کارگر

کارگر


 İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Behram Kasimi bugün, Rusya ile olan ilişkiler konusunda düzenlediği basın toplantısında şu açıklamalarda bulundu:

“Rusya ile bazı alanlarda stratejik ve çok yakın ilişkilerimiz var. IŞİD’le mücadele gibi. Bizim için önemli olan bir şeyde hiçbir çabadan kaçınmıyoruz ve bu konuda ortak adımlarımız oldu. Hava sahamızın kullanılması daha önce alınan izin doğrultusunda terörizmle mücadele içindi. Şuan Erdoğan’ın Tahran’ı ziyareti gündemdedir ancak henüz bunun için bir tarih belirlenmemiştir.

Bizim Türkiye ile iyi ilişkilerimiz var, darbe olayının ardından Türkiye’yi ilk arayan ve konuyla ilgili bilgi alan ülke İran olmuştur. Daha önce dışişleri bakanımızın ziyareti kararlaştırılmıştı öyle ki Erdoğan’la 3 saati aşkın bir süre sohbet etmiş ve ardından iki taraf arasında görüşmelerin artırılması kararlaştırılmıştı. Türkiye Dışişleri Bakanı’nın ziyareti ve 5 saat süren görüşme bunun bir sonucudur. Görüşmelerin çeşitli alanlarda artırılması kararı alındı. Şuan Erdoğan’ın İran’a ziyareti gündemdedir ancak henüz bunun için bir tarih belirlenmemiştir.

Kasimi daha sonra Erdoğan’ın ziyareti ve Suriye konusunun çözümü ile ilgili olarak şu ifadeleri kullandı:

“Bu konu çok karmaşıktır ve  bölgede ve bölge dışında meydana gelen katliamlar da bunun bir sonucudur. Türkiye ile Suriye konusunda görüş ayrılıklarımız vardı. Bu nedenle bölgede istikrarın sağlanması için müzakere ve görüşmelerimizi artırdık. Türkiye geçmişten bu yana önemli bir komşumuzdur ve komşuluğun önemi hiçbir zaman değişmez bu nedenle çalışmak gerekir.

 Birçok alanda ikili ve bölgesel işbirliğimiz var. Bazı konularda ortak ve bazılarında farklı fikirlere sahibiz ancak bu bizim işbirliğimize engel değil. Biz konumumuzu kimseye karşı kullanmıyoruz ve kimseye de böyle bir izin vermiyoruz. Bazıları Esad’a destekçi bulma peşindeydiler ancak geçen 5 yıl içinde bunun için kimseyi bulamadılar.” 

Kasimi sözlerinin devamında; ‘İran’ın Çavuşoğlu’nun ziyareti ile ilgili bilgi vermemesi ve Rusya’nın Nuje hava üssünü kullanması hakkında kendisine yöneltilen soruyu şöyle yanıtladı:  

“Bir iş ne kadar şeffaf olursa o kadar iyidir. Ancak Türkiye ile kararımız bunun ardından bilgi verilmesiydi ve saat farkı nedeniyle bu sorun oluşmuştur. Türkiye’nin bölgedeki etkinliği ve İran’ın bölgedeki büyük etkisi dikkate alındığında bizim görüşmelerimiz Suriye ve bölgedeki duruma katkı sağlayabilir. Rusya ile de tarafların operasyon sonrasında bilgi vermesi kararlaştırılmıştı  ve yerine getirildi. Rusya’nın İran’da üssü yoktur ve İran’da konuşlanmamıştır. Bu kısa süreli bir konuydu. Yapıldı ve kısa sürede sona erdi. 

Kasimi İran, Suriye ve Türkiye üçlü ittifakı kurulması konusunda ise şu ifadeleri kullandı:

“Türkiye ile İran ilişkileri dosyasında birçok konu vardır ve bunlar ikili ve bölgesel konulardır yani Yemen, Irak, Suriye ve Batı Asya’yı kapsamaktadır. Suriye ciddi konulardan biridir ancak üçlü bir ittifaka sahip olmamız için henüz erkendir. Rusya ve Türkiye ilişkilerinin gelişmesini destekliyoruz ve bu bir yerde üçlü katılımı sağlayabilir. Ancak bunun nerede ve ne zaman olacağı belirsizdir.”

Amerika’daki siyasi ve medya grupları İran savunma siyaseti ve füze teknolojisi ve savunma sistemi üzerinden propaganda yaparak; bölge ülkelerinin askeri güçlerini korumak ve İran’a hava saldırıları gerçekleştirebilmeleri için, Amerika’dan yeni yüksek teknolojik askeri teçhizat ve silah satın almaları gerektiği şeklinde yönlendirme yapıyorlar.
 
Parstoday’da yer alan bir yorum habere göre; İran İslam Cumhuriyeti’nin Rusya’dan aldığı S-300 füze savunma sistemi ile birlikte kendi savunma sanayi eliyle ürettiği füze sistemleri Amerika tarafından bahane edilerek, bölge ülkelerine ve özllikle körfezdeki petrol zengini ülkelere kendi silahlarını satmak gibi şeytani bir planın peşinde.
 
Parstoday’daki söz konusu yorum haberi ilginize sunuyoruz…
 Amerika’nın Füze savunma sistemi ve Rusya ile İran’ın stratejik işbirliğine karşı karalama kampanyası
 
Amerika’nın siyasi ve medya gurupları, İran karşıtı siyasetleri doğrultusunda İran savunma siyaseti ve füze teknolojisini geliştirme ve savunma sistemini uluslararası toplumun güvenliğini tehdit eden kaynak olarak yansıtmaya çalışıyorlar.
 
Amerika Cumhuriyetçi Parti ve NEO-Con Çetesinin organı olan “The American Enterprise” düşünce kuruluşunun Pazar günü “İran’da S-300 anti füze sisteminin konuşlandırılması” başlıklı analizinde, Rusya yapımı bu füze sisteminin İran’da yerleştirilmesinin bölgesel stratejik güç dengelerini değiştireceği, yeni bir sorun yaratacağı iddiasında bulundu.
 
The American Enterprise’in iddiasına göre Amerika S-300 füze sistemini radara yakalanmayan gelişmiş uçaklarıyla imha edebilir. Ancak bölge ülkeleri askeri güçlerini korumak ve İran’a hava saldırılarını yapabilmek için, Amerika’dan yeni yüksek teknolojik askeri teçhizat ve silah atın almalıdırlar.
 
İran savunma stratejisi doğrultusunda savunma sanayisinde büyük ilerleme kaydetmiştir. Nitekim İran savunma Bakanı Tüğgeneral Dr. Hüseyin Dehgan yaptığı açıklamada, İran İslam Cumhuriyeti’nin farklı menzile sahip, tahrip gücü yüksek, hedefi sıfıra yakın sapma ile vurabilecek füze imal etme teknolojisine sahip olduğunu söyledi.
 
Diğer taraftan İran diğer ülkelerle de askeri ve savunma sanayi konusunda işbirliğini geliştirmiştir. İran Savunma bakanı, İran İle Rusya’nın Suriye’deki Selefi Vahahbi Tekfirci DAEŞ terör örgütüne karşı askeri işbirliği ve İran’ın Hemedan hava üssünün Rus uçaklarının yakıt ikmali için tahsis edilmesine karşılık Amerika ve müttefiklerinin karalama kampanyalarına değinerek, İran İle Rusya’nın terörizme karşı savaşta stratejik işbirliği çerçevesinde böyle bir karar alındığını ve Suriye’nin talebi üzerine bu  askeri işbirliğinin gerçekleştirildiğini söyledi.
 
Amerika İran ile Rusya’nın askeri stratejik işbirliğiyle İran’ın füze sistemini tehdit kaynağı olarak yansıtmaya çalışyor ama; Katar, Bahreyn, Birleşik Arap emirliklerinde, Siyonist rejimce işgal edilen Filistin topraklarında ve Türkiye ile Afganistan’da askeri üsleri bulunuyor. Amerika ayrıca İslam ve Arap dünyası ile bölge ülkelerini tehdit eden terörist İsrail rejimini 5700 KM menzile sahip füzeler ve nükleer başlıklarla donatmıştır. Amerika bölgedeki askeri üsleri, müdahaleleri ve işgallerle bölgedeki krizler ve yıkımlarla katliamlara sebep olmuş ve olmaktadır.
 
ABD, Güney Amerika ülkelerinde, özelliklikle Bolivya, Küba, Dominiken, El Salvador, Ekvator, Guatemala, Haiti, Honduras, Jamaika, Meksika, Panama, Peru, Surinam, Uruguay gibi ülkelerde askeri darbeler ve askeri müdahaleler yapıp, halk kitlelerini katliamdan geçirmiştir.
 
Amerika Kore yarım adasına ve Vietnam’da da milyonlarca insanı katliamdan geçirmiştir.Amerika bu güne kadar ortalama her yıl 15 ülkeye müdahalede bulunmuştur.
 
Amerika 2001 yılında El-Kaide terör örgütüyle mücadele bahanesiyle Afganistan’ı işgal etmiş, bu işgalde onbinlerce masum Afganlı, Amerika ve NATO’nun bombalarıyla katliamdan geçirilmiştir.
 
Amerika ile İngiltere liderliğindeki müttefikleri Irak’ı işgal edip bir milyonu aşkın Halkı katlettiler. Kullandıkları nükleer taktik silahları ve mühimmatlarla Irak çevre hayatını da kirlettiler.
 
Amerika liderliğindeki NATO 2011 yılında Libya’ya saldırıp, milyonlarca Libyalıyı katledip yaraladılar ve mülteci durumuna düşürdüler.
 
İşlenen bütün bu savaş ve insanlık suçlarına Amerika İran füzelerini ve savunma amaçlı füze sistemini tehdit kaynağı olarak göstererek, Fars Körfezi bölgesindeki Arap krallık ve Şeyhliklerine milyarlarca dolar yeni silah ve askeri teçhizat satın almaya zorlamaktadır.
 
Aslında Amerika, İran ile Rusya’nın Suriye başta olmak üzere, bölgedeki terörizmle mücadele amacıyla geliştirdiği stratejik işbirliğinden endişe duymaktadır.  

Salı, 23 Ağustos 2016 16:30

İran’dan Ankara’ya Sürpriz Ziyaret


İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Cabiri Ensari, ‘bölgesel konuları görüşmek üzere’ Ankara’ya geldi.
 
İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’in Arap ve Afrika İlişkilerinden Yardımcısı Ensari’nin sürpriz Türkiye ziyaretinde ‘bölgesel konular’ın ele alınması bekleniyor.

ENSARİ’NİN ARDINDAN LARİCANİ DE TÜRKİYE’YE GELECEK
Öte yandan IRNA’ya göre, Ensari’nin ardından İran Parlamentosu Başkanı Ali Laricani de ‘yakın zamanda’ Türkiye’ye bir ziyaret düzenleyecek.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da 18-20 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirdiği Hindistan ziyareti öncesinde sürpriz şekilde İran’ı ziyaret etmişti. Çavuşoğlu görüşmeyle ilgili olarak, “Suriye’de ateşkesin sağlanması konusunda tüm muhataplarımızla birçok platformun dışında ikili ya da çoklu görüşmelerimizi de yapıyoruz. Esasen, genel olarak konuştuğumuz bu konuları biraz daha detaylı. Biz her zaman söylüyoruz, bölgede Suriye, Irak gibi ülkelerde sorunu çözmek için İran ve Rusya’nın rolü çok önemli ama yapıcı rolü çok önemli” demişti.

ANKARA’NIN ZİYARETÇİ TRAFİĞİ YOĞUN

Bu arada son dönemde Ankara’da yaşanan ziyaretçi trafiği arttı. Ankara bugün Ensari’nin yanı sıra Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’yi de ağırlayacak. Barzani’nin Türkiye’nin ardından İran’a gitmesi bekleniyor. Ancak bu ziyaretin kesin tarihi henüz açıklanmadı.

Darbe girişiminin ardından Türkiye’nin iadesini talep ettiği Fethullah Gülen hakkındaki süreci görüşmek üzere görevlendirilen ABD heyeti de bugün Ankara’da. Yarın ise ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden Ankara’ya gelecek. Bunlara ek olarak NATO’nun Avrupa Müttefik Kuvvetleri Başkomutanı ve ABD’nin Avrupa’daki Kuvvet Komutanı Curtis Scaparrotti, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın davetlisi olarak dün Ankara’daydı.

 

Cabiri Ensari ile Ümit Yalçın bir araya geldi

İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Cabiri Ensari, Ankara’ya düzenlediği ziyaret kapsamında mevkidaşı Ümit Yalçın ile görüştü.Cabiri Ensari’nin Türkiye ziyareti kapsamında mevkidaşı Ümit Yalçın ile bir araya geldiği belirtildi.

Alınan bilgiye göre, 4 saat süren görüşmede, bölgesel gelişmeler ve iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi konusu ele alındı.

Bu görüşmede ayrıca, terörizmle mücadelede İran ve Türkiye’nin işbirliğine dair konular değerlendirildi.

İranlı yetkili, Ümit Yalçın ile yaptığı görüşmenin ardından ülkesine geri döndü.

İran Savunma Bakanı Tuğgeneral Hüseyin Dehgan, Savunma Sanayisi Günü dolayısıyla katıldığı basın toplantısında; S-400 füze sistemi hakkında kendisine yöneltilen soruyu şöyle yanıtladı: “Rusya tarafından bize S-400 ve diğer bazı füze sistemleri için teklifte bulunuldu ancak bizim S-400 için bir planımız bulunmamaktadır.”

Dehgan, Türkiye’nin Suriye politikasına ilişkin olarak da şunları söyledi: “Ne yazık ki Türkiye hükümeti Suriye’deki meşru siyasi düzene karşı yanlış adımlar attı. Onların IŞİD terör örgütüne destek ve yardım adımları herkes tarafından bilinmektedir. Bugün bizler Türkiye’nin politikalarının halkın ve bölgenin yararına olmadığını görüyoruz. Türkiye’nin birçok bölgesinde patlamalar meydana geldiğini ve Türkiye’nin kendi güvenliğini terörizme daha fazla destek verdiği için tehlikeye attığını gördüğümüzde, Türkiye’nin ve  bazı bölge ülkelerin politikalarının İsrail karşıtı olmadığını söylemek gerekir.”

Dehgan, IŞİD terör örgütünün Irak’taki faaliyetlerine ilişkin olarak da şunları söyledi:

“Musul’un kurtarılmasıyla inşallah Irak’ta önemli değişiklikler meydana gelecektir ve IŞİD artık ömrünün son günlerine yaklaşmıştır.”

Dehgan sözlerinin devamında kendisine; Suriye’nin son durumu ve Rusya’nın teröristlere yaptığı saldırılarda İran’daki hava üssünü kullanması hakkında yöneltilen soruları şöyle yanıtladı:

“Bizim Rusya ile işbirliğimiz sistemin genel politikaları ve Milli Güvenlik Konseyi esasları doğrultusundadır. Rus uçaklarının İran Hava Üssünü kullanması İran ile Rusya arasında Suriye’deki terörizme yapılacak saldırılarda karşılıklı yapılan işbirliği doğrultusunda ve Suriye’nin talebi üzerine gerçekleşmektedir. Rus uçaklarının İran’a ait hava üssünü kullanmasının meclisle bir ilgisi yoktur. Çünkü biz hiçbir hava üssünü Rusya’ya tahsis etmedik. Eğer birisi İran’ın Rusya’ya askeri üs tahsis ettiği ve bunun anayasaya aykırı olduğu yönünde  bir çıkarımda bulunduysa, bu hatadır ve yanlış bir çıkarımdır. Çünkü biz hiçbir askeri üssü Rusya’ya tahsis etmedik ve şuan yapılan da Milli Güvenlik Komisyonu’nun kararıyla yapılmıştır.

Rus uçaklarının İran üssünü kullanması geçici bir durumdur. Biz herhangi bir askeri üssü Rusya’ya tahsis etmedik ve sadece iki tarafın anlaşması ve Suriye’nin isteği üzerine ve terörizme karşı daha etkili saldırılar yapılabilmesi için Rus uçaklarını İran hava üssünü kullanması kararı alındı. 

Rus uçaklarının İran’a seyahat amacıyla gelmediği ve yakıt ikmali veya silahlanma amacıyla geldiği ortadadır. Ancak bizim şuan Rusların diğer üslerimizi kullanması konusunda bir planımız yoktur. Ama eğer şartlar bunu gerektirecek olursa bunu değerlendireceğiz.”

Tuğgeneral Dehgan açıklamalarının devamında direnişe verilen desteğin Irak ve Suriye’de barışı sağlamak ve tekfirci örgütlerle mücadele kapsamında olduğunu belirterek şunları söyledi:

“Bizim Suriye ve Irak’a verdiğimiz destek hem şer’idir ve hem de uluslararası ilişkilerde bir temel taş olarak tanınmıştır. Biz Irak ve Suriye’ye askeri destek veriyoruz ve daha önce de ifade ettiğimiz gibi Irak ve Suriye’de askeri danışmanlarımız bulunmaktadır ve bunu devam ettireceğiz. Irak ve Suriye’yi terörizmle mücadelede desteklemek, bölgede ve İran’da emniyeti sağlamak için atılan bir adımdır. Bizim Suriye ve Irak’a  terörizmle mücadelelerinde verdiğimiz desteğin tek amacı bölgedeki barışı ve güvenliği sağlamak değildir. Bununla kendi emniyetimizi de sağlamış olacağız. Ve İsrail karşıtı hangi grup bizden destek talep ederse, talebini kabul edeceğiz.”

Dehgan sözlerinin devamında Batı tarafından IŞİD aleyhine kurulan koalisyona işaret ederek şu ifadeleri kullandı: “Bugüne kadar bu koalisyondan terörizme karşı ciddi bir operasyon olmadı ve bu işte hiçbir iradeye de şahit olmadık. Bizim asıl sorumuz şudur; eğer Batılılar terörizmle mücadele etmek istiyorsa neden kendileri onları silahlandırıyor. “

Dehgan, Rusya ile Amerika arasında Suriye hususunda yapılan müzakerelere ilişkin olarak da şunları söyledi: “Biz Rusya ile, bizden birinin Suriye konusunda diğerleriyle görüşme yaptığında birbirimizden haberimiz olması konusunda anlaştık. Rusya ile Amerika arasında Suriye’nin geleceği konusunda görüş ayrılığı vardır. Ancak biz İslam Cumhuriyeti olarak Suriye’deki mevcut düzenin devam etmesi gerektiğini ve Esad’ın bizzat kendisinin halktan aldığı oylar nedeniyle siyasi düzende karar mercii olarak bulunması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü biz her zaman kendi siyasetimizin arkasında olduk ve olacağız.

Dehgan açıklamalarının devamında Savunma Bakanlığının savunma sanayisi ve uzay alanındaki ilerlemelerine işaret ederek sözlerini şöyle sürdürdü: “Biz bugün savunma alanında kayda değer bir güce ulaştık ve ihtiyacımız olan uçaklarını üretmeyi başardık. Bugün uçak üretimi alanında kendimize yetecek miktarda üretime ulaştık ve bizim sıkıntı  yaşadığımız asıl nokta uçak motoruydu ve bu da yarın gösterilecektir.”

Tuğgeneral Dehgan, Kahir savaş uçağı hakkında da şunları söyledi: “Kahir savaş uçağı şuan üretimin son aşamasındadır ve yakın bir zamanda operasyona hazır olacaktır.”

İran Dışişleri Bakanlığı Sözücü Behram Kasımi, Gaziantep'te düzenlenen terör eylemini şiddetle kınadı.

Sözcü Behram Kasımı, yaptığı açıklamada, çok sayıda kişinin yaralanması ve hayatını kaybetmesine neden olan Gaziantep’teki terör saldırısını şiddetle kınayarak, “Bu insanlık dışı eylemden dolayı Türkiye devleti ve halkına başsağlığı diliyor, hayatını kaybedenlerin ailelerine de içten taziye dileklerimizi iletiyoruz” ifadelerini kullandı.

Kasımi, “Bir düğün törenine yapılan bombalı salıdırıda sivillerin hedef alınması terörizmin insanlık dışı yüzünü bir daha apaçık şekilde ortaya koydu. Radikal örgütlerin bu tür alçakça eylemleri bölgenin güven ve istikrarını tehdit ediyor. Terörizmin önlenmesi için bölge ülkerinin daha ciddi mücadelede bulunması gerekiyor” şeklinde konuştu.

İran’da Savunma Sanayii Günü’nde düzenlenen törende İran yapımı ilk yerli turbo jet uçak motoru  görücüye çıktı.

Törene Cumhurbaşkanı Ruhani ve ayrıca askeri yetkililer katıldı.

Ruhani törenin kulisinde savunma sanayiinin düzenlediği sergiyi gezdi ve İran silahlı kuvvetlerinin en yeni kazanımları hakkında bilgi aldı.


İşgalcilerin 47 yıl önce Mescid-i Aksa’yı yakma girişiminde bulunmaları dolayısıyla bugün İslam aleminde Camiler günü olarak isimlendirildi.
 
 
Kudüs ve Mescidi Aksa İşleri Enformasyon Merkezi (QPress), Mescidi Aksa’nın yakılışının 47’nci yıldönümü münasebetiyle etraflı bir rapor yayınladı.

Merkez yayınladığı raporda, işgalcinin Mescidi Aksa’yı işgal ettiği 1967 yılından şimdiye kadar Aksa’ya yönelik yaptığı saldırı, baskın ve tecavüzlere dikkat çekti.

Raporda, 2009 yılından şimdiye kadar 80 bin Siyonist yerleşimcinin Mescidi Aksa’yı basıp kirlettiği, işgal rejiminin Mescidi Aksa çevresinde ve altında 50 adet kazı yaptığı, Aksa’nın çevresinde 102 sinagog inşa ettiği belirtilerek, kuşatma, kazı ve Yahudileştirme şeklinde Aksa’yı hedef alan Siyonist üçgenin büyük bir tehlike oluşturduğu ifade edildi.

Raporda şu hakikatlere dikkat çekildi:

“21 Ağustos 1969 tarihinde meydana gelen yangın her ne kadar Siyonist işgal rejimin 07 Haziran 1967 tarihinde işgal ettiği Kudüs’e ve özellikle Müslümanların ilk kıblesi olan ve Siyonistlerin ağzıyla “Kudüs olmadan İsrail olmaz, Heykel olmadan da Kudüs’ün değeri olmaz” şeklinde ifade edilen proje kapsamında Aksa’ya yapılmış en büyük terör saldırısı ise de Mescidi Aksa’da çıkarılan asıl yangın bir dakika olsun hiç durmadı. 47 yıl önce başlayan yangın hâlâ devam ediyor. Bu yangın baskın, tünel ve kazılarla, Yahudileştirme ve yerleşkelerle sürüyor. Bu üç tehlike Aksa için devam eden tehlike üçgenidir.”

Raporda, son sekiz yılda 80 binden fazla Siyonistin Aksa’ya baskın düzenlediği, bunlardan 66174 kişinin yerleşimci, 10747 kişinin asker ve istihbarat elemanı olduğu belirtildi.

QPress tarafından hazırlanan raporda işgalcinin Aksa’nın altında ve çevresinde gerçekleştirdiği tünel ve kazıların yanında, Kudüs çevresinde inşa ettiği yerleşkelerle ilgili de etraflı bilgiler verilerek, işgalcinin bu planlarla Aksa’yı tamamıyla ortadan kaldırmak istediğine dikkat çekildi.

Pazar, 21 Ağustos 2016 01:11

Nasrallah: Gelecek Savaşta Zafer Bizimdir

Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah 2006 yılındaki 33 günlük savaşta Direnişin zaferinin normal geleneklerin dışında bir zafer olduğunu belirtti.

Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah El-Menar kanalıyla İsrail ile yapılan 33 günlük savaşın çeşitli boyutları hakkında konuştu.

Birçok Arap ülkesi 33 günlük savaşta İsrail’i destekledi

Hasan Nasrallah, ‘siz 2006 yılı Temmuz ayındaki 33 günlük savaşta Lübnan Direniş Kuvvetlerinin zaferini ilahi bir başarı olarak nitelendirdiniz. Acaba gerçekten de askeri eşitsizlik nedeniyle bir mucize ve gaybi bir yardım söz konusu muydu?’ sorusu üzerine şunları söyledi:

“ Bu savaşın değerlendirilmesindeki matematiksel ve mantıksal bakış farklıdır. Üç ve üçün toplamı altıdır ve hiçbir zaman üç ve üçün toplamı altmış olamaz ama üç ve üç altı yüz toplamını düşündüğünüzde sonuç, denklemlerin dışındadır. Ve nasıl böyle olduğu sorusu gündeme gelir. Şimdi savaşa dönelim. İlk olarak bu savaşta İsrail Ordusu bölgedeki en güçlü ordu olarak savaşta bulunuyordu. İsrail Ordusu dünyadaki en güçlü on ordu arasında yer almaktadır. İsrail’in bölgedeki en güçlü ordu olduğu konusunda ve Batı Asya’da en güçlü hava kuvvetlerine sahip olduğu noktasında hiçbir tartışma söz konusu değildir. İsrail askeri bir rejimdir. İsrail halkı da askeridir ve bu rejim diğer ülkeler gibi devlet, asker ve halk bölümünden oluşmamaktadır. Amerika ve diğer bir tabirle uluslararası toplum ve birçok Arap ülkesi bu savaşta İsrail’i desteklemiştir.

İsrail bu savaşta geniş çaplı bir şekilde medya, siyasi, mali ve askeri destek görmüştür. İsrail için hava köprüsü kurarak bu rejim için füze sevkiyatı yapmışlardır. İsrail savaşın ilk günlerinde bütün akıllı füzelerini kullanmıştı. Savaşın ilk günlerinde İsrail’in hava saldırıları çok geniş çaplı ve şiddetliydi. Bu saldırılar karşısında bir halk direnişi vardı. Uzun ve geniş bir ordudan bahsetmiyoruz. Bir kısım Lübnan halkından oluşan bir halk direnişinden bahsediyoruz. Biz bu savaşta saygı göstermek ve değer vermek için Lübnan halkı tabirini kullanıyoruz ama hakikat şu ki bu savaşta Lübnan halkının bir kısmı Direnişin yanındaydı ama Lübnan halkının diğer kısmı da bu savaşta farklı bir görüşe sahipti.”

Arap halkı 33 günlük savaşta Direnişi destekliyordu

Seyyid Hasan Nasrallah konuşmasının devamında şunları söyledi: “ O günlerde Lübnan hükümetinde görüş ayrılıkları vardı ama Direnişe karşı komplo kurdukları söylenemez. O zamanki Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud ve Lübnan Meclis Başkanı Nebih Berri bizim tarafımızdaydı ama hükümette görüş ayrılıkları mevcuttu. O zamanki Lübnan Başbakanı Fuat Sinyora ve birçok milletvekili karşı taraftaydı. Arap rejimlerinin duruşu çok açıktı ama Arap halkı bizimle birlik ve beraberliklerini belirtiyor, protestolar düzenliyor, bize olan sevgilerini gösteriyorlar ve bizi destekliyorlardı ama bu durum savaş meydanına etki eden bir durum değildi. Bu durum sadece askerlerin sakinleşmelerini ve Arap ülkelerinde kendilerini destekleyen bir halkın olduğunu anlamalarını sağlıyor ve sadece psikolojik ve manevi destek veriyordu. Savaş meydanındaki mali, siyasi, diplomatik, askeri ve güvenlik desteği Siyonist düşman yararınaydı ve istisna olarak sadece İran ve Suriye bizi destekliyordu.

2006 yılında Uluslararası ve bölgesel olarak Direnişi yok etme kararı aldılar

Direniş kuvvetlerinin sayısına, teçhizatlarına, savaşın coğrafi alanına, bölgedeki gelişmelere ve bize karşı kullanılan ateş hacmine dikkat etmeliyiz. İsrailliler kendileri, bu rejimin 2006 yılında Lübnan savaşındaki hava saldırılarının Arap ülkeleriyle yapılan savaşlardan çok daha fazla olduğunu itiraf ettiler. Aynı zamanda bu savaşta uluslararası ve bölgesel olarak Direnişi ortadan kaldırma kararı alınmıştı ama görüyorsunuz ki, Direniş kazandı. Bu yüzden bu mukaddime matematiksel ve mantıklı bir denklem değildir ve Direnişin zaferi normal kural ve denklemlerin dışındadır ve bu zafer Allah’ın iradesi, takdiri ve yardımıdır. Benim bu savaşta ilk gününden otuz dördüncü güne kadar olayların detaylarını dikkate alarak yaptığım tek açıklama bu zaferin Allah’ın müminlere, mücahitlere, sabır ve direniş ehline vaat ettiği zafer olduğudur.

Direnişin zaferi bazı Arap ülkelerini endişelendirdi

Hizbullah Genel Sekreteri, ‘bu günler Direnişin 33 günlük savaşta zaferlerinin onuncu yıldönümü günleridir ama ben Beyrut havaalanından itibaren zafere ait hiçbir iz ve pankart görmedim. Bu izlere sadece Güney Lübnan’da rastlanıyor. Neden Arap halkı zaferlerinden utanıyor ve yenilgileriyle iftihar ediyorlar?’ sorusu üzerine şunları söyledi:

“ Bazı konularda durum daha kötü. 2000 yılında Siyonistler yenilerek çok rezil ve aşağılanarak Lübnan’dan çıktılar. Bu zafer gerçek bir Arap zaferiydi ve bu zaferde hiçbir siyasi, güvenlik ve askeri konunun rolü yoktu. İsraillilerin geri püskürtülmesinde hiç kimse hayatını kaybetmedi ve yaralanmadı. Ben bu olayda espri olarak, ‘ sınırda bir tavuk bile öldürülmedi’ demiştim. Bu olayda binlerce Siyonist uşağı bulunmasına rağmen, hiçbir ev yıkılmadı. Kilise ve mescit gibi hiçbir dini mekân zarar görmedi. O zaman bile Lübnan’da bazıları İsrail nasıl olurda sınırda yenilir diye bu zaferden hoşlanmadılar ve üzüldüler. Bu üzüntüyü bazı Arap ülkeleri de yaşadı ve bu zafer onları derinden üzdü. Bu durum 2006 yılı Temmuz ayındaki savaş için de geçerlidir. O günlerde Lübnan’da ve Arap ülkelerinde bazı kişiler İsrail’in bu savaştaki zaferine ümit bağlamışlardı ve bu ümide dayanarak rüyaları, hedefleri ve planları vardı. Gece Gündüz Direnişin yenileceği ve İsrail’in kazanacağı ümidindeydiler ve böylesi bir atmosferde ve ortamda, Direniş kazandığı zaman diğer tarafların mutlu olmasını mı bekliyorsunuz, doğal olarak öfkeleneceklerdir.”

Lübnan Hükümetinde bazılarının komploları 33 günlük savaşın uzamasına neden oldu

Seyyid Hasan Nasrallah, ‘ Bu savaşta bazılarının sadece Direnişin yenilmesini ümit ettiklerini değil, hatta Seyyid Hasan Nasrallh için bir hapishane hazırladıkları yönünde üzücü bir haber duydum’ yönündeki soru hakkında şunları söyledi:

 “ Biz, Lübnanlılar ve diğer taraflar arasındaki siyasi müzakerelerin ayrıntılarına vakıfız. Savaşın son günlerinde Avrupa’nın büyükelçilerinden biri, Hizbullah’ın uluslararası ilişkilerdeki bir yetkilisiyle telefon görüşmesi yaptı. O dönemde Hizbulah’ın uluslararası ilişkiler sorumlusu Seyyid Nevaf El- Musevi’ydi ve bu büyükelçiye şahsi olarak gelip görüşme yapabilir misiniz diye sordu ve Beyrut’un batısında bir görüşme bölgesi belirlediler ve bu büyükelçiliğin temsilcisi geldi. Bu temsilci Nevaf El-Musevi’ye, ‘ Lübnan Hükümetinde daha fazla çaba gösterin, çünkü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi karar aldı. İsrailliler savaşa devam etmek istemiyorlardı ve bu savaşı sonlandırmak için son derece ısrar ettiler ve talepte bulundular. Amerikalılar, İngilizler ve Güvenlik Konseyinin diğer daimi üyeleri de bu savaşı durdurmak istiyorlardı ama sorun Lübnan hükümetindeydi’ dedi.

Savaş, savaşın son günlerinde çok şiddetlenmişti ve bu savaş 14 Ağustos’tan önce duracaktı ama bu savaş Lübnan Hükümetinin tutumu sebebiyle birkaç gün daha uzadı. O günlerde Lübnan hükümetinden bölgedeki belirli ülkelere bağlı olan bazıları, bu savaşın uzamasına neden oldular. Bu savaşın durdurulması yönünde tüm ayrıntılarına kadar anlaşma sağlandıktan sonra, Lübnan içerisinde bir grup, ‘ Direniş Litani nehrinde bulunurken ve direniş silahsızlanmamışken bu savaşın durdurulması nasıl mümkün olabilir’ şeklinde söylemlerde bulundular.

Durum böyleydi ve bu grup aynı şekilde bu tutumuna devam etmektedir. Biz savaştan sonra ülkeyi kalkındıracağımızı, sorunları ve düşmanlıkları aşacağımızı söyledik. Nebih Berri iltifatta bulunarak Direnişle bir alakası olmamasına rağmen Lübnan Hükümetini Direniş Hükümeti olarak nitelendirdi.

48 yılından itibaren Arap politikacılar İsrail’i düşman olarak görmüyorlar

 1948 yılından itibaren Arap Rejimleri ve bu rejimleri kullanan tüm siyasi kuvvetler İsrail’i düşman olarak görmüyorlar ve Filistin, Lübnan ve Arap halkının onurunu ve izzetini asla önemsemiyorlar.

Belki sizler bu durum karşısında şaşırabilirsiniz ama bu artık bizim için normal bir durum. Biz 2000 yılındaki zaferimizi Lübnanlılara, Filistinlilere, Müslümanlara, Araplara ve dünyadaki tüm özgürlere armağan ettik ve bu zaferle ilişkisi olan ve olmayan herkesten teşekkür ettik. Biz 33 günlük savaştaki zaferimizi de herkese armağan ettik ama bu savaşın yıldönümünde bazılarının bu zaferi inkâr ettiğine şahit olduk. İsrail on yıl önce bu savaştaki yenilgisini itiraf etti. İsrail bu yenilgiden sonuçlar çıkarıyor ve bu savaşın yıldönümünde programlar düzenliyor. Tüm İsrailli yetkililer savaşın onuncu yıldönümünde bir tutum ve duruş sergiliyorlar. İsrail’in eski ve şimdiki başbakanı, savunma bakanları ve eski ve mevcut ordu komutanları, İsrail güvenlik kuruluşları bu savaş üzerinde duruyorlar.

İsrailliler en çok savaşın onuncu yıl dönümünde bu savaş üzerinde durdular. İsraillilerin hepsi bu savaşta yenildiklerini kabul ediyorlar ama Lübnan’da ve Arap rejimlerinde bazıları ve özellikle de Körfez Arap ülkelerine bağlı medya bu zaferi kabul etmiyor. İsrail bu savaşta yenildiğini ama medya İsrail’in bu savaşta kazandığını söylüyor. Bu tutumların siyasi ve psikolojik geçmişi vardır ve bizim için bu konu normaldir.

Eğer Lübnan’a karşı yeni bir savaş başlatılırsa, Direniş kazanacaktır

Seyyid Hasan Nasrallah, ‘ siz 33 günlük savaşın ilk günlerinden itibaren zafer vaat ettiniz, bu zafer vaadi neye dayanıyordu’ sorusuna şöyle yanıt verdi:

“ Bu vaat hakiki imana dayalıydı. Ben ve kardeşlerim, Allah’ın müminlere, mücahitlere ve sabır ehline verdiği vaade iman ediyor ve inanıyoruz. Öte yandan ilahi zaferin şartları oluşmuştu ve bu meydana geldi. Eğer Lübnan’a karşı yeni bir savaş başlatılırsa ben Direniş Kuvvetlerinin bu savaşı kazanacağından eminim. Allah-u Teâlâ Direnişin yardımcısıdır. Bu şartların oluşması belirli konular üzerinedir ve ilk olarak biz isteklerimizin hak olduğunu biliyoruz.

Kişi batıl ve zulüm üzere savaşırsa Allah’ın desteği ve yardımına nail olamaz. Bizim İsrail ile savaşımız ilk günden kıyamete kadar hak üzere bir savaştır ve bunda hiçbir şüphe yoktur. İkinci olarak biz Allah’ın vaadine güveniyoruz. Üçüncü olarak, Allah-u Teâlâ bizden hazırlıklı olmamızı istemiştir. Allah-u Teâla bizden ülkeyi savunmak için dünyanın en güçlü hava kuvvetlerine sahip olmamızı istememiştir, bizden sadece elimizden geldiği kadar kendimizi donatmamızı ve hazırlıklı olmamızı istemiştir.

33 günlük savaş Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan bir savaştı

Biz kendimizi Suriye’de üretilen Katyuşa ve uzun menzilli füzelerle donattık. Tel Aviv’i hedef alabilecek füzelere sahibiz. Hava savunmasında, savaş gemileri ile mücadele etmede kendimizi çeşitli füzelerle donattık ve eğitim görmüş özel kuvvetlerimiz var. Allah-u Teâlâ elimizden gelenin bu olduğunu biliyor. Biz 2000 yılından 2006 yılına kadar uyumadık ve gece gündüz çaba gösterdik.

Bu süre zarfında bazı kardeşlerimiz şehit oldu. Biz 2000 yılından itibaren İsrail’in bu yenilgi karşısında sessiz kalmayacağını ve bir gün saldıracağını biliyorduk. Bu yüzden kendimizi askeri, kültürel, iman ve medya yönünden donattık ve Allah’ta imkânlarımızın bu kadar olduğunu biliyor. Direniş kuvvetleri itaatkâr ve müttehit bir gruptur. Direniş kuvvetleri arasında hiçbir tartışma ya da kavga yoktur. Çünkü kavga yenilgi demektir. Allah-u Teâla kendi içerisinde hatta savaş hakkında tartışan bir gruba ilahi destek vermez. İlahi zaferin şartlarından biri, birbirine bağlı ve itaatkâr kuvvetler olmaktır. Ben bu konuda güzel bir rivayete rastladım. Allah-u Teala Kadir Gecesinde bütün kullarına rızık, başarı, ömür ve çeşitli nimetler bahşediyor ama meleklere, eğer iki kul birbiriyle tartışırsa, onlar barışana kadar onları kendi hallerine bırakmalarını söylüyor.

Bu yüzden bu rivayete göre Allah-u Teâla bizden birbirimize bağlı olmamızı istiyor ve direnişte bu bağlılık mevcut. Aynı zamanda Allah-u Teâlâ bizden çok çaba göstermemizi de istiyor. Tehditlerle mücadelede , fırsatları değerlendirmede, mücadeledeki taktik ve stratejiler konusunda yoğun çaba gösterdik. Böylece bütün şartları yerine getirdik. Ben Hizbullah’ın bütün kuruluşlarının tüm faaliyetlerini takip ediyorum. Allah’ın yardımına mazhar olmanın en önemli şartlarından biri de ihlaslı olmaktır. 33 günlük savaşta bulunan Direniş Kuvvetleri, Arap ülkelerinde övülmek ya da dünyalık menfaatler elde etmek için bu savaşa katılmadılar. Bu savaş gerçekten de Allah’ın rızasını kazanmak ve vazifeye amel etmek için yapılan bir savaştı ve bu kıyamette bizden sorulacak. Direniş Kuvvetleri arasında iman, ahlak, sabır, akıl ve en üst düzeyde çaba ve hazırlık bulunmaktadır ve bizler Allah’ın kuluna yardımı için gerekli olan tüm şartları oluşturduk.

33 günlük savaşta zafere ulaşılacağı daha ilk günlerden belliydi

Temmuz savaşında zafere ulaşılacağı daha ilk günlerden belliydi ve kesin zafere savaşın son günlerinde ulaşıldı. Bütün herkes dünyanın en güçlü ordularından olan İsrail’in her şeye sahip olmasına ve bu savaş için planlar çizmesine rağmen bizim karşımızda korku içerisinde olduğunu biliyordu ve bundan emindi. Allah-u Teâlâ Lübnan halkı arasına güven ve İsrailliler arasına korku ve endişe yaymıştı ve biz bu durumu Allah’ın müdahalesi olarak görüyoruz. Ben Allah’ın müdahalesine yakin ediyor ve inanıyorum ve bu yakin de kendiliğinden ve aniden gelişen bir imana dayalı değil. Bu iman, delil, mantık, Kur’an-i anlayış ve İlahi yardımın şartlarına dayalı bir imandır ve bu durum gelecek için de geçerlidir. Direniş birbirine bağlı, ihlaslı ve hazırlıklıdır ve gece gündüz çaba göstermekte, bu dünyadan hiçbir teşekkür ve karşılık beklememekte, Allah- u Teâlâ’dan mükâfat dilemektedir. Allah-u Teâlâ böyle insanlara neden yardım etmesin ki. Allah-u Teâlâ söz vermiştir ve verdiği sözden geri dönmez.”

Seyyid Hasan Nasrallah El-Menar Kanalı ile yaptığı röportajın devamında, ‘tarih boyunca zafer kazanan taraf gücü eline alır ama size baktığımızda bunun olmadığını görüyoruz. Siz bu savaşta şehit verdiniz ve gerçek anlamda bir zafere ulaştınız. Acaba dar görüşlü kişilerin şehitlere ve bu zafere hakaret etmesine neden olan şey sizin takva ve imanınız mıydı?’ sorusuna şöyle yanıt verdi:

 “ Takva ve dindarlık meselesi değil. Bir ülkeyi yönetmek için bazı sorumluluklar var ve bazıları dünya, makam ve mevki elde etmek için bu sorumlulukları üstleniyorlar ve insan bu konuda takvalı olmalı ama ülke idaresinin bir bölümü ekonomik, toplumsal, güvenlik ve kültürel sorunları halletmek için üstlenilen sorumluluklardır ve bu alanda görevler yerine getirilmelidir. Biz bu sorumlulukların yerine getirilmesini göz ardı etmiyoruz. Lübnan’da ülkeyi fakirliğe sürüklemek pahasına iktidarda kalmak isteyen siyasi bir grup var ve bu kişilerin büyük çoğunluğu ülkeyi yağmaladılar. Maalesef bu kişiler kendi kabileleri tarafından desteklenmekteler. Lübnan’da bir kişi hırsızlık ya da yolsuzluk yapsa da seçimlerde yakınları ve kabilesi tarafından destekleniyor ve seçiliyor. Biz 2006 yılındaki zaferden sonra Direniş Kuvvetlerinin bu savaşta kazandığını ve tarihi bir başarı elde ettiğini söyledik. Eğer biz o zaman gücü bize verin demiş olsaydık, Lübnan bir iç savaşa ve sonu olmayan bir fitneye doğru giderdi.

Lübnan’da her şey çok kısa sürede mezhepsel ve kabilesel bir hal alıyor. Bizim iktidarda bulunmamız halka hizmet için olmalıdır ama iktidara gelmek yıkıma ve kabileler arası bir savaşa sebep olursa, bu bizim hedefimiz değildir ve bu hedefe ulaşmanın haram olduğu bile söylenebilir ve ne pahasına olursa olsun iktidarda bulunmak istenmemelidir. Tarih boyunca zafere ulaşan taraf halkın geniş desteğiyle karşı karşıyadır ama Lübnan’da Direniş Kuvvetleri mezhep kargaşalarıyla karşı karşıyadır.

Maalesef Lübnan halkının bir kısmı Direnişin zaferine üzüldüler. Lübnan’da büyük tartışma ve kavgalar söz konusudur. Bazıları Hizbullah’ın şehit verdiğini ve fedakârlıkta bulunduğunu söylüyorlar. Hizbullah’ın parlamentodaki milletvekilleri bu konuyu sınırlı olarak dikkate alıyorlar. Böylesi konular, ülkeyi bir iç savaşa, mezhepsel fitnelere götürmemek için sınırlı bir şekilde değinilen konulardır. Bizim bu konulara şer-i ve akli olarak dikkat etmeye çalışıyoruz. Durumu bundan daha kötüye sürüklememeliyiz.”

Seyyid Hasan Nasrallah, ‘ben tarihin Direnişin 2000 ve 2006 yılındaki savaşlardaki zaferleri konusunda insaflı davranacağını düşünmüyorum. Siz yüzyıldan sonra tarih sayfalarında size adaletli bir bakış olacağını düşünüyor musunuz?’sorusu üzerine şunları söyledi:

“Gündemdeki konulardan biri, birçok tarih kitabı hakkında şüphe olmasıdır. Bizim zamanımızda her şey mevcuttur. Ses kayıtları, resimler, belgeler ve medya bulunmaktadır ve bunlar gerçeklerin ortaya çıkmasında kullanılan araçlardır. Geçmiş yüzyıllarda Fuat Hançer gibi meşhur güneyli şahsiyetler vardı ve Fransızlara karşı Direniş hakkında filmleri bulunmaktaydı. Bu konuda, Fransız işgalcilerle savaşanların Direniş Kuvvetleri mi yoksa hırsızlar mı olduğu konusunda tartışmalar mevcuttur.

Bu elli yıl öncesine ait bir olaydır. Şu an, uyuşturucu kaçakçılığı, hırsızlık ve kara para aklama gibi bize karşı birçok iftirada bulunulmaktadır. Amerika ve Körfez Arap ülkelerinin desteklediği medyanın bizim aleyhimizde gündeme getirmediği hiçbir kötülük kalmamıştır. Bizim için on yıl sonra, ‘Hasan Nasrallah Direniş lideri değil, bir uyuşturucu çetesi lideriydi demeleri şaşılacak bir durum değildir. Biz her şeyin ortaya çıkacağı kıyamet gününü düşünüyoruz.

O gün Arap ve Amerikalıların parası ve medyasının ve yalancıların hiçbir faydası olmayacaktır ve o gün Allah-u Teâlâ gerçeklerin aşikâr olmasını emredecektir ve herkes yaptıklarının cezasını çekecektir ve işte o gün ebedi hayat başlayacaktır. Bizim mantığımız budur. Dünyadan bir teşekkür beklemiyoruz ve dünya malı istemiyoruz. Temmuz savaşı günlerinden ölüm anına kadar asıl konu Allah’ın bizden razı olmasıdır. Kıyamet günü Allah’ın rızasına nail olmayı ümit ediyoruz.

Lübnanlıların bir arada yaşmaktan ve sorunları çözmekten başka bir çaresi yoktur

Hizbullah Genel Sekreteri şu ifadelerde bulundu: “ Temmuz savaşından sonra Lübnanlıların büyük bir kısmı evlerini terk etmek zorunda kalmıştır ve onların büyük bir kısmı Şiidir ve onların arasında Hristiyanlar, Sünniler, Dürziler ve diğer kabilelerden kişiler bulunmaktadır. Maalesef 2005 yılından itibaren karşımızdaki taraf bölücülük ve fitne peşindedir. El-Mustakbel hareketi gece gündüz bize hakaret ederken, biz nihayetinde onlarla hükümet kurmak zorundayız. Bizim söylemimiz şu, Lübnanlıların birlikte yaşamaktan ve sorunları halletmekten başka bir seçeneği yoktur. Ben El-Mustakbel hareketinin de bulunduğu bir hükümeti kabul ettiğimde Hizbullah taraftarları tarafından bir sorunla karşılaşmam. Çünkü bizim ilk günden beri söylemimiz birlik ve beraberlik içinde olunması yönündedir. Bazıları kin ve nefret dağının oluşmasına izin verdikleri sürece, bu durum ülke için sorun oluşturacaktır.

33 günlük savaşta halkın direnişi en önemli sahneydi

Seyyid Hasan Nasrallah, ‘Temmuz savaşında yaşanan olaylardan sizi etkileyen en önemli sahne neydi?’sorusuna şöyle yanıt verdi:     “ Halkın istikrarı ve direnişi en önemli sahneydi. Bu istikrar ve direniş, onların sabır, güven, bilinç ve anlayışını kapsıyordu. Halkın savaş ve siyasi konulara olan bilinci çok çarpıcıydı. Çocukların ve mültecilerin sahip olduğu bilinç belki de bir üniversite öğretim üyesinden daha fazlaydı. Bu bizim temel gücümüzdü. Temmuz savaşındaki ilahi müdahalelerden biri Lübnan halkının gönlüne ferahlık vermek ve İsrail Ordusu ve toplumu arasına da korku ve vahşet yaymaktı.

İlahi cilvelerden biri de 14 Ağustos’ta yaşandı. Biz halka evlerinize dönün dedik ama halkın evlerine dönüşü zorla değil, organize bir şekilde gerçekleşti. Saat sekiz, çatışmaların durduğu saatti. Halk Direnişin bu anlaşmaya bağlı kalacağından emindi ama İsrail’in bu anlaşmaya bağlı kalacağına dair bir güven yoktu ve başka cinayetlerin işlenmesi mümkündü. Halk yıkılmış evlerine döndü. Güney Lübnan’ın büyük bir kısmı misket bombalarıyla doluydu. Halk saat sekizden önce valizlerini topladı ve saat sekizde evlerine döndü. Ben onları evlerine Allah’ın götürdüğüne inanıyorum. 14 Temmuz’da savaş durmamıştı, komplo ve fitneler devam ediyordu.

O günlerde, mültecilerin Hizbullah silahsızlanana kadar evlerine dönmemesi yönünde bir komplo gündemdeydi. Maalesef bu karar bazı bölge ve ülke içerisindeki taraflarca alınmış bir karardı ve İsraillilerden kendilerinin planlarıyla işbirliği yapmasını istediler. Oysaki bu rejim böyle bir işbirliği yapamazdı. Bu komployu evlerine dönerek yerle bir eden halktı. Halk evleri yılık olmasına ve bölgede misket bombaları bulunmasına rağmen bölgelerine geri döndüler. Bu sahneler insanı etkileyen sahnelerdir.

Düşmanlar Hizbullah taraftarlarının bilincini hedef almak istiyor

Temmuz savaşından bu güne kadar halkı Hizbullah’tan uzaklaştırmak için büyük paralar harcanıyor ve bu bağlamda Amerika, Arabistan ve diğer Körfez Arap ülkelerinden harcama yapmalarını istiyor ama buna rağmen yine de hedeflerine ulaşamıyorlar. Şu an Hizbullah taraftarlarının bilincini hedef almak istiyorlar. Bu ülkelerin medyası Hizbullah’a zarar vermek için bütün yolları kullanıyor, pireyi deve yapıyorlar. Onların amacı Hizbullah taraftarlarının iradesine, imanına ve psikolojisine zarar vermek. Temmuz savaşından on yıl geçmesine rağmen bu gün İsrail çok kötü şartlarda bulunmaktadır ve çeşitli eğitim dönemleri oluşturmalarına rağmen, sorunlarını halledememiş, aynı şekilde psikolojik sorunlarla karşı karşıyadır ama biz en iyi şartlarda bulunmaktayız, çünkü psikolojimizi koruduk ve güçlendirdik.

Hasan Nasrallah’ın 33 günlük savaştaki özel hayatı

Seyyid Hasan Nasrallah, ‘Temmuz savaşından sonra Güney Lübnan’a gittiniz mi ve İsrail’in sizin sığınakta yaşadığınız yönündeki iddialarını nasıl değerlendiriyorsunuz?’ sorusuna şöyle yanıt verdi:

“ Evet güneyde çeşitli bölgelere gittim. İsrail’in Hizbullah’a zarar vermek içi ortaya attığı iddialardan biri Seyyid Hasan Nasrallah’ın sığınakta yaşadığıdır ve Temmuz savaşı boyunca bunu iddia etmiştir. Ben sığınakta yaşamıyorum. Geçen on yıl boyunca benim çeşitli siyasi heyetlerle, yerli ve yabancı kişilerle görüşmelerim belirlenen noktalarda düzenlenmiştir ve bizim de normal bir yaşantımız vardır.”

Hizbullah Genel Sekreteri 2006 yılında savaş sırasındaki yaşantısı hakkında şunları söyledi: “Ben de diğer kardeşlerim gibi yaşıyordum. Savaş ortamına dikkat etmek için aile ile bir defa yarım saatlik belirli bir bölgede görüşme gerçekleştiriyorduk. Bütün direniş askerleri ve yetkilileri aileleriyle mevcut iletişim yollarıyla irtibat kuruyorlardı ve hiçbir sorun yoktu. Bu savaşta zaferin en önemli unsurlarından biri, askerlerin ve yetkililerin ailelerinin sabrı, istikrarı, direnişi ve yüksek motivasyonlarıydı.

Amerika ve İsrail neden Suriye’yi yok etmek istiyor

Hizbullah Genel Sekreteri Temmuz savaşından sonra İsrail’in bu savaştaki yenilgisi hakkında birçok araştırma yapıldığını belirterek şunları söyledi: “Geçtiğimiz yıllar boyunca İsrail’de bu savaş hakkında birçok raporlar yayınlandı ve çeşitli konferanslar düzenlendi. Winograd Komitesinden sonra İsrail’de on komite, bu rejimin askeri ve güvenlik açıklarını ve aynı zamanda iç cephesini, polisi, medyayı, hastaneleri ve her şeyi incelediler ve daha sonra bir sonuca ulaşıp bunu sundular.

Bu sonuçlardan biri Hizbullah ile yeni bir savaşa girmenin hesaplanmamış bir maceraperestlik olduğuydu. İsrailliler yeni bir savaşın hızlı, kararlı ve kazanılan bir savaş olması kararı aldılar. İsrail 10 yıldır eğitim ve çeşitli tatbikatlar düzenlemekle Amerika’dan yeni savaş uçakları satın almakla ve füzesavar sistemler kurmakla meşguldür. İsrailliler elde ettikleri sonuçlardan, Hizbullah ile yeni bir savaşta sonuca ulaşamayacaklarını anladılar. İran ile savaşta çok zordu ve bu yüzden nihayetinde Suriye’yi direniş ekseninden çıkarmaya karar verdiler.”

İsrail ve Arabistan’ın Suriye’yi Direniş Ekseninden çıkarma çabaları

Suriye sadece Lübnan ve Filistin’de İran ve Direniş arasında bir köprü değil. Suriye siyasi iradesiyle, İsrail karşısında teslim olmayan, ulusal haklarından ve Filistin meselesinden vazgeçmeyen ve ordu ve siyasi konumuyla Direniş ekseninin bir parçası ve bu eksenin destekçisidir.  Temmuz savaşındaki füzelerimiz bu savaşın ana unsurlarındandı ve İsrail’i titretmişti. Bu füzelerin büyük bir kısmı Suriye yapımıydı ve İran’dan ithal edilmemişti. Bu füzeler Suriye fabrikalarında üretilmiş, Lübnan Direniş Kuvvetlerine verilmişti. Bu yüzden Suriye, Direniş eksenin önemli bir parçasıdır. İsrailliler 2006 yılından sonra siyasi olarak Suriye’yi Direniş ekseninden çıkarmaya çalıştılar.

Suudi Arabistan’ın o dönemdeki padişahı Melik Abdullah, Suriye’yi Refik El-Hariri’yi öldürmekle suçlamıştı ama dada sonra Melik Abdullah Şam’a ziyarette bulunarak Suriye ile yeni ilişkiler kurmak istediklerini söyledi. 2006 yılındaki savaşın ardından Suriye ile ilişkilerin kurulması konusu çok şaşırtıcıydı. Bölgedeki birçok ülke Melik Abdullah’tan Suriye’ye gitmesini ve Suriye Cumhurbaşkanı Esad’a odaklanarak, Suriye’yi Direniş ekseninden çıkarmasını istediler. Onlar siyasi olarak ta hedeflerine ulaşamadılar. Onlar Suriye’ye milyar dolarlar teklif ettiler ama Suriye, bağımsızlığını ve siyasi iradesini satmayacağını vurguladı. Onların Suriye ile olan sorunu, bu ülkenin siyasi kararlardaki bağımsız iradesidir.

Suriye’de siyasi olarak hedeflerine ulaşamayınca, Arap baharı hareketiyle bu konudan Suriye’de faydalanmak istediler. Bazıları Suriye’deki savaşın Temmuz savaşının bir devamı olduğunu ve bu savaşın intikamını almak için yapıldığını söylüyor. Bu savaşta sadece Hizbullah hedef alınmamıştı. Amerikalılar anılarında ve notlarında bu savaşın bölgede çeşitli hedeflerle yapıldığı konusuna değiniyorlar.”

Brezilya’nın Rio kentinde devam eden Olimpiyat Oyunları’nın judo müsabakasında İsrailli rakibinin uzattığı eli havada bırakan Mısırlı sporcu, ‘Olimpiyat değerlerine ve dostluk ruhuna’ aykırı hareketten ülkesine geri gönderildi.

Rio’da geçen cuma günü gerçekleştirilen judo mücadelesinde Mısırlı judocu İslam el Şehabi, rakibinin elini sıkmayınca tribünlerdeki seyirciler tarafından yuhalanmıştı.

Yaşananlarla ilgili konuşan İsrailli sporcu Or Sasson, Mısırlı sporcunun el sıkışmak istemeyeceğine dair antrenörü tarafından uyarıldığını söyledi. Fakat İsrailli sporcu el sıkışmayacağını bile bile Mısırlı sporcuya elini uzattı.

Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) tarafından ise sert bir dille eleştirilip uyarılan el Şehabi, ülkesine gönderildi.

Mısırlı sporcuya ülkesindeki bazı kesimler de müsabakadan çekilmesi için baskı yapıyordu.

Cuma, 19 Ağustos 2016 01:40

Suriye İçin Üçlü Koordinasyon


Moskova, önümüzdeki ay Rusya, İran ve Türkiye’nin içinde yer alacağı üçlü koordinasyon toplantısı için düğmeye bastı. Toplantıda, Suriye’nin toprak bütünlüğünü deklare edilecek. Kalıcı çözüm için Rusya’nın 3 aşamalı plan önereceği de öğrenildi.

AKP’ye yakınlığı ile bilinen Yeni Şafak’ın haberine göre Rusya ve İran ile Türkiye’nin yer alacağı bu üçlü koordinasyon Suriye’nin geleceğine dair ortak hareket edecek. AKP politikalarını duyuran Yeni Şafak tarafından hazırlanan haberde, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın görevini bırakmasının Türkiye tarafının öncelikleri arasında yer almıyor olması ise dikkat çekici. Suriye’de vekalet savaşının başlamasının öncesinden itibaren Türkiye Esad’ın gitmesi için cihatçıların örgütlenmesi, dünyanın dört bir yanından 300 bine yakın cihathçının Suriye’ye sokulması ve eğitilip donatılması başlığında birinci öncelikli sorumluluk almıştı. Ancak savaşın uzaması ve AKP’nin de dahil olduğu cihatçıları destekleyen ülkelerin beklediği üzere Suriye’de Esad’a yönelik halk desteğinin düşmemesi son dönemde AKP’nin Suriye politikası için de değişim sinyalleri vermesine sebep oluyordu. İşte Yeni Şafak’ın söz konusu haberi:

Suriye krizine kalıcı çözüm arayan Moskova diplomatik atağa geçti. Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov, 16 Ağustos’ta Suriyeli muhaliflerle biraraya geldi. Ancak Moskova, krizin çözümünde belirleyici olan aktörlerden Türkiye ve İran ile üçlü koordinasyon için düğmeye bastı. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in 24 Ağustos’taki Ankara ziyaretinden çıkacak sonuçlara göre Rusya, İran ve Türkiye’nin içinde yer alacağı üçlü Suriye koordinasyon toplantısı için kolları sıvayacak. Moskova’nın Suriye’de sürecin normalleşmesi için eylül ayının ilk yarısında Rusya, İran ve Türkiye’nin içinde yer alacağı üçlü koordinasyon toplantısı yapmayı planladığı öğrenildi. Toplantı öncesi Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov bazı muhalif gruplarla bir araya geldi. Bogdanov’un Eylül ayının ilk haftasına kadar görüşmelerini sürdüreceği belirtildi.
ÜÇ AŞAMALI PLAN
Rusya’nın üçlü koordinasyon toplantısında masaya getireceği planın da netleştiği öğrenildi. Edinilen bilgiye göre; Rusya-İran-Türkiye üçlüsünün Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması yönünde fikir birliği beyan edilecek. Rusya’nın 3 aşamalı bir plan önereceği belirtiliyor.

 

GÜÇLENDİRİLMİŞ YEREL YÖNETİM
Bu plana göre 2 yıl sürmesi öngörülen birinci aşamada mültecilerin güvenli bir şekilde ülkelerine geri dönüşünün sağlanabilmesi için Cerablus-Azez hattının Türkiye ve Rusya’nın ortak güvenlik kontrolü dahilinde “kontrollü denetim bölgesi” olması hedefleniyor. Ardından 2 yıllık ikinci aşamada ise mültecilerin evlerine sorunsuz bir şekilde dönmeleri sağlanacak. Bu iki yıl içerisinde Şam yönetiminin güçlendirilmiş yerel yönetimler modeline geçmesi amaçlanıyor.


ÖNCELİK TOPRAK BÜTÜNLÜĞÜ
Daha önce Irak’taki Baas yönetiminin denemiş olduğu bu model aracılığıyla Suriye’de gerekli reformların gerçekleştirilmesi planlanıyor. Böylelikle tüm muhalif grupların sistem dışında kalmadan siyasi sistem içerisinde entegre edilmesi amaçlanıyor. Ankara ise Rusya tarafından henüz resmi olarak intikal etmeyen bu planda Esed’in durumunun netleşmesi konusunda ısrarcı.


ESED’İN AKIBETİ BELİRLEYİCİ
Öte yandan rejimin kalıcı olması ile yakından ilgilenen Rusya, Esed’in akıbeti için 4 yıldan önce karar vermek istemiyor. İran’ın ise Esed’siz, toprak bütünlüğünü koruyan Suriye’ye sıcak baktığı belirtiliyor. Türkiye için en önemli hususlardan biri Suriye’de yaşayan yaklaşık 450 bin Kürdün vatandaşlığının iade edilmesi ve hukuki haklarının sağlanması. Zira Ankara Kürt meselesinin bölgede daha da derinleşmesini arzu etmiyor.
Lavrov geliyor
Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un yıl sonuna kadar Türkiye’yi ziyaret edeceğini söyledi. Türkiye ve Rusya ilişkilerini daha ileriye taşımak için atacağı somut adımlara ilişkin Karlov, “Türk-Rus ilişkilerine dahil olan herkese daha etkin çalışma çağrısı yapıyorum. Maalesef 7 ay kaybettik. Şu anda yıkılmış olan yapıları yeniden inşa etmemiz lazım. Eski seviyeye ulaşıp yeni ufukları aşmamız gerekiyor” dedi. Karlov, “Sayın Lavrov’un Türkiye’yi ziyareti inanıyorum ki yılın sonuna kadar gerçekleşecektir. Şu an sadece tahminen söylüyorum, kasım ya da aralık olabilir” dedi