کارگر

کارگر

 Türkiye Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanının İran’a karşı suçlamaları ve bir haftadan daha kısa bir süre içerisinde Tahran’dan özür dilemesi, “esasen Türkiye neden bu suçlamaları dile getiriyor?” sorusunu gündeme getirdi.

Abdel Bari Atvan bugün kaleme aldığı yazısında Recep Tayyip Erdoğan ve Mevlüt Çavuşoğlu’nun İran’a karşı yaptıkları suçlamalara ve bir haftadan daha kısa bir süre içerisinde Tahran’dan özür dilemelerine değindi ve şunları yazdı: “Bu konuda şu soru gündeme gelmektedir: Neden Türkiye İran’a karşı bu suçlamaları dile getiriyor ve sonrasında bir hafta bile geçmeden özür dilemek zorunda kalıyor?

Türkiye’nin özür dileyeceği tahmin ediliyordu

Atvan’a göre, Türkiye’nin İran’a karşı yaptığı suçlamalar, onların Suriye ve Irak’ı bölme çalışmalarının İran’ın çok sert uyarısı ile karşı karşıya kalmasına dayanıyor. Tabi eski tecrübelere dayanarak ve Türkiye’nin geçen altı yıl boyunca resmi duruşuna derin bir şekilde bakıldığında Türkiye’nin şiddetli tutumunu azaltacağı öngörülüyordu.

Erdoğan ya da Davutoğlu’nun Tahran’a ziyarette bulunması muhtemeldir

Bu beklenti doğruydu ve Recep Tayyip Erdoğan ve Mevlüt Çavuşoğlu çok çabuk bir şekilde İran’a karşı yaptıkları açıklamalardan geri adım attılar. Öyle ki Çavuşoğlu İran resmi haber ajansına verdiği röportajda şu açıklamalarda bulundu: “İran halkının ve hükümetinin darbe girişiminde Türkiye’ye verdiği desteği asla unutmayacağız. Türkiye ve İran arasında birçok ortak nokta bulunmaktadır ve bu noktalar iki ülke arasındaki kardeş ilişkilerin gelişmesine yardım edecektir.”

Çavuşoğlu’nun iki ülkenin ilişkileri güçlendirmek ve yanlış anlaşılmaları engellemek için daha fazla görüşmelerde bulunulması gerektiği yönündeki açıklamaları, Türkiye Dışişleri Bakanı ya da Erdoğan’ın çok yakında Tahran’a bir ziyarette bulunmasının muhtemel olduğunu gösteriyor.

Türkiye yine hızlı bir şekilde tutumunu değiştirdi

Türkiye’nin geri adım attığına ilk kez şahit olmuyoruz. Ankara’nın bu konudaki dosyası oldukça kabarıktır ve bu olay Rusya’dan özür dilemekle başlamış, Siyonist Rejim ile stratejik ilişkilere yeniden başlamakla ve Gazze’deki kuşatmanın sonlanması konusundaki bütün şartlardan taviz vermekle devam etmiştir ve son olarak ta İran’a karşı yapılan suçlayıcı ifadeler yerini kardeşlik ilişkilerinden bahsetmeye bırakmıştır.

İran Dışişleri Bakanının Türkiye’ye tepki olarak açık ve sert ifadeleri

Erdoğan ve Çavuşoğlu’nun İran’a karşı yaptıkları suçlamaların ardından, İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevat Zarif, bu suçlamalara sert bir dille yanıt verdi ve şunları söyledi: “Türkiye hafızası zayıf, nankör bir komşudur, çünkü İran’ı mezhepçilik yapmakla suçlarken, Türkiye bir Şii hükümeti olmamasına rağmen, bizim darbe gecesi duruşumuzu ve tutumumuzu ve süreci sabaha kadar takip ettiğimizi unutmuş gibidir.”

Türkiye’nin hafızası gerçekten zayıf mı?

Bu konuda şunu söylemeliyiz ki, evet Türkiye’nin hafızası zayıf ve nankördür. Bu yüzden de etrafını dostları yerine düşmanları sarmıştır ve on yıl önce özellikle Suriye’de olmak üzere mezhep savaşının alevlenmesinde yer almış ve aynı zamanda bu ülkenin topraklarını tampon bölge oluşturma bahanesiyle işgal etmiştir.

Öte yandan şunu sormak gerekir, eğer Türkiye hükümeti Rusya ile ilişkilerin gerginleşmesinden ve Vladimir Putin’in muhtemel ekonomik yaptırımlarından korktuğu için özür dilemek zorunda kaldıysa, neden birkaç saniyeliğine hava sahasını ihlal ettiği bahanesiyle Rus uçağını düşürdü?

Diğer bir soru ise, eğer Türkiye İran’a karşı yaptığı kışkırtıcı açıklamalardan geri adım atmak zorunda kalacaksa, neden bu suçlamaları dile getirdi?

Türkiye’nin duruşuna güvensizlik

Burada şunu söylemek gerekir ki, Türkiye’nin bu sarsıntılı açıklamaları ve hızlı bir şekilde attığı geri adımlar, bu ülkenin duruşu ve tutumunda güvensizliğe neden olmuş, bu ülkenin itibarını azaltmış ve bölgesel ve uluslararası konumunu etkilemiştir ve tabi Türkiye’nin durumu bütün komşuları için çok acı vericidir.

Türkiye’nin düşmanlık çıkarmada ve dostlarını kaybetmedeki hızı

Atvan yazısının devamında şu ifadelerde bulundu: “Şu an Türkiye’nin istikrarı hükümetin politikaları nedeniyle tehdit altındadır ve düşman safları onun karşısında dizilmiş, ayrılıkçılar sınırlarında konuşlanmıştır ve bir zamanlar Ankara’nın bölgesel ve dünya boyutunda gelişmişliği ile gurur duyduğu bu ülkenin ekonomisi de çökmek üzeredir. Bu ülkenin otellerinde turist kalmamıştır ve liranın değeri de aynı şekilde düşmektedir. Bütün bunlara rağmen Türkiye yetkilileri görülmemiş bir hızla düşmanlık çıkarmaya ve birbiri ardına dostlarını kaybetmeye devam etmektedir.

Türkiye’nin İslam karşıtı Amerika Başkanı Donald Trump’a umut bağlaması boştur ve İran, Rusya ya da Çin karşısında saf tutması çok riskli bir kumardır. Çünkü Türkiye’nin gerçek gücü, komşuları ile iyi ilişkilerde bulunmasında ve mevcut krizlerin çözümü için müzakere kanallarını açık tutmasında gizlidir. Bununla birlikte Türkiye, bütün ırklarla ve gruplarla barış içerisinde yaşamaya dayalı eşsiz kültürel mirasını korumalıdır. Bunun dışında yapılacak olan tüm eylemelerin sonucu, yıkım, iç savaş ve ekonomik çöküş olacaktır.”

İran Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Amiral Ali Şemhani, ülkesinin Suriye’yi neden desteklediğini ve bu desteğin ne zamana kadar süreceğini açıkladı.

İran’ın güvenlik politikalarının belirlendiği en önemli kurumlarından biri olan Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi’nin Genel Sekreteri Amiral Ali Şemhani, Suriye ile ilgili görüşlerini İran’da yayımlanan üç aylık dış politika dergisi Tahran’a verdiği mülakatında açıkladı.

- Sayın Şemhani öncelikle onca meşguliyetlerinize rağmen üç aylık dış politika dergisi Tahran’a vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. İzninizle sorularıma Suriye’deki gelişmelerle başlayayım Suriye Cumhur Başkanı Beşşar Esed, halkın ve siyasi muhaliflerinin taleplerini şiddet kullanarak bastırmakla suçlanıyor. Ayrıca uluslararası kurumların ve BM Suriye Özel Temsilcisinin tavsiyelerine aykırı olarak muhalif gruplara hükümetinde yer vermemekle itham ediliyor. İran İslam Cumhuriyeti’nin neden böylesi bir yönetimin yanında durduğunu açıklar mısınız?

- Ben de başlarken siyasi bakış açısını uzman düzeyine yükseltme yönünde adım atan Dış Politika Araştırmaları dergisi Tahran’a teşekkür ederim.

İran’ın Suriye’yi desteklemesinin bir çok sebebi var. Suriye, anayasadan, parlamentodan ve sivil kurumlardan yoksun olan birçok Arap ülkesiyle karşılaştırıldığında iyi bir demokrasiye sahip. Bu ülkede 2011’den sonra bugünkü krizin şekillenmesine neden olan olaylara rağmen iki kez parlamento seçimi yapıldı. 2014’te yasal gereklilik doğrultusunda cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı.

Bazı Arap ülkelerinde kadınların araba sürmesi yasakken son yapılan seçimlerin ardından Suriye Meclisi başkanlığına bir kadın seçildi. Referandumla halk tarafından kabul edilen yeni anayasada siyasi reformlar temellendirildi.

Öte yandan Suriye, siyonist rejimle mücadelede Direniş Cephesinin ileri hattında bulunuyor. İşgalci rejimle mücadelesinden vazgeçmeyen Filistin’in en önemli destekçisidir.

Suriye, krizden önce sürekli olarak Amerika’nın ve gerici Arap rejimlerinin baskısı altındaydı onlar, Suriye’den Direniş hattından ayrılmasını, İran’a ve Direniş Cephesine yardım etmek yerine Hizbullah’ı dizginleme konusunda işbirliği yapmasını istiyorlardı.

Ancak bu istekler hiçbir zaman Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed tarafından onaylanmadı. O da Irak’la bize dayatılan 8 yıllık savaş sırasında Saddam’ı destekleyen Arap ülkelerinin aksine tıpkı merhum Hafız Esed gibi İran’ı destekledi.

Suriye’yi ve Beşşar Esed’i desteklemek, Batılı ülkelerle Arap ülkelerinin liderlerinin Suriye’yi Direniş Cephesinden ayırmak hedefiyle yaptığı baskılara karşı İran İslam Cumhuriyeti’nin Direniş Cephesini koruma stratejisidir.

Suriye hükümeti her hükümet gibi vatandaşlarını korumaktan sorumludur. Güvenliği sağlamak için silah kullanmak devletler açısından en açık yasal haklardandır; ama muhalif grupların silah kullanmasını onaylamanın hiçbir ülkede yasal bir dayanağı yoktur.

Nasıl ki Bahreyn’de muhalif gruplar, siyasi hedeflerine ulaşmak için kendilerine silah kullanma izni vermedi ve silah kullanmadıysa, Suriye’de de hiç kimsenin bu ülke yönetiminin yabancı ülkeler tarafından desteklenen silahlı gruplara karşı sadece nasihatte bulunması beklenemez.

Suriye meselesi, halkın hakları meselesi değildir. Bu ülkenin Direniş Cephesinden koparılması meselesidir. Bildiğiniz gibi Suudi Arabistan Savunma Bakanı, Suriye Ulusal Güvenlik Bürosu Başkanı General Ali Memluk ile geçen yıl yaptığı görüşmesinde ondan Suriye iç savaşının ve IŞİD ile diğer terörist grupların sona ermesi için İran’la işbirliğine son vermesini istedi.

Bugün Amerika, Suudi Arabistan gibi ülkelerin yanında Suriye halkının haklarını bahane ederek Suriye’yi Direniş Cephesinden silmeye çalışıyor.

Halbuki Suriye’deki demokrasi diğer ülkelerdeki durumla ve Ortadoğu standartlarıyla kıyaslandığında Amerika’nın desteklediği ülkelerdeki demokrasiden çok daha iyi durumdadır. Ayrıca Suriye yönetimine karşı savaşan terörist gruplar, halk tabanından yoksundur, onlar yabancı ülkelerin desteği ile savaşı sürdürmektedir.

Halep’te bu grupların esaretinden kurtulan halkın söyledikleri, halkın bu gruplardan ne kadar uzak olduğunun en açık göstergesidir. Buna karşılık devlet kurumları ve bu ülkede savaşın asıl yükünü taşına ordu ve gönüllü güçler, halkın desteği sayesinde ayaktadır.

Dolayısıyla İran İslam Cumhuriyeti, ahde vefadan ve demokrasiye ve halkın hakları ilkesine bağlılığından dolayı stratejik müttefiki olan Suriye’yi ABD tarafından hazırlanan Ortadoğu ülkelerini parçalama projesine karşı koruyor. İslam dünyasına ve diğer halklara yönelik ciddi bir tehdit olan aşırılıklarla mücadele ediyor ve Suriye’nin yasal cumhurbaşkanı olan Beşşar Esed’i destekliyor.

-Amerika, Fransa, Suudi Arabistan, Türkiye vs. gibi ülkelerin Beşşar Esed’i devirmek ve Suriye yönetimini değiştirmek yönündeki çabalarına karşılık siz, Suriye’yi koruma konusunda İran’ı ne ölçüde başarılı görüyorsunuz?

- Suriye’deki bugünkü savaş, Arap ve Batı desteği açısından İran İslam Cumhuriyeti’ne dayatılan 8 yıllık savaşla benzerlik taşıyor. Bize dayatılan savaş sırasında dünya, tüm kapasitesiyle Saddam’ın yanındaydı. Beri tarafta ise ‘Suriye’nin Dostları’ adı altında 80 ya da 30 ülke koalisyon oluşturdu.

Bu ülkeler, terörist gruplara silah, para ve silahlı eğitim desteği konusunda ellerinden geleni esirgemedi. Batılı ülkelerle bölge ülkelerinin bu gruplara verdiği silahlar bir klasik orduyu donatacak kadardı.

Savaş, Suriye sınırları karşısında iki kat fazla bir atmosferle bu ülkeye dayatıldı. Bu ülke yönetiminin savunma kabiliyetini işlevsiz kılmak için halk canlı kalkan olarak kullanıldı.

BM’de ve tüm uluslararası toplantılarda Suriye yönetimine yönelik siyasi baskılar her gün arttırılıyordu.

IŞİD’in petrol satması ve terörist grupların mali bünyesinin güçlendirilmesi için işbirliği yapıldı; buna karşın Suriye’ye ekonomik yaptırımlar uygulandı. Bu süreç içerisinde güvenlik tehdidi Suriye başkentinin kalbine kadar ulaştı.

Fakat Suriye, sahadaki yiğitleriyle, komutanlarının cesaretiyle, halkın desteğiyle; İran, Rusya ve Hizbullah gibi müttefiklerinin yardımıyla sahada ciddi değişiklikler yarattı ve ülkenin büyük bir kısmını kurtardı.

Beşşar Esed hükümetinin devam etmesi, bu ülkede gerçekleştirilen başarılı seçimler, Halep’in kurtarılması, başkent çevresinin askeri operasyonlarla ve siyasi uzlaşmalarla temizlenmesi; İran, Rusya ve Direniş Cephesinin Amerikan cephesi karşısındaki başarılarının kanıtıdır ve Allah’ın yardımıyla bunlar devam edecektir.

- Rusya’nın Suriye’deki rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Rusya’nın Suriye denkleminde askeri rolü konusundaki motivasyonu bir yana, şunu söylemek gerekir ki onların bu dosyaya girmeleri sahadaki dengeyi Suriye lehine değiştirdi. Daha önce Rusya’nın rolünü, BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden biri olarak Suriye ile ilgili siyasi gelişmelerde Amerika karşısında direnç göstermesi çerçevesinde aramak gerekiyordu. Rusya, tüm gücüyle Suriye’de zaferi düşünüyordu.

Bu yaklaşım Suriye halkına kazanım getirmekten başka Rusya’nın diğer denklemlerde de Amerika karşısında güçlenmesine yardım etti.

Bugün İran ve Rusya işbirliği iki stratejik müttefik çerçevesinde devam ediyor. Bu ittifak, bölgedeki gelişmelerde ve Suriye’deki olaylarda olumlu etki yaptı. Bu etkilerden birisi Halep zaferdir.

Özet bir toparlamayla şunu söyleyebiliriz. İran İslam Cumhuriyeti, sahadaki gelişmelerde daha etkili, Rusya’nın siyasi gelişmelerdeki gücü ise daha derindir. Bu kapasiteler yan yana gelerek dengenin Direniş Ekseni lehine gelişmesini arttırdı.

Bu süreç, sahadaki işbirliğinin ve siyasi koordinasyonun güçlendirilmesiyle gelişerek sürüyor.

- Sizce Halep’te ordunun ve halk güçlerinin kazandığı son zaferin önemi nedir?

- Doğu Halep’teki zafer, sadece ülkenin belli bir kısmının kurtarılması değildir. Bu zafer, bir yönüyle Batılı ülkelerin, İsrail’in ve bazı Arap ülkelerinin Suriye’yi bölmek için hazırladığı stratejik planı başarısızlığa uğrattı. Diğer yönüyle ise terörist grupların ve onları destekleyen ülkelerin sahadaki gücünü zora soktu.

Halep, yabancı ülkelerin desteği ile terörist grupların toplanma yeri haline gelmişti. Batı’nın Suriye’yi bölme planı da bu grupların kapasitelerine göre şekillenmişti.

Batılılar, geçtiğimiz yıllarda Halep’te uçuşa yasak bölge veya güvenli bölge kurmaya çalıştı ve Libya modelini tekrar ederek terörist gruplar için alan açmak ve Suriye üzerinde baskı oluşturacak zeminleri arttırmak ve Suriye’yi bölmek istediler.

Dört hakimiyet bölgesi (Doğuda Sünniler, İsrail sınırı bölgesinde Dürziler, sahil bölgesinde Aleviler, kuzeydoğuda da Kürtler için bölge) oluşturmak onların gündemindeydi.

Halep’in öyle bir jeopolitik konumu var ki orada zafer kazanan taraf, diğer alanları kendi lehine yönetebilme imkanı kazanır.

Ayrıca bu zafer gizli birtakım sırları ortaya çıkardı; ondan önce tekfirci grupları destekleyen ülkeler, bunu kabul etmeye yanaşmıyordu. Bu savaşta bazı şahıslar ve askerler yakalandı ve böylece bazı Arap ülkelerinin mezhep savaşını körüklemek ve terörizmi bir araç olarak kullanmak şeklindeki rolü ortaya çıktı. Halep zaferiyle karşı tarafın tüm kazanımları darmadağın oldu.

İşte bu yüzden Arap başkentlerinde ve medyasında İran, Suriye, Direniş Cephesi ve Rusya aleyhine çok geniş çaplı bir saldırıya tanık oluyoruz.

Bazı komşu ülkelerde bizim elçiliklerimizin önünde yapılan aleyhte gösterilerin de bu senaryo doğrultusunda gerçekleştiği değerlendiriliyor.

Onların teröristlerle ilgili olarak insani meselelere ve insan haklarına odaklanmaları şaşkınlık verici bir şey. Zira Foa ve Keferya’da ölen kadın ve çocuklardan ve mültecilerden hiç söz etmiyorlar. Bu iki ayrı tutum Halep’teki zaferi gölgelemeye ve Doğu Halep’te kuşatma altında kalan terörist unsurları kurtarmaya yönelikti.

- Peki Suriye’nin bölünmesi tamamen imkansız hale gelmiş oldu mu?

- Bu konuda hiçbir endişenin kalmadığı iddia edilemez; ama Suriye devletinin Halep’e hakim olmasıyla bu, onların hedef menzilinden uzaklaşmış oldu.

Biz, ülkelerin bölünmesine karşıyız ve böylesi bir durumun ortaya çıkmasını engellemek için Suriyeli ve Iraklı kardeşlerimizin yanında yer alıyoruz. Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ülkeler ise artık kendi pozisyonlarını netleştirmelidir. Suriye’nin ve diğer İslam ülkelerinin bölünmesi sürecini olumlu mu karşılıyorlar?

Türkiye hükümeti yaptığı açıklamalarda Suriye’nin bütünlüğünü vurguluyor. Ama acaba Suriye’deki politikalarının kendi güney sınırlarındaki Kürt meselesini daha da şiddetlendirebileceğinden endişe etmiyor mu? Acaba Arabistan bölgedeki bölünme ateşinin alevlenmesinden güvende kalabilir mi?

Bölgedeki mevcut düzenin bozulmasının tüm bölge ülkelerine pahalıya mal olacağı ve Siyonist rejimin kazanımlarını daha da arttıracağı görülüyor. Bu yüzden bölgede rolü olan tüm aktörler, Suriye’deki siyasi yaklaşımlarından uzak bir şekilde Suriye’nin bölünmesine neden olacak adımlardan veya politikalardan sakınmalıdır.

- Şimdiye kadar üzerinde pek durulmayan önemli bir konuya değindiniz. Sizce acaba Suriye’deki olaylarla Suudi Arabistan’ın bütünlüğü arasında bir ilişki var mı?

- Evet, etkilerini aşamalı olarak gösterebilecek olsa da kesinlikle güçlü bir ilişki var. İzin verirseniz bir konuyu ilk defa burada açıkça söylemiş olayım. İslam dünyasındaki birçok kişinin ve Suudi liderlerinin sandığının aksine İran İslam Cumhuriyeti, Suudi ailesinin devrime peşinde değildir hatta Arabistan içinde onları devirme yönündeki eğilimleri frenliyor.

Suudi ailesinin devrilmesiyle elde edilecek olan nedir? Bizce bu ülkede Vehhabilik ideolojisi geliştikçe bu rejimin devrilmesiyle Arabistan’da asla daha iyi bir yönetim ya da Ehl-i Sünnet aklının yönetimi kurulmayacaktır.

Suudi ailesi devrildiğinde kesinliğe yakın bir ihtimalle Arabistan bölünecek ve aşağılık IŞİD düşüncesi, kutsal Hicaz topraklarının büyük bir bölümüne hakim olacaktır.

Arabistan toplumunu ve o ülkedeki aktif siyasi eğilimleri tanıdığınızda bu gerçekliği kolayca anlayabiliyorsunuz.

İran İslam Cumhuriyeti, ülkelerin bölünmesine ve terörist düşüncelerin İslam ülkelerine ve İslam dünyasının stratejik çıkarlarına hakim olmasına karşı olduğu için aşırılık yanlısı düşüncelerle mücadele ediyor ve bölge ülkelerinin toprak bütünlüğünü savunuyor.

Asli hedefleri güçlerini yaymak olan gruplar, önemli İslam ülkelerine ve özellikle de Arabistan’a hakim olmak istiyorlar.

- Suriye’nin geleceğine dair perspektif nedir? İran, Suriye’yi ne zamana kadar destekleyecek?

- İran İslam Cumhuriyeti açısından Suriye’nin geleceği, siyasi sürecin gelişmesine ve bu ülke iççindeki uzlaşmaya bağlıdır. Tüm taraflar eş zamanlı olarak terörizmi kontrol altına almalı, terörist gruplara yabancı yardımlar durdurulmalı ve Suriyeliler ulusal bir diyalog başlatmalıdır.

Biz bu süreci bu ülkedeki krizi sona erdirecek en iyi yol olarak görüyor ve yıllardır da bu süreci takip ediyoruz.

İran İslam Cumhuriyeti, Suriye krizinin çözümü için öngördüğü planı daha önce resmi olarak açıkladı. Bu, dört maddelik plan diye meşhurdur.

Bu planın en öneli noktaları, acil ateşkesin sağlanması, reformların yapılması ve ulusal diyalogun şekillendirilmesidir.

Suriye’nin geleceği, yabancı güçler tarafından değil, Suriye halkı tarafından belirlenmelidir. Biz, halkın kendi kaderini tayin etme hakkının olduğunu düşünüyoruz. Suriye halkının kendi geleceği ile ilgili karar verebilecek düzeyde siyasi bilinç taşıdığına inanıyoruz. Amerika ya da bazı diğer ülkelerin Suriye halkının yerine karar vererek cumhurbaşkanı adaylığına kimin hakkının olmadığını ve kimin hakkının olduğunu söylemeleri, demokrasi ilkesine de halkın kendi kaderini kendisinin tayin etmesi ilkesine de aykırıdır.

Eğer uluslararası güçler ve bölge ülkeleri, hala demokrasiye inanıyor ve Suriye’ye huzurun gelmesiyle ilgileniyorsa terörist grupların yok edilmesine yardım ederek ve halkın oyunu seçim sandıklarında ortaya koymasına zemin hazırlayarak bu ülkenin siyasi geleceğinde çözüm üretici olabilirler. Zira Suriye’nin geleceği, Suriye halkına aittir ve onların vereceği oya bağlıdır. Bize göre demokrasi, silah kullanılarak ya da askeri yollarla sağlanamaz.

Suriye’yi daha ne zamana kadar destekleyeceğimiz konusuna gelince… Şunu söylemeliyim ki, Suriye Batılı ve Siyonist komploların pençesinde oldukça, tekfirci terörist gruplar bölgenin bazı gerici ve yenilmiş ülkeleri tarafından desteklendikçe ve Suriye devleti ihtiyaç duydukça, İran İslam Cumhuriyeti Suriye’nin yanında durmaya devam edecektir.

- Sizce ABD ve bazı bölge ülkeleri, Beşşar Esed’in cumhurbaşkanlığına yeniden aday olmasına neden karşı çıkıyor?

- Amerika, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın yaptığı propagandaların aksine Beşşar Esed Suriye’de güçlü bir halk desteğine sahip. Bu ülkenin halkı siyasi ve ekonomik baskılara ve güvenlik sorunlarına rağmen onun beş yıldır direndiğini görüyor.

Kriz öncesinde halkın geçim durumu, teröristlerin sebep olduğu mevcut duruma kıyasla çok daha iyiydi. Suriye halkı bugün şunu çok iyi biliyor ki kendi ülkelerinin yıkıntılarının üstünde bir ABD hegemonyası kurulsun diye petrol servetleri ve Batı’nın silahları kendilerine karşı kullanılıyor. Onlara göre Beşşar Esed bu komploya karşı koyan bir kahramandır.

O, bugünkü durumda rekabet edeceği her adaydan çok daha fazla halkın evet oyunu kazanacaktır.

Onun sağlıklı ve şeffaf bir seçim rekabetinde kazanacağı zafer, Halep’te terörizmi destekleyenler için ağır bir yenilgi olacaktır. Onlar işte bu sebeple Beşşar esed’in aday olmasına karşı çıkıyor.

Biz ise Suriye’deki seçim yasası ona bu izni veriyorsa hiçbir şeyin onun seçime katılmasına engel olamayacağına inanıyoruz. Eğer Batılılar Beşşar Esed’in halk desteğine sahip olmadığına inanıyorsa onun adaylığından neden endişe ediyor?

- Teşekkür ederiz.

Çeviri: YDH

Körfez’in fonlarına ulaşma ve savunma ekonomisini büyütme hedefi güden Türkiye’nin İran’ı kızdıran çıkışları ekonomik ilişkilere gölge düşürdü. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Körfez turunda, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun da Münih Güvelik Konferansı’nda İran’ı hedef alan açıklamalar yapması Tahran’ı kızdırdı. Ortaya çıkan gerilim Türk iş adamlarının Tahran’a çıkarma yapma planını alt üst etti.
 
 
İmparatorluk geçmişleriyle övünen İran ve Türkiye aslında 1639 Kasrı Şirin Antlaşması’ndan beri barışçıl sınırlara sahip birer komşu olmanın kıymetini özümsemiş iki ülke. Bölgesel rekabetten kaynaklanan siyasi gerilimlerin ekonomik ilişkilere yansımaması konusunda taraflar belli bir hassasiyete sahip. Her iki ülke de kafa kafaya gelmemek için kritik eşiklerde kendini tutmasını biliyor. Ancak Suriye krizinden beslenen siyasi gerilimler bu hassasiyeti aşındırdı ve korunaklı olduğunu düşündüğümüz ekonomik alanı da etkilemeye başladı.
 
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Körfez turunda, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun da Münih Güvelik Konferansı’nda İran’ı hedef alan açıklamalar yapması Tahran’ı kızdırdı. Ortaya çıkan gerilim Türk iş adamlarının Tahran’a çıkarma yapma planını alt üst etti.
 
Türkiye Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nun (DEİK) öncülüğünde 25 Şubat’ta Tahran’da Türk- İran İş Forumu düzenlenecekti. Foruma Türkiye’den Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci, İran’dan da Sanayi, Maden ve Ticaret Bakanı Rıza Nimetzade ile İletişim ve Bilgi Teknolojileri Bakanı Mahmut Vaizi katılacaktı.
 
İki ülke arasındaki söz düellosu yüzünden Zeybekci Tahran’a gitmekten vazgeçti. Bunun üzerine Türkiye’den 100 firmayla 250 kişinin katılacağı forum ertelendi. Bu etkinlik sırasında Türk Ticaret Merkezleri’nin de açılışı yapılacaktı. Yeni koşullarda DEİK açılışı daha düşük profilde bir katılımla yapmayı kararlaştırdı.
 
Türk iş adamları İran’a uygulanan yaptırımların kalkmasıyla ülkede enerji, petrokimya, madencilik, inşaat, perakende, lojistik ve turizm-otelcilik alanlarında yeni fırsatları değerlendirmek için bu tür bir forumu önemsiyordu. DEİK’e göre Tahran’daki toplantı “iki yılda ticaret hacminin 30 milyar dolara” çıkarılması hedefinin yakalanması açısından önemliydi.
 
Erdoğan Bahreyn’deki konuşmasında İran’ı Pers milliyetçiliği ile Irak ve Suriye’de bölünme yaratmaya çalışmakla suçlayıp bunun önlenmesi gerektiğini savundu. Çavuşoğlu da Münih’te “İran, Suriye ve Irak’ı iki Şii devleti haline getirmeye çalışıyor. Bu çok tehlikeli. Bu eğilime son vermeli” dedi.
 
İran Dışişleri Sözcüsü Behram Kasımi bu açıklamalara sert karşılık verdi: “Terör örgütlerini destekleyen, kan dökülmesine yol açan, gerilimlerin tırmanmasına ve bölgede istikrarsızlığa yol açanlar, başkalarını suçlayarak bu adımlarının sorumluluğundan kaçamaz. Sabırlı davranıyoruz ancak sabrımızın da bir sınırı var… Türk dostlarımız bu tip ifadelerini tekrarlarsa biz de susmayıp karşılık vereceğiz.”
 
İranlı diplomatik kaynaklar Al-Monitor’a Zeybekci’nin ziyaret iptalinin İran’dan kaynaklanmadığını, Türkiye’yle ilişkilere önem verdiklerini ve bu tutumun değişmediğini belirtti. İş dünyasından kaynaklar da ziyareti iptal kararının siyasi gerginlik yüzünden Zeybekci’den geldiğini belirtti.
 
İran’a ambargoların kalkmasının ardından Tahran’a hem geç hem hazırlıksız giden ve bu yüzden fırsatları değerlendiremeyen Türk firmaları şimdi projelerini ne denli yürütebilecekleri konusunda tereddütlüler. Henüz yatırım planlarını geri çeken yok ama “temkinliyiz” diyen de çok.
 
Türk şirketlerinin İran’da işlerinin eskisi kadar kolay olmayacağına dair bazı işaretler önceden de gelmişti. Mesela İran Sivil Havacılık Dairesi geçen ay Türkiye’ye charter uçuşlarının izinlerini ertelemişti. Bu tutum, her yıl İran’dan ortalama 1.5-2 milyon insan ağırlayan Türkiye’nin turist alanındaki beklentilerine gölge düşürmüştü.
 
Ankara-Tahran hattındaki gerilimin arka fonunda yer alanlar önemli. Kışkırtıcı faktör sadece iki ülkenin Irak ve Suriye’de izlediği politikaların taban tabana zıt olması değil. Kuşkusuz Türkiye, Suriye’deki hezimet ve Irak’taki etkinliğini kaybetmesinden dolayı suçlayacak birini arıyor. Hükümet kanadı basitçe “İran’ın müdahaleleri olmasaydı biz başarılı olacaktık” demeye çalışıyor. Ancak bunun ötesinde üç önemli nokta daha var.
 
Birincisi, Türk parası dolar karşısında gerilerken piyasaları rahatlatmak için Körfez’ten gelecek sıcak paraya ihtiyaç duyuluyor. İran karşıtı bir duruşla ‘Şiafobik’ Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle ilişkilerin kolaylaşacağı umuluyor.
 
İkincisi Türkiye, son yıllarda çok önem verdiği yerli savunma sanayine pazarlar ararken gözüne silahlanmaya ciddi bütçeler ayıran Körfez ülkelerini kestirmiş durumda. Ankara’daki siyasi akıl, Körfez’in dış politikasını şekillendiren abartılı “İran tehdidi” algısını kullanmaya çalışıyor.
 
“O füzeler Mekke’ye düşmeden”, “Mekke savaşları başlamadan” ve “Tanklar Kabe’ye dayanmadan” gibi başlıklarla İran karşıtlığında başı çeken Yeni Şafak gazetesinin şu yorumu iktidarın motivasyonunu da yansıtıyor:
 
“Özellikle Suudi Arabistan’da yaşanan ekonomik sıkıntılar, Körfez ülkelerinin yıllardır ABD bankalarında tuttuğu, yüz milyarlarca doları bulan birikimlerini geri alamaması, güvenlik tehditleri alabildiğine arttığı için bölge ülkelerinin savunmaya yönelmesi Türkiye ile bölge ülkeleri arasında yeni tür bir ekonomik yakınlaşmaya zemin hazırladı. Bölgenin savunma ihtiyaçları büyük oranda hala ABD ve Avrupa’dan sağlansa, milyar dolarlık silah anlaşmaları bu ülkelerle yapılıyor olsa da, yeni durum büyüyen Türk savunma sanayii için yeni fırsatlar sunuyor. Körfez fonlarının ‘savunma ekonomisi’ üzerinden Türkiye’nin bölge ile ilişkilerinde yeni bir dalga oluşturacağı bir tahmin değil artık. Ortak savunma anlaşmaları da böyle bir yakınlaşmanın zeminini oluşturuyor. Ancak Suudi Arabistan ve Katar, Bahreyn gibi Körfez ülkeleri için durum ekonominin çok ötesinde. Bu ülkeler ciddi tehdit altında. (…) Bir Fars yayılma haritası, bir Fars milliyetçi dalgası söz konusu. İran’ın bütün Arap dünyasını hedef alan, doğrudan Mekke’yi ele geçirmeye ayarlı bir macerası söz konusu. Yemen üzerinden Riyad’a gönderilen İran füzeleri Tahran’ın niyetlerini açık etmiştir.”
 
Üçüncü faktör Donald Trump’ın başkanlığındaki yeni ABD yönetimiyle ortaklık zemini yakalama hedefidir. Trump’la birlikte İran’ın yeniden hedef tahtasına konması Körfez’i ziyadesiyle memnun etti. Erdoğan da yeni konsepte yatırım yapıyor.
 
Fehim Taştekin

Pazar, 26 Şubat 2017 16:20

Allah'a Karşı Suizan

İlk suizanda bulunan varlık Şeytandır. O, Allah'ın fiilini kötü ve yanlış bildi...


Rivayette şöyle geçer; "Şeytan 6 bin yıl her gökyüzü tabakasında bir yıl Allah'a itaat etti ama Allah'ın fiiline kötü zanda bulunup itaat etmeyerek suçlu duruma düştü." Bunun için Suizan Şeytan'ın bir sıfatıdır.

Bu konu oldukça fazla araştırılma gerektiren bir konudur. Kötü düşünce ve suizannın kökleri nelerdir? Neden bazıları Allah'a suizanda bulunur?

Bir imtihan ve bela anında Allah’a suizanda bulunurlar; insanların çoğu bu günaha müpteladırlar. Belalar ve musibetler Allah'ın İmtihanıdır.

“İnsanlar imtihandan geçirilmeden sadece iman ettik demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar.” Ankebut/2

Bazıları Allah'ın imtihanını doğru bir şekilde anlayıp tahlil edemiyorlar. Bu yüzden suizanda bulunuyorlar. Dr. Refii şöyle anlatır:

"Bir gün İmam Rıza'nın (a.s) türbesine gitmiştim. Haremin bahçesinde bir genç yanıma geldi ve şöyle dedi:

'Ben eskiden Ehl-i Beyt meddahıydım. Ehl-i Beyt hakkında çokça meddahlık yaptım; mersiye ve sinezen okudum. Bir süre önce de Kerbela’ya kafile götürdüm. Kırk kişiydik ve otobüsle yola çıktık. Bu yolculuktan maneviyat kazanmak için çok çalıştım. Allah’ın rızasını kazanmak için doğru bir şekilde mersiye ve ağıtlar okumaya çabaladım. Kerbela ve Necef ziyaretimizi tamamladık. Derken dönüş yolunda trafik kazası geçirdik. Bütün yolcular kazayı sağ salim atlattı ama o kırk kişi içerisinden yalnızca ben sağlığımdan oldum; artık yürüyemiyorum. O günden beri Allah’a karşı kötü düşüncelere kapıldım. Peki ben ne yapmıştım ki başıma bu olay geliverdi? Bu yolcular arasında öyle ciddiyetsiz, şımarık insanlar vardı ki hatta bazıları ibadetlerinde özensiz ve bazıları da günah işlemekten çekinmeyen insanlardı. Ama ben onların hepsinden daha fazla dikkat ediyordum. Bütün dikkatimi ziyarete vermiştim layıkıyla ibadet yapmaya çalışıyordum. Onlara mersiye ve ağıtlar okuyordum. Neden sadece ben bu şekilde oldum? Ben ne günah işledim ki bu musibetler benim başıma geldi?

O şahsa dedim ki; 'Ben sana bu kadarını söyleyeyim; imtihan, musibet ve bela birkaç kısımdır. Bazıları günahkarlar ve kafirler içindir. Günah işleyen ya da hata yapan insan imtihan edilir. Onun için bir uyarıcıdır, doğru yola yönelsin diye. Bazıları müminler içindir; çünkü Müminlerin Allah katında dereceleri vardır. Bu imtihan ve belalar müminlerin Allah katındaki derecesini yükseltir. İmanının gelişmesine ve yücelmesine sebep olur. Bütün peygamberler, Hz. Eyüp, Hz. Yusuf, Hz. Yakup hepsi zorluklar çekmiştir. Kerbela'da İmam Hüseyin'in başını bedeninden ayırdılar. Evlatları ve yarenleri şehit oldu. Acaba İmam Hüseyin bir hatamı yapmıştı? İmtihana tabi olan ve musibet gören her insan günahından ya da hatasından dolayı yaşamaz bunları. Allah sadece günahkarları değil evliyaları da imtihan eder.

Yahudi bir şahıs Hz. Ali'nin yanına gelir ve der: 'Ey Efendim! Vasilerde imtihan edilir mi?' İmam şöyle buyurur: 'Evet, evliyalar, vasiler ve enbiyalar hepsi imtihan edilir. Kimisi servetle Hz. Süleyman gibi, kimisi fakirlikle Hz. Eyüp gibi. Bazısı elindeki imkanlar alınarak imtihan edilir. Allah Hz. Musa’ya 38 çocuk verdi ama İmam Rıza'ya 48 yıl bir çocuk bile vermedi. 48 yaşındaydı İmam Cevad ona verildi ve o İmam Rıza’nın tek çocuğuydu.

Hz. İmam Hüseyin'in çocukları ve yârenleri Kerbela'da şehit edildi. Allah sadece İmam Zeynel Abidin'in kalmasını istedi bu tesadüf ve cebir değildir. İnsan vazifesini yerine getirir ve Allah'ın İmtihanı kabul ederse yüce mertebelere ulaşır.'

Sonra Hz. Ali (as) o Yahudi’ye şöyle der: '14 defa imtihana tabi tutuldum. 7 defa peygamber zamanında 7 defa peygamberin vefatından sonra.

Allah Davut peygambere şöyle buyurdu: 'Sana cennette seninle aynı terazide olacak birini tanıtmamı ister misin?' Bazen insan cennette peygamberle olabilir ama onun derecesinde olamaz. Davut peygamber 'evet' dedi. Şöyle hitap geldi: 'Git falan semtte falan kadının yanına o hem cennetliktir hem de senin derecendedir.' Kimdir ki hem cennetlik olsun hem de Davut Peygamber ile aynı derecede olsun. Hz. Davut gitti, o kadını buldu ve sordu: 'Yaptığın amelini bana açıklar mısın? Hangi ameli işledin ne yaptın anlatır mısın?'

Peygamber şöyle der: 'Bu kadının özel bir ameli yoktu. Normal bir insan, benden farklı değil. Vacip amelleri yerine getiriyor, hatta müstehap amel bile çok fazla yapmıyordu. Kendi kendime nasıl oluyor da bu kadın cennette benimle aynı derecede olur dedim. Kadına: 'Biliyor musun Allah seni cennette benimle aynı derecede karar kıldı.' Kadın: 'Evet, bana da söyledi.' Hazreti Davut: 'Nereden biliyorsun? Nasıl bu makama ulaştın?' diye sorunca kadın: 'Sebebi şudur; yaşantımda karşılaştığım her duruma şükür ettim. Fakirlik görsem şükrettim, servet sahibi olsam şükrettim. Allah neyi benim için istediyse ona şükür ettim. Hiçbir zaman suizanda bulunup isyan etmedim.'

Üstat Dr. Refi'i

Bunun Suriye’deki tezahürü Rusların İran’la ilişkilerini zayıflatmak üzere bir işbirliği yoluna gitmek. Irak’ta ise Ayetullah Sistani gibi Şii figürler dahil İran’ın artan nüfuzundan rahatsızlık duyan unsurları güçlendirmek.

Pentagon 28 Şubat günü başkan Trump’a IŞİD ile mücadele konusunda nihai önerilerini sunacak. Akabinde ak koyun kara koyun belli olacak. ABD Rakka operasyonu için Suriyeli Kürtlerle mi yola devam edecek, yoksa Türkiye’nin önerileri doğrultusunda Özgür Suriye Ordusu ile birlikte mi hareket edecek?

Türkiye’nin önerdiği plan basına sızdığı kadarıyla az çok biliniyor. Ya Akçakale’nin karşısında bulunan ve YPG denetiminde bulunan Tel Abyad üzerinden, ki bunun için YPG’nin rızası gerekiyor, ya da El Bab üzerinden 100 kilometreyi aşkın bir yol kat ederek ve Suriye ordusuyla çatışmayı göze alarak Rakka’ya gidilecek. Her iki önerinin de pek gerçekçi olmadığını anlamak için askeri deha olmaya gerek yok.

Son iki yıldır Türkiye hep kalabalık Suriyeli muhalif ordusu kurmaktan bahsediyor ve resmi kaynaklardan edinilen bilgiye göre halihazırda Hatay’da Serinyol 12’inci Jandarma Eğitim Alay Komutanlığında eğitimleri sürüyor.

Ama gelin görün ki ortada hala ikna edici sayı ve kabiliyette bir güç yok. YPG’nin Suriye Demokratik Güçleri adı altında topladığı Sünni Arap savaşçılarının sayısı daha yüksek. Üstelik Türkiye’nin eğittiği unsurlar arasında radikal unsurların yer aldığına dair ciddi kaygılar bulunuyor.

Buna rağmen, sırf Türkiye’yi hoş tutmak ve karşılıklı güvensizliği giderebilmek adına olsa dahi, an itibarıyla ABD’li askeri yetkililer Türk mevkidaşlarıyla birlikte harıl harıl Türkiye’nin en geç 27 Şubat’a kadar ABD tarafına teslim etmesi gereken ‘YPG’ye alternatif’ plan üzerinde çalışıyorlar.

Ama neticede Trump yönetiminin de YPG ile yola devam edeceğine neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Bunu Türkiye de görebiliyor. Ve TSK’nın Rakka’ya gitme noktasında gönüllü olup olmadığı konusunda ciddi şüpheler var. Ankara’nın ABD’yi Rakka üzerinden bilinçli şekilde sıkıştırmaya devam etmesinin nedeni iç siyaset. İktidar Suriye’deki başarısızlıklarını ABD’nin üzerine yıkarak, referandum öncesi olası eleştirilerin önünü alıyor; milliyetçiliği köpürtüyor.

Aynı zamanda ABD’den başka tavizler koparmaya bakıyor. Örneğin, PKK’ya karşı işbirliği ve Gülen’in iadesi konusunda.

ABD Genelkurmay başkanı Dunford, epeydir ABD’nin Rakka için takviye güç yollaması gerekebileceğini dillendiriyor. Bunun için Rojava’daki mevcut dört Koalisyon üssüne ilave altyapı oluşturulması gerekiyor. Böylece ABD’nin ‘hafif’ diye tabir edilen ‘ayak izi’ derinleşebilir.

Washington’da en hararetli tartışma ise bunun ötesine gidip ABD’nin Irak’ta yaptığı gibi yerel konseyler ve benzeri idari yapılar kurma işine bulaşıp bulaşmaması etrafında dönüyor. Buradaki amaç Irak’ta olduğu gibi ulus inşası değil, idari boşluğu doldurarak IŞİD’in geri dönmesini engellemek.

Dışişleri Bakanlığı ise kısıtlı müdahaleden yana. Rakka özgürleştikten sonra kentin temel ihtiyaçlarının sağlanmasına yardımcı olmalı. Elektrik ve su yeniden bağlanmalı ve halkın temel gıda ihtiyaçlarını giderecek fırınlar vs. açılmalı, ama bu kadar. Çünkü ortam güvenlik açısından çok riskli. Lojistik olarak da tam bir kabus. PYD’yi güçlendirecek herhangi bir hamleye ne Türkiye ne de Barzani yönetimi destek olmayacağı için Rakka’nın yeniden inşası için gereken malzemeler nereden gelecek? Rakka’ya yeni hava alanı kurulup taşınır da, nereden? Bunlar soruluyor.

Pentagon ise Rakka’da istikrarlı bir düzen kurulana dek ABD’nin idari yapılanmaya el atmasından yana. Ulusal Güvenlik Konseyi’nde yer alan asker ve istihbarat kökenli albaylar Derek Harvey ve yardımcısı Joel Rayburn gibi şahinler ise ayrı bir havada. Güvenilir bir kaynağın ifadesiyle “Haritaya baktıklarında Irak ve Suriye arasındaki sınırları görmüyorlar. Irak’tan Suriye’nin kalbine uzanan Cezire dedikleri istikrara kavuşturulması gereken Sünni yoğunluklu bir alan görüyorlar. Ve varsa yoksa İran tehdidi.”

Başka bir ifadeyle Trump yönetiminin Ortadoğu politikası bir yandan IŞİD odaklı olmaya sürerken, Obama’dan farklı olarak İran’la mücadele üzerine kurulmaya aday. Bunun Suriye’deki tezahürü Rusların İran’la ilişkilerini zayıflatmak üzere bir işbirliği yoluna gitmek. Irak’ta ise Ayetullah Sistani gibi Şii figürler dahil İran’ın artan nüfuzundan rahatsızlık duyan unsurları güçlendirmek. Suudi Dışişleri Bakanı Adil Cübeyir’in bugünkü tarihi nitelikteki Bağdat ziyareti —2003’den beri ilk kez bakanlık düzeyinde bir Suudlu bakanı Irak’a ayak basıyor— bu çerçevede değerlendirilmeli. Özetle görünen o ki Trump yönetiminin desteğini edinmenin yolu İran’a karşı işbirliğinden geçecek.

Perşembe, 23 Şubat 2017 11:12

Tevelli ve Teberri

  
Bismillahirrahmanirrahim

TEVELLÎ VE TEBERRÎ

Kur’an, insanın hidayeti için gönderilen bir nur olduğundan, tekamülünde gerekli öğretileri ve zaruri ahkamı beyan buyurmuştur. İnsan, iradesiyle hareket eden bir varlık olduğundan, Kur’an, insanın tekamül yolunu tayin edebilmesi için iradenin var oluş temellerini tanzim edip düzenlemelidir ki insan, neyi irade etmesi gerektiğini ve neden kerahet etmesi gerektiğini bilebilsin ve irade ettiği şeye karşı yapması gerekenler nelerdir, kerahet etmesi gereken şeylere karşı ne yapmalıdır, bilebilsin. Aksi takdirde insan tekamül yolunda ne yapacağını bilemeyecektir.
Eğer insan tek boyutlu olmuş olsaydı ve tek yönlü hareket etme zorunda kalmış olsaydı, çaba ve mücadele etmesine gerek kalmayacaktı. İnsan, iki boyutlu olduğundan bazı işleri yapmak ister ve yapmak için çaba harcar, bazı işlerden nefret edip uzak durmak ister. İnsanın saadet sırrı da onun kendi hür iradesiyle yaptığı amellerde yatmaktadır zaten. Onun için insanın yönlendirilmesi gerekir; neyi sevmeli, neyi sevmemeli, neyi yapmalı, neyi yapmamalı…
Kesinlikle insanın irade ve keraheti tanzim edilmeli, düzenlenip dengelenmelidir. İşte bu, dinin resmi emri olan “tevelli ve teberi”dir; yani hangi işi ve kişiyi sevip onun velayetine girerek ondan yararlanmalı ve onunla dostluk bağı kurmalı ve hangi işten ve şahıstan nefret edip uzak durmalıdır.
Dinin temellerinden biri tevelli ve teberri, terbiye ve eğitimin nişanelerinden biri muhabbet ve düşmanlık, tekamül ve ilerlemenin yollarından biri iradet ve kerahet olduğundan, bu öğretilerin temelleri ve prensipleri beyan edilip düzenlenmelidir.
İnsan, yalnız ilim ve malumatıyla hareket edemez. İlim ve malumatı, ya onun tevelli, muhabbet ve iradesinin temelini oluşturur ve bu tevelli ve iradesi onun hareket etmesini ve amel etmesini sağlar veya onun teberri, kerahet ve nefretinin temelini oluşturup terk etmesi gereken işleri terk etmesini sağlar.
Asıl olan, tevelli ve teberriyi tanzim edip düzenlemektir. Diğer canlı varlıklar, tabiatlarına uygun olanı “cezb” etme ve doğalarına aykırı olanı “def” etme gücüne sahiptirler. Bu iki güçle kendi kemallerine doğru hareket ederler. Bu iki güç yani “cezb ve def”, insanda daha da güçlendi mi “şehvet ve gazap” şeklini alır; bu merhaleden sonra bu duygu zarifleşip latifleşti mi “muhabbet ve adavet (düşmanlık)” haline dönüşür. Yukarıya doğru güçlendikçe dördüncü merhaleye yani “iradet ve kerahet” merhalesine ulaşır. Ve bu batini duygu ve güç, son merhalesine ve kemal noktasına ulaştı mı dinin temellerinden olan “tevelli ve teberri” makamıyla sonuçlanır.
İnsanın batıla tevellisı ve haktan teberrisi olmaması ve aynı şekilde tevelli ettiği şeyin hak ve teberri ettiği şeyin batıl olması gerektiğini bilmesi için vahiy ve akıldan yardım alması gerekir. Aksi takdirde, batılın velayetine girmekten ve hakka teberriden emanda kalmayacak; hakkın velayetinin faziletinden ve batıldan teberrinin faydalarından yararlanamayacaktır. İnsan, tevelli ve teberrisiz yaşayamayacağı gibi hakka tevellisi ile batıla tevellisi de bir arada toplanamaz; batıla muhabbeti olması, onu kemale ulaşmasına engel olur.
Kur’an-ı Kerim, bu konuyu şöyle beyan etmektedir:
1- İnsan muhabbetle yaşar ve muhabbetle hareket eder.
2- Muhabbetin merkezi kalptir.
3- Her insanın tek kalbi vardır.
4- Hakkın muhabbetinin olduğu kalpte batıla yer yoktur. Batılın muhabbeti konulmuş bir kalpte ise hakka yer yoktur.
Hakkın muhabbetine ulaşmak için düsturlar ve ona ulaştıktan sonra yapılması gerekenler vardır. İnsan muhabbetsiz yaşayamaz; Kur’an, insanı fail-i muhtar ve iradesiyle hareket eden bir varlık olarak tanıtıyor. İnsanın hür iradesi ve seçim gücü, muhabbet ve alakasına tabidir,
insan faydasını bildiği ve muhabbet beslediği şeyi irade eder. Ve aynı şekilde insan zararını bildiği ve kerahet duyduğu şeyden uzak durur. Yani insanın bir şeye muhabbeti yoksa, ona tevellisi olamaz, bir şeye adaveti (düşmanlığı) yoksa ondan teberrisi olamaz. Tevelli’de, muhabbet ve alaka asıl, amel ve çaba onun bir uzantısıdır. Teberri’de de adavet ve kerahet asıl, nefret ve uzak durma da onun fer’i ve uzantısıdır. Bundan dolayı, Kur’an, irade, meşiyyet ve seçme yetkisinin, insanın kendi elinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Muhabbetin merkezi ve yeri kalptir; muhabbet idrakle beraber olan manevi bir duygudur. İdrak ve manevi duyguların yeri, İlahi lütuf olan kalp olduğundan muhabbetin merkezi de kalp olacaktır. Kalp, muhabbet ve sevgiyi kendisinde barındırır.
Her insanın sadece bir kalbi vardır; insanı ve onun kalbini yaradan Allah-u Teala her insanda muhabbet ve sevgiyi barındıracak sadece bir kalp yaratmıştır. “Allah, bir kişiye iki kalp vermedi.” (Ahzab / 4)
Hakk ve batıl bir yerde toplanamaz; hakk ile batıl birbirlerinin zıddıdır, hak bir yerde varsa, batıl oraya giremez; hakka muhabbet besleyen kalpte batıla yer yoktur. Allah-u Teala Peygamber’ine Kur’an’da şöyle buyuruyor: “De ki hakk geldi, batıl gitti; ne bir daha zuhur eder nede yeniden ve tekrar gelir.” (Sebe / 49) Hakk, duygu merkezi olan kalpte zuhur etti mi, ne eski batıl düşüncelere nede yenilerine yer kalmaz. Batıl, hakk olmayandır, hakk olmayan da hakk ile beraber olamaz. Hakk ile batıl arasında hiç bir bağ söz konusu değildir.
Bunlar, tevelli ve teberri konusunun temelini oluştururlar. Çünkü Kur’an açıkça, tevelli ve teberrinin muhabbet ve düşmanlığa dayandığını vurgulamaktadır; insanın bir şeye muhabbeti olmadan, ona tevellisi olamaz ve aynı şekilde bir şeye düşmanlığı yoksa, ondan teberrisi düşünülemez. Amel, alaka ve muhabbete tabidir, nefret ve uzaklık da düşmanlık ve muhabbetin olmamasına tabidir.
Bunun için, Kur’an’daki muhabbet konusunun daha dikkatli incelenmesi gerekir. Muhabbetin iyi veya kötü, hakk veya batıl oluşu, mahbubun (sevilenin) iyi veya kötü, hakk veya batıl oluşuna bağlıdır. Muhabbet, zata izafi bir hakikat olduğundan, muhabbetin değeri, mahbubun değerine bağlıdır. Eğer mahbub batıl ise bu muhabbet yalan ve batıl olduğu gibi zarar da vericidir. Mahbub hakk ise, insan, bu muhabbetin faydasını görecektir.
Dinî öğretilerde, hakk ve doğru muhabbet, saadetin temelini, batıl ve yalan sevgi ise şekavetin ve bedbahtlığın temelini oluşturduğu beyan edilmiştir. Dünyayı sevmek her kötülük ve hatanın başı, Allah’ı sevmek her kemal ve faziletin temeli olarak belirtilmiştir. Resulullah (s.a.a)’ın, “Dünyayı sevmek her hatanın başıdır” hadisindeki “dünya”dan maksat dağlar, denizler, gökyüzü vs. değildir. Maksat insanı Allah’tan uzaklaştıran her şeydir; ister tabiat sevgisi olsun, ister insanın kemale ulaşmasını engelleyen insanın mağrur, bencil ve mütekebbir olmasına sebep olan ilmi ve düşünceleri olsun. Bu hadiste ve diğer birçok hadislerimizde insanı Allah’tan uzaklaştıran, hata ve günahların yapılmasına sebebiyet veren her şey dünya olarak tanıtılmıştır. Öyleyse insanı Allah’a yaklaştıran her şey, faziletin temelini, doğruluk ve hakkın özünü oluşturmaktadır.
Kur’an-ı Kerim ve hadisler, bu iki temel konuyu beyan etmiştir. Kur’an, mu’minler hakkında şöyle buyuruyor: “İnsanlardan bazıları, Allah’tan başkasını Allah’a denk ilahlar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler, mu’minler ise Allah’ı her şeyden daha güçlü bir sevgiyle severler.” (Bakara / 165) Ayet-i celilede yalan ve batıl sevgiyi de beyan buyuruyor; onlar putları Allah’ı sever gibi sever ve putlara gönül bağlar. Putları Allah’a ortak koşuyorlar. Onlar batıla gönül vermişken, mu’minlerin Allah’a muhabbeti daha şiddetli ve daha güçlüdür. Çünkü mu’minlerin hem canları ve imanları onlarınkinden daha üstündür; hem de Mahbub’ları yüce ve üstündür. Dolayısıyla mu’minlerin sevgi ve muhabbetleri daha güçlü olacaktır.
Allah’a muhabbet besleyip onu sevmenin yolunu da Kur’an şöyle beyan etmektedir: “De ki Allah’ı seviyorsanız, bana uyun.” Ayet Resulullah (s.a.a)’e itaati, risaleti kabullenmeyi, Allah’ın sevgisinin nişanesi olarak belirtiyor. Risalet, Allah’ın emir ve nişanelerindendir; Mahbub’un eser ve emirlerini sevip onlara tabi olmak, sevginin alametidir. Mahbub’un eserini, yani risaleti sevmek, insanda ona karşı bir iradet (alaka ve bağ) oluşturur, bu da insanı tevelli
makamına ulaştırır. Tevellisi olan, harekete geçip amele yönelir. İşte bunun için ayet Resulullah (s.a.a)’e tabi olmaya, getirdiklerine amel etmeye davet ediyor: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun”. Bu itaat insanı sevdiğine, Mahbub’u olan Allah’a yaklaştıracaktır. İnsanı Allah’a yaklaştıran yol, Resulullah’ın (s.a.a) getirdiği ilahi öğretilerden ibaret olan dindir. Bu yolu takip etmek seveni sevdiğine, kulu Allah’a yaklaştırır. İnsan, bu yolu takip edip Mahbub’una yaklaştı mı, Mabhub olan Allah da onu sevecektir, bu karşılıklı sevgi ve muhabbet bağı muhib ile mahbubu buluşturacak ve kavuşmalarını sağlayacaktır. İlk adım insan tarafından atılacak ve ayetin belirttiği gibi (Allah’ı seviyorsanız, bana uyun,) Resulullah’a (s.a.a) uyacak ve daha sonra Allah’ın sevgisini hak edecek, (Allah da sizi sevsin)”. Birinci merhalede insan muhib ve Allah mahbub idi; ama bu merhalede insan mahbub olmuştur Allah muhib. Yani Allah kulunu sevecek ve sevginin meyvesi olarak da onun günahlarını bağışlayacaktır: “..ve günahlarınızı bağışlasın.” Tevellinin meyvesi Allah’ın sevgisini kazanmak ve günahların bağışlanmasıdır.
İnsanı, Mahbub’una yaklaştıran ve tevelli makamına ulaştıran yollar, Kur’an’da geniş bir şekilde açıklanmıştır.
İnsanı, Allah’a yaklaştıran bir diğer yol takvadır. Takva, insanı Allah’a ulaştıran onun sevgisini kazanmasına sebep olan bir ameldir. Allah’ın mahbubu olmak için takvalı olmak gerekir; takvalı oldu mu ister istemez Allah onu sevecektir. “Allah muttakileri sever” (Tevbe /
4)
İhsanda bulunmak: “Allah ihsan edenleri sever.” (Bakara / 195)
Sabırlı olmak: “Allah sabredenleri sever.” (Âl-i İmrân / 146)
Allah’a tevekkül etmek: “Allah tevekkül edenleri sever.” (Âl-i Îmrân / 159)
Tevbe etmek ve günahlardan temizlenmek: “Allah tevbe edenleri ve temizlenenleri sever”. (Bakara / 222)
Allah yolunda cihat etmek: “Şüphe yok ki Allah kendi yolunda yan yana kurşunla kenetlenip kurulmuş duvar gibi saf kurarak savaşanları sever”. (Saf / 4) Allah yolunda cihat bazen dış düşmana karşı yapılır bazen de iç düşmana; yani heva ve heveslere karşı yapılır; her iki alanda da düşman karşısında direnip mukavemet ederek zafere ulaşanlar, Allah’ın mahbubu olurlar. Allah’ın sevgisini kazanarak tevelli makamına ulaşırlar. İmam Zeynülabidin (a.s) her iki alanda da kendisini başarılı kılmasını Allah’tan istiyor; hem dış düşmana karşı savaşta, şehadet şerbeti içmesini kendisine nasip etmesi için Allah’a dua ediyor: “Öyle bir hamd ki, sayesinde saadetli dostlarının arasında saadete erelim ve düşmanlarının kılıcıyla şehid düşenlerin arasında yer alalım.” Hem de nefisle mücadelesinde, yani cihad-ı ekberde kendisini başarılı kılmasını istiyor: “Allah’ım, bu ayda (Ramazan ayında) bizi kullarına vaad ettiğin saygınlığa ehil kıl; sana itaat etmekte adeta yarışan kullarına vereceğin şeyleri bize de ver ve rahmetinle bizi en yüksek makamı hakkedenlerin arasına kat.” Eğer bir insan şehit olursa, Allah’ın mahbubu olur; eğer düşmana karşı savaşında zafere ulaşırsa, yine Allah’ın sevgisini kazanıp mahbub olur. Her iki yol da Allah’a yakınlaşmak için gidilmesi gereken yoldur. Eğer insan bu yolları kat etmezse Mahbub’a yaklaşamaz; yaklaşamayınca da Allah’ın mahbubu olamaz. Allah’ın sevgisini kazanıp ona yakınlaşmak ve neticede tevelli makamına ulaşılmak isteniyorsa, bu yolların kat edilmesi gerekir. İnsan kendisini Allah’a yaklaştıran namazı yerine getirir, Allah’a yaklaşmak için şehadet yolunu seçer, insanın takvalı olmasını sağlayan dini vecibeleri yerine getirirse, o zaman Mahbub’a yakınlaşmış olur ve Allah onun Mahbub’u olur. İnsan bu yolları kat eder ve Allah’ın mahbubu olursa, yani Allah onu severse, o zaman onun kalbi Allah’ın muhabbetinin ve velayetinin tecelligâhı olur. Allah’ın rızasının dışında hiçbir şeye gönül bağlamaz.
Allah-u Teala, Tevbe ve Mucâdele surelerinde İlahi muhabbetin ana hatlarını beyan buyurmuştur. Tevbe suresinde, Allah yolunda yürümek isteyenin yolunda engel olmaması gerektiğini, batıl muhabbetlerden hiçbirisini kalbinde barındırmaması gerektiğini vurgulamaktadır. Kendisini engelleyen bir şeyi sevmemeli, bu yolda gitmesini engelleyecek birisine karşı kalbinde herhangi bir alaka ve sevgi olmamalıdır. Tevbe süresinde insanı engelleyebilecek dünya sevgilerinden sekiz tanesini beyan etmektedir. Eğer bunlardan bir
tanesi engel olursa, insan Allah’a ulaşamaz. Bunlardan bir tanesinin muhabbet veya meveddeti insanın yolunu keser ve ilerlemesini engellerse, İlahi azaba duçar olacağını bilmelidir. Anlaşılıyor ki, bunlar Allah’ın muhibleri değillerdir. Eğer Allah’ı sevmiş olsalardı, insana engel olmazlardı; engel oldukları için insanın azap görmesine sebep oluyorlar. Tevbe süresinde Resulullah’a (s.a.a): “De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, aşiretiniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz alış-veriş ve hoşunuza giden evle,r size Allah’tan, Peygamber’inden ve onun yolunda cihattan daha sevimliyse, bekleyin Allah’ın emri gelinceye dek…” (Tevbe / 24) Ayette belirtilen sekiz gruba muhabbet, örnek olarak zikredilmiştir; bunlardan herhangi birisinin veya Allah’tan başka herhangi bir şeyin muhabbet, Allah’ın, Resulü’nün ve Allah yolunda cihat etmenin muhabbetinden üstün olursa, o zaman böyle birisinin ilahi azaba duçar olması kaçınılmaz olacaktır. Bu durumda asla hedefe ulaşılmayacaktır; çünkü bu sapıklık ve fasıklıktır. Ve ayetin sonunda buyuruyor ki: “Allah fasık kavmi hidayet etmez.” Sırat-ı müstakimden sapma fısk olarak belirtiliyor. Fasık, asla insani ve ilahi hedeflere ulaşamaz; çünkü o yanlış yola sapmıştır.
Mucâdele süresinin 20- 21-22. ayetlerinde ise aynı meseleyi farklı bir şekilde, konuyu ispat açısından beyan ediyor: “Allah’ın ve Resulü’nün sınırlarına uymayanlar ve karşı gelenler yok mu, onlardır en aşağılık kişilerin içinde bulunanlar.” Ayette, Allah’ın koymuş olduğu kanunları ve çizmiş olduğu sınırı çiğneyip kendileri kanun ve sınır belirleyenlerin en aşağılık kimseler olduğunu belirtip şöyle buyuruyor: “Allah yazdı, takdir etti ki, and olsun ben ve Resul’üm galip geleceğiz; şüphe yok ki Allah pek güçlüdür, galiptir.” Bu, Allah’ın değişmez sünnetidir; Allah’ın peygamberleri güçlü ve galip olan Allah’a dayandıkları için devamlı galip olacaklardır. Daha sonra mu’minlerin tevellisini ispat makamında şöyle buyuruyor:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir topluluğu, Allah’ın ve Resulünün sınırlarına aykırı hareket edip onlara karşı gelen birini sever bulamazsın..” Bu topluluk Allah’ı sevdiklerinden, Allah’ın yolunda gitmeyenlere sevgi besleyemezler. Çünkü, “Allah, bir kişiye iki kalp vermedi” ayeti gereği kalplerinde başka sevgi ve muhabbete yer yoktur. Sahip oldukları kalbe Allah muhabbetini yerleştirdikten sonra başkasını sevmezler. Allah’ın kanunlarını tanımayıp çiğneyenleri dost edinmezler, “İsterse onlar babaları, yahut oğulları, yahut kardeşleri, yahut da aşiretlerinden olsun”. Tevbe süresinde belirtilen sekiz gruptan en önemli dört tanesi, bu ayette zikredilmiştir. Onların tevellilerinin nişanesi, Allah’ın yolunda olmayanları sevmemeleridir, Allah’ın onlara muhabbetinin alameti ise ayetin devamında beyan ediliyor: “..onlar, öyle kişilerdir ki Allah onların kalplerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruhla kuvvetlendirmiştir ve onları kıyılarından ırmaklar akan cennetlere sokar, orda ebedi olarak kalırlar; Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır; onlardır HİZBULLAH, bilin ki şüphe yok ki HİZBULLAH kurtulanların ve muradına erenlerin ta kendileridir. Kalpte Allah muhabbeti varsa o kalp başka sevgi kabul etmez, eğer kalp kirlenmişse Allah muhabbeti oraya girmez.
Muhabbet bir yoldur, insan bu yolun merhalelerini kat ettikçe, Mahbub’a olan muhabbeti artarak güçlenir ve Mahbub’a daha fazla yaklaşmış olur. Muhabbet, yerinde saymakla bağdaşmaz, hareket ister, durmak, oturmak ile bağdaşmaz, yürümek, gitmek ister. Muhabbet, mahbubun yolu diye adlandırılan bir yoldur; muhibbi mahbuba ulaştıran yoldur. Al-i İmran süresinde buyurduğu gibi, “Allah’ı seviyorsanız, bana uyun”, Peygamber önde siz de arkasından yürüyün; muhabbet yolunu kat edin. Peygamber Habibullah’tır, Habibullah’ı takip etmek Mahbub’a ulaşmaktır. İlahi vecibeleri yerine getirmek, Allah yolunda cihad etmek; hem dış düşmana karşı hem de iç düşmana karşı savaşta, Resulullah’a tabi olmaktır. Böylece tevveli ve teberri gerçekleşmiş olur ve insan Allah’ın mahbubu haline gelir.
Görüldüğü gibi tevelli ve teberrinin temelini muhabbet ve adavet (düşmanlık) oluşturuyor. Kur’an’daki bu iki kelimenin yer aldığı ayetler incelendiğinde, tevelli ve teberinin, insanın yaratılış hedefinde ne kadar büyük bir rol oynadığı görülecektir; tevelli ve teberrinin, insanın hedefe ulaşmasında ne kadar önemli ve temel konuma sahip olduğu anlaşılacaktır.

Ayatullah el-Uzma Cevadi Amuli

Tercüme: Rasthaber

 Yaklaşık 15 ay kadar önce şehid Muhanned el-Halebi Kudüs'ün Eski Şehir bölgesinde bıçaklı eylem gerçekleştirmişti. Eylemin sonucunda iki İsrailli ölmüş, ikisi de yaralanmıştı. Ancak operasyonun uzun vadedeki sonuçları bundan çok daha fazlası oldu. Bu eylem, Filistinlilerin çok sayılı bölgede yürüttüğü bir dizi bıçaklama eyleminin başlangıcına dönüştü.

Yaklaşık 15 ay kadar önce şehid Muhanned el-Halebi Kudüs'ün Eski Şehir bölgesinde bıçaklı eylem gerçekleştirmişti. Eylemin sonucunda iki İsrailli ölmüş, ikisi de yaralanmıştı. Ancak operasyonun uzun vadedeki sonuçları bundan çok daha fazlası oldu. Bu eylem, Filistinlilerin çok sayılı bölgede yürüttüğü bir dizi bıçaklama eyleminin başlangıcına dönüştü.

2015'in Ekim ayından bu yana devam eden operasyonların şiddeti zaman zaman tırmandı. Çoğunlukla Batı Şeria'da yer alan temas noktalarındaki bazı operasyonlar, çatışma halini aldı.

Muhanned'in şehadeti ile fitili ateşlenen olayların kontrol etmesi zor bir kitlesel harekete dönüşmesi ihtimali bazı çevrelerde korku uyandırmıştı.

Çünkü bu eylem, İşgalcilerin özellikle de Mescid-i Aksa'da yıllarca sürdürdüğü "tırmandırma politikalarının birikimi" neticesinde patlak verdi. İşgal devletinin uyguladığı günlük baskınlar, günün belli saatlerinde işgalcilerin Mescid-i Aksa'ya girmesine izin verilerek, kasıtlı bir gelenek halini aldı. Sabah 7'den öğle namazı öncesine kadar devam eden bu süreçte namaz kılmak, ya da ziyarette bulunmak isteyen Müslümanların Mescid-i Aksa'ya girmesi yasaklandı. Yahudi devleti tarafından yürütülen bu uygulamalar, zamansal ve mekânsal bölünme olarak adlandırılıyor. Bunun karşılığında cezai işlemler uygulanıyor. Bölgenin sakinlerine ve kurallara uymayanlara uzaklaştırma ve tutuklama cezaları veriliyor. Mahkemede ise bu davalar çoğunlukla Mescid-i Aksa bölgesinden sürülme veya belli bir süre mescide girememe cezası ile sonuçlanıyor.

Olayın üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmişken, istatistikler Doğu Kudüs ve Batı Şeria'da yaşanan eylemlerin etkili bir intifada olduğunu gösteriyor. Bireysel eylemler ile başlatılıp sürdürülen bu intifada, kayalıkların arasından akan su gibi hızla ilerliyor. Diğer yandan istatistikler, ayaklanmanın ilk yılında şehit sayısının 280'in üzerine çıktığını, yaklaşık 480 kişinin yaralandığını ve yaklaşık 7 bin kişinin de esir düştüğünü ortaya koyuyor. Yahudi cephesinde ise, intifadanın ilk bir yılı süresince 40 İsrailli öldürüldü, 751'i yaralandı. Aynı şekilde 33 baskın operasyonu, 183 silahlı eylem, 198 yerli üretim bombalarla düzenlenen eylem, 1422 molotof kokteyli saldırısı ve 4234 taş atma eylemi gerçekleştirildi.

İntifadanın son dört ayı dikkatli bir şekilde incelendiğinde, olayların akışında gerçekleşen operasyonların çeşidi açısından neredeyse sabit olduğu görülüyor. 2016 yılı Ekim ayında, Filistinlilerin düzenlediği 9 silahlı operasyon, 43 molotof kokteyli saldırısı ve 5 bıçaklama eylemi sırasında 5 Filistinli şehit düşerken 185 Filistinli ise yaralandı. Öte yandan, aynı ay içerisinde 36 İsrailli yaralandı. 2016 yılının Kasım ayına gelindiğinde, Filistinlilerin yürüttüğü 8 silahlı operasyon, 77 molotof kokteyli saldırısı ve 4 bıçaklama eylemi sırasında 6 Filistinli şehit düştü ve yüzlerce kişi yaralandı. Yine bu saldırılarda 18 İsrailli yara aldı ve bir yerleşimci öldürüldü. Aralık ayında da, Filistinliler tarafından düzenlenen 14 ayrı silahlı operasyon, 109 molotof kokteyli ve el yapımı bomba saldırısı ve bir bıçaklama esnasında 10 Filistinli şehit düştü ve onlarca kişi yaralandı. Saldırılarda 48 İsrailli yaralanırken iki İsrailli ise öldürüldü. 2017 yılının Ocak ayına gelindiğindeyse Yahudi kaynaklarına göre Filistinliler, aralarında silahla ateş açma, molotof kokteyli fırlatma ve el yapımı bombalarla düzenlenen operasyonların bulunduğu 98 ayrı saldırı düzenledi. 5 Filistinli şehit düştü ve yaklaşık 800 Filistinli yaralandı. Bu sırada 33 yerleşimci yaralanırken 6 İsrailli öldürüldü.

Her gün onlarca çatışma noktasında, bazıları ferdi olarak düzenlenen taş atma, molotof kokteyli fırlatma, bombalı eylem ya da silahlı eylemlerden oluşan saldırılar düzenlenen bölgede intifadanın fitili ateşlendi. Ancak olaylar işgalci güvenlik organları tarafından gizlendiği için basın organlarına haber ulaşmıyor. Gözlemciler, Filistinlilerin cesaretlenmesinden korktukları için de olayların ört bas edilmeye çalışıldığını vurguluyor.

Bu rakamlara bakılırsa, olayların hızla geliştiği süreç, Batı Şeria ve Kudüs'te bir intifada ateşinin hararetlenmeye başladığını gösteriyor. İşgal devleti ise, şehirlerde köylerde ve kamplarda günlük sürdürülen tutuklamalar baskınlar ve saldırılara rağmen bu ateşi söndürmekten aciz kalıyor.

Bu bireysel başlayan ayaklanmanın patlak vermesinin sebepleri, tüm Filistinlilerin gördüğü ve hala ister Kudüs'te, ister Mescid-i Aksa'nın içinde, ya da Batı Şeria'da mevcut olan ve tüm dünyanın gözü önünde gasp edilen Filistin topraklarında her gün yapılan baskınlardır. Buna ilaveten Knesset'tan çıkan kararlar, (örneğin sonuncusu tesviye yasası idi) yerleşimcilerin Filistin topraklarına el koymasına olanak sağlıyor. Bu sebeplerden dolayı intifadadan kendine yol açması ve ilerlemesi bekleniyor. Filistinli resmi yetkililer de, İsrail yerleşim politikalarının meşrulaştırılması ve ABD'nin yeni seçilen Siyonist destekçisi başkanı ile İsrail'in uluslararası arenada sömürüyü tırmandırması sebebiyle bu intifada yoluna yönelir, Filistinli gruplar da buna katılırsa, bu intifada Filistin'in mücadele tarihinde yeni bir sayfa açacaktır.

İsrail gazeteleri, İmam Hamanei’nin İsrail’in yok olması için  Filistin halkının intifadasına destek verdiğini yazdı.

Times Of Israel gazetesi, İmam Hamanei’nin dün Tahran’da başlayan 6. Uluslararası Filistin İntifadasına Destek Konferansı’nda yaptığı konuşmaya geniş yer vererek şunları yazdı: “İran lideri bu konferansta İsrail’i kanser tümörü şeklinde niteleyerek, İsrail’in yok edilmesi için Kudüs İntifadası’na destek verilmesini talep etti ve uluslararası topluluğun artık İsrail ile karşı karşıya gelme yönünde hareket ettiğini belirtti.”

Söz konusu gazete yazının devamında şunları belirtiyor: 6. Uluslararası Filistin İntifadasına Destek Konferansı’nın açılış konuşmasında Ayetullah Hamanei, acımasız işgalcilik karşısındaki direnişe övgüde bulunarak, ‘Bu acımasız işgalcilik, tarihte kayıtlara geçen özel bir halka karşı işlenen zulmün en kötüsüdür’ dedi.

İsrail gazetesi ayrıca İmam Hamanei’nin, Ortadoğu bölgesinin içinde bulunduğu kriz ve karışıklığın asıl sorumlusunun İsrail rejiminin kurucusu olduğunu belirttiğini yazdı.

İşgalci Siyonist İsrail rejimi 1948 yılında başta İngiltere olmak üzere batı ülkelerinin desteğiyle Filistin toprakları işgal edilerek kurulmuştur.

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, 6. Filistin İntifadası’na Destek Konferansı’nda yaptığı konuşmada, çok önemli konulara atıfta bulundu.İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, 6. Filistin İntifadası’na Destek Konferansı’nın kapanış töreninde yaptığı konuşmada, çok önemli konulara atıfta bulundu.

Filistin'i İslam dünyasının derin yarası olarak niteleyen Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani konuşmasının satır başları şöyledir:

1948 yılından itibaren bu bölgede çok sayıda nesiller savaşa maruz kaldı. Onlara verilen miras dert ve işkenceden başka bir şey olmadı.

Yaklaşık olarak 70 sene önce Batılı yetkililer sömürgecilik politikası doğrultusunda farklı dinler ve kültürlere sahip olan Ortadoğu’yu bölmek için Filistin topraklarını gasp edip sahte bir rejimi kurmakla şiddet ve işgal tohumunu saçtılar.

Batılı liderler yıllar önce 2 üzüntü verici savaştan sonra İsrail'i kurarak, bölgenin zenginliklerini gasp ettiler.

Mazlum Filistin halkının arazilerini gasp etmek dünya barşını tehdit ediyor.

Bu tür işgal politikası karşısında yollarını direnişte gören müslümanlar da dünyayı bu zulüme yönelik bilgilendirmeye çalıştı.

İsrail’in en önemli amacı bölgenin şu anki durumunu doğal olarak göstermektir.

Siyonsitler Filistinlileri hiçbir hakları olmayan mülteciler olarak göstermeye çalışıyorlar.

Siyonist Rejim, İslam ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye çalışıyor. Onların amacı kendi cinayetlerini örtbas etmektir.

İşgalci Rejim, Batılı ülkeleri öyle rehin almıştır ki kendi güvenliğini onların güvenliği olarak gösteriyor.

Şunu unutmamız gerekir ki Siyonitler yenilmez olduklarını ve bu caniler (siyonistler) karşısında direniş göstermeden yaşamanın değişmez bir kader olduğunu ima etmeye çalışıyorlar. İslam dünyası ve Filistin konusunda bölgenin geleceğinin de değişmesi yönündeki ümitleri suya düşmüş gibi göstermek siyonizmin diğer bir amacıdır.

İntifada, Filistin halkının devamlı mücadele ve direnişidir. İntifada kalıcı olmak için çaba göstermektir. İntifada birkaç seçenek içinden seçilen bir seçenek değil, tarihte kalmak için mücadele veren onurlu bir milletin tek yoludur. Bütün diğer seçenekler geçmiş yıllarda Filistin halkının başına gelenlerle ortadan kaldırılmıştır.

Yurtlarının gasp ve işgal altında alınması Filistin halkına bütün yolları kapatmıştır. Bu millet, şiddet, vahşet ve katliam döneminden geçmek için birlik ve beraberliğin önemli olduğunu kavramıştır. Tarih boyunca nice yurtlar işgal edildi ve onlardan bir isim bile kalmadı, lakin Filistinliler yurtlarını korumak için ayakta durdular.

İntifada Filistin’deki yeni kuşağın coşkulu mücadelesidir. Yeniden meydana inen bu millet, mülteci kampları, kuşatılmış köy ve şehirlerde büyüyen bir nesildir. Bu nesil, silah ve sermaye ile zulmün kalıcı olmayacağını ve bir milletin direnişinin göz ardı edilmeyeceğini ispatlamaya çalışıyor.

Siyonistler iç savaşlar ve İslam dünyasındaki ihtilafları kendileri için bir tarihi fırsat olarak görüyor. Nitekim ki şu an yeni müttefiklerden söz etmekle Arap ve İslam ülkelerini Direniş ve İran’a karşı düşman yapmaya çalışıyorlar.

“Hep Beraber Filistin’e Destek” sloganı ile düzenlenen konferansın açılışına İmam Hamenei, Cumhurbaşkanı Ruhani, İslami Şura Meclis Başkanı Ali Laricani ve Yargı Erki Başkanı Ayetullah Sadık Amuli Laricani, bakanlar, çeşitli kurumların başkanları, üst düzey askeri yetkiler, 80 ülkeden heyet ve 700 yabancı misafir katıldı.

6. Uluslararası Filistin İntifadası’na Destek Konferansı’nın açılış töreninde konuşan İmam Hamanei, Filistin halkına yönelik siyasi desteğin ihmal edilmemesi gerektiğini açıkladı.

Filistin tarihi ve bu ülkenin zalim işgaliyle milyonların derbeder olmasına rağmen kahramanca direnmesine işaret eden İnkılap Rehberi, “Tarihte kısa bir inceleme yapılarak hiçbir milletin bu şekilde zulüm altında kaldığını bulamazsınız” beyanatında bulundu.

İmam Hamanei, bu acı sayfanın tarihten silinmesinin Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de verdiği vaatlerden biri olduğuna değinerek, “Bu konferans dünyanın karşılaştığı çok zor bir ortamda gerçekleşiyor. Bölgedeki ülkelerde cereyan eden sorunlar, Filistin ve Kudüs konusunun önemini azaltmaya yol açıyor ve bu da bu olaylardan yararlananları bize tanıtmaya yardımcı oluyor” açıklamalarında bulundu.

İnkılap Rehberi, bölgedeki istikrar ve barışa zarar vermek için Siyonist Rejimi oluşturanların günümüzdeki fitnelerin de arkasında olduklarının altını çizerek, şu ifadeleri kullandı: Bir kısmı doğal olan, bir kısmı da ihmal ve komplo sonucu oluşan İslami ülkelerin arasındaki anlaşmazlıklara rağmen Filistin konusu yine de bu ülkeleri birleştirme kapasitesine sahiptir.

İmam Hamanei, Filistin İntifadası’na Destek Konferansı’nın yol açtığı sonuçlardan birinin Filistin konusunun gündeme geldiği olduğunu bildirerek, “Filistin halkına siyasi desteğin önemini göz ardı etmemeliyiz, çünkü bu konu günümüz dünyasında birinci önceliğe sahiptir ve farklı eğilimli Müslüman ve özgürlükçü milletleri birleştirebilir” açıklamalarında bulundu.

İmam Hamanei, Siyonist Rejimin  mahvoluşu ve başta ABD olarak destekçilerinin karşılaştığı güçsüz konumun belirtilerinin ortaya çıktığına işaret ederek, sözlerini şöyle devam ettirdi: Artık dünya kamuoyunun bu gerçek dışı rejime karşı mücadele etmeye yönlenmektedir, ancak dünya toplumu ve bölge ülkeleri bu konuyla ilgili yükümlülüklerini doğru şekilde yerine getirmemiştir.

İslam inkılabı Rehberi, Filistin’de oluşan 3. İntifada’nın diğerlerine kıyasla daha mazlum olduğuna rağmen parlak ve umut verici bir hareket olduğuna değinerek, Allah’ın izniyle bu intifadanın da önemli bir gelişme kaydedip işgalci Siyonistleri yeniden yenilgiye uğratacağını belirtti.

İnkılap Rehberi, Filistin kimliğinin korunmasını zorunlu ve kutsal bir cihat olarak değerlendirip şu beyanatta bulundu: Filistin ismiyle birlikte tüm gücüyle direniş hareketinin alevlendiği sürece Siyonist Rejim’in temellerinin güçlenmesine izin verilmeyecektir. Siyonistlerle anlaşmak bir milletin haklarını göz ardı ederek, işgalci rejimin meşru kılınmasıyla birlikte Filistin’in şimdiki durumuna uymuyor ve Siyonist Rejim’in aç gözlülüğü ve bastırıcı tavrını görmezden geliyor.

İmam Hamanei, barış ve anlaşmanın boşluğuna karşı kahramanca direnme ve intifadanın ortaya çıkardığı büyük başarıların altını çizerek, “Düşmanın intifada ve direniş kararlarını eleştirmesi doğaldır ve onlardan bunun dışında bir beklentimiz yoktur çünkü bu yolun doğru bir şekilde başarıya ulaşacağının farkındalar, ancak görünüşte Filistin’e destek veren bazı ülkeler gerçekte bu mazlum milleti yolundan saptırmayı planlayarak direniş hareketine saldırıyorlar” ifadelerinde bulundu.

Konferansın sözcüsü Kazım Celali, konferansın 3 gün süreceğini ve bu seneki konferansın Parlamentolar, Gençler, STK’lar ve Direniş guruplarından oluşan 4 komiteden oluştuğunu ve bağımsız bir komitenin de sonuç bildirgesini tanzim edeceğini söyledi.