecekteki planı, ülkenin huzurunu bozmaktır. Güvensiz bir bölgede yüksek seviyeli istikrara sahip olmamızı istemiyorlar. Bunlara karşı hazırlıklı olmalıyız. Düşmanın orta süreli amacı da halkın geçim koşullarıyla ilgilidir. Ülkede iş ve üretim yapılmasını istemiyorlar. Ayrıca işsizliğin de yükselmesiyle milleti umutsuzlaştırmaya çalışıyorlar. Fakat düşmanın uzun vadeli planı ise bizzat İslami düzeni değiştirmektir. Bir zamanlar bunu açık şekilde dile getiriyorlardı lakin şimdi davranış değişimine çevirdiler.

İslam İnkılabı Rehberi, “Zamanında da yetkililere söylediğim gibi davranış değişimiyle düzen değişimi arasında ortada herhangi bir fark yoktur. Davranış değişimi İslam, İnkılap ve İmam Humeyni (r.a) yolundan sapmak anlamına gelir ve bu da İslami düzenin çöküşüyle sonuçlanır” ifadelerinde bulundu.

imam Hamanei, konuşmalarının bir diğer kısmında da şu açıklamları yaptı: Biz seçimlerde acemi değiliz, zira 38 yıldır bu konuda deneyim sahibiyiz. Adaylara katiyen halkın ekonomik sorunlarını dikkate alarak bu alanda çaba göstermelerini tavsiye ediyorum

 Ayetullah Cevadi Amoli tefsir dersinde ve Kamer suresinin tefsirinin devamında şunları söyledi: Allah Teâlâ kime bir şey veriyorsa imtihandır. Eğer birine kudret veriyorsa imtihandır ve eğer birine kudret vermiyorsa yine imtihandır.

Bu taklit mercii konuşmasına şöyle devam etti: sağlık ve hastalık imtihandır; elbette biz genelde hastalığı imtihan biliriz; ama sağlığı imtihan bilmeyiz. Hâlbuki Kur’an ayetlerine göre, hastanede yatan ve bir hastalığa müptela olan kimse ile hasta olmayan ve sağlığa müptela olan kimse, her ikisi de müpteladır; yani imtihana tabi tutulmaktadırlar.

Ayetullah Cevadi Amoli mübarek Fecr süresine işaret ederek şunları söyledi: “İnsana gelince; Rabbi onu deneyip de ona ikramda bulunduğunda ve bolca nimet verdiğinde, “Rabbim bana ikramda bulundu/beni değerli kıldı” der.       Fakat onu deneyip rızkını daralttığında, “Rabbim beni aşağıladı” der. Asla (onların sandığı gibi değil). Gerçek şu ki, siz yetime ikramda bulunup ona saygı göstermiyorsunuz.” Ayette geçen “asla” kelimesi her ikisini de nefyetmektedir. Buyuruyor ki biz bazılarını sağlıklı yapıyoruz; yani onu sağlığa müptela ediyoruz ve o imtihan sınıfında oturuyor. Veya ona mal veriyoruz, ona kudret ve makam veriyoruz; Allah’ın bize verdiği her şey imtihandır ve biz vermediği her şey de imtihandır. Böylece birini şükür ile imtihan eder ve diğerini sabır ile imtihana çeker.

Perşembe, 11 May 2017 00:25

Anti-İsrail yerini anti-Şii alıyor

 Müslümanlar, küresel güçlerin oyuncağı olmuşlar. ABD, İsrail’in güvenliği için, ne gerekiyorsa yapıyor. En çok istedikleri bir Şii- Sünni savaşı… Bunun için, BOP ve Yinon Planları işliyor.

Mesela dikkatinizi çekti mi bilmem, özellikle Türkiye’de İsrail düşmanlığı nerdeyse bitti.

Olsun demiyorum!

Yanlış anlaşılmasın!

“Kahrolsun İsrail” sloganları yerini, “kahrolsun Şiiler” aldı adeta. Sadece Türkiye’de değil. Arabistan’a mesela dikkat edin.

“Tek düşman İran!” diyor. Ve ABD hepsiyle gurur duyuyor!

İran daha yeni ne dedi?

İran Davunma Bakanı Dehgan, “Mekke, Medine hariç, Suudi Arabistan’ın altını üstüne getiririz” dedi. Suud bakanın sözüne karşılık…

Yani durum, vaziyet bu…

ABD için, bir Şii ile bir Sünni devleti çatışsın da, bu Suud ile İran mı olur, İran ile Türkiye mi olur, çok önemli değil. Türkiye-İran olsa, bu ABD için “bonus” olur.

Ama olmuyorsa, İran ile Suudi Arabistan’da olur!

Tem amaç, İsrail’in güvenliği…

İsrail’in güvenliği için Suriye parçalanıyor. Irak parçalandı, İran ve Türkiye parçalanma sürecinde… O kadar önemli noktalarda, o kadar kilit isimler İsrail için yerleştirilmiş ki, hayret edersiniz.

FETÖ’cülerin bir numaralı İran düşmanı olmalarını, buna mukabil Mavi Marmara için “İsrail otoriteleri” hatırlatmalarını, hatırlayalım. Yahut İsrail düşmanlarına “manyak” diyenleri…

Suriye’de IŞİD’i ağızlarına almadan, “Suriye Yönetimi” düşmanlığı, İsrail için yapıldı. Türkiye’de “aleviler Hıristiyanlardan da sapıktır” iddiasında bulunan Nurcu rektörü hatırlayın!

Bir devletin veya yönetimin yanlışları da olur, doğruları da, bu başka bir şey. Ama bir devlete veya yönetime İsrail için düşmanlık etmek, kesinlikle bir proje işi…

ABD düşünüyor: İsrail’in hem büyümesi lazım, hem de güvende kalması lazım. Bunun için ne lazım? Müslümanların birbirlerini yemeleri… “Şii-Sünni” veya Türkiye için söylersek “Alevi-Sünni”…

Yiyorlar mı bugün?

Bu fitne ile bütün bir İslam dünyası kontrol altına alınabilir. Balkanlardan, Pakistan, Afganistan’a kadar… Orta Asya’dan, Afrika’ya kadar…

Ne kadar etkili bir fitne, bir düşünün. İnsanlar apartmanlarında bile güvende hissetmezler kendilerini. Kaldı ki, ülkelerinde ve geniş coğrafyalarda…

“Dünya Müslüman Âlimler Birliği” diye bir kuruluş var, biliyorsunuz. Birkaç kere yazı yazdım “Müslüman cahiller birliği” diye… Riyad’ta bir açıklama yaptı.  Fransa’da Müslümanlara Makron’u desteklemelerini söyledi.

Neden?

AB ve ABD, bu Macron’u istiyor. İsrail’de bu adamı istiyor. Diğer aday Le Pen ise milliyetçi söylemlere sahip, AB ve Euro karşıtı… Baba Le Pen anti-semitik söylemlere sahip biriydi. Kızı daha çok ekonomi söylemlerine sahip…

Ayrıca Macron, Rothschild’lerin adamı… Peki, bizim bu “Müslüman” cahiller kimlerin adamları?

AB İsrail ve ABD için, “Macron” dedi. ABD ve İsrail için öttüler yani.

Bilmem, olayı anlatabildim mi?

İslam Dünyası İsrail’in güvenliği için param parça edilirken, Şii- Sünni beraberliği için bir açıklama yapmayan sözde “alim” müsveddeleri, söz konusu Batı ve İsrail çıkarları olunca, bülbül kesiliyorlar.

Bu örgüte üye Türkiye’de “alim” var mı bilmiyorum(!), siz araştırın. Ancak ülkemizde bu kafalar o kadar tanıdık ki…  Allah, “Müslümanlar kardeştir” diye buyururken, bazıları sadece Sünni olanlara “kardeş” diyor.

Hatta bazıları sadece, sapkın tarikatlarında olanları “kardeş” diyorlar. Aynı tarikatta olurlar, yine kavga ederler. Hem de Allah’ın evi Kâbe’de…

Nakşî olmadın hele yandın!

Halidiye kolundan olmadın, seni “yanmaz kefen” bile kurtarmaz!

Allah’ın Peygamber ve Ehl-i Beyt gerçeğinden çıkınca, İsrail’e hizmet ettiriliyorsunuz. Ali’ye taraf yerini, Macron ve Rothscild’e taraftarlık alır!

Alevi’nin “Allah-Muhammet-Ali” dediğine, Sünni, “Kur’an ve Ehl-i Beyt” dediği zaman, ABD projeleri çöker. ABD değirmenine su taşımak, sona erer. Anti-Şii veya anti-Sünni yerini, anti-İsrail alır. Irak, Türkiye, İran ve Suriye’nin, İsrail için parçalanmasının önüne geçilir.

Yusuf Karaca

Pazar, 07 May 2017 02:44

Savaşın fitilini Barzani yakacak

Ortadoğu alanında otorite kabul edilen Alman sosyal bilimci Prof. Norman Paech, Ortadoğu'da derinleşen kaos ortamının bağımsız bir devlet kurma yolunda hızla ilerleyen Mesut Barzani'nin işine geldiğini açıkladı. Prof. Paech'e göre Barzani’nin planları yeni çatışmalara neden olabilir

Ortadoğu'daki gelişmeler, uluslararası ilişkiler ve devletlerarası hukuk konularında Almanya'da en çok başvurulan isimlerden siyasal bilimler Profesörü Norman Paech, çarpıcı açıklamalarda bulundu.

40 yıldan fazladır Ortadoğu'yu takip eden Prof. Paech, IŞİD'in Musul'a saldırması sonrası patlak veren gelişmeleri ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani'nin bağımsız devlet ilan etme girişimini değerlendirdi.

1991'deki Körfez Savaşı'nda ABD'nin bölgeye müdahale etmesiyle başlayan ve ardından 2003'te Saddam'ın devrilmesine için yapılan Irak savaşıyla devam eden kaosun IŞİD terör örgütünün saldırılarıyla birlikte zirve yaptığına dikkat çeken Prof. Paech, "Aslında IŞİD'in Haziran ayındaki şiddetli saldırılarının ardından bölgedeki 25 yıldır süregelen kaos, özellikle de Sünni-Şii çatışması içinden çıkılmaz bir hale geldi. Artık Ortadoğu çıkılması zor, derinleşmiş bir kaos ortamına sürüklenmiştir" dedi.

Bölgedeki kaos Barzani çıkarına

Bölgenin sürüklendiği kaos ortamının Mesut Barzani yönetiminin planları için çok uygun bir zemin hazırladığına dikkatleri çeken Prof. Paech, Irak ve Suriye'deki 'collateral damage', yani 'maksadını aşan zararın' bağımsızlığı ilan etme aşamasında olan Barzani yönetiminin çıkarlarına uygun geliştiğini ifade etti.

Alman sosyal bilimci, bölgedeki son savaş ve IŞİD başta olmak üzere terör kaynaklı çatışmaların beklenmedik zararları, Barzani yönetimi açısından "olumlu" yeni süreçlerin kapısını araladığını belirtti.

Yeni çatışmalar ortaya çıkabilir

Mesut Barzani'nin hazırlık yaptığı bağımsızlık sürecinin hesapta olmayan yeni çatışmalara kapı aralayabileceğini ifade eden Alman sosyal bilimci Norman Paech, "En son Kosova ve Kırım'da da görüldüğü gibi bağımsızlık süreci; oldukça hassas ve tehlikeli, hatta hesaplanmayan yeni çatışmalara da kapı aralayacak cinsten. Çünkü öncelikli olarak ayrılacak bölgenin merkezi hükümetin onayını alması gerekiyor. Şayet bu olmazsa beklenmedik krizler kapıda demek. Bu durum Barzani yönetimi için de öyledir. Erbil yönetimi en başta Bağdat hükümetiyle anlaşarak ayrılma girişimlerinde bulunmalı. Bunun için de hassas bir müzakere süreci gerekiyor" açıklamasında bulundu.

Mesut Barzani'nin önünde aşması gereken iki büyük engelin de Türkiye ve İran olduğunu söyleyen Prof. Paech, olası bir bağımsızlığın domino etkisi yaratabilecek olmasının Türkiye ve İran için büyük bir endişe kaynağı olduğunu vurguladı. Prof. Norman Paech, Barzani yönetiminin Türkiye ve İran engelini diplomasiyle aşması gerektiğini de ifade etti.

Bağımsızlık oylaması Ağustos'ta

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin danışmanı Muhammed Hacı, bağımsızlık referandumunun Ağustos ayında yapılmasının planlandığını açıkladı.

Muhammed Hacı, Kürt Bölgesi Yüksek Seçim Komisyonu’na referandum düzenlenmesi için çağrı yapmaya hazırlandıklarını anlattığı açıklamalarında Mesut Barzani’nin Kürt siyasi partilerinden bağımsızlık çabalarına liderlik yapacak olan ortak komisyona temsilcilerini belirlemelerini istediğini de anımsattı.

Mesut Barzani de 2 Mayıs’ta Fransız Le Figaro gazetesiyle yayımlanan mülakatında “Kürtlerin bağımsızlığı ilan etmesi zamanı geldi. Ancak biz, Irak’tan barışçıl biçimde diyalog ve müzakere yoluyla ayrılmak istiyoruz” demişti.

HALİL MEMİŞ

 İstihbarat Bakanı Mahmut Alevi, geçen sene İran’da 30 kadar terör çetesini çökerttiklerini açıkladı.

Bakan Alevi, İstihbarat bakanlığına bağlı güvenlik ve istihbarat güçleri geçen sene ayrıca bir tek operasyonda 108 manyetik bomba ve 15 intihar yeleği ele geçirdiklerini ve tüm bunlar teröristler hain planlarını uygulamaya fırsat bulmadan ele geçirildiğini ifade etti.

Amerikalı taraflarla müzakere konusunda da Bakan Alevi, İMGYK kararı çerçevesinde bu müzakerelerin tutukluların takısı için gerçekleştirildiğini ve sonuçta İran’ın bloke edilen 1.7 milyar dolar parası ülkeye geri getirildiğini ve bazı İranlı tutukluların kurtarıldığını vurguladı.

Türkiye, Rusya ve İran arasında Suriye’de “çatışmasızlık bölgeleri” kurulması konusunda anlaşma sağlandı.
 

Kazakistan’ın başkenti Astana’da imzalanan muhtıra kapsamında, muhalifler ve rejim güçleri arasında çatışmaların yoğun olduğu alanlarda 4 “çatışmasızlık bölgesi” ve bu bölgelerin sınırları boyunca “güvenlikli bölgeler” kurulacak.

Rusya Savunma Bakan Yardımcısı Alexander Fomin, düzenlediği basın toplantısında cuma gecesi yürürlüğe giren anlaşma ile ilgili olarak şunları söyledi: “Ateşkesi güçlendirme fikrini destekleyen İran ve Türkiye’nin yapıcı tavrı sayesinde, bu mutabakat zabtının imzalanmasında rejim önemli rol oynadı. Amerika Birleşik Devletleri ve Suudi Arabistan ile diğer ülkelerin verdiği destek, bu zaptın uygulamaya geçirilmesi konusunda ilave bir garanti teşkil edecek.”

Muhalifler, İran’ın mutabakata imza atan taraf olmasını protesto ederek salondan ayrıldı.

Anlaşma, sivillerin en temel ihtiyaçlarının karşılanması ve tıbbi yardımın ulaştırılması için gerekli şartların oluşmasına yardımcı olmayı hedefliyor.

Yine anlaşma uyarınca çatışmasızlık bölgelerinde, Suriye rejimi ile ateşkese katılan veya katılacak silahlı muhalif gruplar arasında, hava unsurları dahil olmak üzere her türlü silahlı saldırı durdurulacak.

Muhtıraya göre, El Kaide ve IŞİD ile mücadele çatışmasızlık bölgelerinin içinde ve dışında sürecek.

"İran, Rusya ve Türkiye, Suriye'de ortak savaşı sürdürecek"
 
 Rusya Genelkurmay Başkanlığı Ana Harekat Daire Başkanı, Rusya, İran ve Türkiye'nin Suriye'de terörist gruplara karşı ortak savaşa devam edeceğini duyurdu.

Rusya Genelkurmay Başkanlığı Ana Harekat Daire Başkanı General Sergey Rodskoy yaptığı açıklamada, Suriye'de gerilimi azaltmaya ilişkin belgenin imzalanmasının asla, Suriye topraklarında IŞİD ve Nusra Cephesi teröristlerine karşı savaşın son bulduğu anlamına gelmediğini vurguladı.

Roskoy, ayrıca Rusya, İran ve Türkiye'nin güvenli bölgelerde terörist grupları yok etmek için gereken girişimlerde bulunacağını ve Suriye devlet güçlerine teröristlere karşı savaşta yardım edeceklerini vurguladı.

Suriye'de gerilimi azaltmaya ilişkin memorandum bugün saat 00.00 itibaren yürürlüğe girdi.

İdlip, Humus'un kuzey bölgesi, Doğu Guta ve Suriye'nin güneyinde sözkonusu 4 güvenli bölge Astana'da yapılan anlaşma uyarınca kuruluyor.

 

Velayeti:Astana’daki öneriler Suriye milleti tarafından onaylanmalı

Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı, Astana’da iyi niyetle sunulan önerilerin ancak Suriye devletiyle milleti tarafından onaylandığı zaman tam olarak kabul edilebileceğini bildirdi.Düzenin Yararını Teşhis Konseyi Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Ali Ekber Velayeti, Almanya Dışişleri Bakan Yardımcısı’yla yaptığı görüşmesinin ardından gazetecilere açıklamalarda bulunarak, “Bu görüşme epey olumlu ve yapıcıydı. Karşılıklı siyasi ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi iki tarafın da peşinde olduğu bir konudur. Bölgesel ve uluslararası konularda da var olan sorunların giderilmesiyle ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı duyulması üzerinde hemfikiriz” şeklinde konuştu.

Velayeti, konuşmalarını şöyle devam ettirdi: Almanlar da bizim gibi bölgedeki ülkelerin bölünmesine karşı olarak sorunların askeri yöntemlerle değil siyasi yollardan çözülebileceği kanaatindeler. Bunun yanında nükleer anlaşmanın yürürlüğe girmesi konusunda da yakın bir işbirliğine sahibiz ve bu konuda onlara güveniyoruz.

Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı, Astana Toplantısı’nda belirlenen dört güvenli bölgeyle ilgili, “Astana’da gerçekleşen toplantılar Suriye konusunda yapılan en olumlu ve etkili oturumlardan biridir. Fakat tarafların iyi niyetiyle sunulan bu öneriler ancak Suriye devletiyle milleti tarafından onaylandığı zaman tam olarak kabul edilebilir” değerlendirmelerini yaptı. 

Pazar, 07 May 2017 02:26

Seküler Dünya'ya Ayak Uydurmak

Sekülerizm veya sekülarizm; toplumda âhiretten ve diğer dîni-ruhânî meselelerden ziyâde dünyâ-hayâtına odaklanılması yönündeki hareket

[+] metin Boyutu [-]
“De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşîretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticâret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez” (Tevbe 24).

Sekülerizm, lâikliğin yumuşatılmış benzer şekli olup, “dîni yarım-yamalak yaşamak” demektir. Din derken tabî ki İslâm’dan bahsediyoruz. Zâten Allah katında din İslâm’dır ve diğer bâtıl dinler zâten yarım-yamalaktırlar ve yarım-yamalak oldukları için bâtıldırlar. Yarım-yamalak olan seküler din, öncelik sırasında ilk sırada değildir ve ilk sırada olma derdi de yoktur. TDK sözlüğünde sekülerizmin tanımı şöyledir:

“Sekülerizm veya sekülarizm; toplumda âhiretten ve diğer dîni-ruhânî meselelerden ziyâde dünyâ-hayâtına odaklanılması yönündeki hareket”.

Sekülerizm bâzen insanlara açıkça, bâzen de çeşitli kanallardan; din-merkezli yaşamanın negatifliğinin propagandasını yapar. Fakat bunu genelde söz ve eylemle değil de bilinç-altına göndermeler yaparak oluşturur. Der ki; “bana uygun yaşamazsan, benim sistemime ayak uydurmazsan çok zor bir hayâtın olur. “Toplumun aşağı tabakası”ndan olursun ve hattâ “yeryüzünün lânetlileri” arasına girersin”. Bunu sezinleyen ve Dünyâ’da bolca örneğini gören insanlar, hemen tutum ve davranışlarını değiştirme yoluna girerek sekülerizme bir-an önce ayak uydurarak sınıf atlamanın derdine düşer. Âhiret bilinci ve inancı olmayanların böyle yapması zorunludur. Zîrâ onlar tek-dünyâ’lıdır ve ölünce her-şeyin bittiğine inanmaktadırlar. Bu nedenle de hayâtı en uzun, en sağlıklı, en zengin, en haz ve zevk içinde yaşamayı hedeflerler. Fakat müslümanlara-mü’minlere ne oluyor?.

90’lı yılların sonuna doğru, Türkiye’de 28 Şubat ve Dünyâ’da 11 Eylül’den sonra müslümanlar da İslâmî iddiâlarından büyük ölçüde vazgeçerek liberâlleşme yoluna girdiler ve kısa bir zaman sonra da maddî durumlarının düzelmesiyle din hakkında eski düşünceleri ile çelişmeye başladılar. Bu nedenle dîni aşırı yorumlara tâbi tutarak demokratlaştılar ve de dolayısı ile sekülerleştiler. “Akîde farklı, siyâset farklı”, “önce devlet gelir”, “şûrâ’nın günümüzdeki şekli demokrasidir” vs. demeye başladılar. “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrının hakkını Tanrıya vermek” şeklinde bir tutum izlemeye başladılar. İşin ilginç yanı, Kur’ân’ın daha fazla okunmasına rağmen bunun böyle olmasıdır. Kur’ân ısrarla ve şiddetle bu tutumun yanlış ve hattâ şirk olmasını söylediği hâlde, gerek 28 Şubat’ın etkisiyle, gerekse ABD’nin tek küresel güç olduktan sonra liberâlizmi Dünyâ’nın kılcal damarlarına kadar yaymasıyla ve nefse aşırı cömert davranan liberâlizm ve kapitâlizmin etkisiyle ve de nefsin zorlamasıyla Kur’ân’ın bu uyarılarını dinlemediler-duymadılar-uymadılar. Üstelik bunu, kendilerine “Kur’ân cemaati, grubu, halkası” diyenler de yaptı-yapıyor. Ellerinde Kur’ân var, Kur’ân okuyup duruyorlar ama Kur’ân’ın kapağını kapattıkları anda Kur’ân’a göre değil de, bağlı oldukları ideolojiye, kurumlara, lîdere ve devlete göre hareket ediyorlar. Böylece Kur’ân’ı bir edebiyat-felsefe kitabı hâline getiriyorlar. Sâdece okumanın, bilginin, epistemolojinin konusu olarak kullanıyorlar. İş hüküm konusuna gelince onu Allah’a değil, başkalarına veriyorlar. Sezar’a veriyorlar. Hâlbuki daha yakın zamanlara kadar tam-aksi görüşleri vardı.

Sekülerizme ayak uydurmanın bir raconu vardır. Laik olunacak, seküler olunacak, demokratik olunacak. Onların düzenlediği Dünyâ’ya-hayâta göre davranılacak. Din vicdanların en derin ve kuytu köşelerine, o da laytlaştırılmış olarak hapsedilecektir. Zâten “ibâdet demek de, ara-sıra yapılan duâdır” ya(!). O kadar.

Zamânında kadının biri Annemi namaz kılarken görünce şöyle demiş. “Böyle namazla-niyazla uğraşırsanız fakir ve câhil kalırsınız”. Namaz kılmak ve fakirlik ilişkisi. Aslında söylediği şey şu: “Böyle namazla-niyazla uğraşırsanız “sistem” tarafından fakir ve câhil bırakılırsınız”. Seküler sisteme göre doğru söylüyor. Çünkü seküler dünyâya göre namaz kılanlar madden fakir kalırlar. Fakat bu namaz kılanlar, “seküler olmayan musalliler”dir. Yoksa hem seküler olup ona göre hareket edenler ve bir de namaz kılanlar hem şeytanın, hem tâğutların, hem de sekülerizme tapanların görmek istediği en güzel şeydir. Onlar böyle bir insan-tipinden beslenirler çünkü. Namaz kılanlar neden fakir kalır?; çünkü sekülerizme ayak uydurmamaktadırlar. Onların dediğini yapmadıklarından, otomatikman onların düzenlediği Dünyâ’dan daha az yararlanırlar. Bu bir tercih meselesi. Hz. Ömer bir-gün, Peygamberimizin hücresine girince hıçkıra-hıçkıra ağlamaya başlar. Efendimiz, niçin ağladığını sorunca Hz. Ömer şöyle der: “Ya Resûlullah!. Dünyâ kralları, Kisra’lar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok, yatağın hasır ve tenine yattığın zeminin izleri çıkmış. Hâlbuki sen âlemlere rahmetsin. Peygamberimiz şu cevâbı verir: “İstemez misin ya Ömer, Dünyâ onların, âhiret de bizim olsun!”.

Tabi namaz kılanlar-mü’minler Dünyâ’dan da yaralanmalıdır ve Allah namazı hakkıyla kılanlara Dünyâ’yı yasaklamamıştır. Bunu yasaklayan sekülerizmdir. Kur’ân’da şöyle denir:

“Onlardan öylesi de vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da da iyilik ver, âhirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azâbından koru’ der” (Bakara 201).

Allah Dünyâ’ya zayıf bırakılmış mustazafların hâkim olmasını istemektedir:

“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını bir-takım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk. Ve (istiyorduk ki) onları yeryüzünde iktidar sâhipleri olarak yerleşik kılalım, Firavun’a, Hâmân’a ve askerlerine, onlardan sakındıkları şeyi gösterelim” (Kasas 4-6).

Sekülerizme ayak uydurmak için devletin laik-seküler-demokratik yapısına aykırı davranmayacaksınız. Seküler sisteme göre düşünecek, konuşacak, yiyip-içecek-giyinecek, onların ürettiklerine hem karşı çıkmayacaksınız, hem de kabûl edeceksiniz. Tesettürü söz-konusu etmeyeceksiniz. Etseniz bile modernleştirilmiş olana uyacaksınız. Zâten sekülerizm, dînin kapitâlist kuşatmaya alınmış tarafıdır. Kısaca her şeylerini kabûl edeceksiniz, sürekli ondan bahsedip bedâvaya reklâmını yapacaksınız, aykırı bir eylem, söz ve hattâ düşünceniz bile olmayacak.

Sekülerizm, “dinden tâviz vermek” demektir. Fakat verilecek en ufak tâviz, arkasından yavaş-yavaş dînin tamâmından tâviz vermenizi gerektirecektir. Böylece ortada hak din somut olarak kalmayacak ve seküler bir din hayâta hâkim olacaktır. Sekülerizmin prensleri için bu dînin “tâviz verebilen” dindarı olmak çok önemsenir. Peki neden tâviz istiyorlar?. Çünkü, sekülerizm hayâtiyetini, dinden verilen tâvizler sâyesinde sürdürür. Zîrâ verilen her tâviz onların ekmeğine yağ sürmek anlamına geliyor. Meselâ baş-örtüsünden verilecek tâviz, bir-süre sonra kuaför-kozmetik-tekstil-ayakkabı vs. her şeyin değişmesini ve ihtiyâcını da yanında getiriyor. Dominonun ilk taşını devirdiğinizde gerisi peşi-sıra geliyor.

Sekülerizm ve liberâlizmle ve onun pratik şekli olan demokrasiyle müslümanların önünün açıldığında bahsediyorlar. Sekülerizme ayak uydurmakla müslümanların önünün açıldığı falan yoktur.

Sekülerizm dînin zıddıdır. Yakında sıklıkla kullanılmaya başlayacağını zannettiğimiz “seküler İslâm” söylemi, şeytanın bir uydurmasıdır ve böyle bir sentez olamaz. Bu yüzden sekülerizme ayak uydurarak müslümanlık yaşanamaz. Zîrâ şeytanın telkinleriyle İslâm yaşanamaz.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.
islamianaliz

15 Temmuz darbe girişimiyle ülkemiz yeni bir rotaya girmiştir. Aslında menzilin neresi olduğu bilinmeden çıkılan bir yoldur bu çizilen rota…
 
   ABD’nin Suriye konusunda müttefiki Türkiye yerine YPG ve türevi örgütleri desteklemesi, Fetullah Gülen’i Türkiye’ye iade etmeme kararlılığı, DAİŞ’in Suriye’de başarısız olması ve coğrafyamızı eylem alanına dahil etmesi ve en önemlisi Batı’nın Erdoğan’ın başkanlık hevesine karşı çıkması yeni Türkiye’nin menzili belli olmayan bir yola girmesine sebep olan gelişmeler olarak karşımızda duruyor.

   Yaşanılan bu gelişmeler ile ABD’ye rest çeker gibi davranıp uçak düşürme konusunda yaka yakaya geldiğimiz Rusya’dan özür diledik. Daha sonrasında ise bizi de Şangay İşbirliği Örgütüne alın diye ezilip büküldük.

Son günlerde ise başından beri savunduğumuz İran ve Rusya olmadan bölgesel huzur sağlanamaz görüşüne geldik.

   Suriye konusunda ABD ile yaşadığımız sorunlar Rusya’nın kaçırmayacağı bir fırsat haline geldi. Rus büyükelçisi de bu yakınlaşmanın kurbanı olarak ilişkileri perçinlemek için basamak oldu. Tabiri caiz ise Rusya Türkiye’yi yanına almak için büyükelçisini feda etti.

Suikast sonrasında idarecilerimizin açıklamalarında telaş gözlenirken Rusya “çıkar” ilişkilerini gözeterek omzumuzu sıvazlayıp büyük devlet olma özelliğini gösterdi. Fakat Rusya bu suikasta nasıl bir cevap verecek muamma…

   Gelinen noktada Türkiye, İran ve Rusya, Suriye konusunda yıllardır dillendirdiğimiz “Suriye’de barış” deklarasyonunu imzalayarak doğruyu bulma yoluna girdi. Bu imzadan sonra Halep için suyu bulandıran Batı kuklası medya biranda Rusya sempatizanı olup çıktı.

Peki, şimdi ne olacak?

ABD, Türkiye’nin yeni rotasında başarısız olması için büyük ihtimalle istikrarsızlaştırma politikasını devreye sokacaktır. Bu plan için en uygun malzeme kripto FETÖ’cülerin devreye sokulması olacaktır.

   FETÖ ile mücadele konusunda tarafgirlik duygusuyla hareket eden idareciler ülkeyi nasıl bir tehlikeye attıklarının farkına varacaklar mı acaba?

Suriye sınırını yolgeçen hanına çeviren siyasetçiler ülkemizi yurt edinen radikal İslamcı teröristler tarafından kandırıldık diyecekler mi?

Yazının başında değindiğimiz gibi menzili belli olmayan yeni rotasında yeni Türkiye’yi hangi sürprizler bekliyor bekleyip göreceğiz.

Bilinen tek gerçek şudur ki, “Güçlü Türkiye” hedefinde geldiğimiz nokta korkunun ve istikrarsızlığın hakim olduğu bir ülke…
Serdar Gündoğdu

Amerika’nın BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla bölgeye şekil vermesine “Bu bir emperyalist projedir. Bu bir Siyonist harekettir” demeyenler,
 

    Allah’ın adıyla

   Dünyada ki hiçbir devlet ya da hükümet başkanının ismini zikrederken bırakın mezhebini dinini bile vurgulama ihtiyacı hissetmeyenler, söz sırası Irak’a gelince “Irak’ın Şii Başbakanı İbadi” diyerek lafa başlıyor ve İbadi’yi mezhepçilikle suçluyorlar.

   Türkiye’nin hatta dünyanın başına musallat olmuş PKK, FETÖ, El-Kaide, Taliban, IŞİD, Nusra, Boko Haram, Şebab gibi terör örgütlerini tanımlarken hiçbir zaman bu örgütlerin “Sünni” olduğunu vurgulama ihtiyacı hissetmeyenler, Lübnan Hükümeti’nin meşru koalisyon ortağını tanımlarken “Şii Hizbullah Hareketi” diyerek girizgah yapıp Hizbullah’ı mezhepçilikle suçluyorlar.

   IŞİD ve diğer tekfirci örgütler her türlü kutsalı çiğneyip her ilkeyi ayaklar altına alarak Irak’ta yüz binlerce insanı katledilip milyonlarcasını mülteci durumuna düşürdüğünde, ne mazlumların ne de zalimlerin “din ve mezhepleri” ile ilgilenmeyenler, IŞİD’in Musul’dan doğal olarak Irak’tan temizlenmesi aşamasında birden “mezhep” damarları harekete geçirdiler. Bu güruh olmamış ve olmayacak “mezhep” çatışması üzerinden tehditler yağdırıyor.

   IŞİD, Bağdat kapılarına dayanıp Sünni, Şii, Ezidi ve Hıristiyan tüm halkların hayatına ve kutsallarına kastettiğinde bırakın kıllarını kıpırdatmayı “IŞİD, bir terör örgütü değildir, IŞİD, öfkeli Sünni gençlerin oluşturduğu bir patlamadır” mealinde açıklama yapanlar, Irak’ın tamamen terörün kucağına terk edildiği bir anda sorumluluk alarak vatanlarını savunan Irak Kuvay-i Milliye’si olarak tanımlanabilecek Haşd-i Şabi’nin “tekfirci terörü” bitirme aşamasına gelmiş olması dolayısıyla bir anda Haşd-i Şabi’nin “Şii”liğini hatırladılar. Irak’ın öz be öz kendi insanından müteşekkil bu yapının nereye girip giremeyeceğini belirlemeye kalktılar

   Amerika’nın BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla bölgeye şekil vermesine “Bu bir emperyalist projedir. Bu bir Siyonist harekettir” demeyenler, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla Büyük İsrail’i inşa etme projesine karşı koyanları “Şii yayılmacılığı” ile suçlama da hiçbir beis görmüyorlar.

   Musul’u IŞİD’e teslim eden (Sünni) Vali Esil Nuceyfi’ye Türkiye’de lüks otellerde gününü gün etmesi için ortam hazırlayanlar, Irak ordusunu Musul’u Sünni olduğu gerekçesiyle savunmamakla suçluyorlar.

   Her ağızlarını açtıklarında her kalem oynattıklarında Suriye’de azınlık Nusayri Esad Hükümeti’nin çoğunluğu Sünni olan Suriye halkını yönetemeyeceği ve devrilmesi gerektiğini savunanlar, söz sırası halkın Şii, yönetimin tamamının Sünni olduğu Bahreyn’e gelince dut yemiş bülbüle dönüyorlar.

   “Ey İbadi!” diye başlayan cümlelerle “Irak’ta siyaset ve bürokratik makamları nüfus/mezhep dağılımlarına göre yapmalısın” diye üst perdeden racon kesenler, aynı mantık ve mantaliteyi Türkiye’de işletelim dediğinizde “efendim seçimi kazanan yönetir, onun dediği olur” ayağına yatıyorlar.

   Bu zamana kadar siyasi, sosyal, dini ve kültürel asimilasyonun ana öğeleri olan hiçbir Amerikan (daha genel ifade ile Batı) filmi için kıllarını kıpırdatmamış yapılar, cemaatler, şeyhler, şıhlar, Hz. Peygamber (s.a.a)’in çocukluğunu konu alan “ Allah’ın elçisi Muhammed Resulullah” filminin seyredilmemesi için topyekûn harekete geçtiler. Tek karşı koyuş argümanları ise: “Bu film “Şii”ler tarafından yapıldı!” savunusu…

   Akıl ve mantık çerçevesinde izahı mümkün olmayan bu paradoksal örnekleri sayfalar dolusu uzatmak mümkün. Ancak akıl ve basiret sahipleri için konunun anlaşılması için bu kadarı yeterlidir.

   Peki, bu örnekleri niçin sıraladık? Hep beraber müşahede ediyoruz ki, bir el Türkiye’de “mezhepçilik”i tırmandırmakta. Bu akli ve ruhsal rahatsızlık maalesef öyle bir noktaya vardı ki, toplumun etkin ve yetkin tüm şahsiyetleri “şizofrenik bir vaka” olarak her olayı “mezhep” temelli izah etmeye başladılar. İşte bu noktada şu soruya cevap aramak gerekiyor: “Mezhepçiliği kim, niçin yükseltiyor?”

 1- Cehalet, taassup ve basiretsizlik: Bir tespit olarak şunu söyleyelim ki, “mezhepçilik”in esas kaynağı “cehalet ve taassup”tur. Türkiye’de özellikle dini cemaatlerde yaygın bir hastalıktır. Zira Türkiye’de cemaatler “bilgi ve akla” değil “itaat ve biat”e davet ederler. Ve yine cemaatler açısından esas olan “değerler ve ilkeler” değil “ritüeller”dir. Kendi “ritüel”ini “din” zanneden kitleler, farklı “ritüel” sahibi mezheplerin “değer ve ilkeler”ine hiç değer vermeksizin onları “öteki” olarak görmekte ve mücadeleye yönelmekte.

 2- Gerçek düşmanı tanıyamama: Türkiye İslamcılığı dünyayı bir bütün olarak görememekte. Dünyayı bir bütün olarak görememe basiretsizliği de “hak-batıl” savaşı ve taraflarını doğru tanımlayamama hatasını beraberinde getirmede. Bugün sadece İslam ve Müslümanların değil tüm dünya mazlum ve mustazaflarının esas düşmanı ve yeryüzündeki zulmün esas kaynağı “Emperyalizm ve Siyonizm”dir. Ve bu iki akımın müşahhas karşılığı da “Büyük Şeytan Amerika ve Gasıp Siyonist İsrail Rejimi”dir. Tam bağımsız bir ülke ve “adalet-hürriyet-eşitlik” temelli bir yönetim inşa etmenin yegane yolu emperyalizm, siyonizm ve onların uzantıları ile mücadele etmekten geçmektedir. Bu mücadeleye fikirsel, ideolojik ve pratik olarak yeti ve cesareti olmayanlar, farkında olmadan “emperyalizm ve siyonizm”in kuklasına en iyi ihtimalle yandaşına dönüşmekte ve enerjisini onun işaret ettiği bir yönde tüketmekte.

 3- İlke ve değer üretememe: Bölgesel lider küresel oyun kurucu olma arzusu her daim telaffuz edilmekte. Ancak böyle bir rol üstlenebilmek için bölgesel ve küresel değerler ve ilkeler üretmeniz gerekmekte. Halkları ve yönetimleri yanınıza çekmenin yegane yolu budur. Hoşumuza gider ya da gitmez Batı, “demokrasi” ilke ve değerleri ile dünyaya şekil vermekte. Siz en fazlasından onu taklit edebilir bir pozisyondasınız. Taklit işe yaramayıp yeni değer ve ilke de üretemeyince etrafta her biri bizden farklı etnik kökene sahip topluluk ve ülkelere mesaj vermek için geriye tek bir yol kalıyor:”Mezhepçilik!”

 4- Başarısızlık ve basiretsizlikleri örtme aracı: Yukarıda işaret ettiğimiz maddelerin neticesi olarak gerek içsel ve gerekse bölgesel bir başarısızlık ve batağa saplanmışlık hali artık kimse için sır değil. Böyle bir durumda birinci olarak; “hakim kitleyi bir ve diri tutmanın en kolay yolu olarak mezhebi hassasiyetleri kaşımak ve bölgesel meselelerde alınan başarısızlığı “öteki”lerin üzerine yıkma girişimi en kolay ve basit yöntem olarak görülmekte.” İkincisi: “15 Temmuz sonrası göreceli de olsa “Batı” ile iplerin gerilmesi Türkiye için başta “ekonomik” olmak üzere pek çok riskli alan yarattı. Böyle bir durumda “Arap ülkeleri”nin destekleri ni sürekli arkada hissetme ihtiyacı var ki, onlara mesaj vermenin en etkin yolu olarak onların en hassas olduğu alan seçiliyor.!”

   “Mezhepçilik”i yükseltmek, tüm evlerin ahşap ve bitişik olduğu bir mahallenin ortasına ateş yakmak gibi bir şeydir. Göreceli ve geçici kazanımlar için tüm mahalleyi ateşe verecek akılsızlık ve basiretsizlikten başta etki ve yetki sahipleri olmak üzere herkes kaçınmalı, akli ve vicdani sorumluluğunu kuşanmalıdır. Emperyalizm ve siyonizmin yüz yıldır hayalini kurduğu “Büyük İsrail Projesi”ne hizmet edecek her türden fikir ve amelden Allah’a sığınmalı ve uzak durmalıyız.

Muntazar Musavi