کارگر

کارگر

Radikal yazarı Murat Yetkin bugünkü köşe yazısında İran’ın Türkiye büyükelçisi Ali Rıza Bikdeli’yle yaptıkları sohbeti kaleme aldı. Yetkin’in aktardığına göre İran Büyükelçisi bir süredir İran’ın Türkiye’yi Suriye’de birlikte hareket etmeye çağırdığını söyledi. 

 
Radikal yazarı Murat Yetkin İran Büyükelçisi Ali Rıza Bikdeli’yle yaptıkları sohbeti anlattığı bir yazı kaleme aldı. Yetkin’in aktardığına göre İran Büyükelçisi bir süredir İran’ın Türkiye’yi Suriye’de birlikte hareket etmeye çağırdığını söyledi.  

Yetkin, İran Büyükelçisi’nin Esed ve rejimi hakkında “Zalimdir. Ama zalimi kaldırmak milletin daha mı menfaatine olacaktır? Yarım yamalak da olsa bir hükümetin varlığı, hiç hükümetin olmamasından iyidir.” dediğini aktardı.

 

 

Yetkin’in yazısı şu şekilde:

İran, Türkiye’ye neden Suriye’de işbirliği öneriyor?  

Yıl 1990. Moskova’da Kızıl Meydan’da Ekim Devrimi’nin yıldönümü için yapılan resmi geçit.  

İzleyiciler arasında genç bir İranlı diplomat da var; adı Ali Reza Bikdeli. O sıralar Sefaretin iki numarası, ama büyükelçi olmadığı için protokolde ülkesini o temsil ediyor. Şöyle anlatıyor: “O yılki törenlerin de bir yıl öncekinden farkı yoktu, 1989’dakinden, 1979’dakinden. 

 trafta huzursuzluklar vardı ama bu Meydana yansımıyordu, rejim ayaktaydı. İşte o törenden tam 23 gün sonra Sovyetler dağıldı.” 

 

Ali Reza Bikdeli şimdi İran’ın Ankara Büyükelçisi. 

 

Azeri, Türk kökenli olduğu için zaten lisan sorunu yok. Buraya gelene dek İran’ın etrafında ve bu bölgenin çoğu başkentinde görev yapmış; Afganistan ve Güney Kıbrıs dâhil. 

 

Bikdeli 12 Kasım akşamı İstanbul’daki İran Başkonsolosluğunda bir grup gazeteciyle yemek sohbetinde bu anısını anlatırken, benim hatırıma da bundan yıllar önce Ankara’da tanıştığım emekli bir Amerikalı istihbaratçı ile yaptığım sohbet geldi. 

 Şubat 1979 İran İslam Devrimi sırasında Tahran Büyükelçiliği’nde görevli ajanlardan biri olduğunu anlatmıştı bana.

  Ve şu itirafta bulunmuştu: Ayetullah Humeyni’nin Tahran’a gelip Şah Reza Pehlevi yönetimine son vermesinden üç gün önce son değerlendirme raporunu o yazmıştı. “Her şey yolunda” demişti merkeze raporunda Amerikalı istihbaratçı bana anlattığına göre; “Ordu duruma hakim, Pazar’da (Kapalıçarşı) hareket yok.” “Yanılmıştık” dedi; “Meğer Pazar içten içe kaynıyormuş, bir anda saf değiştirdiler ve her şey bitti.”

 

Cumartesi, 15 Kasım 2014 00:00

IŞİD Emirlerini kim öldürüyor?

IŞİD şok üstüne şok yaşıyor gelen son dakika haberlere göre esrarengiz operasyonlarla emirleri birer birer yok ediliyor. 

 
IŞİD işgal ettiği yerleri ‘komutan’ statüsündeki ‘emir’lerle idare ediyordu. Ancak son günlerde arka arkaya emirlerine esrarengiz operasyonlar düzenlenmeye başladı. Son olarak 2 emirleri daha bilinmeyen silahlı gruplar tarafından öldürüldü. 

IŞİD’de korku yaratan esrarengiz emiroperasyonlarının sonuncusu dün gece kayıtlara geçti. Musul’un güneyinde Ayın Beyza – Hırba Elhadideyin yolunda, IŞİD emirlerinden Hamza El Mısıri öldürüldü. 

Esrarengiz emir avı bununla bitmedi. Bu kez kentin doğusunda Şii Türkmenler’i bölgeden uzaklaştırılmasından sorumlu IŞİD’li emir Ahmed Kamil öldürüldü. 

 

ESRARENGİZ EMİR AVINI KİM YAPIYOR?

Emirleri bir bir yakalayarak öldürenlerin kimler olduğu muamma. Bilinen tek şey silahlı bir grup kişinin emirlere operasyon düzenleyerek yok ettikleri yönünde. Ancak bu silahlı grupların arkasındaki güç bilinmiyor. 

Bir süredir, Musul’da, kim oldukları bilinmeyen silahlı gruplar, IŞİD mensuplarına saldırılar düzenliyor. Saldırılarda birkaç emirin yanısıra, onlarca IŞİD mensubu öldürülürken, örgütün bazı noktaları da bombalanmıştı.

Öldürülen emirler arasında, örgütün “vilayet mahkeme başkanı” Usame Abdulwaha Altai ile “din eğitimi sorumlusu” Abu Dua ElYemeni de bulunuyor. Musul’daki sözkonusu emir avını şimdiye kadar üstlenen kimsenin olmaması olayı daha da esrarengiz kılıyor. 

 

PERDE ARKASINDA O MU VAR? 

İsmi Kasım Süleymani… İran’ın, Irak’ta ABD’ye kök söktüren Kudüs Gücü‘nün başındaki isim. Şimdiye kadar medyadan uzak dururken IŞİD’den sonra Irak’ta çeşitli mekanlarda çekilmiş fotoğrafları bolca servis edilmeye başladı. 
IŞİD emirlerine yönelik esrarengiz operasyonlar da arka arkaya gelmeye başlayınca gözler İranlı general Kasım Süleymani’ye döndü. 

 

Peki kimdir bu Kasım Süleymani?

2008 yılı baharında ABD’li General Petraeus’un Celal Talabani’nin cep telefonunda okuduğu bir mesajda şunlar yazıyordu;

-“Benim adım Kasım Süleymani. Şunu bilmelisin ki İran’ın Irak, Lübnan, Gazze ve Afganistan politikalarını ben kontrol ederim.”

Mesajın sahibi İlkokul mezunu eski bir inşaat işçisi olan ve Irak’ta kendilerine yıllardır kök söktüren Kudüs Gücü’nün başındaki Kasım Süleymani’den başkası değildi.

 

HEM HER YERDE HEM HİÇBİR YERDE

Esrarengiz bir kişilik olarak tanımlanan Kasım Süleymani, İran’ın perde gerisindeki en önemli adamı. 
The Guardian’a konuşan kıdemli bir Amerikalı yetkili, Süleymani’yi tanımlarken şöyle diyordu;

-“Acımasızlığı ve etkisi herkesi dehşete düşürür. O hem her yerdedir hem hiçbir yerde değildir”.

 

İNSANLARI BÜYÜLER ONU MELEK GİBİ GÖRÜRLER

Irak’ın önemli Sünni liderlerinden biri olan Salih Mutlak da Süleymani’yi şöyle tanımlıyor:

-“Süleymani’nin gücü doğrudan Hamaney’den gelir. Herkesi, cumhurbaşkanı da dahil herkesi by-pass eder. İslam’da anne-babaya itaat kuralı vardır. İran ve İran dışındaki bütün Şiiler Hamaney’e, dolayısıyla doğrudan onun adına hareket eden Süleymani’ye anne-babalarına itaat ettikleri gibi itaat ederler. Irak’taki bütün önemli insanlar onu görmeye gider. İnsanlar onun tarafından büyülenmiş gibiler, onu bir melek gibi görürler.” 

 

YAŞAYAN ŞEHİT

İran’ın dini lideri Hamaney’in has adamı olan Kasım Süleymani, Hizbullah operasyonlarının da kilit ismi konumunda. Hamaney, kamuya açık alanlarda birçok kez onu “Cephede defalarca şehit olduğu halde hâlâ yaşayan bir devrim şehidi” diye övdü.

Şimdi İran’ın lideri olan Ali Hamaney, İran-Irak Savaşı’nda cephedeyken. SağındaKasım Süleymani , solunda ise dönemin Devrim Muhafızları Komutanı Rızai.

  

ABD’Lİ KOMUTANA YOLLADIĞI İRONİK NOT

2006’daki Hizbullah-İsrail savaşında da Hizbullah’ın operasyonlarının belirlendiği karargâhın kilit ismi Süleymani’ydi. 44 gün süren savaş boyunca, Irak’ta Şii milislerinin Amerikan hedeflerine yönelik saldırılarını büyük oranda azaltmış olması Amerikalıları şaşırtmıştı. Savaş bittiğinde Kasım Süleymani, Bağdat’taki Amerikalı komutanlara şöyle bir mesaj yollamıştı:

-“Umarım Bağdat’taki huzurun ve sakinliğin keyfini çıkarmışsınızdır. Ben Beyrut’ta biraz meşguldüm de!”

 

 

SON FOTOĞRAFLARI IRAK’TAN

Kasım Süleymani’nin İran sitelerine son dönemde sıkça düşmeye başlayan fotoğraflarının neredeyse tamamı Irak’tan ve cephede çekilmiş. Son olarak bir grup silahlı grupla Irak’ta verdiği poz medyada yer aldı.

Bu pozlarla da Kasım Süleymani Irak’ta baş aktör olmaya soyunduğunun mesajını verdi. Haliyle esrarengiz IŞİD emiri infazlarında onun parmağının olması çok da şaşırtıcı olmaz. 

 

IŞİD’e karşı mücadeledeki en büyük komutan
Bir Lübnan gazetesi General Süleymani’nin Curf Al-Nasr bölgesinin IŞİD’in elinden alınmasındaki kilit rolünü gündemine taşıdı.
 
Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, Lübnanlı Al Ahbar gazetesi bugün yayınlanan bir yazısında son dönemde Irak’ta IŞİD’e karşı gerçekleştirilen operasyonlara yer vererek General Kasım Süleymani’nin Irak’ın Curf Al-Nasr bölgesinin IŞİD terör örgütünden temizlenmesindeki rolüne yer verdi. 

Bu gazete Iraklı güçlerin General Süleymani’nin ortaya koyduğu savaş taktiklerine büyük oranda ihtiyaçları olduğunu ve bu bölgenin IŞİD’den temizlenmesinin ardından bu terör örgütünün yenilmezliği yönündeki söylentilerin suya düştüğünü yazdı. 

Bu Lübnanlı gazete yazısında ayrıca General Süleymani’nin IŞİD’e karşı savaştaki en büyük komutan ve yıldız niteliğinde birisi olduğunu da yer verdi.

nehir

Cumartesi, 15 Kasım 2014 00:00

BM: IŞİD Suriye’de ‘terör estiriyor’

Birleşmiş Milletler (BM), Irak Şam İslam Devleti IŞİD’in, Suriye’de denetimindeki bölgelerde ‘terör estirdiğini’ duyurdu.


BM’nin, 300’den fazla tanıkla yapılan söyleşilere dayandırdığı ‘Terör Yönetimi: Suriye’de IŞİD idaresinde yaşamak’ adlı raporda, IŞİD’in sivillere karşı ‘aşırı şiddet’ uyguladığı belirtildi.

Rapora göre, sigara içen erkeklerin parmakları kesildi, bir erkek hastayı tedavi eden kadın diş hekiminin de halkın gözü önünde kafası kesildi

İnsan hakları denetçilerinin hazırladığı rapor, BM’nin IŞİD’in taktiklerini yakından incelediği ilk rapor olarak kayda geçti.

Raporda, IŞİD’den kaçan veya Suriye’de IŞİD kontrolünde yaşayan erkekler, kadınlar ve çocuklarla yapılan söyleşilerin yanı sıra örgütün dağıttığı fotoğraflar ve videolar da incelendi.

BM, halka açık alanlarda yapılan infazların yaygın olduğunu ve cesetlerin ‘yerli halka uyarı’ olarak teşhir edildiğini belirtti.

Raporda, IŞİD’in bölge istikrarına oluşturduğu tehdidi uluslararası toplumun göz ardı ettiği vurgulanırken Suriye’deki krize siyasi bir çözüm bulunamamasının da ‘tehlikeli bir boşluk doğurduğu’, bu boşluğun da IŞİD tarafından doldurulduğuna dikkat çekildi.

 

İşkence yaygınlaştı

IŞİD militanlarının gıda ve tıbbi malzeme yardımı tedarik yollarını engellemesi, tecavüz, recm ve sivillere yönelik işkenceler, Ezidi kadınların seks kölesi olarak alı konulması ve IŞİD militanlarının çocuklarını doğurmaya zorlanmaları da raporda yer alan maddeler arasında.

BM ayrıca, IŞİD’in çocukları savaşmaya zorlamasına ve yine çocuklara zorla toplu infaz videoları izletmesine dikkat çekti.

IŞİD militanlarının, ABD hava saldırılarına karşı sivillerin evlerine ve çiftliklerine konuşlanmaları da raporda yer aldı.

Rapor, BM’nin Uluslararası Bağımsız Suriye Arap Cumhuriyeti Soruşturma Komisyonu tarafından hazırlandı.

Komisyon, Suriye’deki insan hakları ihlallerini inceleme amacıyla BM İnsan Hakları Komisyonu tarafından 2011 yılında kurulmuştu.

Raporda, IŞİD’in yanı sıra sivillere ve ele geçirilen savaşçılara yönelik insan hakları ihlallerinden Suriye hükümeti dâhil diğer tarafların da sorumlu olduğu belirtildi.

Diğer tarafların ihlalleri sakladığı, IŞİD’in ise kendi idaresini zorla kabul ettirmek için ‘ihlalleri ve suçları’ açıkça teşhir ettiği kaydedildi.

 

BBC


Irak, Suriye ve Lübnan’dan son haftalarda gelen haberlere göre, IŞİD terör örgütünün ağır yenilgiler aldı ve birçok bölgede IŞİD unsurları kendi güçlerini geri çekmek zorunda kaldı. Söz konusu ülkelerden alınan haberler uyarınca, IŞİD’ın ileri gelen elebaşının ise yaralanıp helak olduğu anlaşılıyor. IŞİD’ın elebaşı Ebubekir Elbağdadi veya Avad İbrahim Ali Elbedri Elsamerai’nin görüntüsünün geçenlerde Musul’daki bir camide konuştuğu vakit yayınlanması, farklı bir şekilde yankı uyandırdı.

 

IŞİD terör örgütünü ortaya çıkaranlar bu şeytani plana dayanarak Ortadoğu bölgesi için şom planları hayata geçirerek bu grubun elde ettiği ilerlemelerden dolayı sevince kapılıp riyakârca IŞİD’ın süper güçlerin hedeflerini yerine getirdiğinin propagandasını yaptılar. Buna karşı bölge halkından birçoğu özellikle Müslümanlar, bu terör örgütünün cinayetkâr girişimleriyle İslam’ın çehresini zedelemek ve bölge güvenliğini tehlikeye düşürmekle meşgul olmasından kaygı duymaktadır. 

Artık hemen hemen herkes ortaya çıkarılan bu şom planın bölge güvenliğinin tehlikeye girmesi hedefiyle hayata geçirilip bununla mücadele edilmesi zaruretinin farkına vardılar. Kısa bir zaman içerisinde IŞİD terör örgütünün adı öyle kötüye çıkmıştır ki, hatta bu grubu ortaya çıkaran ülkeler ve bu ülkeleri himaye edenler terör örgütlerini desteklediklerini gizlemeye kalktılar ve bu cinayetkar örgütle irtibat halinde olduklarını inkâr etmeye kalkıştılar. IŞİD ve bu baş belası terör örgütünü destekleyenleri ümitsizliğe sürükleyen tek şey, Sünniler ve Şii mezheplerine mensup olanların hemen hemen tamamının IŞİD ve diğer terör örgütlerinden nefret ettikleri gerçeğidir. Hiç kuşkusuz Siyonistler müstebid ve sultacı güçlerin yoğun yardımlarını arkasına alarak IŞİD terör örgütünü geniş bir şekilde destekleyerek, kendi şom hedeflerini hayata geçirmekle bölge ülkelerini kandırmaya çalışıyorlar. 

IŞİD terör örgütünün ortaya çıkmasının temelinde, İslam’ın çehresinin kötüye çıkarılması, Müslümanlar arasında mezhep kavgası ve onlar arasında ihtilaf çıkarmak ve Siyonistlerin varlığını pekiştirmek olduğu yatmaktadır. Gerçek olan şu ki, Siyonistler ve sömürgeci devletler uzun yıllar boyunca özellikle eski Sovyetler birliğinin çöküşünden sonra, İslam’ın kendi şom emellerinin yürütülmesinde en büyük engel olduğunu vurguladılar. Aynı güçler İslam ve Müslümanlara darbe indirmek için hiçbir eylemden geri kalmadılar. İslam ve Müslümanların çehresine darbe indirmenin sultacı ve hegemonyacı devletlerin asıl hedefleri olduğu anlaşılıyor. 

IŞİD terör örgütünün işledikleri korkunç ve tüyler ürpertici cinayetlerle ilgili görüntülerin defalarca yüksek kaliteyle yayınlanması, Allahu Ekber ve Lailaha İllallah sloganlarının terör örgütü üyelerince işlenen cinayetler sırasında haykırılması tesadüfî olmayıp, üstelik önceden öngörülen bir olaydır. Aslında bu eylem İslam’ın pak çehresini kirletmek ve Müslümanları terörist göstermek amacıyla yapıldığı gözlerden kaçmamakta. Siyonistler ve bu rejimin hamilerinin İslam’a karşı kin ve nefretlerini gözler önüne sermek ve dünya siyonizminin yürüttüğü girişimlerine aykırı hareket eden Müslümanlardan intikamlarını almak için ellerinden gelen her girişime kalkışmaktadır. IŞİD terör örgütünün savunmasız milletlerle özellikle Müslümanlarla en feci ve korkunç yöntemlerle savaştığı bir ortamda, bu terör çetesinin soykırımcı İsrail rejimini zerre kadar tehdit etmediği, üstelik yaralanan IŞİD unsurlarının bile Siyonist rejim hastanelerinde tedavi altına alındıkları dikkat çekmekte. Siyonistler ve bu gasıp rejimin hamilerinin IŞİD terör örgütünün girişimlerine yönelik tepkileri çok ilginç olup, bu örgütün onlar tarafından geniş bir şekilde desteklendiği gerçeği ortaya çıkıyor. Soykırımcı rejim İsrail elebaşları ise IŞİD ile bağlantılarını gizleyerek bu rejim yetkililerinin farklı zamanlarda IŞİD ile hiçbir sorunları olmadığını itiraf ettiler. Üzüntü verici olan olay şu ki, bazı İslam ülkeleri liderlerinin bu kirli oyuna katılarak kendi ülkeleri milletleri için yüzkarası sayıldıkları ve Müslüman milletlerin haysiyeti ve şerefiyle oynadıkları gerçeği ortaya çıkıyor. Arabistan, Katar ve Türkiye’nin Siyonistler ve sömürgeci ülkelerin IŞİD gibi terör örgütlerinin ortaya çıkarılmasında öncü rol oynadıkları ve ortaklık ettikleri bildiriliyor. Bu ülkeler IŞİD kılıfıyla kendi şom hedeflerine ulaşmak ve Siyonist karşıtı cepheye karşı direnmeyi başardıklarını zannediyorlar, ancak bunda asla başarı elde edemedikleri gerçeği ortaya çıkıyor. Siyonistlerin uykularını bozan şey, son günler ve haftalarda Irak, Suriye Lübnan ve ayrıca IŞİD ile mücadele cephelerinde meydana gelen olaylardır. Halkın, terör örgütleri ve özellikle IŞİD terör örgütüne karşı ayaklanması önemli bir gelişme sayılıp bölge milletlerinin terörizm ve tekfircilerin şerrinden kurtulmaları olan bu sürecin umut verici neticelerine tanık olmaktayız. Tekfirciler ve onların başındaki IŞİD terör örgütünün Suriye, Irak ve Lübnan’da ağır yenilgileri tatmasının ardından şimdi de terörizmin kemiklerinin kırılma sesi halka duyurulmakta ve bu şom fenomen olan terörizmin yok olmaya yüz tüttüğü gerçeği ortaya çıkmaktadır. Hali hazırda IŞİD’in yok olmaya yüz tuttuğu ve bu örgütü yaratan ülkelerin bu akımdan uzaklaşmaya başladığı anlaşılıyor. IŞİD terör örgütünün yenilmesi bu doğrultuda var olan komploların tamamen yenilmesi manasında değildir. IŞİD örgütünün ortaya çıkarılmasında uzun yol kat edilen bir düşüncedir. Pakistan, Afganistan ve Orta Asya, Afrika ve Arap dünyasında taraftar kitlesine sahiptir. Bu şartlarda İslam dünyasındaki âlimler ve İslam toplumları öncülerinin terör örgütleriyle mücadele edilmesi yönündeki faaliyetleri büyük öneme haizdir. İslam ülkelerinin yöneticileri Müslümanları tekfirci grupların yarattıkları tehlike ve komploları ve bu fenomenin İslam ile tezat halinde olduğu konusunda uyarmaları gerekiyor.

Perşembe, 13 Kasım 2014 00:00

İmam Zeynelabidin(a.s)

Ehl-i Beyt imâmlarının dördüncüsü olan Zeynelabidin (a.s) Hicrî 36’da Medine’de dünyaya geldiği rivâyet edilmektedir. Bazı kaynaklarda Miladî 38’de Kûfe’de doğduğu aktarılmakta. Babası İmâm Hüseyin (a.s), annesi Şehrbanu validemizdir.


 Allah’ın adıyla
Ehl-i Beyt imâmlarının dördüncüsü olan Zeynelabidin (a.s) Hicrî 36’da Medine’de dünyaya geldiği rivâyet edilmektedir. Bazı kaynaklarda Miladî 38’de Kûfe’de doğduğu aktarılmakta. Babası İmâm Hüseyin (a.s), annesi Şehribanu validemizdir. Dedesi İmâm Ali (a.s) şehid edilesiye dek, yani üç-dört yaşına kadar dedesinin sevgi, şefkat ve ilgisine mazhar olmuştur. Amcası İmâm Hasan (a.s) ve babası İmâm Hüseyin’den (a.s) ilim tedris etmiştir. Amcası İmâm Hasan’ın (a.s) Muâviye ile yapmış olduğu mütarekeden sonra Medine’ye hicret edildiğinde Mescid-i Nebevi adeta medreseye dönüştürülmüştü. İnsanlar amcasının ve babasının eğitim ve irşadından faydalanıp tebyin edilirken kendisi de bu ders halkalarına katılır ilim tedris ederdi. Ayrıca babası ve amcasından ev ortamında da özel olarak tefsir, hadis, fıkıh, akaid ve irfanî konularında ilim öğrenmekte idi.
Kerbelâ faciasına kadar uzun bir zaman sürecinde nebevî kaynaktan ve Ehl-i Beyt pınarından ilim tedris ederek büyük bir bilgi birikimi ve engin bir donanıma sahip olmak İmâm Zeynelabidin’e (a.s) nasip olmuştur. Bu ilmî birikim babasının şehadetinden sonra imâmet ve velâyet misyonunu kuşanmayı ilâhî bir sorumluluk olarak karşısına çıkarmıştı.
Elbetteki bu misyonu yüklenmek İmâm (a.s) için sürpriz değildi. Amcası ve babasının bu bağlamda ona vasiyetleri vardı. Hatta dedesi İmâm Ali (a.s) onu kucağına alıp sevip okşarken ev halkına da onun gelecekte Müslümanlara karşı üstleneceği sorumluluktan ve ümmet nezdindeki imâmetinden söz etmekte idi. Babası Seyyid-i Şûheda İmâm Hüseyin (a.s) ise Kerbelâ’ya vardıklarında oğlunu karşısına alıp yükleneceği imâmet misyonuyla ilgili son kez nasihatlerde bulunmuştu. Ayrıca İmâm Hüseyin (a.s) oğluna, Medine’ye döndüğünde Ümmü Seleme validemizden imâmetle ilgili bir takım emanetleri almasını da söylemişti. Nitekim İmâm Zeynelabidin (a.s) Medine’ye vardığında ilk iş olarak Ümmü Seleme validemizi ziyaret edip emanetleri almak olmuştur.
Hiç kuşkusuz İmâm Zeynelabidin (a.s) 57 yıllık yaşamının en acı anını Kerbelâ’da yaşamıştır. Hasta ve bîtap bir vaziyette olmasından dolayı babasının ve Ehl-i Beyt yârenlerinin yardımına koşamamak ve o fecaati sadece seyrediyor olmak ona çok acı gelmiştir. Hatta takatsizliğine rağmen yattığı yerden kalkmaya teşebbüs etmiş ancak halası Zeyneb ve diğer kadınlar ona engel olmuştu. Elbette ki takdiri ilâhî onun hayatta kalmasını murad etmişti. Zira yeryüzü hüccetsiz kalmamalıydı ve ümmete karşı yüklenilmesi gereken sorumluluk onu bekliyordu.
İmâm Zeynelabidin (a.s) Ehl-i Beyt kadınlarıyla birlikte Şam’dan yola çıkıp uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Medine’ye geldiğinde halk büyük bir mahcubiyet içerisinde taziye ziyareti yapmaktaydı. İmâm (a.s) büyük bir olgunluk ve metanet içerisinde taziyeleri kabul ediyor ve ziyaretçilere hiçbir serzenişte bulunmuyordu. “Keşke babanı yalnız bırakmasaydık, keşke onunla birlikte bizde orada şehid olsaydık“ gibi sözler edip kendilerini kınamakta idiler.
Medine halkı İmâm Hüseyin’in (a.s) peşisıra gitmemiş olmanın ezikliğini İmâm Zeynelabidin’e (a.s) teveccüh etmekle telafi etmeye çalışıyordu. Kendisine son derece hürmetkâr davranıyorlar ve sorunlarının halli için ona müracaat ediyorlardı. Artık İmâm (a.s) Medine’de şer‘î hükümlerin ve her türlü ilmî problemin halli için başvuru mercii idi. Meselelerin halli için önerdiği şer’î hükümler ve fıkhî fetvalar tam bir kalp mutmainliği ile kabul görüyordu.
Ayrıca İmâm’ın (a.s) kendi kişilik ve şahsiyetinin halk üzerinde büyük bir tesiri vardı. İmâm’ın (a.s) gece gündüz ibadetle iştigal etmesi, abidliği, takvası, zühd ve verası halkın ona olan saygı ve sevgisini daha da arttırmıştı. Bu nedenle ona “ibadet edenlerin ziyneti“ anlamına gelen “Zeynelabidin“ ismini vermişlerdi. Diğer bir lakab olarak Seyyidu’l-Abidin (abidlerin efendisi) diye de anılmaktaydı. Ayrıca çok secde ettiği için ona Seccad ismini de takmışlardı. (İmâm’ın (a.s) asıl ismi Ali bin Hüseyin’dir.) Halk İmâm’da (a.s) peygamber simasını, nübüvvet nurunu görüyordu. Bu nedenle İmâm’ın (a.s) halk nezdinde son derece saygınlığı ve itibarı vardı.
Halk İmâm‘dan (a.s) sadece meselelerinin halli için istifade etmek değil, kendisinden her konuda ilim tedris emek istiyordu. İmâm (a.s) bu talep üzerine Mescid-i Mebevî’de geniş kapsamlı bir ders halkası oluşturmuştu. Kısa süre içerisinde İmâm’ın (a.s) namı her taraftan duyulur olmuştu. Bu ders halkasına sadece Medine halkı değil, civar semtlerden de katılanlar vardı.
Birçok ilim dalının temeli de bu medresede atılmıştı. Süreç içerisinde İmâm’ın (a.s) rahle-i tedrisinden geçen, onun engin nebevî ilmi ile techiz olan önemli sayıda fakihler yetişmiş oldu. Hadis-i şeriflerde Ehl-i Beyt imâmları için “Hidayet meşalesi“ denilmesi onların nebevî ilmin gerçek mümessili ve menbaı olmalarındandır. Elbette ki söz konusu hadisin siyasî boyutu da var. Ancak ne yazık ki İslâm ümmetinin bu bağlamda Ehl-i Beyt imâmlarından istifade etmesine, onların siyasî rehberliği altında adil bir şekilde yönetilmelerine fırsat verilmedi.
Halk, hiç olmazsa onların ilminden yararlanalım diyordu. Gaspçıların hükümet merkezi nasıl olsa Şam’daydı ve Ümeyyeoğulları‘nın valisi şimdilik İmâm’ın (a.s) faaliyetlerine karışmıyordu. Tabi ki bu durum Kerbelâ katliamından dolayı tepki almama adına idi. Vali‘den İmâm’ın (a.s) faaliyetleriyle ilgili raporlar isteniyor ancak kendisine müdahale edilmiyordu. Gerçi iş o raddeye varmıştı ki halkın adlî sorunlarının halli de İmâm (a.s) tarafından çözümlenmekteydi. Kısacası halk İmâm’a (a.s) güveniyor, ona itibar ve ona teveccüh ediyordu. Bir zamanlar dedesi İmâm Ali’ye (a.s) halktan mada halifeler de adlî işlerin halli için müracaat etmekteydi.
(Rivayetlere göre dönemin halifesi (!) Abdulmelik b. Mervan ile Roma Kralı arasında para kullanımı hususunda ihtilâf olunca meselenin halli için İmâm Zeynelabidin‘e (a.s) müracaat ediliyor. İmâm (a.s) İslâm dinarının sikke olarak basımını öneriyor ve mesele halledilmiş oluyor. Müslümanların maslahat söz konusu olduğunda İmâm (a.s) fikir beyan etmekten ictinab etmiyordu.)
Yunus suresinin 35’nci ayetinde ifade edildiği gibi doğruyu bilen ve bu bilgi birikimi ile hakka ulaştıran uyulmaya daha layıktı ve halk bu yüzden mevcut şartlar dahilinde hidayet imâmlarına müracaat etmekteydi. Devlet imkânları ise gasıpların elindeydi. Şam’da saraylarına yerleşmişler topladıkları vergilerle halkı cendereye sokmuşlardı. Ve yine halkın çençlerini toplayıp cihad adı altında savaşlara sürmekteydiler. Gönülleri-kalpleri fethetmek yerine toprakları ele geçirmek onlara daha cazip geliyordu. Zira ele geçirdikleri ganimetlerle ve aldıkları cizyelerle saraylarının istişamını daha da şatafatlı hale getiriyorlardı. Ahiret değil debdebeli hayat onlar için daha çekici idi. Bir halk ayaklanması, bir kıyam olmadığı sürece Medine’de olup bitenler onları pek ilgilendirmiyordu.
İmâm (a.s) bu ortamı fırsat bilerek halkı tebyin ve irşad etme vazifesine büyük bir ciddiyetle devam ediyor ve bir taraftan da adlî meselelerin halli için hüküm ve fetvalar veriyordu. İmâm (a.s) halk arasında hiçbir ayırım gözetmezdi. Her yaş grubundan insanlar ders halkasının müdavimiydi. Ancak İmâm (a.s) insanların seviye, kapasite ve taleplerine göre ders halkaları oluşturmuştu. Örneğin, bazı kişiler kendilerini kelâm ilminde geliştirmek isterken, bazıları da fıkhî-hukukî konularda uzmanlaşma talebindeydi. İmâm (a.s) işlemiş olduğu ders müfredatını tefsir, fıkıh-hukuk, siyer, akaid-kelâm, hadis ve tarih gibi değişik ilim dallarına tasnif ederek disiplinli, sistematik ve anlaşılır bir metodla eğitim faaliyetlerini sürdürmekteydi.
Ayrıca edindiğimiz bilgilere göre İmâm (a.s) matematik, geometri, astronomi-gökbilimi, kizik, kimya ve tıp gibi pozitif ilimlerle de iştigal ediyormuş. İmâm (a.s), bu ilimlerin altyapısını oluşturarak oğlu İmâm Muhammed Bakır‘a (a.s), o da oğlu İmâm Cafer Sadık’a (a.s) aktardığı tarihî kaynaklarda geçmektedir. Bilindiği gibi Cebir ve kimya ilimlerinin mucidi ise İmâm Cafer’in (a.s) talebesi Cabir bin Hayyan’dır. Ki bu ilmi İmâm Cafer’den (a.s) almıştır. Bugün dünyanın her tarafındaki lise ve üniversitelerinde Cebir (Al-Gebra) dersi okutulmaktadır.
Eğer Ehl-i Beyt imâmlarının önünde despot rejimlerin bariyer, kuşatma ve engelleri olmasydı hiç kuşkusuz İslâm medeniyeti Kur’an’ın öngördüğü şekilde inkişaf edecekti ve dünyanın çehresi bugünkü gibi olmayacaktı. Pozitif ilimlerle geliştirilecek teknoloji ve maddi imkânlar insanlığın hayrı için kullanılacak, dünya bayındır hale gelecekti. Siyasal alanda ise insanlar İslâm’ın hayat bahşeden-hayatı teminat altına alan hukuk sistemiyle adilane bir şekilde yönetileceklerdi. Kısacası dünya insanlığı barış ve huzur içerisinde yaşayacaktı. Yüce Allah’ın yeryüzü insanlığına sunmuş olduğu maddî imkân ve nimetler yine adilane bir şekilde paylaşılacak, üretim ve tüketimde arz-talep denklemi baz alınıp adil gelir dağılımı sağlanacaktı. Zekât, sadaka ve humus göbeği ve ensesi şişik insanların insafına terk edilmeyecek, bütün yoksulların hakları gözetilip dünyada bir tek fakir insan kalmayacaktı.
Vahşi kapitalizmin ise esamesi okunmayacaktı. Savaşlar mı, toplu imha silahları mı? Bunlara asla fırsat verilmeyecekti ve bunların da esamesi okunmayacaktı. “Hak gelince (hak hakim olunca), batıl zail olur“ ayetinde ifade edildiği gibi batıl olana, şer olana o fırsat verilmeyecekti. Ama olmadı işte. Bir eksen kayması bakın nelere mal oluyormuş?!
Bazıları bu ifadelerimizi uçuk ve hayal mahsulü olarak yorumlayabilir. Oysa ifede ettiklerimiz Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın kelâmı olan Kur’an’dan neşet etmektedir. Örneğin, Yüce Allah Kur’an’da bütün yeryüzüne dinini egemen kılacağını söylerken bunu ön koşula bağlamaktadır. “Eğer siz Allah’a (Allah adına Allah’ın dinine) yardım ederseniz Allah’da size yardım eder ve yeryüzünde ayaklarınızı sabit ber kadem kılar.“ (Muhammed:7) Siz dinin mücessem temsilcisi, velâyet şahı İmâm Ali’yi (a.s) Sakife’de terk ederseniz, siz Hasan-ı Mücteba’yı (a.s) Muâviye melununa karşı naçar bırakırsanız, siz hidayet meşalesi Seyyid-i Şuheda İmâm Hüseyin’i (a.s) Kerbelâ toprağında zalim Yezid’in insafına terk ederseniz Allah’ın dinine nasıl yardım etmiş olursunuz?
Yeryüzünde ayakların sabit ber kadem kılınması ne anlama gelmektedir? Müslümanların yeryüzünde sabit ber kadem olsaydı dünyanın öbür ucundaki bir mazluma kimse zulmetmeye cesaret edemezdi. Biz Müslümanlar bütün dünya halklarına, bütün dünya mustazaflarına karşı sorumlu kılınmış bir ümmetiz. “Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz..“ ( Âl-i İmrân:110)
İslâm ümmetinin bugünkü acınası haline bir bakın ve düşünün nerde hata yapıldı diye? Bu yanlışların, bu vebâllerin karşılığı yine Kur’an’ın ifadesiyle “Hizyun fi hayatu‘d dunya“ (dünya hayatında rezillik-rüsvaylık), ahirette de “eşeddil azab.“ (Bakara:85) değil midir? Kur’an’da aktarılan bu olay aslında Yahudilerden örnekle Müslümanlara anlatılıyor. Aynı duruma düşülmesin diye. Ancak ne yazık ki kadim tarihlerdeki hatalar Muhammed (s.a.a) ümmeti tarafından da tekerrür edildi.
Hiç kuşkusuz İmâm Zeynelabidin (a.s), işlemiş olduğu tefsir derslerinde bu konuları da öğrencilerine aktarmaktaydı. Onun derdi, ıstırabı, bütün uğraş ve çabası devrimci bir potansiyel oluşturmaktı. Ancak Ümeyyeoğulları tarafından kuşatılmışlığının ve hakkında sürekli olarak Şam’a raporlar sunulduğunun da farkındaydı. Babasına yapılan ihanetleri de gözönünde bulundurmuyor değildi! İnsanlar onun üstün fazilet ve erdemliliği karşısında saygıda, hürmette kusur etmiyorlardı, ona büyük bir tazim ve ihtiramla bağlı idiler. Ancak etrafındakiler devrim ve kıyam için potansiyel olarak fazla bir yekûn tutmuyordu…

Hazım Koral

İran Ulusal Güvenlik Konseyi sekreteri, İran'ın barışçıl nükleer enerjiden yararlanabilmek konusunda çok ciddi olduğunnu belirterek, uygulanan yaptırımların yasadışı ve zalımce olduğunu belirtti.
MHA'nın haberine göre İran Ulusal Güvenlik Konseyi sekreteri, Ali Şemkhani, bölgedeki terör olayları ve İran'ın nükleer müzakereleri hakkında konuştu. Orta Doğu'daki terör olaylarının, Amerika başta olmak üzere batılı ülkelerin bölge için yeni politikalar belirlemek istedikleri nedeni ile geliştiğini söyleyen Şemkhani, "Batılı ülkeler tarafından belirlenen bu yanlış potikalar, bölge halkı için sadece huzrusuzluk ve güvensizlik getirecek ve  ülkelerin ekonomik ve toplumsal kaynaklarının yok olmasına neden olacaktır" dedi.

Şemkhani açıklamasının devamında ise Irak, Suriye, Filistin ve Lübnan'daki olayların, İsrail'in güvenliğin sağlanması için tasarlandığını belirterek, "Amerika ve bölgedeki yandaşlarının politikaları ve çalışmları, IŞİD'ın oluşmasına neden olmuştur" dedi ve batılı ülkelerin, bu sorunlar karşısındaki çelişkili tutumlarına dikkat çekerek, sözlerine "Suriye'deki sorunların tek çözüm yolu, halkın iradesi ve demokrasiye saygı göstermektir" diye ekledi.

Obama'nın geçtiğimiz günlerde İran lideri, Ayetullah Hamanei'ye gönderdiği mektup hakkında ise Şemkhani, "Amerika devlet başkanının bu mektuplaşmaları yıllardır devam ediyor ve bu mektuplara bazen cevap gönderilmiştir" dedi.

Şemkhani sözlerinin devamında ise İran'ın NPT kuralları dışında, hiçbir kuralı kabul etmeyeceğini söyleyerek, "İran, ortak çalışma programı çerçevesindeki tüm görevlerini yerine getirmiş ve iyi niyet ile müzakere masasına oturmuştur. Müzakerelerin diğer tarafı da mantıklı ve gayrı politik bir yaklaşım sergilediği zaman, kısa bir süre içerisinde nükleer anlaşmaya varılabilir. İran'ın UAEK ile yaptığı geniş çalışmalar doğrultusunda, ülkemize karşı uygulanan tüm yasadışı ve zalimce yaptırım kaldırılmalıdır"dedi.

Amerika'nın tüm finansal ve onursal kaynaklarını, İsrail'in gelişmesi için kullandığını belirten Şemkhani, "Malesef Amerika'nın bölgedeki politikaları, İsrail tarafından belirleniyor ve İsrail de şimdiye kadar Amerika'nın küçümsenmesi için elinden gelen herşeyi yapmıştır. Amerika'nın İsrail'e verdiği desteklemek için ödediği pahalardan bir liste düzenlemesi durumunda, Amerika halkının bu desteğin devam etmesine izin vereceklerini düşünemiyorum" dedi.

Şemkhani sözlerinin sonunda ise İran nükleer müzakerelerinin, Amerika'nın İsrail'i mutlu etmek çabası nedeni ile yavaş ilerlediği belirterek, "Bu politikaya devam etmek, anlaşmaya ulaşmak için ciddi sorunlar yaratmanın yanısıra, müzakere sürecinin olumsuz bir şekilde deavam etmesi neden olacaktır" dedi

“ABD yetkilisi: ABD dünyanın önde gelen terörist devletidir ve bununla gurur duymaktadır.”
 
Cihatçılığın Afganistan’ın bir köşesinden Irak ve Suriye’nin geniş bölgelerine sıçramasına yardımcı olan ABD operasyonlarının bugüne dek yarattığı yaygın bir sonuçtur.

 

 15 Ekim’de New York Times’ta yayınlanan ve başlığı nazik biçimde “CIA’nın Gizli Yardımlarının Suriyeli Savaşçılara Yardım Hakkında Kuşkuculuğu Tetiklediğine İlişkin Çalışması” [CIA Study of Covert Aid Fueled Skepticism About Helping Syrian Rebels] olarak konulmuş manşet hikayesinin başlığı aslında bu olmalıydı. 

Makale, CIA’nın ABD’nin yakın zamandaki gizli operasyonlarının etkililiğini belirlemek üzere hazırladığı bir araştırmaya değinmektedir. Beyaz Saray, süregiden politikalar üzerine kısmen yeniden düşünülmesi gerektiğini ortaya koyacak biçimde, başarıların ne yazık ki oldukça nadir olduğuna hükmetmiştir. 

Makale, Başkan Barack Obama’nın CIA’ya “bir ülkede gerçekleşen bir ayaklanmayı finanse etme ve silah yardımında bulunma vakalarından fiilen iyi sonuç verenleri belirlemesi için bir araştırma yürütme istediğinde bulunduğuna ve CIA’in elinde pek fazla bir şeyle dönmediğine” ilişkin sözlerini de alıntılıyor. Dolayısıyla Obama’nın süregiden bu türden girişimlere ilişkin biraz isteksiz olduğu söylenebilir. 

Times’ta yayınlanan makalenin ilk paragrafı, üç büyük “gizli yardım” örneğine yer veriyor: Angola, Nikaragua ve Küba. Doğrusu her bir vaka, aslında ABD eliyle yürütülen büyük birer terörist operasyondan başka bir şey değil. 

Angola, Güney Afrika tarafından, Washington yönetimine göre kendisini dünyanın “en kötü şöhretli terörist gruplarından biri”nden -Nelson Mandela’nın Afrika Ulusal Kongresi’nden- korumak adına işgal edilmişti. Yıl 1988’di.

O zamana dek Reagan yönetimi, Güney Afrika’nın ırkçı rejimine, müttefikiyle ticaretini arttırmak adına kongre yaptırımlarını ihlal etmek pahasına verdiği desteğinde, fiilen yalnız başınaydı. 

Aynı esnada Washington yönetimi, Jonas Savimbi’nin Angola’daki terörist Birlik ordusuna kritik bir destek sağlamak üzere Güney Afrika’yla birlikte hareket ediyordu. Washington yönetimi, Savimbi, dikkatli biçimde gözlemlenen özgür seçimlerde açıkça yenilgiye uğradığında bile desteğine devam etti ve Güney Afrika ise desteğini geri çekti. Savimbi, Angola’nın Britanya büyükelçisi Marrack Goulding’in sözleriyle “iktidar hevesi halka berbat bir sefalet getiren bir canavar”dı. 

Ortaya çıkan sonuçlar korkunçtu. Birleşmiş Milletler’in 1989 tarihli bir araştırması, Güney Afrika’daki yağmanın, ülkenin içinde olanlar bir yana, komşu ülkelerde 1,5 milyon ölüme yol açtığını tahmine diyordu. Kübalı güçler nihayet Güney Afrikalı saldırganları püskürttü ve onları yasadışı biçimde işgal edilen Nambiya’dan çekilmeye mecbur bıraktı. Canavar Savimbi’ye desteğe devam eden bir tek ABD kalacaktı. 

Küba’da, başarısız olan 1961’deki Domuzlar Körfezi çıkarmasının ardından, Başkan John F. Kennedy, Küba’ya “dünyanın terörü”nü getirmek üzere kanlı ve yıkıcı bir kampanya başlattı – “dünyanın terörü”, bu sözler, Kennedy’nin yakın çalışma arkadaşı, tarihçi Arthur Schlesinger’in kaleme aldığı, terörist savaşın atanmış sorumlusu Robert Kennedy’nin yarı-resmi yaşamöyküsünde yer almaktadır. 

Küba’ya karşı yürütülen canavarlıklar oldukça şiddetliydi. Planlanan, Ekim 1962’de bir ABD işgalinin önünü açacak bir ayaklanmayla sonuçlanacak biçimde terörizm uygulamaktı. Bugün artık araştırmacılar, bunu, Rusya Başbakanı Nikita Kruşçev’in, kısa sürede tehlikeli biçimde nükleer savaşın eşiğine gelinmesine yol açacak biçimde Küba’ya füzeler yerleştirmesinin nedenlerinden biri olarak kabul etmiş durumdadır. ABD Savunma Bakanı Robert McNamara, sonradan, “Eğer Küba lideri olsaydım, bir ABD işgali beklentisinde olurdum” itirafında bulunacaktı. 

Amerika’nın Küba’ya dönük terörist saldırıları 30 yıldan fazla sürecekti. Bunların Kübalılara her anlamda acı bir bedeli olacaktı. Kurbanların yaşadıkları, ki ABD’de buna ilişkin bir şey duymak pek mümkün değildir, Kanadalı akademisyen Keith Bolender’in 2010’da kaleme aldığı “Voices From the Other Side: An Oral History of Terrorism Against Cuba” [Öteki Taraftan Sesler: Küba'ya Karşı Terörizmin Sözlü Tarihi] çalışmasında ilk defa ayrıntısıyla belgelenmiştir. 

Bu uzun terörist savaşın çanları, bugün bile dünyayı hiçe sayarak devam eden ezici bir ambargoyla daha da hızlı çalmaya başlamıştır. 28 Ekim’de, Birleşmiş Milletler, “Birleşik Devletler’in Küba’ya dayattığı ekonomik, ticari, mali ablukaya son vermesinin gerekliliği”ni 23. kez kabul etmiştir. Oylamada, ABD’nin Pasifik Adaları’ndaki sömürgelerinin çekimser kalmasıyla birlikte 188 kabul oyuna karşı 2 ret oyu (ABD, İsrail) çıkmıştır. 

ABC News, bugün ABD’nin yüksek mevkilerinde yer yer muhalefetin baş gösterdiğini çünkü (Hillary Clinton’ın yeni kitabı Hard Choices‘a [Zor Tercihler] atıfta bulunarak) “ambargonun artık faydalı olmadığı”nı bildirmektedir. Fransız akademisyen Salim Lamrani, 2013 tarihli kitabı The Economic War Against Cuba‘da [Küba'ya Karşı Ekonomik Savaş] ambargonun Kübalılara ödettiği acı bedelleri ele almaktadır. 

Burada Nikaragua’nın da adını kesinlikle anmak gerekiyor. Başkan Ronald Reagan’ın terörist savaşı, ABD’nin “yasadışı güç kullanımı”na son vermesine ve hatırı sayılır tazminatlar ödemesine hükmeden Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından kınanmıştır. 

Washington yönetiminin buna yanıtı, savaşı daha da tırmandırmak ve BM Güvenlik Konseyi’nin bütün devletlerin -ABD’yi kastederek- uluslararası hukuku gözetmesi çağrısında bulunan 1986 tarihli bir karar tasarısını veto etmek olacaktır. 

Bir başka terörizm örneği de ABD tarafından silahlandırılan ve eğitilen El Salvador ordusuna bağlı terörist bir birimin San Salvador’da altı Cizvit papazını katletmesinin 25. yıldönümü olan 16 Kasım’da anılacaktır. Ordu genelkurmayının emriyle, askerler, papazları ve -temizlikçi ve kızı da dâhil olmak üzere- bütün şahitleri öldürmek üzere Cizvit üniversitesini basmışlardı. 

Bu olay, etkileri bugün halen, gazetelerin ilk sayfalarında, büyük ölçüde bu katliamın yarattığı sonuçlar nedeniyle kendi ülkelerinin yıkıntılarından, eğer kalabilirlerse, hayatta kalmak amacıyla kaçan “yasadışı göçmenler”e ilişkin haberlerde görünmekle birlikte, ABD’nin 1980’li yıllarda Orta Amerika’da yürüttüğü terörist savaşları doruğa çıkarmıştır. 

Washington aynı zamanda terör yaratma konusunda dünya şampiyonu olarak da öne çıkmaktadır. Eski CIA analizcisi Paul Pillar, cihat örgütleri El Nusra ile İslam Devleti’nin “geçtiğimiz yıl aldıkları yaraları sarmasını ve ABD müdahalesine karşı, bunu İslam’a karşı yürütülen bir savaş olarak yansıtarak birlikte bir kampanyaya çevirebilmesini” daha da tetikleyebilecek olan Suriye’deki “ABD saldırılarının hınç yaratan etkisi”ne dair uyarıda bulunmaktadır. 

Bu, cihatçılığın Afganistan’ın bir köşesinden Irak ve Suriye’nin geniş bölgelerine sıçramasına yardımcı olan ABD operasyonlarının bugüne dek yarattığı yaygın bir sonuçtur. 

Cihatçılığın en korkunç güncel ifadesi, Irak ve Suriye’nin geniş bölgelerinde kanlı halifeliğini kurmuş olan İslam Devleti, namı diğer IŞİD’dir. 

Bölgeye ilişkin öne çıkan bir yorumcu olan eski CIA analizcisi Graham Fuller, “Bence Birleşik Devletler, bu örgütün asıl yaratıcılarından biridir” sözlerini sarf etmektedir. Fuller, “Birleşik Devletler IŞİD’in kurulmasını planlamadı ancak Orta Doğu’ya dönük yıkıcı müdahaleleri ve Irak Savaşı, IŞİD’in doğmasının temel nedenleridir” diye eklemektedir. 

Bu nedenlere biz de dünyanın en büyük terörist kampanyasını ekleyelim: Obama’nın küresel “teröristler”e suikast kampanyası. Bu insansız hava aracı ve özel kuvvet saldırılarının “hınç yaratan etki”si de daha fazla yorumu hak etmektedir. 

Bu yazdıklarım, biraz dehşet içinde düşünülmüş bir kayıt olsun.

[In These Times'taki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir.]

Bu yılkı Muharrem ayı merasimi sırasında Kum şehrinde bombalı saldırı komplosu etkisiz bırakıldı.
Mehr Haber Ajansı’nın Hükümet Bilgilendirme sitesinden aktardığı habere göre, İran İstihbarat Bakanı Hüccetül İslam Mehmut Alevi bu haberi vererek bu bombalı saldırı komplosunu planlayan kişilerin tümünün güvenlik güçleri tarafından yakalandığını belirtti. 

Alevi İran İslam Cumhuriyeti düşmanlarının ara sıra böylesi çirkin komplolar kurduğunu ama ülkenin istihbarat ve güvenlik güçlerinin her zaman bu çirkin komploları deşifre etmekte başarılı olduğunu da ekledi.

 

MAH'nın haberine göre İran Cumhurbaşkanı, Hasan Ruhani'nin bir günlük Bakü ziyareti çerçevesinde ve iki ülkenin  ortak çalışamalrına hız kazandırmak amacı ile, İranlı ve Azerbaycanlı yetkililer 5 yeni anlaşma ve işbirliği sözleşmesi imzaladılar.

Bu doğrultuda bilişim, teknoloji ve iletişim, ekonomik ve tekniş işbirlikleri, posta işbirlikler, yenilenebilir enerji ve sınır nehirleri düzenlemeleri hakkındaki anlaşmalar, Hasan Ruhani ve İlham Aliyev'in gözetimi altında imzalandı.

Ruhani’nin Azerbaycan ziyaretinin sonunda ortak bir bildiri yayınlandı
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin Azerbaycan Cumhuriyeti ziyaretinin sonunda ortak bir bildiri yayınlandı.
Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, İran Cumhurbaşkanı Hsan Ruhani’nin Azerbaycan Cumhuriyeti’ne düzenlediği bir günlük ziyaretin sonunda yayınlanan ortak bildiride  Tahran-Bakü arasındaki ilişkilerin genişlemesine vurgu yapıldı.

Yaptırım, Paslanmış Bir Silahtır
ikili görüşmeler için Bakü'ye giden Ruhani ,hiçbir gücün iki ülke arasındaki ilişkilere zarar veremeyceğini belirtti.
MHA'nın haberine göre bir günlük yolculuk çerçevesinde Bakü'ye giden İran Cumhurbaşkanı, Hasan Ruhani, İran ve Azerbaycan halkı arasındaki ilişkilerin daha da gelişmesi gerektiğini belirterek, "İran ve Azerbaycan halkı, iki bedendeki tek ruh gibilerdir ve ortak kültür, inanç, din ve tarihe sahiplerdir. Bu neden ile de iki ulus arasındaki ilişkilerin gelişmesi için gereken temeller hazırlanmıştır ve milletlerin kazanç sağlayabilmeleri doğrultusunda ilerlemek gerekmektedir" dedi.

Ruhani sözlerinin devamında ise İran-Azerbaycan ilişkilerinin gelişmesi ile iki ülkenin de kazanç sağlayacaklarını belirterek, "iki ülkenin ekonomileri, birbirlerinin tamamlayacak ve beraber bir şekilde ilerleyebilir. Bu neden ile de iki ülkedeki ticari ve yatırım çalışmalarının daha da artması için uygulamalar yapılması gerekiyor. İran ve Azerbaycan, enerji, ticaret, iletişim, bilim ve teknoloji ve kültür konularında, birçok ortak çalışmaya imza atabilirler. Günümüzde de iki ülke devletinin, bu büyük kapasiteden yararlanmak için kararlı adımlar attıklarını görüyoruz" dedi.

Ruhani sözlerinin devamında ise İran ve Azerbaycan'ın coğrafi konumları nedeni ile, birbirleri için bir iletişim köprüsü niteliği taşıyabileceklerini belirterek, Hazar Denizi'nin yarattığı kapasiteler ve iki ülke arasındaki türistik ilişkiler konularına değindi ve "Hazar Denizi, yüzyıllar boyunca birlikte yaşayan ülkelerin barış, dostluk ve gelişim gölü olmuştu ve günümüzde de bu denizin yarattığı kapasiteleri, ülke halklarının çıkarları için kullanmalıyızdır. İki ülke arasındaki türistik ilişkileri de karşılıklı ekonomik, kültürel ve güvenlik kazançlar sağlayacak bir olay olarak kabul ediyor ve bu ilişkilerin gelişmesini destekliyoruz" dedi.

Ruhani açıklamasının devamında ise İran ve Azerbaycan'ın bölge huzuru için işbirliği çalışmaları içerisinde olduklarını belirterek, "İran, Orta Doğu bölgesinin barış, huzur ve dostluğa ulaşmasını istiyor ve bu doğrultuda da, elinden gelen herşeyi yapacaktır. Aşırıcılık ve terörizm, bölgemizin en büyük sorunlarıdır. Bu sorunlar ile mücadele etmeli ve önlerini kapamalıyız. İran, bölgenin huzur ve dostluğa ulaşması ve ılımlı bir şekilde yönetilmesini destekliyor" dedi.

Hiçbir üçüncü ülke veya gücün, İran ve Azerbaycan arasındaki ilişkele zarar veremeyeceğini belirten Ruhani, "İran ve Azerbaycan, yakın ve samimi ilişkilerin içerisindelerdir ve hiçbir üçüncü ülke veya gücün, bu ilişkilere zarar vermesine izin vermeyeceğiz. İran, komşu ülkeleri ile barış, kardeşlik ve birlik yolunda ilerlemek istiyor"dedi.

Ruhani sözlerinni devamında ise her zaman nükleer müzakereler sürecinde İran'a destek verdiği için Azerbaycan'a teşekkür ederek, İran'ın da tüm uluslararası oturumlarda Azerbaycan'ın destekçisi olduğunu belirtti. Ruhani İran'ın nükleer çalışmaları hakkında ise "Tüm ülkelerin UAEK ve NPT çerçevesinde, barışçıl nükleer enerjiden faydalanmaya hakları olduğu görüşündeyiz. Bazı ülkelerin bu modern teknolojileri özelleştirme çabalarına izin verilmemelidir. Yaptırımların, artık paslanmış ve çürümüş silahlar olduğu ve işlevlerinin olmadığını düşünüyor, ve dünya barışı için herkesin el ele vermesi gerektiğini savunuyoruz" dedi.

Ruhani sözlerinin sonunda ise Aras nehrinin, iki ülke arasındaki sınır olmasına dikkat çekerek, "İki ülke arasında mesafe yaratacak bir sınırı hiçbir zaman kabul edemeyiz ve sadece iki ülke ülke va halkın gelişimine yardımcı olacak Aras nehrini kabul ederiz"dedi.

Azerbaycan Cumhurbaşkanı, İlham Aliyev ise bu basın toplantısında yaptığı açıklamada, iki ülke arasındaki dostluk ve kardeşlik çerçevesindeki ilişkilere dikkat çekti ve "İki ülkenin tarihi ilişkilerinde, kardeşlik ve dostluğun her zaman olduğunu görüyor, ve bu kavramların, iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişimi için sağlam bir temel oluşturduğu görüşündeyiz" dedi ve sözlerine "Azerbaycan Cumhuriyeti, tüm uluslararası konularda, İran İslam Cumhuriyeti'nin yanında olacaktır"diye ekledi.

Ülkesinin İran ile olan politik ve ekonomik ilişkelirini geliştirmek için kararlı olduğunu belirten Aliyev, "İran-Azerbaycan arasındaki ekonomil ve politik ilişkilerin gelişmesi, bölgenin barış ve huzura ulaşmasında etkili olacaktır. İran ve Azerbaycan arasındaki ilişkiler sağlamdır ve hiçbir güç bu ilişkileri bozamaz" dedi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İki ülkenin cumhurbaşkanları tarafından imzalanan bu ortak bildiride İran İslam Cumhuriyeti ve Azerbaycan Cumhuriyeti arasında siyasi, ekonomik, kültürel ve güvenlik alanlarındaki var olan işbirliğin genişleyerek devam etmesi vurgulandı.

Perşembe, 13 Kasım 2014 00:00

İran’ın kopyaladığı Amerikan uçağı

İran 2011 yılında düşürülen ABD ordusuna ait keşif uçağı model alınarak geliştirilen insansız hava aracının uçuş görüntülerini yayınladı.
 
 
 İran devlet televizyonuna konuşan İran Devrim Muhafızları Hava-Uzay Komutanı General Emir Ali Hacızade, kopyalanan RQ 170 model insansız hava araçlarından yıl sonuna kadar en az 4 adet üretilerek hizmete sokulacağını bildirdi. 

Hacızade, kopyalanan İHA için henüz bir isim belirlenmediğini ve isim konusunda İran halkından gelecek önerileri değerlendireceklerini de sözlerine ekledi.

İran, Aralık 2011’de hava sahasını ihlal eden ABD’ye ait RQ-170’I Afganistan sınırında elektronik harp sistemleriyle hasarsız olarak düşürdüğünü duyurmuştu. 

ABD, Afganistan’daki ISAF komutanlığı aracılığıyla yaptığı kısa açıklamada, düşen İHA’nın Afganistan’ın doğusunda görev yaparken kaybolan silahsız bir Amerikan keşif İHA’sı olabileceğini belirtmişti. 

İranlı askeri makamlar, Mayıs ayında, düşürülen uçak model alınarak geliştirilen insansız hava aracını tanıtmış ve yakında operasyonel hale getirileceğini bildirmişti. 

Amerikan Lockhed Martin şirketinin ürettiği RQ 170 Sentinel, CIA’in gizli operasyonlarda kullandığı, radara yakalanmayan dünyanın en gelişmiş istihbarat-keşif-gözlem uçağı olarak biliniyor.