
کارگر
Dışişleri Bakanı Zarif: Tahran’a götüreceğim önemli bir öneri yoktu
Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif Viyana’da yaptığı açıklamada, Tahran’a götüreceği önemli bir öneri olmadığını belirtti.
Cuma günü Tahran’a döneceği ile ilgili haberi değerlendiren Zarif, Viyana’da çok önemli müzakereler gerçekleştiğini, fakat Tahran’a dönmesini gerektirecek her hangi bir ciddi öneri söz konusu olmadığını belirtti.
Viyana’da gazetecilere konuşan Zarif, son bir kaç günde çok önemli görüşmeler gerçekleştiğini, fakat Tahran’a götüreceği önemli bir öneri gelmediğini ifade etti.
Bazı kaynaklar Dışişleri Bakanı Zarif’in istişare için Tahran’a döneceğini açıklarken, İran heyetine yakın bir kaynak, İran’ın sunduğu öneriler bu ziyareti gerektirecek düzeyde ilerlemediğini, bu yüzden Zarif Viyana’da kalacağını ve müzakerelere devam edeceğini belirtti.
Bugün Filistin’de yaşananlar bir müjde niteliğindedir
Lübnan’ın önde gelen Sünni alimlerinden Sayda’daki Kudüs Camii İmamı Şeyh Mahir Hammud, 21 Kasım tarihli Cuma hutbesinde Kudüs’teki gelişmeleri değerlendirdi.
Hammud, Kudüs’te başlayan yeni intifadayı alışılmışın dışında olarak nitelendirirken “istişhad eylemlerinin doğru bir şekilde gerçekleştirilmesi durumunda Siyonist komplolara darbe vurulacağını” ifade etti.
Mahir Hammud’un 21 Kasım tarihli hutbesi:
Filistin’de Tarihi Bir Olay Yaşanıyor
“Biz bugün yepyeni bir intifada türüyle karşı karşıyayız. Filistin halkıyla dayanışma amaçlı düzenlenen bir toplantıda bugün Kudüs’te yaşananların 3. İntifada mı yoksa yeni bir tür olarak “günlük intifada” mı olduğu konusunun tartışıldığına tanık oldum. Her iki düşüncede birbirini tamamlayıcı nitelikteydi. Dolayısıyla böyle bir konuda ancak genel çerçeve üzerinden bir tartışma yapılabilirdi. Neden? Çünkü bugün Kudüs’te yaşananlar zaman, mekan ve şekil bağlamında önceki intifada hareketlerine oranla çok büyük farklılıklar içeriyordu.
Mekan bağlamında Kudüs’ten söz ediyoruz. Kudüs doğrudan işgal altında ve mücadelenin kalbi niteliğinde… Kudüs’te bugün Siyonistler Kudüs’ün Yahudi olduğunu ısrarla vurgulayarak Kudüs halkına yönelik saldırılarını yoğunlaştırmış durumdalar… Diğer yanda yüksek vergiler ve aşırı güvenlik önlemleri sonucunda çok sayıda kişi göç etmeye mecbur kalıyor. Yine Yahudi yerleşimcilerin sayısını artırma yönündeki girişimler Kudüs’ün demografik yönden sıkıntıya düşmesine yol açıyor. Ve en önemlisi söz konusu Kudüs olunca, Kudüs’te bir sinagoga yapılan saldırı Kudüs ve çevresinde işgal güçlerinin manevi temsilcileri olan aşırı Yahudilerin sokaklara dökülmelerine yol açabiliyor.
Zaman bağlamında bir değerlendirme yapacak olursak; Gazze’nin zaferinden bu yana uzun bir zaman geçmedi. Medyada da siyasi arenada da Gazze’de yaşananın zafer değil yenilgi, Filistinliler için şeref değil yıkım olduğu yönünde bir fikir oluşturmak için yoğun çaba sarf edildi, sarf edilmeye de devam ediyor. Ancak son olarak ortaya çıkan bu direniş hareketi Filistin halkının izzet ve şeref sahibi olduğunu, Filistinli gençlerin kısa bir süre önce Gazze’de kazanılan zaferin yolunun müdavimleri olduklarını açıkça ortaya koyuyor.
Şekle gelecek olursak, yepyeni bir direniş türüyle karşı karşıyayız. Bir aileden iki kişi istişhad eylemi gerçekleştiriyor. Son eylem bir sinagogun içinde silahla gerçekleştirilirken bir önceki eylem ise arabayla yapılıyor. Tüm bunlar bu eylemlerin ciddi bir içeriğe sahip olduğunu, Filistin halkının Siyonistlerin hesap edemediği büyük bir potansiyel taşıdığını ortaya koyuyor. Öyleyse bu intifadanın nasıl bir intifada olduğunu tartışmanın bize ne faydası olabilir? Son iki haftada yaşananlar önceki hiçbir intifada döneminde yaşanmadı. Çünkü bu kez olayların merkezi çok farklı… Kudüs… Zamansal olarak bir zaferin devamındaki süreç yaşanıyor. Direnişin şekli ise alışılmışın dışında… Elhamdülillah…
Bugün tarihi bir olaya tanık oluyoruz. Bugün Filistin’de yaşananlar bir müjde niteliğindedir. Tüm dünya İsrail’i aklamaya çalışsa da, herkes tarihi gerçekliklerin üstünü örtmeye ve bu toprakların İsrailoğullarına vaat edilmiş topraklar olduğuna tüm dünyayı ikna etmeye çalışsa da bugün yaşananlar doğruyu savunmaktan asla vazgeçmeyeceğimizin habercisidir: Bu topraklar onlar için ancak yok olacaklarının vaat edildiği yerlerdir.
Diğer yanda tüm dünya bu ruhun kırmızıçizgi içerisinde, Kudüs’te hala korunuyor olması karşısında şaşkınlık yaşıyor. Siyonistlerin batıdan ve Amerika’dan aldıkları destek sayesinde tarihi gerçekleri çarpıtıyor olmalarına rağmen hiçbir başarı elde edemedikleri gözler önüne serildi. İsrail’in yok olması Kuran’da ve Tevrat’ta yer alan tarihi bir meseledir. Ancak İslami veya ulusal gayeyle çalışan taraflar öncelikler listesinin başına İsrail’in yok olması meselesini alamamışlar, üstelik bu anlamda kültürel bir çalışma da yürütmemişlerdir.
Yine bu bağlamda bugün, bölgede yaşanan büyük ya da küçük her olayın Siyonist oluşumun bekasının temini için olduğu unutulmamalıdır: Suriye, Irak, Mısır ve Libya bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Bu bölgelerde yaşanan tüm çatışmalar direnişi ve gerçek İslami ulusal ruhu engellemeyi amaçlamaktadır. Yaşanan olaylar karşısında gözlemciler tarafından yapılan yorumlarda İslam’ın cinayet ve kavga dini olduğu, İsrail’in değil Arapların yok olmaya yüz tuttuğu ifade edilmektedir. Bu anlamda eğer istişhad eylemleri doğru bir şekil üzere gerçekleştirilebilirse üzerimizde oynanan komplolara büyük bir darbe vurmayı başaracaktır, diyebiliriz.”
Muaviye’yle eşitleştirilmiş bir Ali’de değil; Sünnet’in ve Ehl-i Beyt ..!
Gazeteci-yazar Ali Bulaç, “Ali’de buluşmak” başlıklı bugünkü yazısında, “’Doğru Ali’ tasavvuru için Sünni ve Şii hadis kaynakları ile İbn İshak, İbn Hişam vd. siyer kaynaklarına ihtiyaç var. Bu konuda Nehcu’l-Belağa da ihmal edilir bir kaynak değil” ifadelerini kullanarak; niyet iyi, gelecek perspektifi sağlam ve bakış açısı doğru olursa, Sünnilerin ve Şiilerin ortak kaynaklarda buluşmalarının imkânsız olmadığını belirtti.
“Bu yeni bir gündür. Ne Aleviler mitolojik Ali’yle, ne Sünniler Bizans taklidi saraylardan ümmeti yönetmeye kalkışan Muaviye ile uzlaşmış Ali’yle postmodern çağın krizini aşabilirler. Ali takva ve hukukun yanındaydı, saraylara karşıydı, yoksulların ve müstaz’afların tarafındaydı” diyen Bulaç, “Bugün hangi vicdan ve akım sahibi Sünni, Şii ve Alevi, takva ve hukukun yanında yer almaz; israf ve debdebenin, kibrin, baskı ve yozlaşmanın yanında yer alır?” diye sordu.
İŞTE BU YAZI…
Bazı Alevi aydınları tarihte yaşamış Hz. Ali’nin “Aleviliğin Ali’si” olmadığını biliyorlar.
Dinler, mezhepler kendilerini aşkın, kutsal bir kaynağa veya şahsa refere ederek varlıklarına bir zemin bulmaya çalışırlar. İki semavî dinin referansı Hz. Musa (Musevilik) ve Hz. İsa (İsevîlik)’dır. Semavî olmayan diğer dinlerde de kurucular, merkezî kutsal şahsiyetlerdir. Zerdüşt, Budha, Konfüçyüs vs.
İslam, bir şahsa refere edilemez. İslamiyet’in kaynağı Kur’an ve sünnettir. Bu yüzden İslamiyet’e “Muhammedîlik”, Müslümanlara da “Muhammedî” denemez.
Sünnilerde ve Şiilerde vurgu farklıdır. Sünniler “sünnet”i, Şiiler Ehl-i Beyt’i öne çıkarırlar. Şiiler ile Aleviler, Ehl-i Beyt konusunda ittifak içindelerse de, vurgularında farklılık söz konusudur. Şiilerin ana vurgusunda Ali kadar Hüseyin, bazan daha çok Hüseyin göze çarparken, Alevilerde öne çıkan Ali’dir, Hüseyin Ali’yi takip eder. Ortada “üç Ali” var:
a) Sünni kaynakların (hadis ve siyer) tarif ettiği Hz. Ali (radiyallahu anh ve kerremallahu vechehu).
b) Şia’nın Ali tasviri ve tasavvuru.
c) Alevilerin mitolojik Ali’si. Şiilerin Ali’si, Alevilerin Ali’sinden Sünnilere daha yakındır.
Sorun büyük ölçüde “mitolojik Ali” tasavvurundan kaynaklanıyor. Tarihsel olarak yazılı kaynakların tasvir ettiği Ali bu değil, şifahi-ümmi gelenek içinde yaşamış Anadolu halkının yüzyıllar içinde kitabî İslam’dan kopuk olarak muhayyilesinde inşa ettiği Ali bu. “Doğru Ali” tasavvuru için Sünni ve Şii hadis kaynakları ile İbn İshak, İbn Hişam vd. siyer kaynaklarına ihtiyaç var. Bu konuda Nehcu’l-Belağa da ihmal edilir bir kaynak değil. Bu muhteşem metnin Şii şerhleri yanında Sünni Muhammed Abduh ve Suphi es-Salih’in şerihleri de var. Niyet iyi, gelecek perspektifi sağlam ve bakış açısı doğru olursa, Sünnilerin ve Şiilerin ortak kaynaklarda buluşmaları imkânsız değil. Büyük ölçüde zorluğu ortaya çıkaran siyasî faktörlerdir. Her ne olursa olsun, bu faktörlerin dışına çıkma cesaretini gösterip İslam dünyasının geleceği için yeni bakış açıları geliştirme zarureti var.
Tarih, kaderimiz değildir. Ve biz atalarımızın yaptıklarından sorumlu da değiliz. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in kavgası Allah rızası için olmadığı gibi, bugünkü bölgesel siyasî çekişme ve rekabetler de Allah rızasına matuf değildir. Öyle olsaydı, iki filin tepişmesi sonucunda milyonlarca Suriyeli bu halde olmaz, Irak’ta akan kan dururdu. Çaldıran Savaşı da ne Sünni-Şii kavgasıydı, ne Türk-Fars savaşıydı. “Bu cihan iki hükümdara dar gelir, birimizden biri hükümdar olacak.” diyen iki Türk hükümdarının savaşıydı. Biri şah’tı, diğeri padişah’tı. İkisinin hükümdarlık kavgasında “kullarım” dedikleri onbinler nahak yere öldü. Çaldıran ve benzeri savaş ve rekabetlerin tümünde Hz. Ali, Ehl-i Beyt, Ashab-ı Güzin ve elbette mezhepler istismar edilir. Ama en büyük zararı daima din görür.
Bu böyle devam etmez, belki ilk adım Ali’den başlamak lazım. Bunun için öncelikle İslam’ı, Ehl-i Beyt’i ve Ali’yi siyasilerin sömürü sahasından çıkarma mecburiyetimiz var. Sünniler Ali’yi tarihin, Aleviler mitolojinin mezarlarına gömmüşler. “Mitolojik Ali” tasavvuruyla yaşayan bir Alevi ile Ali’nin davasını anlamamış, vicdanında onu Muaviye’yle eşitleştirmiş bir Sünniyi nasıl bir araya getireceğiz? Hangi dili kullanacağız?
En önemli soru şu: Ali’yi nerede arayacağız, hangi vadide bulacağız? Elimizde güvenilir kaynak yoksa mitolojik tasvire veya Beni Ümeyye’nin cinayetlerini tolere etmemizi hedefleyen tarafgir yorumlara niçin itibar edelim ki! Kaynaklarda Ali camid vaziyette duruyor. Onu oradan çıkarıp hayatın içine sokmayı denemeliyiz. Aleviler gerçek Ali’yi adaleti, hakkaniyeti arayan fıtratlarında bulabilirler. Gerçek Ali, Sünnet’in ve Ehl-i Beyt davasının takipçisiydi.
Bu yeni bir gündür. Ne Aleviler mitolojik Ali’yle, ne Sünniler Bizans taklidi saraylardan ümmeti yönetmeye kalkışan Muaviye ile uzlaşmış Ali’yle postmodern çağın krizini aşabilirler. Ali takva ve hukukun yanındaydı, saraylara karşıydı, yoksulların ve müstaz’afların tarafındaydı. Bugün hangi vicdan ve akım sahibi Sünni, Şii ve Alevi, takva ve hukukun yanında yer almaz; israf ve debdebenin, kibrin, baskı ve yozlaşmanın yanında yer alır?
Dünyanın merkezi İran
İran’ın 5+1 ülkeleri yani Güvenlik Konseyi üyeleri ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya’nın yanı sıra Almanya ile 12 yıldır devam eden nükleer dosya görüşmeleri bugün ya da yarın bitmek zorunda.Taraflar ya anlaşacaklar ya evlerine dönecekler.
Rusya ve Çin’in ‘Tahran dostu’ olduğu hatırlanırsa geri kalan ülkeler farklı oranlarda İran üzerine yükleniyorlar : Vaz geç şu nükleer bomba hevesinden.
Suriye’nin kimyasal silahlarını tasfiye etme konusunda olduğu gibi Batı, İran konusunda da İsrail’i rahatlatacak mutlak ve net bir sonuç elde etmek istiyor.Ama aynı Batı, İran ile uğraşırken bölgesel ve uluslararası alandaki tüm çıkarlarını kollamaya ve garantilemeye çalışıyor.
Özetle Viyana görüşmeleri başta bölgemiz olmak üzere dünyadaki tüm dengelerin geleceğini belirleyecektir. İşte bu nedenle Batı müttefiki Suudi Arabistan OPEC kotasına uymaksızın uluslararası piyasaya sürekli petrol pompalıyor. Amacı petrol fiyatını düşürüp Esad’a destek veren İran, Rusya ve Venezuela ekonomilerini çökertmek. Batı, işbirlikçisi Suudi Arabistan ve Körfez Ülkelerinin petrolü ile Rusya’dan Ukrayna’nın intikamını almayı amaçlıyor. Yapılan hesaplara göre, varil fiyatının 110’dan 70 dolara düşmesi sonucu AB ve ABD ekonomisi yılda 180 milyar dolar tasarruf ediyor. İşte bu nedenle Batı’ya böyle bir kıyakta bulunan Suudiler şimdi o aynı Batı’ya ‘Sakın tarihsel ve mezhepsel düşmanımız İran ile anlaşmayın’ baskısı yapıyor.
İşin ilginç tarafı aynı baskıyı İsrail de yapıyor.
Batılı ülkelerin bu baskılara nasıl karşılık vereceği bugün ya da yarın belli olacak. İran baskılara boyun eğmeyip anlaşmaya yanaşmazsa o zaman herkes çok karmaşık, zor ve tehlikeli döneme hazırlanacak.
1- Batılı ülkeler İran’a yönelik ekonomik, ticari ve mali baskılarına devam edecek.
2- Batılı ülkeler bölgesel müttefiklerini kullanarak İran’ı sıkıştıracaklar.
3- Ekonomik zorluklar yaşayacak bir İran, Esad ve herkesin korkulu rüyası Lübnan Hizbullahı’na destek veremeyecektir.
Böyle bir durumda Esad ve Hizbullah’ın çökertilmesi çok daha kolay olacaktır.
Böyle bir durum, başta Türkiye olmak üzere kendi aralarında düşman gibi görünen Suudi Arabistan, İsrail, BAE, Afganistan ve bölgenin benzer ülkelerini mutlu edecektir.
4- Batı mutlu olan bu ülkeleri de kullanarak bu kez İran’ı içten çökertmeye çabalayacaktır. Örneğin Azeri, Kürt, Arap ve Belucilerin ayaklandırılması ya da genel olarak İranlıların yeni bir ‘bahar’ için sokaklara sürüklenmesi.
5. Tüm bu planlar için Batı yeniden Sünni-Şii provokasiyonuna sarılacaktır. Yani Müslümanları birbirine kırdarımaya devam edecektir.
6- İran’ı ve İran’sız Suriye ve Hizbullah’ı bertaraf eden Batı bu avantajı ile geleneksel rakip ve düşman Rusya’yı başta enerji kaynakları olmak üzere her alanda sıkıştırabilecektir.
7- Çevreden sıkıştırılmış bir Rusya’nın kendi içinde çok ciddi sorunlar yaşayabileceği hesaplanıyor. Örneğin Müslüman özerk cumhuriyet ve azınlıkların ayaklandırılması.
Elbette Batı’nın başka üst ve alt başlıklı hesapları var ama böyle bir durumda İranlılar da boş durmayacaktır.
1- İran Batı’ya hizmet edecek ülkeleri karıştırmak için harekete geçecektir. Başta Irak, Bahreyn, Suudi Arabistan, Afganistan ve Pakistan olmak üzere bölgenin tüm ülkelerindeki Şii ve Alevileri ayaklandıracaktır.
2- Bununla yetinmeyecek bir İran, kendisi için ölüm-kalım savaşı niteliğinde olan bu kavgayı kazanabilmek için var gücü ile Esad ve Hizbullah’a destek verecektir. Hizbullah başta İsrail olmak üzere herkesin korkulu rüyasıdır.
3- İran Batı’nın tükettiği petrol ve doğalgazın yarısının geçtiği Hürmüz Boğazı’nı ve bu yetmezse Yemen’deki Husileri kullanarak Kızıl Deniz’in güney girişini kapatacaktır.
4- İran böyle bir durumda kendisi ile ortak kaderi paylaşacak olan Rusya ile yalnız kendi bölgemizde değil Asya, Latin Amerika ve Afrika’da Batı’nın karşısına çıkacaklardır.
Elbette İran ve müttefiki Rusya’nın yapacağı daha bir çok şey var . Bunu bilen batı ise tüm olasılıklar için farklı senaryolar hazırlıyordur.
Özetle taraflar karşılıklı olarak mevzi kazıp olası hamleye karşı gardlarını alıyor.
Taraflar olası tüm sonuçların ne anlama geleceğini çok iyi bildikleri için hesaplarını çok iyi yapmak zorunda kalıyorlar.
Öyle olmasaydı nükleer program görüşmeleri 12 yıl sürmezdi.
12 yıl içinde bölgemizde ve dünyada neler neler yaşandı.
Ve son olarak IŞİD.
Batı şimdi çok ciddi bir samimiyet testi ile karşı karşıya.
Ya IŞİD ve IŞİD’i yaratan bölge ülkeleri ya da İran ile dost olup bölgenin tüm sorunlarını çözecektir ya da başta coğrafyamız olmak üzere tüm dünyayı sonu gelmeyecek bir savaşa sürükleyecek.
İsrail istiyor diye.
Peki Türkiye , İran merkezli tüm bu karmaşık denklemlerin neresinde ne yapabilir?
yurt
Hüsnü Mahalli
İran’dan IŞİD karşıtı koalisyon açıklaması
İran Ulusal Güvenlik Konseyi sekreteri, IŞİD ile mücadele adı altında bir araya gelen birliğin, şüpheli amaçlar ile oluştuğunu belirtti.
MHA’nın haberine göre Çin Komünist Partisi’nin merkez komitesi üyelerinden, Meng Ching Chu ile görüşen İran Ulusal Güvenlik Konseyi sekreteri, Ali Şemkhani, iki ülke arasındaki ilişkilerin, özellikle terör ile mücadele konusu başta olmak üzere, birçok farklı konuda işbirliği yapmak için olanak sağladığını belirtti.
Şemkhani sözlerinin devamnda ise İran İslam Cumhuriyeti’nin terör ile mücadele konusunda öncü olduğunu belirterek, IŞİD ile mücadele adı altında bir araya gelen koalisyonun, şüpheli amaçlar ile oluştuğu söyledi ve sözlerine “IŞİD ile mücadele birliğine üye ülkelerin politik, ekonomik ve güvenlik çıkarları, terör ile mücadele çalışmaları ile çelişki içerisindedir” diye ekledi.
İran’ın nükleer müzakereler ve NPT yasalarına bağlı olduğunu belirten Şemkhani, “İran’ın tüm barışçıl nükleer çalışmaları, ilk baştan itibaren gerçek ihtiyaçlar doğrultusunda ve UAEK denetimi çerçevesinde gerçekleşmiştir. İran, her zaman iyi niyet ve ortak çalışma programı çerçevesinde, tüm görevlerini yerine getirmiştir. Müzakerelerdeki karşı tarafımızın da gerçekçi, mantıklı ve politik dışı bir yaklaşım ile müzakereye devam etmesi durumunda, çok kısa bir zaman içerisinde nükleer anlaşmaya varılabilir” dedi.
Şemkhani sözlerinin devamında ise İran’a karşı uygulanan yaptırımlar hakkında konuştu ve “İran’a karşı uygulanan tüm yaptırımların tamamen kaldırılması ve İran’a NPT çerçevesindeki yasal haklarının verilmesi, yapılacak olan her türlü anlaşmada yer alması gereken konulardır. Ülkelerin bu konudaki aç gözlülükleri ve iç sorunları, İran nükleer müzakere timinin görüşlerini değiştirmeyecektir” dedi.
Çin Komünist Partisi’nin merkez komitesi üyesi ise Şemkhani ile yaptığı görüşmede, “İran, barışçıl nükleer enerjiden yararlanma hakkına kesinlikle sahiptir ve şüphesiz İran’ı nükleer müzakereler boyunca destekleyeceğiz” dedi ve dünyada gelişen terör tehlikesine dikkat çekerek, bu sorun ile mücadele etmek için uluslararası ortak çalşmaları yapılması gerektiğini söyledi ve sözlerine “Terör ile geniş kapsamlı, ayırım yapmadan ve ciddi bir mücadele yapılmaması durumunda bu tehlike, kontrol dışı bir durum alacaktır” diye ekledi.
Farklı yöntemler ile terör ile mücadele edilmelidir
Rus mevkidaşı ile görüşen İran İslami Meclisi başkanı, Irak ve Suriye’deki teröristleri ile farklı yöntemler kullanılarak mücadele edilmesi gerektiğini söyledi.
MHA’nın haberine göre Rusya Duma Meclisi Başkanı, Sergey Naryshkin ile yapılan ortak basın toplantısında konuşan İran islami Meclisi Başkanı, Ali Laricani, iki ülkenin farklı konularda tarihi ilişkilere sahip oldukları ve bögedeki en önemli sorunlarda, sürekli olarak ortak politik görüşmeler gerçekleştirdiklerini söyledi. Laricani açıklamasında ayrıca Naryshkin ile yaptığı görüşmede, ekonomik ilişkilerin gelişmesi konusunun da incelendiğini açıkladı.
Bölgedeki terör olaylarına dikkat çeken Laricani, bu konularda ortak çalışmalar yapılması gerektiğini belirterek, “Yaptığımız görüşmede özellikle Irak ve Suriye’deki sorunlar görüşüldü ve farklı yöntemler kullanılarak, terör ile mücadele edilmesi gerektiği konusu vurgulandı” dedi. Laricani bu ikili görüşmede İran’ın nükleer konusunun da incelendiğini belirtti.
Rusya Duma Meclisi Başkanı, Sergey Naryshkin ise bu basın toplantısında yaptığı açıklamada, İran meclisinin kendilerine yaptıkları davet içinteşekkür ederek, bu yolculuğun iki ülke arasındaki politik diyalog ve parlamento ilişkilerinin gelişimi için büyük katkı sağlayacağını belirtti. Naryshkin sözlerinin devamında ise “Rusya kesin bir şekilde batılı ülkelerin bölgedeki çalışmaları ile karşıdır. Uluslararası kurallara saygı gösterilmeli ve ülkelerin başka ülkelere müdahele etmelerinin önüne geçilmelidir” dedi.
Naryshkin açıklamasının devamında, batılı ülkeler tarafından gerçekleşen çalışmalar sonrasında İran ve Rusya arasındaki ilişkiler hakkında ise “Bugün yapılan görüşmelerde de belirtildiği gibi, İran ve Rusya arasındaki ekonomik ilişkiler tüm hız ile gelişiyor. Öte yandan iki ülke arasındaki doğalgaz, petrol, nükleer enerji ve tarım konusundaki ortak çalışmalarda gelişmektedir. Bu ilişkiler, bizim için yararlı olacaktır” dedi.
Dünya piyasalarındaki petrol fiyatlarının düşüşü ve İran’a karşı uygulanan yaptırımlar hakkında ise Naryshkin, “Batının İran’a uyguladığıyaptırımlar konusunda, İran ile tamamen aynı bir tutum içerisindeyiz. Yaptırımların uygulanması,politik ve ekonomik şantaj uygulamak için bir araç olarak kullanılıyor ve uluslararası hukukta hiçbir anlam ifade etmiyor” dedi ve sözlerine “Rusya, petrol ihracatcısı ülekeler ile petrol fiyatlarının sabitlenmesi konusunda görüşme yapmaya hazırdır” diye ekledi
Kerbela ve Kuran
Hepimizin hayatında düşüncesinde iz bırakan ufkumuzu açan sözler vardır. İşte benim çok etkilendiğim bir çok şeye bakışımı değiştiren sözlerden biri Kays bin Sa’d’ın Sıffın’da Muaviye’nin asi ordusunun Amr Bin As’ın hilesi ile mızrakların uçlarına Kuran yaprakları takıp “Kuran aramızda hakem olsun” hilebazlığına karşı İmam Ali’nin ordusunu uyarmak için söylediği şu sözdür.
“Siz mızrak uçlarına takılan bu deri parçalarını Kuran’mı zannediyorsunuz? Kuran İmam Ali’nin kendisidir. Kuran Rebeze’de yatan Ebuzer’dir” sözüdür.
Bu söz öğrendikten sonra İmam Ali’nin “Ben konuşan bir Kuran’ım” sözü bende daha bir anlam kazandı. İmam Ali’ye Hz. Fatıma’ya, İmam Hüseyin’e bakarken yaşayan, konuşan ve yürüyen Kuran’lar görmeye başladım.
İmam Ali’nin konuşan bir Kuran olduğunu anlamayan harici kafası, yazılı metin olan Kuran’ı da hiç anlayamadı. Halbuki Allah Resulü size iki emanet bırakıyorum hadisi ile ümmetini uyarmıştı. Bu hadisin ister sünnetim, ister ehl-i beytim rivayetini alalım fark etmez mesaj aynıdır. Resulün sünneti ehl-i beytinden ayrı değildir çünkü. Bu hadis yazılı Kuran’ın yaşanan Kuranlarla anlaşılması gerektiğini ifade eder.
Kuran yaşanan bir hayattır. Onun için Kuran’da peygamber kıssaları bu kadar çok anlatılır. Bu bir anlamda ilahi mesajın peygamberlerin hayatları ile somutlaştırılmasıdır.
Kuran’ın doğru anlaşılması için yaşayan, konuşan ve yürüyen Kuran’ları tanımak ve okumak gerekir.
Vahyin ilk emri oku derken, vahyi, kainatı ve tarihi okumayı emreder. Kerbela hadisesi bu bilinçle ikra emrinin gereği olarak okunmalıdır. Eğer Kerbela bu bilinçle okunmazsa İmam Hüseyin’in şu sözünü doğru anlamak mümkün olmaz.
“Kanım akmadan ayakta kalmayacaksa ceddim Muhammed’in dini ey kılıçlar gelin parçalayın bedenimi.”
Kerbela’nın mesajı İmam Hüseyin’in bu sözünde gizlidir.
Zalim yönetimlerin zulümlerini İslam adına meşrulaştırmaya çalıştıkları ve Müslümanları Allah’ın adı ile aldatmaya çalıştıkları bir dönemde, İmam Hüseyin ümmet Allah adı ile aldatılmasın diye şehid oldu. Onun şahadeti Müslümanların İslam adına yapılan sapmalara karşı mücadelesine ışık oldu. İslam dini bugün büyük sapmalar yaşamadı ise imamın şahadetinin bereketidir.
Zalimler imamın şahadetinden sonra meşruiyet kazanamadılar. Ve Müslümanlar tarafından mahkum edildiler. İmam Hüseyin’in şahadeti zulüm düzenlerinin meşruiyet kazanmasını engelledi.
Bugün tarihteki ve günümüzdeki zulüm düzenleri biraz olsun sorgulanıyorsa bu Kebela’da İmam Hüseyin’in kıyamının, Kerbela’dan sonra Hz. Zeynep’in İmam’ın mesajını bayraklaştırmasından dolayıdır.
Hz. Zeynep Kufe’de ve Şam’da Yezid lanetlinin sarayında hakkı ve hakikati cesurca haykırmasa idi, belki İmam Hüseyin’in mesajı bizlere ulaşmayacak ve İmam Hüseyin ikinci kez öldürülmüş olacaktı. Belki de İmam için asıl ölüm bu olacaktı.
Bugün Şii’si ile Sünni’si ile bütün Müslümanlar İmam Hüseyin’in mesajına sahip çıkarak Krebela’nın zalimlerini, Yezid ve askerlerini lanetliyorlar.
Kerbela’da işlenen eşsiz zulüm ve İmam’ın zulme karşı direniş mesajı, Hz. Zeynep’in dilinden bütün Müslümanlara ulaştı ve zalimler yaptıkları zulmün altında ezildiler.
İmam Hüseyin’in mektebi bizlere bin kez zulme uğrasak ta bir kez zulmetmemeyi öğretti. Ve Zulmü meşrulaştırmamayı zalimlere karşı dik durmayı öğretti. Zulme alet olmaktansa ölmeyi ama öldürmemeyi öğretti.
İmam Hüseyin yürüyen bir Kuran’dı. Sıffın’da mızraklarının ucuna deri parçalarını takanlar, asıl Kuran’ı Kerbela’da mızraklarına takmışlardı. Kufe ve Şam sokaklarında mızrak ucunda gezdirilen İmam Hüseyin’in mübarek başı, deri parçalarından daha fazla Kuran ayetlerini haykırıyordu.
Kerbela’ya bu çerçeveden bakmak, İmam Hüseyin’in mesajını yürüyen bir Kuran’ı okur gibi okumak ve anlamak gerekiyor diye düşünüyorum.
Ramazan DEVECİ
Düşmanlar, İslam adıyla terör örgütleri kurarak İslamofobi yaratıyor
İmam Hamanei İmam Ali (a.s.) Askeri Üniversitesi’ne giderek, üniversitenin 8. mezuniyet, göreve başlama ve apolet takma törenlerine katıldılar.
Törenin başında şehitlerin defnedildiği bölümde dua eden İslam İnkılabı Rehberi, silahlı kuvvetlerin her ülkenin güç temellerinden biri olduğunu belirterek, “Silahlı Kuvvetlerde gerçek bir güce ulaşmak için, inanç, basiret, yüksek irade ve gerçek sorumluluk duygusunun, eğitim gören çağdaş insan kaynakları ile bir araya gelmesi gerekmektedir” dedi.
İmam Hamanei açıklamalarının devamında günümüz dünyasının İslam’a ihtiyaç duyduğunu belirterek, “Dünyadaki zalim güçler, sanat, politika, askeri hareketler ve diğer tüm araçlar yardımı ile, gerçek İslam’ın sesinin duyulmasını önlemek istiyorlar. Ama bu ses herkes tarafından duyulmuştur ve küresel güçlerin yaşadıkları korku, bu iddianın en belirgin göstergesidir” dediler.
İslam İnkılabı Rehberi ayrıca silahlı kuvvetlerinin güç konusunda çok derin çalışmalar yapması gerektiğini belirterek, silahlı kuvvetlerin sadece gelişmiş askeri donanımlar ve büyük askeri ordu ile güç kazanamayacağını ve manevi konular ve gerçek sorumluluk algısının da gerekli olduğu açıklamasında bulundular. İmam Hamanei sözlerinin devamında 8 yıllık İran-Irak savaşına dikkat çekerek, “Tüm dünya İran’ın farkındadır ve sorumluluk ve irade gerektiren tüm konularda, İran silahlı kuvvetlerinin var gücü ile çalışmada bulunacağını bilmektedirler” dediler.
İslam ve İslam Devleti adı altında kurulan ve masum insanları öldüren örgütlere dikkat çeken İmam Hamanei, “Bu örgütlerin oluşumu, düşmanların İslamofobi çalışmalarının diğer bir örneğidir. Gerçek islam her zaman insanlar için huzur ve barış mesajı getirmiştir, ama düşmanlarımız, insanların bu mesajları duymalarını engelliyorlar” dediler.
ajanslar
Harre olayı
İmam Seccad (a.s) bu ayaklanmada Medine halkı ile birlikte yer almamış, ancak kendi evinde çok sayıda kadın ve çocuğa sığınma vermiş ve hatta Mervan b. Hakem’in kadın ve çocuklarından oluşan ailesine kucak açmıştır.
Harre olayı (Arapça: واقعة الحرة), Abdullah b. Hanzala b. Ebu Amir önderliğindeki Medine halkının Yezid b. Muaviye hükümetine karşı ayaklanmasının Müslim bin Ukbe komutasındaki Şam Ordusu tarafından hicretin 63. Yılında kanlı bir şekilde bastırılması olayıdır. Bu olayda aralarında 80 sahabe ve 700 Kur’an hafızının da olduğu Medine halkından bir çoğu katledildi, malları yağmalandı ve namuslarına el uzatıldı.
İmam Seccad (a.s) bu ayaklanmada Medine halkı ile birlikte yer almamış, ancak kendi evinde çok sayıda kadın ve çocuğa sığınma vermiş ve hatta Mervan b. Hakem’in kadın ve çocuklarından oluşan ailesine kucak açmıştır.
Harre’nin Anlamı ve İsimlendirilmesinin Nedeni
Siyah renkli taşlık alanlara, harre denir.(1) Medine halkının başlattığı bu isyan Medine’nin doğusundaki “Harre Vakım” veya “Harre Zühre” (Yahudi kabilesinden Beni Zühre kabilesine mensup)(2) adlı taşlıktan başladığı için bu isimle ünlenmiştir.
Vuku Zamanı
Tarihi kaynakların bir çoğu Harre olayını hicretin 63. Yılında Zilhicce ayının ikinci günü veya Zilhicce ayının bitimine iki veya üç gün kala gerçekleştiğini ileri sürmüştür.(3) Dolayısıyla hicretin 62. Yılında gerçekleştiğini ileri süren rivayet sahih değildir.(4)
Vuku Nedeni
* Medine halkının Yezid b. Muaviye hükümetinden rahatsızlığı, uyguladığı uygunsuz politikalar ve İmam Hüseyin’in (a.s) katledilmesi gibi kirli cinayetler işlemesi;(5)
* Halkın Abdullah b. Zübeyr’e biat etmesi ve Yezid’in hilafetten azledilmesi;
* Medine halkının Yezid’in ahlaki fesat ve bozgunculuğundan haberdar olması;(6)
* Medine halkının seçilmiş mal ve eşyaların Yezid’e ulaşmasına engel olması.(7)
Medine Valisinin Azledilmesi
Medine halkı Abdullah b. Zübeyr’in emri ile Osman b. Muhammed’i Medine emirliğinden (valilik) azlederek sayıları bini bulan Emevilere karşı ayaklandılar. Mervan b. Hakem’in evinde toplanan Emeviler Medineliler tarafından abluka altına alındı.((8)
İbn Zübeyr, Abdullah b. Hanzala’yı Medine valisi olarak atadı.(9) Bu ve önceki rivayetler Zübeyri düşünce ve eğilimlerin bu kıyamda ve kıyamın liderleri üzerindeki etkisini net bir biçimde ortaya koymaktadır.
Şam Ordusunun Donatılması
Abdullah b. Cafer’in Şam hükümet yetkilisi olarak Medine halkının Yezid’e itaat etmesi için gösterdiği çabalar bir sonuç vermedi. Yezid’in tehdit içerikli mektubu ve ayrıca Numan b. Beşir’in bu ayaklanmanın sona ermesi için gösterdiği çabaların da bir etkisi olmadı.(10) Yezid, Medine halkını sindirmek için bir ordu hazırladı. Ubeydullah b. Ziyad’ın ordu komutanlığını üstlenmemesi üzerine ordu komutanlığına Müslim b. Ukbe Murri’yi getirdi.(11) Ordu sayısını 5000 ile 27000 arasında zikretmişlerdir.(12)
Medine’de Hendek Kazılması
Yezid ordusunun yola çıktığı bilgisi Medine halkına ulaştığında, halk Medine’nin etrafına hendek kazarak hazırlık yaptı.
Medine halkı Medine’de yaşayan Şam hükümetine bağlı kişilerin Şam Ordusuna bilgi vermemesi ve savaşa katılmamaları koşuluyla Medine’den çıkmalarına izin verdi. Ümeyeoğulları Medine’den dışarı çıktıktan sonra yeminlerine sadık kalmamış ve Abdul Melik bin Mervan babasının tavsiyesi ile Müslim b. Ukbe ile birlikte şehre saldırı planını hazırlamıştır.
Müslim b. Ukbe Medine’nin doğusundaki Harre’den ayrılarak Medine halkına üç gün süre verdi.(13) Daha sonra mali yardımlarla kandırılan Beni Harise kabilesinin de yardımları ile hendeklerin arkasından şehre girdi(14) ve orada o kadar çok cinayet işledi ki mücrim ve müsrif olarak ün saldı.(15)
Şamlıların Halka Davranışı
Müslim b. Ukbe, Yezid’in emri ile Medine halkının can ve malını üç gün boyunca ordusuna helal etti. İbn Kesir(16) ve Suyuti (17)-(18) gibi tarihçiler, Yezit ordusunun yağma ve cinayetlerini çok ağır bir musibet ve tarif edilmesi imkansız bir hadise olarak yazmışlardır.
Mesudi(19) bu olayı İmam Hüseyin’in (a.s) şehadetinden sonraki en feci olay olarak açıklamıştır.
Müslim b. Ukbe’nin ordusu üç gün boyunca halkın namusuna tecavüz etmek, hamile kadınların karınları deşilerek ceninlerin dışarı çıkarılması, bebeklerin öldürülmesi(20) Peygamber Efendimizin (s.a.a) kör olan Cabir b. Abdullah Ensari ve Ebu Said Hudri(21) gibi büyük sahabelerine hakaretler edilmesi gibi her türlü çirkin ve kötülüklerden geri kalmamıştır.
Öldürülenlerin Sayısı
Harre olayında öldürülenlerin sayısını 4000(22) ve başka bir görüşe göre 11700 veya 10700(23) olarak belirtmişlerdir. Öldürülenler arasında 700 Kur’an hafızı(24) ve Peygamber Efendimizin (s.a.a) 80 sahabesi de bulunmaktadır. Ve artık o günden sonra Bedir’den geriye hiçbir sahabe kalmamıştır.(25) Abdullah b. Hanzala ve oğulları da bu ayaklanmada öldürülmüştür.(26)
İnsanlardan Biat Alınması
Müslim b. Ukbe gerçekleştirdiği cinayetlerin ardından, Medine halkını bir araya toplamış ve onlardan Yezid için biat almıştır. Şöyle ki onlar ve babaları Yezid’in köleleridir(27) ve başka bir ifadeyle Yezid’in “Feyi”dirler (savaş ganimetleri)(28) ve her kim bu emre karşı gelecek olursa boyunları vuruldu.(29)
Fakat Ali b. Abdullah b. Abbas (Yezid’in ordusunda bulunan akrabalarının sayesinde) ve İmam Seccad (a.s) bu biattan muaf tutulmuştur.(30)
İmam Seccad’ın Bu Ayaklanmadaki Tutumu
İmam Ayaklananlarla Birlikte Hareket Etmemiştir
İmam Seccad (a.s) bu ayaklanmada Medine halkı ile birlikte hareket etmemiştir.(31) Buna ek olarak bu ayaklanma Abdullah b. Zübeyr’in emri ve izni ile gerçekleşmiştir. İmam Seccad’ın (a.s) Medine halkının zaaf ve sayısının azlığını bilmesi ve her türlü şiddet ve kötülükten geri durmayacak Şam ordusunun büyüklüğünden haberdar olması, Emevi hükümetinin ithamlarından uzak durmak istemesi, az sayıda bulunan takipçilerini korumak istemesi ve Hz. Peygamber efendimizin (s.a.a) kerametini korumak istemesi İmam Seccad’ın (a.s) tarafsız kalmasının muhtemel delillerindendir.(32)
İmamın Evi, Güvenilir Sığınak
İmam Seccad (a.s) ayaklananlarla birlikte hareket etmemesinden dolayı ailesi bu cinayetlerden zarar görmemiş ve evi de ayrıca bir çok kadın ve çocuk için sığınma yeri olmuştur. Ve hatta Mervan b. Hakem’in ailesi bile ona sığınmış ve Mervan b. Hakem’in yakınlarını kendi çocuk ve eşi ile birlikte Yenbu’ya göndermiştir.(33)
Müslim’in İmam Seccad’a Davranışı
Hadise sona erdikten sonra, İmam Seccad (a.s) Mervan ve oğlu Abdul Melik ile birlikte Müslim’in yanına gitmiştir. Sanki daha önceden Yezid Müslim’i İmama iyi davranması konusunda uyarmıştır. Bundan dolayı, Müslim imama iyi davranmış ve kendisine bir merkep vererek onunla geri dönmüştür.(34)
İmamın Duasının Etkisi
Bazıları Müslim b. Ukbe’nin imama beklenmedik iyi davranışını imamın (a.s) okuduğu dua ile Müslim’in etkilendiği ve imamın heybet ve korkusuna kapıldığını belirtmişlerdir.(35)
Bazı Sahabeler İsyana Katılmamıştır
Abdullah b. Ömer, Ebu Saidi Hudri ve Cabir b. Abdullah Ensari gibi bazı sahabeler Medine halkının isyanına katılmamıştır.(36)
Yenilginin Nedeni
İbn Kuteybe(37) Medine halkının Harre vakasında çabuk ve şaşırtıcı bir şekilde yenilmesi ile Abdullah b. Zübeyr ve az sayıdaki adamlarının aynı orduya karşı direnişini kıyaslayarak yenilginin nedenini iki emirin seçilmiş olmasına bağlamıştır, ancak kaynaklarda Medine halkının kıyamındaki öncü kişilerin ihtilafı yer almamıştır.
Vaka Nedeni
Müslim bin Ukbe’nin sözlerinden tevhide ikrardan sonraki en önemli amelin Harre ehlinin öldürülmesi olduğu kaydedilmiştir.(38) Müslüman tarihçilere göre Medine halkının Harre vakasında acımasızca katledilmesinin nedeni, Emevilerin ve Bedir’de öldürülenlerin intikamının alınması ve Osman’ın kanının başta Ensar olmak üzere Medine halkından bu şekilde alınmasıdır.(39)
wikishia.net
Dipnotlar
1. Halil b. Ahmed, Yakut Hamudi, “harre” maddesi.
2. Suheyli, c. 6, s. 255.
3. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 185; Belazuri, c. 4, kısım, 2, s. 41; Taberi, c. 5, s. 494.
4. Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 4, s. 42, kısım, 2; Yakubi, c. 2, s. 251.
5. Mesudi, Muruc, c. 3, s. 267.
6. Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 4, s. 30- 31, kısım, 2; Taberi, c. 5, s. 479; Ebu’l Ferec İsfahani, c. 1, s. 23.
7. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 176; Yakubi, c. 2, s. 250.
8. Taberi, c. 5, s. 482; Mesudi, Muruc, c. 3, s. 267.
9. İbn E’sem, El-Futuh, c. 5, s. 156- 157, 292- 293.
10. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 177- 178; Taberi, c. 5, s. 481.
11. İbn Esir, 1402-1399, c. 4, s. 111- 112.
12. Yakubi, c. 2, s. 250- 251; Taberi, c. 5, s. 483; Zehebi, Havadis ve Vefayat, h. 61- 80, s. 25.
13. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 178- 180; Taberi, c. 5, s. 485- 487.
14. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 177- 178; Deyneveri, s. 265.
15. İbn Habib, el-Munemmak fi Ahbari Kureyş, s. 390; Mesudi, Muruc, c. 3, s. 267; İbn Esir, el-Kamil, 1973- 1970.
16. El-Bidayet ve’n Nihayet, c. 4, cüz, 8, s. 220.
17. El-Bidayet ve’n Nihayet, c. 4, cüz, 8, s. 209.
18. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 179; Belazuri, c. 4, kısım, 2, s. 37; Taberi, c. 5, s. 484.
19. Tenbih, s. 306.
20. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 184; İbn Cevzi, c. 6, s. 15; Mukaddesi, c. 6, s. 14.
21. Suheyli, c. 6, s. 253 -254.
22. Mukaddesi, c. 6, s. 14.
23. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 184 – 185; Mesudi, Tenbih, s. 305; Semhudi, c. 1, s. 126; Belazuri, c. 4, k. 2, s. 42.
24. Zehebi, Havadis ve Vefayat, h. 61- 80, s. 30; Semhudi, c. 1, s. 126.
25. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 185.
26. Halife b. Hayyat, k. 1, s. 291; İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 181- 182.
27. İbn Habib, s. 391; Belazuri, c. 4, s. 38 -39; Yakubi, c. 2, s. 250- 251; Mesudi, Muruc, c. 3, s. 267.
28. Deynevi, a.g.e.
29. Taberi, c. 5, s. 491- 493; Semhudi, c. 1, s. 126.
30. İbn Habib, s. 391; Mesudi, Muruc, c. 3, s. 268.
31. Deyneveri, s. 266; Taberi, c. 5, s. 484- 485; Mesudi, Tenbih, s. 305.
32. Hüseyni Celali, s. 61 -62, 68- 70.
33. Hüseyni Celali, s. 61 -62, 68- 70.
34. Taberi, c. 5, s. 484- 485, 493; Mufid, c. 2, s. 151- 153.
35. Mesudi, Muruc, c. 3, s. 269; Müfid, c. 2, s. 151- 153.
36. Suheyli, c. 6, s. 253- 254.
37. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 185; İbn Saad, Kitab Uyun-u Ahbar, c. 1, cüz, 1, s. 1.
38. Belazuri, c. 4, k. 2, s. 40; Taberi, c. 5, s. 497; İbn E’sem Kûfi, c. 5, s. 163.
39. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 179; Deyneveri, s. 267; Belazuri, c. 4, k. 2, s. 40- 42; Ebu’l Ferec İsfahani, c. 1, s. 26; Caferiyan, s. 160- 161 ve 505.
Kaynaklar
* İbn Esir, Usdu’l Gabe fi Marifeti’s Sahabe, Muhammed İbrahim Bena ve Muhammed Ahmed Aşur baskısı, Kahire, 1970 – 1973.
* İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, Beyrut, 1385- 1386/ 1965- 1966, ofset baskısı 1402- 1399/ 1979- 1982.
* İbn E’sem Kufi, Kitabu’l Ferec, Ali Şiri baskısı, Beyrut, 1411/ 1991.
* İbn Cevzi, el-Muntezim fi Tarihi’l Muluk ve’l Umem, Muhammed Abdul Kadir Ata ve Mustafa Abdul Kadir Ata baskısı, Beyrut, 1412/ 1992.
* İbn Habib, Kitabu’l Munemmek fi Ahbari Kureyş, Hurşit Ahmed Faruk baskısı, Haydar Abad, 1384- 1964.
* İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, el-Maruf bi-Tarihi’l Hulefa, Taha Muhammed Zeyni baskısı, Kahire, Beyrut ofset baskısı, 1387 / 1967.
* İbn Saad, Kitabu Uyun-u Ahbar, Beyrut, Daru’l Kitabu’l Arabi.
* İbn Kesir, el-Bidayet ve’n Nihayet, c. 4, Ahmed Ebu Mulhim ve başkalarının baskısı, Beyrut, 1405/ 1985.
* Ahmed b. Yahya Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 4, kısım. 2, Maks Shelusinger baskısı Orşelim (Kudüs) Bağdat ofset baskısı, 1938.
* Resul Caferiyan, Tarihi Hulafa, Ez Rıhleti Peygamber ta Zevali Emeviyan (h. 11 – 132), Tahran, ş. 1374.
* Muhammed Rıza Hüseyni Celali, Cihadu’l İmamu’l Seccad (a.s), Kum, k. 1418.
* Halife b. Hayyat, Tarihi Halife b. Hayyat, Rivayet Baki b. Halit (Muhalled), Suheyl Zekkar baskısı, Dimeşk, 1967/ 1968.
* Halil b. Ahmed, Kitabu’l Ayn, Mehdi Mahzumi ve İbrahim Samurai baskısı, Kum, 1405.
* Ahmed b. Davud Deyneveri, el-Ahbaru’t Tival, Abdul Munim Amir baskısı, Kahire, 1960, Kum ofset baskısı, ş. 1368.
* Muhammed b. Ahmed Zehebi, Tarihu’l İslam ve Vefayatu’l Meşahir ve’l A’lam, Ömer Abdul Hamit Tedmiri baskısı, Havadis ve Vefayat, h. 61- 80, Beyrut, 1410/ 1990.
* Ali b. Abdullah Semhudi, Vefau’l Vefa Bi-Ahbari Daru’l Mustafa, Muhammed Muhyiddin Abdul Hamid baskısı, Beyrut, 1404- 1984.
* Abdurrahman b. Abdullah Suheyli, er-Ravzu’l Enfi fi Şerhi Siyreti’n Nebeviyeti li-İbn Hişam, Abdurrahman Vekil baskısı, Kahire, 1387 /1390/1967 /1970, ofset baskısı, 1410/ 1990.
* Abdurrahman b. Ebu Bekir Suyuti, Tarihu’l Huleaf, Muhammed Muhyiddin Abdul Hamid baskısı, Kum, ş. 1370.
* Cafer Şehidi, Zendegani Ali b. EL-Hüseyin (a.s), Tahran, ş. 1365, Taberi, Tarih (Beyrut).
* Mesudi, Tenbih ve Muruc (Beyrut).
* Muhammed b. Muhammed Müfid, el-İrşad fi Marifeti Hücecullah Ale’l İbad, Kum, 1413.
* Mutahhar b. Tahir Mukaddesi, Kitabu’l Beda ve’t Tarih, Kilman Havar baskısı, Paris, 1899- 1919, Tahran ofset baskısı, 1962
Şefaat (2)
Peygamber Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâla bana (benden öncekilere verilmeyen) beş özellik vermiştir… Onlardan biri şefaattir; onu ümmetim için erteledim ve şefaatim ancak Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayana ulaşacaktır.”
Şefaat; Müslümanların ve semavi din takipçilerinin genelinin inandığı dini bir fiildir. Şefaatten maksat, evliyaların ve Kur’an gibi kutsal sayılan bazı eşyaların kıyamet günü belirli şartlar çerçevesinde günahkâr bir gruba şefaat ederek onları cehennem azabından kurtarması, ya da şefaatle şahsın derecesinin yükselmesine sebep olmaktır.
Şefaatin Etkileri
Şefaatin mahiyeti; ne günaha teşvik etmek ve ne de günahkar için bir yeşil ışık yakmak ve aynı şekilde geride kalma sebebi ve aracılıkta değildir, belki aşağıda bazılarına değineceğimiz eğitici sonuçları peşinde getiren önemli bir terbiye meselesidir.
1. Ümit Yaratmak: Nefsani arzuların insana galip gelmesi genellikle insanın büyük günahlara mürtekip olmasına neden olur ve ardından da insana ümitsizlik ruhiyesi hâkim olur. Bu ümitsizlik ve karamsarlık ruhiyesi insanı daha fazla günaha bulaşmaya iter. Bunun karşısında evliyaların şefaat edeceği ümidi, engelleyici bir etken olarak fertlere kendilerini ıslah ve düzeltmeleri durumunda iyi ve temiz şefaatçilerin şefaati ile günahlarının telafi edilebileceği ihtimali ümidini verir.
2. Evliyalarla Manevi Bağ Kurma: Şefaate ümidi olan biri kesinlikle Allah’ın velileri ile bir yolla bağ kurmaya ve onlarla sevgi ve dostluk bağlarını koparmamak için onların razı olacakları işler yapmaya çalışır. Bu bağ ve sevgi şefaat ümidi taşıyan birinde daha fazla hayır ameller işlemeye yol açar.
3. Şefaat Şartlarına Elde Etmek İçin Çabalamak: Şefaat ümidi taşıyanlar geçmiş amellerini gözden geçirerek geleceğe dair daha iyi kararlar almalıdırlar; zira uygun bir zemine olmadan şefaat vuku bulmaz, çünkü şefaat, bir yanda şefaat edilecek kişide uygun bir zemininin ve diğer yanda da şefaat edicinin hürmeti, saygısı ve salih amellerinin bulunmasıyla gerçekleşen bir çeşit lütuftur.[33]
Vahhabiler ve Şefaat
Vahhabiler de dahil bütün Ehlisünnet mezhepleri şefaat konusunu kabul etmektedirler. Vahhabilerin büyüğü İbn Teymiyye şöyle demektedir: Şefaat hakkındaki hadisler çok ve mütevatirdir; Şefaat hakkındaki çeşitli hadislerden bir bölümü Sahih Buhari ve Müslim’de ve birçoğu da sünen ve müsnedlerde bulunmaktadır.[34]
İbn Teymiyye başka bir yerde ise şöyle demektedir: Kıyamet gününde Peygamber Efendimiz için üç şefaat vardır… Şefaatin üçüncüsü cehennem ateşini hak edenler içindir. Peygamberi Ekrem’in, peygamberlerin, Sıddıkların ve diğerlerinin şefaati, cehennem ateşini hak eden kimselerin ateşe girmemeleri ve aynı şekilde ateşe girmişlerin cehennemden kurtulmaları içindir.[35]
Vahhabiler, Enbiya ve Salihlerden dünyada şefi hayattayken veya kıyamet gününde şefaat talep edilebileceğine inanmaktadırlar, Abdurrahman b. Hasan b. Muhammed b. Abdulvahhab (1285) şöyle der: “Hayatı zamanında Peygamberden (s.a.a) şefaat dilemek onun duasından dolayıdır ve Peygamberin duası kabuldür, ancak vefatından sonra Peygamberden şefaat talep edilmesi caiz değildir.”[36]
Şefaat konusunda Vahhabiler ve diğer Müslümanlar arasında yaşanan tartışma berzah aleminde Enbiya ve Evliyalardan şefaat talep edilebilmesi üzerinedir; zira vahhabiler berzah alemini kabul etmedikleri için bu tür şefaati caiz bilmemektedirler. Abdullah b. Muhammed b. Abdulvahhab şöyle söylemektedir: “Bizler Peygamber Efendimizin kıyamet günü şefaatini ve aynı şekilde diğer peygamberler, evliya, melekler ve bebeklerinde şefaat edebileceğini rivayetlerde var olma hasebiyle ispatlıyoruz, ancak bizler şefaati sahibinden (Allah’tan) istiyoruz. Şefaati Allah’tan istememiz gerekir, şefaat edicilerden değil. Yani şahıs şöyle söylememelidir: Ey Allah resulü ve Ey Allah’ın velisi senden şefaat etmeni (ve şefaate benzeri şeyleri) istiyorum… ve buna benzer ibarelerle Allah’tan başkasının kadir olmadığı şeyleri istemek. Berzah âleminde bulunan şefiden şefaat talep edilmesi şirkin kısımlarındandır.”[37]
Vahhabilerin En Önemli İtirazları
Şefaat konusunda Vahhabiler tarafından yöneltilen en önemli itiraz ve eleştiriler şunlardan ibarettir:
Allah’tan Başkasından Şefaat Dilemek Şirktir
Şefi’den şefaat talep etmek bir nevi Allah’tan başkasına seslenmek ve ondan başkasından istemektir ve buda ibadette şirktir; zira Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz mescitler, Allah’ındır. O hâlde, Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin.” (Cin Suresi, 18. ayet). Allah’a birlikte hiç kimseyi seslenmeyin ve çağırmayın.
Cevap: Bu itiraz ve eleştiri vahhabilerin tevhit ve şirk mefhumundan algıladıkları yanlış manadan kaynaklanmaktadır. Şirk ve tevhit mefhumunun doğru bir şekilde tahlil edilmesiyle, Allah’tan başkasını çağırma ve seslenmenin kendi başlı başına şirki gerektirmediğini ve hatta haram olmadığını anlarız. Çünkü şirk koşmak, bir şeyin ilah, rab ve bağımsız olduğu inancının var olduğu yerdedir. Şialar hiçbir zaman kendi İmamları ya da Allah’tan başka bir varlığın bu özelliklere (Uluhiyet, Rububiyet ve Bağımsız) sahip oldukları inancını taşımaz. Şüphesiz Müslümanların onlara seslemesi veya onlardan yardım dilemesi caiz ve meşrudur ve diğerlerinin de ellerinden geldiği kadar onlara yardım etmesi gereklidir. Ayrıca bir ferdin yaptığı fiil caiz ve meşru olursa, ondan bu işi yapmasının istenmesi de caiz ve meşru olacaktır. Yani eğer kıyamette Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve diğer şefaatçiler için şefaat etmek hak ve meşru oluyorsa, aynı şekilde onlardan şefaat dilemekte doğru ve meşru olacaktır.
Başkalarından dua etmesini istemek bütün Müslümanların ortak görüşünde caizdir, bir kimseye “bana dua et” demek gibi. Bundan dolayı Allah tarafından şefaat etmelerine izin verilen kimselerden “Allah katında benim şefaatçim ol” örneğinde olduğu gibi, şefaat dilenmesi caiz ve meşru olacaktır.
Allah’u Teâlâ halkı günahlarının affedilmesi ve bağışlanması için, peygamberden (s.a.a) kendileri için bağışlanma talebinde bulunmasına davet ediyor: “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.” (Nisa Suresi, 64. ayet) Bazıları bu ayeti “onlar Peygamberin kendisine eziyet ettikleri için mutlak ondan helallik istemeleri gerekmektedir” mana ederek tevcih etmeye çalışmışlardır, ancak ayetin üzerinde dikkatlice düşünüldüğü zaman bu açıklamanın doğru olmadığı aşikar olur. Eğer konu peygamberin kendi hakkında vazgeçme konusu olsaydı “Allah Resulü onları affetti (وَ غَفَرَ لَهُمُ الرَّسولُ)” lafzından istifade edilmesi gerekirdi. Oysaki ayeti kerimede “Peygamber onlar için bağışlanma diledi (وَ اسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسولُ)” cümlesi geçmektedir.
Diğer taraftan vahhabilerin delil olarak getirdiği ayet (Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin) maiyyeti (birlikteliği) nefyetmektedir; yani hiç kimseyi Allah’a eş, ortak ve aynı derecede bilmeyin. Ayetin muhatabı vasıtaları bağımsız olarak gören müşriklerdir. Ayrıca eğer Allah’tan başkasından şefaat talep etmek şirk sayılıyorsa, o zaman fertlerin hayatta olmaları veya olmamaları arasında hiçbir fark bulunmaması gerekir; yani Peygamber Efendimiz veya şefaat yetkisine sahip birinden hayattayken bile bir şey talep etmemeliyiz.
Ehlisünnet kaynaklarında sahih olan bir rivayette, Tirmizi Enes b. Malik’ten şöyle nakleder: “Resulullah'tan (s.a.a) kıyamet günü bana şefaat etmesini istedim, Allah resulü, “şefaat edeceğim” buyurdu. Bunun üzerine, “Ya Resulallah, seni nerede arayayım?” diye sordum. Resulü Ekrem’de “İlk olarak beni sırat köprüsünde ara” buyurdu.”[38]
Şefaatin Allah’a Özgü Olması
Kur’an-ı Kerim şefaati Allah’ın özel hakkı olarak belirtmektedir: “De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (Zümer Suresi, 44. ayet) Bu ayeti kerimeden yola çıkarak şefaati sadece Allah’u Teâla’dan talep etmek gerekmektedir.
Cevap: Şefaat, varlık âleminde bir tür etki koyma babından Allah’ın rubibiyetinin mazhar ve cilvelerindendir ve bundan dolayı Allah’u Teâlâ’ya özgüdür. Ama bu konu Peygamber ve salihlerin şefaat hakkına sahip olduğu inancıyla bir çelişkisi bulunmamaktadır; zira onların şefaati bağımsız ve müstakil değil, diğer meselelerde de olduğu gibi Allah’u Teâlâ’nın izni ve isteği şartına bağlıdır. Nitekim Allah’u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Bütün güç ve kuvvet Allah’a aittir”.(Bakara Suresi, 165. ayet) Bu ayeti kerime, varlık âlemindeki bütün güç ve kuvvetlerin Allah’a ait olduğu ve diğer varlıkların da Allah’ın meşiyyet ve izni ve onlara verdiği ölçüde kudret sahibi olacakları manasına gelmektedir. Allah’ın bir varlığa güç ve kuvvet vermesinden sonra ondan yardım talebinde bulunabilinir. “De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir” ayeti de bütün şefaatlerin Allah’a ait olduğu ve Allah’ın maslahat görmesi ve bir mahluka şefaat izni vermesi durumunda o varlıktan, Allah’ın verdiği izni bu fert hakkında kullanmasını talep edebileceğimiz anlamına gelmektedir.
Müşriklerin Eylemlerine Benzemesi
Kur’an-ı Kerim’de Allah’u Teâla, Risalet asrı müşriklerini Allah’tan başkasından şefaat diledikleri için müşrik saymaktadır: “Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar.”(Yunus Suresi, 18. ayet)
Cevap: Risalet asrı müşriklerinin mabut ve putlarının şefaat makamına sahip olduklarına inandıkları tartışılmaz, ancak ayette müşriklerin hem putlara ibadet ettikleri ve hem de putları şefaatçi olarak kabul ettiklerini belirtmiştir ve şefaat makamına sahip olmaları inancıyla birlikte onlara ibadet etmeleri müşriklerin kınanmaları sebebi olmuştur.
Müşrikler (Allah’u Teâlâ’nın onlara böyle bir makam vermediği halde) putların delilsiz, kayıtsız ve şartsız şefaat makamına sahip olduklarına inanmakta ve diğer taraftan da putlarının ilahlığına inanarak onlara ibadet etmekteydiler. Ama Allah’ın izin verdiği bir kişi hakkında şefaat makamına sahip olduğu ve şefaat hakkını da Allah’ın izni ile kullanacak olmasıyla (Onlar, O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler ve hepsi O’nun korkusuyla titrerler. (Enbiya Suresi, 28. ayet) ) artık böyle bir itiraza yer kalmaz. Ayrıca hiçbir Müslüman, şefaatçilerin ulûhiyet makamı taşıdıklarına inanmamaktadır ki onlara ibadet etsinler ve eylemleri müşriklere benzesin. İlah ve ulûhiyet inancı taşımaksızın sırf İmamların zarihine sevgi, saygı gösterme veya öpmenin ibadet sayılmayacağı açıktır, yoksa anne ve babanın elini öpmekte onlara ibadet etmek manasına gelirdi.
Diğer bir nokta ise, taş ve ağaçlardan yapılan putların Allah’u Teâla tarafından, bir fayda veya zarar ulaştırma noktasında bir izinleri bulunmamaktaydı, sadece putperestler taş ve ağaçlardan yapılan putları için bir etki sahibi oldukları inancı taşımaktaydılar ve bu etki Allah’ın izni ile şefaat eden şefilerin tesiriyle tamamen farklıdır.[39] Bu ayeti kerimede Allah’u Teâla putperetlere şöyle buyuruyor; sizler putlarınızın benim vermediğim bir makama sahip olduklarına inanmaktasınız. Acaba bu eyleminizle Allah’ın bilmediği bir şeyden mi haber vermek (putların etkileri) istiyorsunuz ve bu konu evliyalardan şefaat dilemekten uzaktır.
Son olarak bu ayette şefaat dilemek ikgili bir konu geçmemekte, belki konu putların şefaat makamına sahip oldukları inancı konusudur; (İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır, diyorlar) buyurmakta, (Allah katında bize şefaat et) cümlesi geçmemektedir. Bundan dolayı eğer vahhabilerin bu ayeti delil olarak getirmesini doğru kabul edersek, o zaman şefaat inancının mutlak manada şirk olduğunu söylememiz gerekir ve bu konu vahhabilerin kendisini de kapsar; zira onlarda şefaatin aslını kabul etmektedirler.
Başkalarından Şefaat Dilemeyi Men Eden Rivayetler
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: “Yere ve göklere tasarruf eden, af dileyip dua etmene izin vermiş, kabul etmeyi de üzerine almıştır. Vermesi için istemeni, merhamet etmesi için de merhamet dilemeni emretmiştir. Seninle arasına engel olacak bir kimseyi koymadı. Katında bir şefaatçiye muhtaç etmedi…”[40]
Cevap: İlk olarak; Şefaat konusu, İslam ümmetinin üzerinde ittifak ettiği konulardan biridir ve hatta vahhabiler şefaati ispatlamaya çalışmaktadır. Kur’an ve hadisler de şefaatin varlığına işaret etmektedir: Nitekim Allah’u Teâla Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir.” (Bakara Suresi, 255. ayet).
Buhari’nin Peygamber Efendimize (s.a.a) dayandırdığı senetli bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Allah Teâla bana (benden öncekilere verilmeyen) beş özellik vermiştir… Bana şefaat verilmiştir...[41]
“Katında bir şefaatçiye muhtaç etmedi” cümlesi, Allah’ın kullarına karşı fiil ve inayetlerinin, insanların tanımadıkları kişilere rücu ederek onların tanıtmalarıyla isteklerini elde eden insanlarınkine, benzemediğine işaret etmektedir; zira Allah’u Teâlâ evrendeki tüm sırlara âlimdir ve direkt olarak insanları ve ihtiyaçlarını tanır. Allah Teâlâ’nın sebeplere yönlendirmesi, onun hikmeti ve evrendeki neden sonuç ve sebep müsebbip kanunlarının gereksiniminden kaynaklanmaktadır.
Hak Teâlâ insanı, şefaatçinin peşine gitmesi için mecbur etmemiştir; zira cimriliği veya talep edenin hakkına olan cehlinden dolayı asıl şahsa ulaşmanın mümkün olmadığı zaman şefaatçiye gerek duyulur. Hâlbuki Allah’u Teâlâ tarafından bir cimrilik veya engel söz konusu değildir. Bu bazı Hristiyanların, Allah ve insan arasında mutlaka bir aracı olması gerektiği inancının aksidir.
Ölülerden Şefaat Dilemek
Vahhabiler, şefaat edicinin vefatından sonra, ondan şefaat dilenmenin şirk olmasından ve bizim sesimizi duyamayacağından dolayı caiz olmadığına inanmaktadırlar.
Cevap: Eğer bir fiil şirk ise, dünyada da ahirette de şirktir. Ayrıca ölüm cisimle ilintilidir, ama ruh canlıdır ve dua ve şefaat dileğinin duyulması ve icabet edilmesi ruhla alakalıdır, bedenle değil. Berzah âlemi konusunda berzahtaki ruhani hayata ayrıntılı bir şekilde değinilmiştir.
Ehlisünnet kaynaklarında Peygamber Efendimize (s.a.a) salavat göndermenin ve vefatından sonra uzaktan veya yakından ona selam gönderme hakkında birçok rivayet zikredilmiş ve Peygamber Efendimizin (s.a.a) bu salavat ve selamları duyduğu ve onlara cevap verdiği belirtilmiştir.[42]
Şefaat Etme Hakları Var, Bizlerin Şefaat Dilemeye Hakkı Yok
Muhammed b. Abdulvahhab şöyle demektedir: Eğer birisi, Peygamber Efendimize (s.a.a) şefaat etme hakkı verildi ve bende ondan Allah’ın ona verdiği bir şeyi istiyorum, derse şöyle cevap veririz: Allah’u Teâla ona şefaat hakkı verdi, ancak seni, ondan şefaat dilemekten men etti ve şöyle buyurdu: “O hâlde, Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin.”[43]
Cevap: Birinci olarak; yukarıda zikredilen ayetin şefaat dilemeyi men etmekle hiçbir bir ilgisi bulunmamakta ve Allah’a bağımsız olarak bir ortak koşan, onlara ibadet eden ve onlardan hacetlerini isteyen müşriklerle ilgilidir. Bundan dolayı bu tür ayetler vahdet inancı taşıyanlara tatbik edilemez.
İkinci olarak; önceden de belirttiğimiz gibi “mea (birlikte)” kelimesiyle gelen bu ve benzeri ayetler, bir varlığın hiçbir zaman Allah’ın arzında karar kılınmaması gerektiğine delalet etmektedir. Ama Allah’ın, bir vasıta veya şefaatçiye bir işi yapmasına izin verdiği ve yapılan her şeyin Allah’ın emri ile yapıldığı inancı taşırsa bu şirk olmamakla birlikte tevhid inancı doğrultusundadır. Nitekim Hz. İsa (a.s) Kur’an’da, hastalara şifa vermeyi, ölülere hayat vermeyi ve hatta topraktan kuş yaratmayı kendine nispet vermekte ve onu Allah’ın iznine bağlı olarak tanıtmaktadır.[44]
Şefaati İnkâr Edenler
Şefaatin aslını inkâr edenler de bazı deliller öne sürmüşlerdir:
Şefaat Günah İşlemeye Teşvik Ediyor
Bazılarının görüşüne göre şefaat inancı, fertleri günah işlemeye teşvik etmekte ve günahkâr ve mücrimlerde isyan ruhunu yaşatmakta olduğundan dolayı, şefaat inancının İslam şeriatı ve diğer şeriatların ruhiyesi ile uyuşmamaktadır.
Cevap: Evvela; Şefaate inanmak eğer günaha teşvik olursa “Tövbe” de günahların bağışlanmasına sebeptir ve tövbe insanların daha çok günah işlemelerine neden olur. Hâlbuki tövbe tüm Müslümanların ittifakla kabul ettikleri asıl ve temel inançlardan biridir. İkinci olarak; Suçluların bütün sıfatları ve özellikleri tamamen belli olduktan ve ikapların her türlüsü onun tüm zamanlarında cari olması netlik kazandıktan sonra şefaat vadesi isyan ve günaha teşvik olur… Ancak bu durumlar belirsiz ve üstü kapalı kalırsa yani hangi günah, hangi günahkârlar, kıyametin hangi saatinde olacağı belli olmazsa, hiç kimse şefaat edilip edilmeyeceğini bilmezse bu durumda şefaat günahlara teşvik etmek anlamına gelmez.
Allah’la İnsan Arasında Bir Vasıtaya Gerek Yok
Allah’u Teâlâ insanlara şah damarından bile daha yakın ve herkesten daha çok merhametlidir; o zaman neden ondan başkasına yönelerek dilekte bulunalım.
Cevap: Allah’ın biz kullarına şah damarından daha yakın olduğu doğrudur, ancak insanın yeryüzünde yaratılışının hikmeti gereği Allah’u Teâlâ insanlarla direkt olarak konuşmak yerine insanların hidayeti ve irşadı için Peygamberleri vasıtası karar kılmıştır. Aynı şekilde yaratılış hikmeti gereği, hidayet emrinin daha iyi yapılabilmesi için insanların nezdinde resuller ve hidayet edicilerin makamımı yüceltmiştir. Netice itibari ile beşerin onlardan rahat bir şekilde ve güvenerek itaat etmeleri için onlara günah ve hatadan masun kalma (ismet) lütfunda bulunmuştur. Bu ilahi hüccetlerin yüce makamının halkın nazarında daha fazla aşikar olması ve gönüllerinin onların tarafına yönelmesi için Hak Teâlâ onlara zahiri makamlar armağan etmiştir.
Allah’u Teâlâ Kur’an’da (Hz. Yusuf’un (a.s) kardeşlerinin, Allah’ın onları affetmesi için babalarını vasıta karar kılması veya son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.a) şahıslara yaptığı dua ve istiğfarının, fertlerin kendileri hakkında yapmış olduğu dua ve istiğfardan daha etkili olduğunu belirtmesi veyahut Hz. İsa’nın (a.s) zamanında yaşayan insanların, hastalarının şifa bulması veya sıkıntılarının giderilmesi için zamanın hüccetine müracaat etmeleri gibi) bazı konuları beyan ederek, insanlardan istekleri noktasında daha iyi netice elde etmeleri için bu fertleri (şefaatçileri) vasıta karar kılmalarını istemiştir.
Günahkarı Cezalandırmak mı yoksa Şefaat Etmek mi Adalettir?
Yüce Allah kıyamette günahkârları cezalandıracağını buyurduktan sonra kıyamet günü onlardan cezayı (azabı) kaldırması ya adalete uygun bir iştir ya da zulümdür; Eğer cezayı (azabı) kaldırması adaletli bir iş ise, bu durumda cezalandırmanın aslı haşa Allah tarafından bir zulümdür. Eğer cezanın (azabın) kaldırması zulüm ise ve cezalandırmak adaletli ise, o zaman şefaatçilerin şefaati ve onların bir ferdin cezanın kaldırılması için şefaatçi olmaları zulümdür.
Cevap: Cezanın (azabın) kaldırılması, “zulüm” ve “adalet” unvanlarına sadık ve tatbik olmayan Allah’ın “fazl (lütfu)” olabilir. Başka bir tabirle cezanın kaldırılması lütuftur ve lütuf adaletten üstündür. Allah’u Teala adaleti esası üzerince günahkarlar için bir azap tayin etmiştir, ancak şefaat vasıtasıyla cezanın kaldırılması lütuf ve ihsandır. Hak Teala insanlara adil olmalarını öğretmiş ve daha sonra çabalayarak adaletten üstün olan ihsan makamına ulaşmalarını emretmiştir: “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl suresi, 90. ayet). Aynı şekilde Allah’u Teâlâ insanlara, bir kişinin bir şahsa kötülük yapması durumunda, adalet gereği kötülük yapana aynı ölçüde kötülük yapılan kişi tarafından ceza uygulayabileceğini, ancak adaletten daha üstün olan sabır ve ihsan üzere onu affederek bu hakkından vazgeçmesinin daha hayırlı olduğunu öğretmiştir: “Eğer ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle cezalandırın. Eğer sabrederseniz, elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır.”[45]
Kaynakça
[1] İbn Menzur, Lisanu’l Arab, c. 15.
[2] Biharu’l Envar, c. 6, s. 19.
[3] Dairetu’l Mearif Kitabı Mukaddes, s. 411.
[4] İsra Suresi 79. ayet.
[5] Tefsiri Razi, c. 3, s. 55.
[6] Bakara Suresi, 254. ayet.
[7] Bakara Suresi, 48. ayet.
[8] Secde Suresi, 4. ayet.
[9] Zümer Suresi, 44. ayet.
[10] Bakara Suresi, 255. ayet.
[11] Sebe Suresi, 23. ayet.
[12] Enbiya Suresi, 28. ayet.
[13] Sebe Suresi, 23. ayet.
[14] Müsned-i Ahmed, c.1, s.301; Süneni Nesai, c. 1, s. 209; Süneni Darımi, c. 2, s. 873; ve diğerleri.
[15] Biharu’l Envar, c.8, s. 34.
[16] Mutahhari, Murtaza, Adl-ı İlahi, s. 253.
[17] Mutahhari, Murtaza, Adl-ı İlahi, s. 232, 236.
[18] Rum Suresi, 48. ayet.
[19] Cevadi Amuli, Abdullah, Tefsiri Tesnim, c. 4, s. 262.
[20] Cevadi Amuli, Abdullah, Tefsiri Tesnim, c. 4, s. 262.
[21] Bakara Suresi, 255. ayet.
[22] Murtaza, Mutahhari, Adlı İlahi, s. 234.
[23] Enbiya Suresi, 28. ayet.
[24] Makalatı İslamiyyin, c. 1, s. 168 ve 334; el-Keşşaf, Zemahşeri, c. 1, s. 152.
[25] “Kim güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter.” Nisa Suresi, 85. ayet.
[26] Mead der Kur'an, c. 2, s. 145.
[27] “Rahmân’ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır.” Meryem Suresi, 87. ayet.
[28] “O’nu bırakıp taptıkları şeyler şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şâhitlik edenler şefaat edebilirler.” Zuhruf Suresi, 86. ayet.
[29] Muhammed b. Yezid Kazvini, Süneni İbn Mace, c. 2, s. 724; Seyyid Himyeri, Kurbu’l Esnad, s. 64.
[30] Enbiya Suresi, 28. ayet.
[31] Muhammed b. Yezid Kazvini, Süneni İbn Mace, c. 2, s. 724; Seyyid Himyeri, Kurbu’l Esnad, s. 64.
[32] Örnek olarak ismi zikredilen kaynaklardaki rivayetlere müracaat edebilirsiniz: İlmu’l Yakin, c. 2, s. 1325; Sahih Buhari, c. 4, Kitabu Tevhid, babı 24, s. 392, hadis 7439; Biharu’l Envar, c. 8, s. 362.
[33] Selefigeri ve Pasuh bi Şübehat, s. 465.
[34] Mecmuu Fetavayı İbn Teymiyye, c. 1, s. 314.
[35] Mecmuu Fetavayı İbn Teymiyye, c. 3, s. 147.
[36] Kitabu’t Tevhid ve Gurretu Uyunu’l Muvahhidin, s. 258.
[37] Ed-Dürerü’s Seniye, c. 1, s. 231.
[38] Sahih Tirmizi, c. 4, s. 621, Ma Cae fi Şe’ni’s Sırat babı.
[39] Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (Yunus Suresi, 18.ayet.)
[40] Nehcü’l Belağa, c. 3, s. 47. (31. Mektup)
[41] Sahih Buhari, c.1, s.86; Sahihi Müslim, c. 2, s. 63.
[42] Süneni Ebu Davud, c. 2, s. 218. (31. Mektup)
[43] Keşfü’ş Şübehat, s. 25.
[44] A’li İmran suresi, 44. ayet.
[45] Nahl suresi, 126. ayet.
Bibliyografi
1- Kur’an-ı Kerim
2- İbn Teymiyye, Mecmuu’l Fetava, Mecme el-Melik Faht li Tabaati’l Mushafi’ş Şerif, el-Medinetu’n Nebeviye, 1416.
3- İbn Menzur, Muhammed b. Mükrim, Lisanu’l Arab, c. 15, Daru Beyrut ve Daru Sadr, 1388.
4- Ebu Muhammed Abdullah b. Abdurrahman el-Darimi, el-Temimi el-Semerkandi, Süneni ed-Darimi, Daru’l Mugni, el-Memleketu’l Arabiyyeti’s Suudiyye,, 1412.
5- Ebu Davud Secistani, Süleyman b. Eş’as, Süneni Ebu Davud, el-Mektebetu’l Asriyye, Beyrut.
6- Ebu İsa, et-Tirmizi (Müteveffa: 279), Süneni Tirmizi, Şirketu Mektebetu ve Metbaatu Mustafa el-Babi el-Halebi, Mısır, 1395.
7- Ahmed b. Şueyb, Süneni Nesai (es-Süneni Sugra), Mektebetu’l Mektubati’l İslamiye, Haleb, 1406.
8- ed-Dürerü’s Seniye fi’l Ecvibeti’n Necdiyye, Ulameyı Necd, Muhakkık: Abdurrahman b. Muhammed, çapı şeşum.
9 - Rızvani, Ali Asgar, Selefigeri ve Pasuh bi Şübehat, İntişaratı Mescidi Mukaddesi Cemkaran.
10- Zemahşeri Mahmud, el-Keşşaf an Hakaik Gavamizu’t Tenzil, Daru’l Kitabu’l Arabi, Beyrut.
11- Subhani, Cafer, Menşuru Cavid, Kum: Müessesi İmam Sadık (a.s), çapı evvel.
12- Kamusu Kitabu’l Mukaddes, Kahire, Daru’s Sakafe.
13- Abdurrahman b. Hasan b. Muhammed b. Abdulvahhab, Kitabu’t Tevhid ve Gurretu Uyunu’l Muvahhidin, el-Memleketu’l Arabiyyetu’s Suudiyye.
14- Mecmuu Müellifatı Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab, el-Memleketu’l Arabiyyetu’s Suudiyye.
15- Muhammed b. Abdulvahhab, Keşfu’ş Şübehat, Vezaratu’ş Şuunu’l İslamiye ve’l Evkaf ve’d Davet ve’l İrşad, el-Memleketu’l Arabiyyetu’s Suudiyye.
16- Muhammediyan, Behram ve Diğeran: Dairetu’l Mearifi Kitabı Mukaddes, İntişaratı Ruzu Nu, çapı evvel.
17- Mekarim Şirazi, Nasır, İtikadı Ma (O