
کارگر
Nükleer Anlaşma, İran'ın Zaferi
Maratonu andıran üç günlük müzakerelerin sonucunda İran ve 5+1 Grubu Cenevre'de, İran'ın barışçıl nükleer enerji geliştirme ve uranyum zenginleştirmesini ve İran'ın imzacısı olduğu Nükleer Silahsızlanma Anlaşması'nın (NPT) tanıdığı diğer hakları kabul eden bir anlaşmaya vardı.
İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague ve ABD Başkanı Barack Obama da anlaşmayı resmen ilan ettiler.
Anlaşma gereğince, İran nükleer tesisleri için uranyumunu %3,5 oranında zenginleştirmeye devam edecek. İran'ın en azından 4.2 milyar dolarlık dondurulmuş geliri geri verilecek ve ambargolarda hafifletilme yapılacak. Bazı medya kaynakları anlaşmanın önemli bir kısmının haftalar öncesinden tamamlandığını ve geriye sadece bazı küçük ayrıntıların kaldığını belirtiyorlar. İki hafta önce Cenevre'deki anlaşmayı bloke eden Fransa bu seferkine engel çıkarmadı.
Tahran NPT'yi imzalayan taraf olarak uzun bir süredir, 4. madde gereğince barışçıl nükleer enerji programının, uranyum zenginleştirme dahil tüm formlarını geliştirme hakkının olduğunu vurgulamaktaydı. ABD'nin resmi olarak uzun süredir bu hakkı tanımayı reddetmesine rağmen Almanya ve Japonya gibi ülkelerin İran'ın bu görüşünü paylaştıklarını belirtmek kayda değer.
4. madde "nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla geliştirilmesi, araştırılması ve üretimi" hakkından söz ediyor ki bu açık bir şekilde uranyum zenginleştirmesini de içeriyor. Bu nedenledir ki Washington bu anlaşmayı kendi çıkarlarına uyacak şekilde keyfi yorumlama yetkisine sahip değil. Washington aslında henüz NPT sahnede yokken de kendisi aynı hakkı nükleer silah üretme amacıyla kullanmıştı.
Dahası, ABD İran'ın zenginleştirme hakkını 1975 yılında tanımıştı, Bu tarihte Ford yönetimi İran'a hem uranyum zenginleştirmeyi, hem de yenileme sürecini sağlamayı teklif etmişti. Özellikle 22 Nisan 1975 tarihli Ulusal Güvenlik Kararı Memorandumunda ABD tarafından "İran'daki kendi reaktörlerinde kullanma amacıyla sıvı hale getirilecek olan Amerikan malzemelerinin sağlanması ve bunların aramızda anlaşma olan üçüncü ülkelere verilmesine" de izin verilmekteydi. Bu elbette 1953 yılındaki bir CIA darbesiyle tahta oturtulan Amerikan kuklası diktatör Muhammed Rıza Pehlevi iktidarda iken gerçekleşmişti. Fakat bu uluslararası hukuk açısından yasal bir tanıma hükmündedir.
İran'ın direnişi ve gücünün tanınması
Anlaşmanın İran'ın zaferi olduğundan hiç şüphe yoktur. 35 yıllık muhasara, baskı ve ambargolar ABD ve diğer Batılı ülkeler için tam bir başarısızlıkla sona erdi. İranlı liderlerin ve halkının gücü ve ileriye doğru adım atma kararları tüm komploları suya düşürdü. Ve aslında İran'ın Amerikan tek kutupluluğuna olan itirazı dünyanın her yerinden ülkelerce takip edilmiş oldu ve yeni ve çok kutuplu bir dünyanın önünü açtı.
Ve işin doğrusu, ABD'nin İran'la anlaşıp gücünü ve etkisini tanıma kararı alması Washington'un Suriye'ye saldırmaktan vazgeçmesi üzerine gerçekleşti. İran ve Rusya müttefiklerini koruma azmini göstererek Amerikan savaş planlarını savuşturmayı başardı.
Ambargolara rağmen İran bilimsel, teknik ve askeri alanlarda dev gelişmelere imza attı ve Ortadoğu'daki en etkili ülke haline geldi. John Hopkins Üniversitesi İleri Uluslararası Çalışmalar Fakültesi Dekanı Veli Nasr geçenlerde "İran Arap Baharı'ndan bölgesel rakiplerinden daha iyi bir pozisyonda çıktı ve müttefiki Suriye'deki kargaşa paradoksal olarak onu daha da güçlendirdi" açıklamasını yapmıştı. Bu bağlamda Washington Ortadoğu ve Fars Körfezi'ndeki yeni realiteyi kavramış gözüküyor.
Ortadoğu'daki El Kaide yayılması İran ve ABD için ortak bir tehdit anlamına geliyor. Afganistan, Libya ve diğer ülkelerde Amerikalılar bu grupların hedefi oldular. Irak, Yemen ve Suriye'deki İranlılar ve Şiiler de bu aşırılıkçı teröristlere kurban oluyorlar. Bu nedenle İran anlaşması İran ile Batı arasında terörizme karşı işbirliğine gitmenin önünü açabilir.
Kendi açısından Avrupa Birliği de, ABD ile çıkarları bazı noktalarda farklılaşmasına rağmen nükleer meseleyi çözmek istiyor. AB içinde bulunduğu ciddi krizden çıkış yolu arıyor ve ABD'den daha fazla bağlı olduğu enerji ithalatının maliyetlerini düşürmeye ihtiyaç duyuyor. İthal ettiği doğal gazın neredeyse tamamı Rusya'dan geliyor ve birlik kaynaklarını çeşitlendirmenin peşinde. Katar seçenekler arasında yer almıyor çünkü Suriye bu ülkenin terörist gruplara verdiği destek yüzünden ülke topraklarını bu gazın nakliyesinde kullandırmak istemiyor. Bu nedenle de dünyanın ikinci doğal gaz rezervine sahip olan İran en iyi seçim olarak kalıyor.
Netanyahu ve Suudi Yöneticilerin Yenilgisi
Anlaşma bunu son dakikaya kadar engellemek için uğraşan İsrail rejimi ve Suudiler için de yenilgi olacak. AP'nin aktardığına göre İsrail İstihbarat Bakanı Yuval Steinitz altı devletin İran'la nükleer anlaşmaya varmasını şiddetli bir şekilde eleştirerek dünyayı "kendini kandırmak"la itham etti ve anlaşmanın bu ilk adımının "Tahran'ın nükleer silah peşinde koşmasını durdurmayacağını" söyledi.
İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu da tüm vaktini farklı başkentleri ziyaret ederek görüştükleri kimselere İran ile anlaşmaya varmamasını istemekle harcamak suretiyle acınası bir figür halini aldı. Bazı İsrailli politikacılar ve medya bile İran nükleer silahları hakkındaki tahminleri nedeniyle kendisini alaya aldılar. İsrail 22 senedir İran'ın nükleer bomba üretmesine 6 ay kaldığını iddia etti. Netanyahu geçenlerde bu süreyi "üç haftaya" indirdi.
Netanyahu bu konuda ABD Başkanı Obama ve Dışişleri Bakanı Kerry ile açıkça çatıştı ve sonraları iki taraf da söylemlerinin şiddetini hafifletmiş olsalar da İsrail pozisyonu Amerikan yönetiminde büyük bir çatlağa yol açtı. Bu karşılaşma, ABD'nin Ortadoğu ve Fars Körfezi'nde takip ettiği ve giderek İsrail'inkinden farklılaşan politik gündeminin kaçınılmaz bir sonucudur.
İsrail on yıllardır bölge devletleri ve halkları karşısında savaş çığırtkanlığı ve saldırgan politikalara tevessül etti ve ABD'yi, sonuçları ekonomisini mahveden ve Amerikan halkını yoksullaştıran iki faydasız savaşa sokmayı başardı. İsrail'e teslimiyeti Washington'u Ortadoğu'daki halkların çoğuyla kavgalı hale getirdi ve ülkenin imajına hem bölgede hem de dünyada ciddi zarar verdi.
İsrail yıllar boyunca "İran nükleer tehdidi" mitini, İran İslam Cumhuriyeti'nin bağımsız ve güçlü bir aktör olmasını istemeyişini gizlemede kullandı. İsrail bölgesel hegemoni peşinde ve bölge ülkelerine rutin olarak saldırıyor. İran ise bu Siyonist politikalar karşısında ciddi bir engel.
İsrail aynı şekilde İran karşıtı retoriğini Filistin topraklarını işgaline dönük dünya kamuoyunun dikkatini dağıtmakta da kullanıyor. İsrail hükümeti, İran nükleer anlaşmasının Filistin devletinin varlığı karşısında gösterdiği bahaneyi kaybetmesine yol açacağından endişe ediyor. Bazı İsrail medya kaynakları Filistinlilerle anlaşma imzalanmamasının Siyonist yapı için daha fazla izolasyona neden olacağı uyarısında bulunmuşlardı.
Netanyahu muhtemelen Siyonist lobinin Amerikan Kongresindeki etkisini kullanmak isteyecek. Buradaki Amerikan halkı tarafından seçilip masrafları da onlarca ödenmesine rağmen sadece İsrail'e bağlılık duyan bazı savaş tellalı aşırı sağcı vekiller anlaşmayı reddedeceğe benziyorlar. Pek çok senatör ve Kongre üyesi tam bir yüzsüzlük sergileyerek kamuoyuna, İsrail istihbarat servisi tarafından İran nükleer programı hakkında brifinge tabi tutulacaklarını ve buna Amerikan istihbarat servislerinden daha fazla güvendiklerini söylemişlerdi. Aslında senatörler ve kongre üyeleri İsrail emirlerine uymayan pek çok seçilmiş Amerikalı yetkiliyi koltuğundan edebileceğini gördükleri için, başta AIPAC olmak üzere Siyonist lobiden korkuyorlar.
Fakat Amerikan kamuoyu anketleri halkın çoğunluğunun (CNN'e göre %56) İran anlaşmasını desteklediğini gösteriyor ve pek çok kongre üyesi seçim öncesi senede savaş yanlısı gözükme ya da açıkça Obama'ya karşı çıkma riskini almak istemiyor gözüküyor. Obama yönetimi İran ile anlaşmaya varılamamasının ABD'yi, Amerikalıların reddettiği ve ülkenin de altından kalkamayacağı yeni bir savaşa itebileceği uyarısında bulunmuştu. Dahası anlaşma dünyanın tüm güçleri tarafından ve hatta bazı Amerikan tekellerince bile desteklendiğinden bunun reddi halihazırdaki aşamada ABD için imkansız bile olabilirdi.
Öte yandan Washington'un İslam dünyasındaki militan örgütlerin büyümesinden yana duyduğu endişe, çıkarlarının bölgede ve dünyada on yıllardır siyasi ve dini aşırılıkçılığı alevlendiren Suudi Arabistan'dan tamamen farklılaşmasına yol açıyor.
Gerici Suud monarşisi İran ile anlaşmaya varmanın Ortadoğu'yu sonsuza kadar değiştireceğini ve bunun iç değişiklik taleplerini arttıracağını ve neticede Suud hanedanının mutlak hakimiyetini, kadınlara ve Şii nüfusa yapılan ayrımcılığı sonlandıracağını düşünüyor. The Guardian'a göre kraliyet ailesinde ciddi iç çatışmalar var. Üstelik veliaht prens Selman da aşırı derecede bunaklıktan muzdarip.
Suudiler İran ambargosunun petrol fiyatlarını yüksek tutmasının faydasını görmekteydiler. Eğer İran, ambargonun hafifletilmesi ve ardından da kaldırılması nedeniyle daha fazla petrol satmaya başlarsa Suudi Arabistan bunun ciddi ekonomik sonuçlarıyla yüzleşecek ve bölgesel ve uluslararası etkisi giderek zayıflayacak. Krallığın Suriye'deki yenilgisi ise durumu daha da kötüleştirecek.
Ortadoğu'daki tüm bu değişikliklere rağmen bir tarafta özgür ve bağımsız bir İran ile müttefiklerinin, diğer yanda da Siyonistlerin ve diğer ülkelerden işbirlikçilerinin karşı karşıya gelmesi değişmeden kalacaktır. Fakat artık bu yüzleşmenin İran ve müttefiklerinin lehine olan yeni kuralları var.
Yusuf Fernandez
Çev: Ozan Kemal Sarıalioğlu
medyasafak.com
Ayetullah Sistani’nin Bürosu, Erdoğan’ı yalanladı
Iraklı Şii Alim Ayetullah Sistani Bürosu, Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın Sistani’nin Irak Başbakanı ve Suriye Cumhurbaşkanı’nın görevden çekilmesine vurgu yaptığı iddiasını tekzip etti.
Erdoğan, Ayetullah Sistani’nin Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu kabulünde, Irak Başbakanı Nuri Maliki ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın artık iktidardan çekilme zamanının geldiğini söylediğini ileri sürmüştü.
YALANCI DAVUDOĞLU MU, ERDOĞAN MI?
Ayetullah Sistani’nin bürosundan bir yetkilinin yaptığı açıklamada, Ayetullah Sistani ile Davutoğlu görüşmesinde sadece Irak’ın Dicle ve Fırat ırmaklarında su hakkı üzerinde konuşulduğunu ve Maliki ve Esad’ın görevden çekilmesi gibi bir konunun kesinlikle gündeme gelmediğini, Türkiye gibi bir ülkenin Başbakanı olan bir şahsın neden böyle bir yalana tevessül ettiğini anlamanın mümkün olmadığını belirtti.
Bürodaki bazı kaynaklar, Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı tarafından da kandırılmış olabileceğini belirtiyorlar.
Dünya İran’ı kutladı
34 yıl sonra Batı ile barışan İran, dünyada coşkuyla karşılandı. Altın ve petrol düştü, borsalar yükseldi
İran’ın nükleer programını sınırlandırması karşılığı ABD ile AB’nin yaptırımları hafifletmesi anlaşması dünya genelinde memnuniyetle karşılandı. İran müzakere heyeti de Tahran’a dönüşte kahraman muamelesi gördü. Dışişleri Bakanı Cevad Zarif için havaalanında ve yollarda sevinç gösterileri düzenlendi.
BARIŞ KAZANDI
Mihrabat Havaalanına akın eden Tahranlılar, Zarif ve Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin fotoğrafları ile “Hoşgeldin barış elçisi”, “Teşekkürler Zarif” ve “Devrim ve rejimin yorulmaz yardımcısı, Allah seni korusun” yazılı pankartlar açtı, hükümeti destekleyen sloganlar attı. Giranmaye soyadlı kadın, anlaşmayla elde edilen en büyük kazanımın barış mesajı olduğunu, 7 milyar dolarlık yaptırım hafiflemesinin gelecekte her alanda gelişme için ilk adımı oluşturduğunu dile getirdi. Bir diğer kadın, müzakere heyetini, ülke için savaşmaya giden askerlere benzetip “Sanki askerlerimizi karşılamaya gelmiş gibiyiz. Fakat onlar dünyaya savaş çığırtkanı olmadığımızı kanıtlamak için oradaydılar’’ dedi.
GEMİ SİGORTASI MÜJDESİ
Muhammed Ağahani, dünya güçlerinin sonunda uranyum zenginleştirme haklarını tanımasının, her İranlı için gurur verici olduğunu söyledi.
Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius, yaptırımlarda ilk gevşemenin aralıkta başlayacağını belirtti. Fabius, birkaç hafta içinde AB dışişleri bakanlarının hazırlayacağı yaptırımın kısmen kalkması tasarısının liderlerce onaylanacağını aktardı. AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton’ın sözcüsü de zamanlamayı İran’la koordine edeceklerini belirtti. AB’nin İran gemilerinin sigortalanmasına getirdiği yaptırımları hafifletmesi de, Tahran’ın Hindistan, Japonya, Güney Afrika ve hatta Türkiye’ye petrol ihracatında rahat nefes almasını sağlayacak. Fransa’nın eski Tahran Büyükelçisi François Nicoullaud da, ABD’nin otomobil ambargosunu kaldırmasıyla Peugeot ve Renault’un yeniden İran’a döneceğini belirtti.
ABD-İRAN YÜZ YÜZE
Geçici nükleer anlaşmanın temelinin, ABD ile İran arasındaki gizli görüşmelerde atıldığı ortaya çıktı. AP haber ajansı iki ülke yetkililerinin marttan beri 5 kez yüz yüze görüştüğünü duyurdu. İlki Hasan Ruhani’nin haziranda cumhurbaşkanı seçilme-sinden önce, dördü sonra yürütülen görüşmelere ABD adına Dışişleri Bakan Yardımcısı William Burns, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın dış politika danışmanı Jake Sullivan ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nden Puneet Talwar katılırken, İranlı katılımcıların adı açıklanmadı.
Uranyum zenginleştirme ayrıntıda gizli
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin tersi açıklamalarına rağmen, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in uranyum zenginleştirme haklarının tanındığında ısrar etmelerinin, geçici anlaşmada yeri var. Zira İran’ın nükleer yakıt döngüsünün tüm önemli unsurlarını elinde tutmasına imkan veren geçici anlaşma, kapsamlı nihai anlaşmanın ‘pratik sınırları ve şeffaflık önlemleri eşliğinde karşılıklı tanımlanan zenginleşme programını içereceğini’ belirtiyor. Yani İran’ın nükleer programının barışçı olduğunu kanıtlaması karşılığında, uranyum zenginleştirme hakkını Batı’da sorun eden olmayacak. Nihai anlaşmayla zenginleştirme faaliyetlerine sadece sınır ya da çerçeve çizilecek.
‘Ateş Çemberi’nde müzakere
BM Güvenlik Konseyi’ni beş daimi üyesi artı Almanya (5+1) ile İran’ın Cenevre müzakereleri sahne arkasıyla da ilgi çekiciydi. 5 yıldızlı Intercontinental Oteli’nde yapılan son turda İranlılar İran restoranı, Amerikalı ve Britanyalılar pizzacıda karınlarını doyururken, AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton müzakereleri aperatif atıştırarak yönetti. Müzakere hafta sonuna sarkınca, rezervasyonların ikiye katlandığı otelin ilk katının bir yarısında nükleer pazarlık yapıldı, diğer yarıda müzikli danslı balolar verildi. Cumartesi gecesi sıcak gazla şişirilmiş gerçek boyutta bir gondolun süslediği balo salonunda, saatler ilerledikçe müzikleri daha da bayıcılaşan bir country-folk grubu sahnedeydi. Geceyarısını geçtiğinde, diplomatların zihinleri Johnny Cash’in Ring of Fire (Ateş Çemberi) şarkısının saldırısına uğradı. Heyetler de oteli ‘terörize etti’. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov otele her giriş çıkış yaptığında, güvenlikçiler lobiden bütün gazetecileri uzaklaştırdı. Gece ilerledikçe, balo elbiseli müşterilerle takım elbiseli diplomatlar lobide kaynaştı, hatta döner kapı kalabalık yüzünden sıkıştı. Bu manzara karşısında ‘’Fellini filmlerini aratmıyor’’ yorumları yapıldı.
Taraf
İran ve 5+1 ülkeleri arasında tarihi nükleer anlaşma sağlandı.
Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, İran ile BM Güvenlik Konseyi'nin 5 daimi üyesi ve Almanya (5+1) arasındaki, İran'ın nükleer programına ilişkin müzakerelerde anlaşmaya varıldığını bildirdi.
Ashton'ın Sözcüsü Michael Mann, Twiter'da Ashton'ın, "İran'la 5+1 ülkeleri arasında anlaşma sağlandı" dediğini kaydetti.
Müzakerelere katılan Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius ve Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle de müzakerelerin yapıldığı Cenevre Intercontinental Otel'den ayrılırken, basın mensuplarının "Anlaşma sağlandı mı?" sorusuna "Evet" yanıtını vermişti.
Zarif: "Hiçbir nükleer tesisimiz kapatılmayacak"
Tahran, 24 Kasım 2013 – İran ve 5+1 ülkeleri arasında yapılan anlaşma sonrasında açıklamada bulunan İran İslam Cmhuriyeti Dışişleri Bakanı, İran’ın hiçbir nükleer tesisis kapatılmayacağını kaydetti.
Mehr habee ajansı muhabirinin bildirdiğine göre, İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, 5+1 ülkelerle sağlanan anlaşmadan sonra gezetecilerin sorularına cevap verdi.
Zarif konuşmasının başında nükleer müzakerelere ev sahipliği yapan İsviçre devletine teşekkürlerini dile getirerek, müzakereleri ilerletmek için AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton ile zor günleri geride bıraktıklarını ifade etti.
Bu anlaşmanın daha ilk adım olduğunu belirten İran Dışişleri Bakanı, karşılıklı saygı esasına göre mesele son bulabileceğini söyledi.
Yapılan anlaşmanın en önemlli maddesi İran’ın nükleer çalışmaları resmi olarak tanınması olduğunun altını çizen İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı, ayrıca resmi olarak tanınan uranyum zenginleştirme çalışmaları olduğu şekilde devam edeceğini konuşmasına ekledi.
Zarif, baıtlıların yükümlülüğü ne olduğu sorusuna, sağlanan anlaşmanın tam olarak yerine getilrildiğine dair bir komite oluşturulacağını ve bu bağlamda taraflar arasında güven ortamın sağlanmasına çalışılacağını anlattı.
Suudi Arabistan ve Siyonist rejimin İran aleyhinde tehditleri ile ilgili soruya Bakan Zarif, bu anlaşma tüm bölge ve dünyayı etkileyen bir sorunun çözülmesi yöününde gerçekleştiğini ve bu anlaşmaya muhelifet etmenin hiçbir açıklaması olmadığını söyledi.
Zarif, komşular her zaman İran için öncelikli olduğunu konuşmasına ekledi.
Zarif ayrıca, İran’ın hiçbir nükleer tesisis kapatılmayacağını, Arak nükleer tesisleri çalışmalarını devam edeceğini ve hiçbir madde İran’dan dışarı çıkartılmayarak zenginleştirilen uranyum da ülke içinde kalacağını kaydetti.
Zarif, yeni bir yaptırım söz konusu olmayacağı gibi yaptırımların iki üç haftada hafifleşmeye başlayacağını bildirdi.
Zarif, Fordo ve Natanz nükleer tesislerdeki zenginleştirme çalışmaları yüzde 5 düzeyde devam edeceğinin bilgisini verdi.
İran’ın nükleer hakkı resmi olarak tanınmıştır
Nükleer anlaşma dolaysıyla bugün basın toplantısı düzenleyen İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, İran ve 5+1 ülkeleri arasında yapılan nükleer anlaşma sonucunda İran’ın nükleer hakkı resmi olarak tanındığını söyledi.
Mehr haber ajansı muhabirinin bildirdiğine göre, nükleer anlaşmadan sonra bugün basın toplantısı düzenleyen İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, nükleer müzakerelerde İran heyetinin gösterdiği çabalara işaret ederek, İran milletine saygı dumanın olumlu sonuç vereceğini anlayan dünya, tehdidin hiçbir işe yaramayacağı kanaatine vardığını dile getirdi.
Cumhurbaşkanı Ruhani, tedbir ve ümit devleti İran ile dostluk ilişkilere yana olan ülkeler arasında güven ortamı sağlamak peşinde olduğunu ifade ederek, düşmanın doğru olmayan propaganda ile İranofobya’yı yayılmasına yönelik çalışıtdığına dikkat çekti.
Güven ortamını çift yönlü yola benzeten İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, tam güven ortamı sağlamak için uzun yol almak gerektiğini söyledi.
Başında olduğu hükümetin sloganı ‘dünya ile teamül’ olduğunu ifade eden Hasan Ruhani, ekonomi, kültür, siyasi ve sosyal faaliyetlerin yanında 5+1 grubuyla dışişleri bakanları düzeyde New York’ta düğmeye basan hükümet, daha sonraki adımları Cenevre’de attığını hatırlattı.
Hasan Ruhani, İran ve 5+1 ülkeleri arasında yapılan nükleer anlaşma sonucunda İran’ın nükleer hakkı resmi olarak tanınmasının önemini anlattı.
Müzakerelerin diğer önemli getirisi İran toprağında zenginleştirme çalışmaların devamı olduğunu vurgulayan Ruhani, kimin yorumuna bakılmaısız anlaşma metnine göre İran'ın, uranyum zenginleştirme çalışmalarını eskisi gibi devam edeceğinin altını çizerek, bu altı aylık anlaşmaya göre Natanz, Fordo, Arak, İsfahan ve Bandar Abbas nükleer tesisleri aralıksız olarak çalışmalarına devam edeceklerini bildirdi.
Konuşmasının devamında İran aleyhinde uygulanan yaptırımlara işaret eden İran Cumhuraşkanı, BM’nin yanısıra ABD ve AB’nin tek taraflı yaptırımları müzakereler sürecinde adım adım olarak kaldırılacağını söyledi.
Yapılan anlaşma altı aylık anlaşma olmasına rağmen, ilerdeki müzakereler son olabileceğini kaydetti.
Ruhani, İran’ın nükleer silah peşinde olmadığını hatırlatarak, UAEK’nın raporlarına istinaden İran’ın hiçbir zaman nükleer silah peşinde olmadığını konuşmasına ekledi.
İran'ın yeni İHA'sı " Futrus"
İran İslam Cumhuriyeti Savunma Bakanı, çeşitli ve önemli kabiliyetlere sahip olan İran’ın büyük gövdeli İHA’sının tanıtımını yaptı.
İran İslam Cumhuriyeti Savunma Bakanı General Hüseyin Dehgan, düzenlenen törende çeşitli ve önemli kabiliyetleri olan İran’ın büyük gövdeli İnsansız Hava Aracı’nın tanıtımı yaptı.
Tören kapsamında gazetecilere konuşan General Dehgan, Savunma Bakanlığı'nın hava sanayisine bağlı İran Hava Sanayi Şirketi’nde yerli uzman kadrosunun çabasıyla üretilen ve adı “Fotros” olan bu uçağın özelliklerini anlattı.
General Dehgan, 2000 km menzili olan "Fotros" uçağı 25000 fitte 15-30 saat te uçabilecek güçte olmasının yanı sıra çeşitli havadan karaya füzeler ve roketlerle donatılabileceğini konuşmasına ekledi.
İran Savunma Bakanı Hüseyin Dehgan'ın katıldığı bir törenle sergilenen Fotros adlı yeni uçağın bugüne kadar İran'ın ürettiği en büyük insansız hava aracı olduğu belirtildi.
Bakan Dehgan, tanıtım töreninde yaptığı konuşmada Fotros'un bilgi toplama operasyonları yanı sıra havadan yüzeye fırlatılan çeşitli füze ve roketlerle donatılabildiğini ve muharebe operasyonlarında da kullanabildiğini ifade etti.
Söz konusu büyük gövdeli İHA'nın diğer özelliklerine işaret eden İran Savunma Bakanı, "Fotros" İHA'sı denizden karaya keşif turları yaparak petrol ve haberleşme hatların kontrolünün yan ısıra yol trafik kontrolü ve ayrıca deprem, yangın ve sel gibi doğal afetlere maruz kalan bölgeleri gözetleyerek görev süresi boyunca fotoğraf ve film çekebilecek kabiliyeti olduğunu belirtti.
Lübnan'da ki İran Büyükelçiliğine saldırı
Lübnan'ın başkenti Beyrut'taki İran Büyükelçiliği binası karşısında bombalı saldırı yaşandı.
Beyrut'un El Cenah Bölgesi'nin Be'r El Hasan Semtinde bombalı saldırı gerçekleştirildi. İran Büyükelçiliğinin karşısında yaşanan bu şiddetli patlama sonrasında, büyükelçilik binasında büyük maddi hasar meydana geldi.
Bazı kaynaklar elçilik binasına roketli saldırı gerçekleştirildiğini iddia ederken, yetkililer saldırının bir arabaya yerleştirilen 2 bombanın patlaması sonucu gerçekleştirildiğini bildirdi.
İlk belirlemelere göre saldırı sonucunda 23 kişi hayatını kaybetti. Saldırıda çok sayıda kişinin de yaralandığı belirtildi. Saldırı sırasında İran'ın Beyrut Kültürel ateşesi İbrahim Ensari ve Büyükelçilik bekçisi de hayatını kaybetti.
Elçilik saldırısını El Kaide üstlendi
El Menar'a konuşan görgü tanıkları, bombaların kalabalık bir mahalle olan Bir Hassan'da birer dakika arayla patladığını söylediler. Haaretz ise, ölü sayısının 23, yaralı sayısının ise 146 olduğunu duyurdu. Bir güvenlik görevlisinin AP'ye aktardığına göre, ilk bombayı motorsiklet kullanan bir intihar bombacısı patlattı. Daha güçlü olan ikinci patlama ise bomba yüklü bir araçta meydana geldi.
İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Marziye Akfam resmi IRNA Haber Ajansı'na yaptığı açıklamada, Kültür Ataşesi İbrahim Ensari'nin durumunun 'ağır' olduğunu, ama hala 'yaşam belirtileri' gösterdiğini söyledi.
Jane's savunma danışmanlığı şirketinden terör uzmanı Charles Lister, Beyrut'taki bombalı saldırıları, El Kaide bağlantılı Abdullah Azzam Tugayları'nın üstlendiğini duyurdu. Şeyh Siraceddin Zureykat'ın açıklamasına dayandırılan bilgide, patlamalara çifte intihar saldırısının yol açtığı belirtiliyor.
gerçekgündem
"Aşura tam anlamıyla bir terör örneğidir.."Ayetullah Hadevi Tahrani İle İlginç Bir Söyleşi (1)
İslam’daki “Kısas” hükmünün anlamı nedir? Acaba Kısas şiddet ve vahşet midir? İslam’da din değiştirenlerin hükmü nedir? Mürtet hükmünün felsefesi nedir? İslam’daki “cihat” mefhumunun anlamı nedir? İslam’daki Cihat ile Hıristiyanlıktaki mukaddes savaşlar arasındaki farklar nelerdir? Kölelik İslam’ın kabul ettiği bir şey midir? İslam kölelik hakkında ne düşünmektedir? Terörizmden ne anlıyoruz?...
Aşura vakıası ve İmam Hüseyin ve yaranlarının kıyamı, çeşitli yönlerden incelenmesi gereken boyutlara sahiptir. Bu meyanda, öyle anlaşılıyor ki Kerbela’nın hamasi ve duygu yönü ağır bastığından hadisenin insan hakları boyutuna bakılmamıştır.
“İnsan Hakları” ve “İnsancıl Hukuk” alanında geniş araştırmaları bulunan Kum Havza İlimleri Hariç ders üstadı ve Dünya Ehlibeyt (a.s) Kurultayı Yüksek Konsey üyelerinden “Ayetullah Doktor Mehdi Hadevi Tahrani” ile ABNA Haber Ajansı ve aylık “Gencine-i Mecme” dergisine özel bir röportaj gerçekleştirdik. Röportajda “İslam, Aşura kıyamı, cihat, mürtetlik hükmü ve terörizmle olan irtibatı ve İslam düşmanlarının tebliğ ve propaganda çalışmaları ele alındı.
ABNA: Son yıllarda İslam karşıtı yeni bir dalga ile karşı karşıyayız. Genelde din ve terörizm, özelde ise İslam dini ile terörizm arasında dünya kamuoyuna bu iki argüman arasında bir irtibatın olduğu izlenimi verilmeye çalışılmaktadır. Sizce bu iki argüman arasında bir ilinti ve irtibat var mıdır?
— Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile. Elhamdulillahi rabbi’l alemin ve salallahu ale Muhammed’in ve Alih-i tahirine’t tayyibin el Hudatu’l Mehdiyyin siyyema Bekiyyetellahi fi’l Arazin.
İmam Hüseyin aleyhi selam ve yürek parçalayıcı Kerbela hadisesinden dolayı taziyelerimi sunuyorum.
Eğer genel olarak mevcut semavi dinlerin kavram ve konseptine bakacak olursak dinlerin, günümüzde gündeme getirilen anlamda ve terörizmin bir ölçütü olan şiddet ve huşuneti tasvip etmediğini görürüz. Bu konu, birkaç ay önce benim “Dinler Açısından Terörizm” bölümünün başkanlığını yaptığım “Uluslararası Terörizmle Mücadele” Zirvesinde bizimle Yahudilik ve Hıristiyanlık arasında gündeme gelen bir konuydu. Orada dinlerin kavram açısından, dinlerin gündemde olan anlamıyla, yani çeşitli konulara mantıksız ve yasal olmayan davranış tarzına muhalefet ettiği ifade edildi. Eğer özel anlamda İslam dinini nazarda alırsak İslam, kanun ve yasamayı ön planda tutan bir dindir. Müslümanların İslam’daki davranış mecmuası ister birbirleriyle olan ilişkilerinde olsun ve ister Müslüman olmayan başkaları ile olan ilişkilerinde olsun ve hatta isterse çevre ile olan ilişkilerinde olsun yasal ve mevzuata uygundur. Gerçekte bu çerçeveye aykırı davranışlar İslam açısından, yasal ve başka bir ifadeyle şeri bir davranış sayılmamaktadır. Anlatılan o yasal çerçeveye baktığımız zaman, tüm davranışların tamamı bir taraftan mantıklı ve bir taraftan umumi çıkarların korunması için maslahat noktalarına bağılı olduğu görülecektir. Bu iki özellik göz önünde bulundurulduğunda, terörizm ve delilsiz ve yasal olmayan bir şekilde birisinin sahneden silinmesi (öldürülmesi) asla İslami kavramlar metninde anlamlı olmayacaktır. İslam’ın davranışları hatta gayri Müslimlere bile insaf ve adalete riayet edilecek tarzda olmuş ve yasaların dışına çıkılmaması için son derece dikkat gösterilmiştir. Nitekim savaşlarda Peygamber efendimiz –Allah’ın salat ve selamı ona ve ehlibeytine olsun- İslam savaşçılarına tavsiyelerde bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: Savaşa girdiğiniz zaman sivillere, kadınlara, yaşlılara, hastalara ve çevreye dikkat ediniz. Çevrenin kirletilmesi, sulara zehir katılması ve ağaçların kesilmesini yasaklayan bizleri uyaran bir çok hadis vardır. Yani İslam dini savaş durumunda bile tam anlamıyla yasal ve kanunlara riayet eder. Kanun ise hikmet üzerine kurulu, insaf ve adalete riayet esasına göredir. Tüm bunlara rağmen savaş doğal olarak şiddet ve huşuneti içinde barındırmaktadır. Böyle bir savaş sahnesinde bile İslam’ın sevgi ve şefkatin doruğunda hareket ettiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla İslam, bugün uluslararası siyasi toplumda bilinen anlamıyla terörizme muhaliftir. Bu muhalefetlik ise İslam’ın düşünce ve inançsal köklerinden kaynaklanmaktadır.
ABNA: İslam açısından, terör ve terörizm nasıl tarif edilir? Cihat, kısas, mürtetlik ve diğer şeylerle arasında ne gibi farklar vardır?
— İslam Devrimi Lideri İmam Hamaney, terörizmle mücadele zirvesine bir mesaj gönderdi. Mesajında bizim terörizm hakkındaki tanımımızın somut ve müşahhas olması gerektiğini vurguladı. İhlallere karşı yasalar çerçevesinde yasal bir girişimde bulunmak terörizm değildir. Amerika’da bir yasa çerçevesinde bir adamın idam cezasına veya başka bir ağır cezaya çarptırıldığını farz edin, eğer o kişiye karşı girişilen tutum yasalara riayet edilerek gerçekleştirilmişse, bu durumda bizler bu işin terörizm olduğunu söyleyemeyiz, ancak yasal olmayan bir şekilde eğer bir girişimde bulunmuşlarsa o vakit bu işin terörizm olduğuna veya olmadığına dair konuşma ortamı doğar. Ancak sizin sorduğunuz sorudaki örneklerin hepsinin yasalar çerçevesinde bir yeri vardır. Yani “kısas” kişisel bir haktır. Eğer bir adam zarar görmüşse, zarar görmüş adamın kendisi veya geride kalanlarının (velilerinin) görülen zararın bir benzerinin karşı tarafta oluşmasını istemeye hakkı vardır. Elbette eğer o şahıs bilerek bu zararı gerçekleştirmiş, tüm yasal koşullar oluşmuş ve adil bir yargıç tarafından suçu ispat edilmişse bu böyledir. Bu durumda onların kısas istemeye hakkı vardır. İslam, “kısas” hükmünü koyarak zarara uğramış aile ile zarara uğratan aile arasında kan dökülmesine (kan davalarına) neden olabilecek zarara uğrayan ailenin içsel rahatsızlığını bu şekilde (kısasla) bertaraf etmiştir. “Kısasta hayat vardır.” Sözünün anlamı da bu açıdandır. Siz kısas ettiğiniz zaman, zarara uğramış kişinin acı ve derdinin teskin olma ortamı hazırlanmış olur ve neticede geçmişte ve İslam’dan önce yaşanan çatışmalar (şu anda bazı ülkelerde halen yaşanan kan davaları) bertaraf edilmiş olur. Dolayısıyla “kısas” bir taraftan güvenlik ve emniyet oluşturmaktadır. Bu anlamda ki birileri bir suç işlemeye yeltendikleri vakit, bu cezaların varlığından dolayı bu suçu işlememek için dikkat etmektedirler. Gerçekte İslam’daki cezaların aslı, önlem içindir. Suç işledikleri zaman ise cezalarını çekeceklerdir. Bu cezalarda gerçekte hem başkaları da bu suçları işlemesinler diye ibret mahiyetinde hem de zarar ve ziyana uğramış aile için bir teskinliktir. Tüm bunlar toplumda bir çeşit güvenlik ve emniyetin oluşmasına neden olmaktadır.
irtidat (mürtet) konusu ise gerçekte toplumun inanç ve itikat güvenliğinin temin edilmesi içindir. Elbette bu konuda ulemalar arasında çeşitli tartışmalar bulunmaktadır, ancak hadislerden elde edilen şey şudur ki evet insanlar itikat ve inançları konusunda özgürdürler, ancak eğer inancını değiştirmek gibi bir düşüncesi varsa ve inancını değiştirdiğini izhar eder ve bunu duyurursa gerçekte bu inancın izhar edilmesi toplumda inançsal bir emniyetsizlik ve güvensizliği peşi sıra getirir. Bu nedenle o şahsa müdahale edilmektedir. Bu müdahale de yasalar çerçevesinde yasal bir müdahaledir. Elbette şunu da söylememiz gerekir ki bu tür konuların İslami yargılama koşullarında ispatı çok çetindir ve bu cezalar çok rahat bir şekilde icra edilmemektedir.
Cihat konusunda ise şunu söylememiz gerekir ki cihat konusunda İslam’daki anlamıyla Hristiyanlık tarihinde bulunan mukaddes savaş arasında bir mugalata yapılmaktadır. Hıristiyanlık tarihi –elbette Hz. Mesih İsa’nın (a.s) gerçek dini değil- kanlı savaşlarla doludur. Bunların önemli bir bölümü Hristiyanların kendi aralarındaki savaşlardır. Farklı Hıristiyan mezhepleri arasında yüzyıllar boyunca yaşanan savaşlarda birbirlerinden milyonlarcası ölmüştür. Özellikle Avrupa’nın çeşitli dönemlerinde Katoliklerle Protestanlar arasında yaşanan savaşlarda milyonlarca insan ölmüştür. Mukaddes savaş olarak lanse ettirilen şey, karşı tarafı bir mezhebe geçmeye zorlamaktı. Yani gerçekte Katolikler Protestanları, Katolik yapmak için onlarla savaştılar. Protestanlar da Katoliklerle onları Protestan etmek için savaştılar. Bu sebeple ben bir hatırayı hiç aklımdan çıkarmam. Lübnan’da Ermenilerle bir konferansımız vardı. Orada birisi İran diğeri Suriye’den katılan iki ermeni uzman bir nokta üzerine vurgu yapmakta ve şöyle demekteydiler: Ermenilerin tarihinde, (farklı mezhepteki) Hıristiyanların Ermenilere musallat olduklarına şahidiz. Ayrıca Müslümanların da onlara musallat olduklarını biliyoruz. Onların ifadeleri şu şekilde idi: Müslümanların Ermenilere hakim oldukları dönemlerde, Ermeniler inanç ve ibadetlerinde özgürdüler ve dini merkezleri bulunmaktaydı. Bu konularda hiçbir sıkıntıları yoktu. Halbuki farklı mezheplerden Hıristiyanların Ermenilere hakim oldukları dönemlerde onları öldürmekte ve ibadet merkezlerini tahrip etmekteydiler. Onlardan mezheplerini değiştirmelerini ve onların mezheplerine geçmeleri için baskı yapıyorlardı.
Bu tür müdahaleler, yani karşı tarafa bir inancın tahmil edilmesi, İslam kültüründe yoktu ve olmaz. Bizler Peygamber efendimizin (s.a.a) döneminde savaşlara şahidiz. Bu savaşlar tahmil edilmiş ve savunma savaşlarıydı. Peygamber efendimizden sonra da bazı savaşlar yaşanmıştır. Bunlarda İslam hükümetinin genişletilme savaşları idi. Elbette bu savaşlar Hz. Ali bin Ebu Talip (a.s) gibi şahsiyetlerin karşı çıktığı savaşlardı. Hz. Ali (a.s) bu tür savaşlara muvafık değildi, ancak tarihi olarak gerçekleşmiş savaşlardır. Yine de bu savaşlarda başkalarına karşı davranışlarda İslam hükümlerine dikkat edilmiştir. Örnek olarak Müslümanlar gayri Müslimlerle savaşmaya başladıkları zaman gayri Müslimler son ana kadar direnmekte ve sonuçta Müslümanlar onlara galip gelmekteydi. Bu savaşlarda İslami kurallar dikkate alınmış ve ona göre davranılmıştır. Bu savaşlarda Müslümanlar kayıplar ve yaralılar vermekteydiler. Bu durumda Müslümanların birkaç seçenek hakları vardı. Ya onların hepsi öldürülecek ve bir kişi bunları yok edecekti ki genellikle böyle olmazdı. Ya onları köle ve cariyelere çevireceklerdi. Yani gerçekte onların gururlarını kıracaklardı. Üçüncü yol ise onlarla anlaşma yaparak Müslümanların himayesi altına girerek fıkıh açısından zimmi olmayı kabul edeceklerdi. Ancak savaşlarda ve hatta halifeler döneminde bile önerilen seçenek şuydu: Gayri Müslimler eğer istiyorlarsa onlarla zimmi anlaşma yapılıyordu. Onlardan zorla dinlerini değiştirmeleri veya öldürülmeleri yahut köle olmaları istenmiyordu.
Elbette kölelik İslam’dan önce vardı ve İslam öncelikle köleliğin ortaya çıkış noktalarını ciddi anlamda azaltmış ve onu yalnızca koşullarıyla cihat savaşlarında mümkün kılmıştır. İkinci olarak çeşitli faktörlerle kölelerin azat edilmesi için ortamlar yaratmıştır. Halbuki Hıristiyanlık tarihinde (son dönemlerinde bile) kölelik şiddetli bir biçimde yaygındı. Örneğin Kristof Kolomb, deniz yoluyla Afrika’ya yol bulduğunda, milyonlarca insanı Afrika’dan Avrupa’ya ve sonradan Amerika’ya köle olarak götürmüştür. Şu anda bile Amerikalılar aynı yolu sürdürmektedirler. Yani kölelik İslam’ın zuhurundan yüzyıllar sonra Batı kültüründe bulunmaktaydı ve maalesef şu anda bile vardır. Bazı Amerikalı dostlarım bana şöyle diyorlar: “Günümüz dünyasında köleliğin olmadığı sözü doğru değildir. Zira Amerika’nın bazı eyaletlerinde henüz bile kölelik yasal olarak vardır. Şu anda Kum’da yaşayan Amerikalı düşünür “Legenhausen” 15 yıl kadar önce benimle yaptığı söyleşisinde bana şunları söylemişti: “Amerika’nın bazı eyaletlerinde kölelik halen yasaldır. Amerika’da köleliğin tam olarak bittiği sözü doğru değildir!”
Şunu söylemek istiyorum ki İslam tarihinde kölelere davranış bile yumuşak bir mantık, şefkat, sevgi ve maslahat üzerineydi. Onları doğru yola hidayet etmek istemekte ve özgürlüklerinin ortamını hazırlamaktaydı. Dolayısıyla şunu arz etmek istiyorum ki şu anda gündemde tutulan irtidat, kısas ve cihat gibi İslam’ın hükümlerini terörizmin mısdaklarından bilmelerinin nedeni, terörizm hakkındaki kavram ve mefhumları yanlış yorumlamalarından dolayıdır. Elbette cihat, çok önemli bir hükümdür. Zira Peygamber efendimizin (s.a.a) buyurduğu gibi hem küçük cihada, yani dışsal savaşlara, hem de büyük cihada şamildir. Yani içsel savaş ve nefisle mücadele. Buradan da anlaşılmaktadır ki cihat, hayır ve şerrin mücadelesi, değer ve normların, değer ve insanlık karşıtlığıyla mücadelesidir. Bu mücadele bazen dış sahada ve fiziki bir şekildedir, bazen de içsel ve ruhi bir şekilde tahakkuk bulmaktadır. Elbette bu noktayı da burada vurgulamak istiyorum ki Batılıların İslam’ı şiddet dini, terörizm ve huşunet dini olarak tanıtmak istemesi ve İslam’la savaş ve mücadelesi asla yeni bir şey değildir. Eğer siz, Orta Çağ Edebiyatının İslam’a bakış açısına bakacak olursanız göreceksiniz ki o zamanlarda İslam dinini kılıç dini olarak tanıtmaktaydılar. Halbuki İslam medeniyetinin tarihi gerçekleri ile Hıristiyanlık medeniyetinin tarihi gerçekleri okunduğu zaman kılıç dininin Hıristiyanlık dini olduğu ortaya çıkacaktır. Elbette Hz. İsa’nın (a.s) Hıristiyanlığı değil, bilakis Hıristiyanlar, Hıristiyanlık tarihinde insanları bir çok yerlerde kılıçla Hıristiyan (Katolik veya Protestan) yapmışlardır. Hıristiyan olmayan bir çok toplumu kılıçtan geçirmişlerdir. Halbuki İslam böyle davranmamıştır. Sizler Will Durant’ın Medeniyet Tarihi kitabını mütalaa ediniz. Yazarın anlaşıldığı kadarıyla İslam’a bakış açısı pozitif olmamasına rağmen İslam tarihi ve Hıristiyan tarihi arasındaki bakış açısına bir bakınız.
Röportajın ikinci bölümünü en kısa zamanda yayınlayacağız…
İran: 'Uzlaşma olmamasından Batı sorumlu'
ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Abu Dabi ziyaretinde Batılı güçlerin İran'a 'ortak bir öneri sunduklarını' söyledi. Kerry, “Fransızlar imzaladı, biz imzaladık ve herkes bunun adil bir öneri olduğu konusunda uzlaşmıştı. İran o dakika uzlaşmayı kabul etmedi.” dedi.İslami İran Dışişleri Bakanı, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin sözlerine tepki gösterdi.
Mehr haber ajansının bildirdiğine göre, önceki akşam İran haber kanalının özel programına katılan İslami İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, Abu Dabi’de yaptığı açıklamada nükleer müzakereler esnasına İran tarafı işin başına gelmediğini dile getiren John Kerry’ye tepki göstererek, bu sözlerin bazı gruplar ve çevrelerin endişelerini gidermek amacıyla dile getirildiği gibi karşı tarafın güven ve itibarını zedeleyeceğini söyledi.
Kerry tarafından dile getirilen sözler gerçeklere aykırı olduğunun altını çizen Zarfi, görüşmelerin başarısız olma nedeninin 'İran olmadığını' söyledi.
Zarif, İran halkı tarafından batılı ülkeler için sağlanan bu fırsata işaret ederek, bu durum İran halkının güvenini kazanmak için tek çare olduğunu konuşmasına ekledi.
Konuşmasının bir bölümünde UAEK Başkanı Yukia Amano’nun önceki gün Tahran’a yaptığı ziyarete işaret eden Muhammed Cevad Zarif, bu ziyaret kapsamında İran ve UAEK arasında mutabakat imzalanmasından memnuniyetini dile getirerek, İran ve UAEK arasında çözülmemiş konu olmamasına çalıştıklarını ifade etti.
Zarif, UAEK nezdindeki İran dosyasının olağan duruma gelmesi gerektiğini kaydetti.
Aşura Ehl-i Beyt’in Yas Günü
Yüce Allah’ın Adıyla
Aşura[1] Ehl-i Beyt’in Yas Günü
İslam’a inanan her müminin kalbi, mutlaka Hz. Muhammed-i Mustafa’nın sevgi ve muhabbetiyle doludur. Bu sevgi ve muhabbetin imanı tamamlayan bir unsur olduğu o kadar açıktır ki bu konuda delil getirmeye bile gerek yoktur. Ancak hatırlatma babından konuyla ilgili bir ayet ve bir hadise işaret edelim:
Allah Teala buyurmuştur ki:
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, biriktirdiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve beğendiğiniz evler, size Allah'tan, Peygamberi'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emrini (azabını) getirmesini bekleyin.” (Tevbe: 24)
Ve Resulullah da buyurmuştur ki:
“Bir kul nezdinde ben; kendisinden, çocuklarından, malından ve ailesinden daha sevimli olmadıkça o mümin olmaz.” (Şeyh Tusi, El-Emali, 416)
Ehl-i Beyt kayanaklarından aktardığımız bu hadisin benzeri Ehl-i Sünnet kaynaklarında da yer alır:
Buhari şöyle nakleder:
“Sizden birinize, ben babasından, çocuğundan, ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş olmaz. (Buhari, Es-Sahih, 1/32)
Müslim de aynı hadisi Vucub-i mahabbet- Resulillah babında rivayet etmiştir.
Hiç şüphesiz Ehl-i Beyt’i, ezcümle Hz. Hasan’ı ve Hz. Hüseyn’i sevmek de Peygamber’e sevginin ayrılmaz bir parçasıdır.
Reslulullah buyurmuştur ki:
“Hüseyin bendendir ve ben de Hüseyindenim” Allah, Hüseyn’i seveni sever; Hüseyin peygamberlerin torunlarından bir torundur. (İbn-i Kuleveyh, Kamilu’z-Ziyarat, 52; İbn-i Mace, Es-Sünen c. 1, s. 165; Tirmizi, Es-Sünen,13/ 395).
Hz. Hüseyn’nin her türlü kötülük ve kusurdan uzaklaştırılmış ve tertemiz kılınmış Ehl-i Beyt’ten olduğu da Resulullah’tan gelen sahih hadislerde açıklanmıştır:
Örnek olarak aba hadisine işaret edebiliriz. Resulullah (s.a.a) bu hadiste Hz. Hüseyin’in Ehl-i Beyt’ten olduğunu bildirmiştir: Tirmizi’nin bu konuyla ilgili rivayeti şöyledir:
"Kuşkusuz Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt'ten her türlü kötilüğü gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor" ayeti Umm-i Seleme’nin evinde Peygamber’e indiğinde Peygamber; Fatima, Hasan ve Hüseyin’i çağırdı ve Ali de Peygamber’in arkasında yer almıştı, Peygamber onların üzerlerine abayı çekip şöyle dedi: Ey Allah! Bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir; bunlardan her türlü kötülüğü gider ve bunları tertemiz kıl. Umm-i Seleme ben de bunlarlayım mı? Ey Allah’ın Peygamberi! dedi. Peygamber: Sen kendi yerinde kal! Sen hayır üzeresin.” Tirmizi, Sünen, c. 5, s. 351. Elbani bu hadisi sahih olarak niteler.
Ve Muslim de bu olayı şöyle nakleder:
"Bir gün Allah Resulü (s.a.a) sırtında siyah keçi kılından örülmüş, desenli bir aba ile dışarı çıktı. Önce Hasan geldi, onu abasının altına aldı; sonra Hüseyin geldi, onu da abasının altına aldı; daha sonra Fatıma geldi ve abanın altına girdi; daha sonra Ali geldi, onu da diğerleriyle birlikte abanın altına aldı ve şöyle buyurdu: "Kuşkusuz Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt'ten her türlü kötülüğü gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor."
Bu rivayet azbir tabir farkıyla çeşitli senetlerle bir çok muteber Şia ve Ehl-i Sünnet kaynağında yer almıştır. Hatta bu hadis mutevatir hahiste aranan şartları tasımaktadır. Bu hadisi nakledenler arasında şu büyük muhaddisleri ziktetmek mümkündür: Kuleyni, el-Kafi c. 1. S. 287; Müslim, es-Sahih, Ehl-i Beyt'in Faziletleri Babı, c.7, s.130; Beyhakî, es-Sünen'ül-Kubra, Peygamberin (s.a.a) Ehl-i Beyt'i Kimlerdir Babı, c.2, s.149; Taberi, Tefsir, c.2, s.5; İbn-i Kesir, Tefsir, c.3, s.485 ve Suyutî, ed-Dürr'ül-Mensur, c.5, s.198-199; el-Ayyaşi, Tefsir, c. 1 s. 250
Yine Ehl-i Beyt’e sevginin imanın vazgeçilmez bir unsuru olduğunu aşağıdaki hadisden de anlamak mümkündür.
Ahmed b. Hanbel, Müsned'inde kendi senedi ile Said b. Cübeyr'den, o da İbn-i Abbas'tan (r.a) şöyle nakleder: "Meveddet Ayeti (De ki: "Buna karşılık sizden o yakınlarımı sevmekten başka bir mükâfat istemem.) nazil olduğunda Peygamber'e, "Ya Resulallah! Sevgi ve muhabbetleri bize farz olan yakınların kimlerdir?" diye sordular. Resulullah, "Onlar Ali, Fatıma ve onların iki evladıdır." diye buyurdu."
Zira bu hadiste ehlibeytin muhabbeti peygamberin risaletinin karşılığı olarak nitelendirilmiştir. Ehlibeyt sevgisinin bu özelliği onun bütün farzlardan daha üstün olduğunu göstermektedir.
Bu hadis, aşağıdaki kaynaklarda nakledilmiştir: (Suyutî, ed-Dürr'ül-Mensur, c.6, s.7; Heysemî, Mecma'üz-Zevaid, c.9, s.168; Kurtubî, el-Camiu’ li Ahkâm'il-Kur'an, c.16, s.21-22. Taberanî, el-Mu'cem'ül-Kebir, Müsned-i İmam Hasan, c.1, s.125.)
Bu sevgi ister istemez onların çektikleri eziyet ve zulümler karşısında duyarsız kalmamayı, onların hüzün ve acılarını paylaşmayı gerektirir. Eğer Peygamber’e ve Ehl-i Beytine gelen bir musibet sevdiğimiz bir yakınımıza gelen bir musibet gibi kalbimizi incitmiyorsa, bu mubarek zatlara olan sevgimizin gerçek bir sevgi olmadığını gösterir. sözde kalan bir iddiadan öteye geçmez ve böyle bir insanın imanı da sağlam bir iman sayılmaz.
Kerbela faciasında Peygamber’in göz nuru ve çiğer paresi İmam Hüseyin ve evlatlarının - ki o facianın vuku bulduğu dönemde Reslullah’ın yeryüzündeki onlardan başka evlatları ve torunları yoktu - çektikleri acı ve ıstırap tarihte ender yaşanan acılar arasındadır.
Resulullah’ın evlatları yani İmam Hüseyin, çocukları ve yanındaki sadık dostları suçsuz yere Yezid’in ordusu tarafından muhasaraya alınmış ve üç gün susuz bırakıldıktan sonra çocukların bir içim su! feryatları arasında, İmam Hüseyn’in gençeleri ve yarenleri kılıçtan geçirilmiş ve sonra İmam’ın kendisi susuz olarak başı kesilmiş mubarek bedeni atların ayakları altında çiğnetilmiş sonra hanımları, kızları ve çocukları zincirlere vurulmuş başları açık, şehirlede esirler olarak dolaştırılmışlardır.
Oysa ki İmam Hüseyin ve evlatları hiçbir suç işlemeden bütün bu zulümlere maruz kalmışlardır. Onların tek suçu, adam öldüren, zulüm eden, içki içen, zina yapan ve bu kötülükleri işlerken dinle de alay eden “Eğer bunlar Muhammed’in dininde haram ise bunları Musa’nın dini üzere yapıyorum” diyebilen bir kişiye yani Yezid’e halife olarak biat etmemeleriydi. Eğer Hz. Hüseyin Yezid’e Resulullah’ın halifesi olarak biat edecek olsaydı artık dinin temeli yıkıma uğrayacaktı. Nitekim Hz. Hüseyin şöyle diyordu:
Eğer ümmetin başında Yezid gibi bir önder olursa artık İslam’ı unutmak gerekir.
Hz. Hüseyin bütün bu acıları tahammül etti ki müslümanların ölü vicdanları uyansın ve din ve insanı değerler uğruna fedakarlığın değeri bilinsin.
Bütün bu olayların cerayan ettiği yerin adı Kerbela ve vuku bulduğu gün Muharrem ayının onuncu günü yani aşura günü idi.
Elbette böyle bir gün Peygamber ve Ehl-i Beyt’i için hüzün günüdür. Ehl-i Beyt İmamları da hep bu günü yas günü bilmişlerdir. Değerli Muhaddis Şeyh Abbas Kummi bu günün Ehl-i Beyt tarafından yas günü bilindiği hakkında yaklaşık kırk rivayet derlemiştir ve Nefesu’l-Mehmum kitabının başında bu hadislere yervermiştir.
Bu rivayetlerden üç tanesine aşağıda aktarmakta yarar vardır:
1. Şeyh Saduk İbn-i Mesrur' dan o da Amir' den o da amcasından o da Ebi Mahmut oğlu İbrahim' den rivayet ediyor ki: İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu:
“Muharrem ayı öyle bir aydır ki, Cahiliyet döneminin Arapları bile o ayda savaşmayı haram bilirlerdi; böyle bir ayda bizim kanımızı helal bildiler ve hürmetimiz çiğnendi, evlat ve ailemiz esir edildi, barınaklarımız yandırıldı, bütün mal varlığımız yağmalandı. Ve Resulullah'ın yakınları olarak bizlere hürmet gösterilmedi. Hz. Hüseyin'in başına gelen hadise (Aşura günü hadisesi) bizim yüreklerimizi yaralamış, yaralarımızı kanatmış ve gözyaşlarımızı akıtmış, Kerbela çölünde bizim azizimizin hürmetini çiğnenmiş, ve haşre dek bizlere keder ve bela yüklemiştir. Ağlayanlar Hz. Hüseyin a.s gibi birisine ağlasın! Ona ağlamak büyük günahları yokeder.”
Sonra şöyle devam etti:
“Muharrem ayı girdiğinde babamın (İmam Musa Kazım) güldüğü görülmezdi, on günü hep hüzünle geçirirdi. Muharrem’in onuncu günü olduğunda ise o günü kendisine mûsibet, hüzün ve ağlama günü yapardı ve "bu gün, Hüseyin’in katledildiği gündür" derdi.”
2. Yine Muhammed ibn-i Ali ibn-i Babevey Kummî (r.a) senetli olarak İmam Rıza (a.s)’dan rivayet etmiştir ki İmam Rıza şöyle dedi:
"Bizim musibetlerimizi duyup bize yapılan zülme ağlıyan kimse kıyamet günü bizim derecemizde olur. Bizim musibetlerimizi duyup ağlayan veya ağlatan kimse gözlerin ağladığı gün ağlamaz, bizim anımız için kurulan meclislerde oturan şahsın kalbi, kalblerin öldüğü günde ölmez.”
3. Şeyh Mufid sahih senetle Eb-i Harun Mekfuf'dan rivayet ediyor ki, şöyle dedi:
"Ben İmam Ca'fer Sadık’ın yanına vardım İmam Sadık: Hz. Hüseyn'in yası ile ilgili şiir oku! dedi. Ben de (sade bir şekilde şiiri) okudum; ama o böyle değil! Kendi aranızda nasıl okuyorsanız, Hz. Hüseyn'in kabri'nin yanında nasıl okuyorsanız öyle oku! dedi.
Ben şu mısraları okudum:
Hüseyn'in kabrine uğrasan pak vucuduna şöyle seslen...[2]
İmam Sadık ağlamaya başladı; o ağlamaya başlayınca ben durdum, "devam et" dedi. Ben okumayı sürdürdüm, o bana daha fazla oku dedi ve ben de “Ey Meryam[3] kalk Hüseyn’in için ağıt söyle… şiirini okudum.
Yine İmam Sadık ağladı ve perde arkasından hanımlar yüksek sesle ağladılar; ağlama sesleri kesilince İmam Sadık: Ey Eba Harun! Kim Hz. Hüseynin hakkında bir şiir okur ve on kişiyi ağlatırsa onun mukafatı cennettir. Sonra bir kişiye varıncaya kadar sayıyı azalttı ve kim Hüseyin hakkında şiir okuyup bir kişiyi ağlatırsa onun mukafatı cennettir" dedi. Sonun da ise "kim Hüseyn’i hatırlayıp ağlarsa onun mükafatı cennettir" dedi.
Bu ve onlarca bunun gibi muteber hadislerden iyice anlaşılıyor ki aşura günü Ehl-i Beyt için hüzün günüdür. Ehl-i Beyt İmamları da hep bu günü yas günü bilmişlerdir. Aşura gününü şenlik günü bilmek Peygamber ve Ehl-i Beyt’in yarasına tuz dökmektir ve bu işle kişi gerçekte safını Ehl-i Beyt’ten ayırır; Ehl-i Beyt’in düşmanlarının yani Yezid’in safında yer aldığını ortaya koymuş olur. Elbette Emeviler Ehl-i Beyt’e olan düşmanlıklarından ve İmam Hüseyin’in şahadetini anmanın etkisini azaltmak için Aşura günün kutlu bir gün olduğu hakkında çeşitli rivayetler uydurmuşlardır. Ve bu din iddiasıyla yaptığı cinayetleri örtmek isteyen her hakim düzenin kendi bekasını sağlamak için başvuracağı en doğal bir yoldur.
Kur’an Kerim de açıkça buyuruyor ki:
“Allah, bir kişinin içinde iki kalp var etmemiştir.” (Ahzap: 4)
İmam Cafer Sadık (a.s)'dan bu ayetle ilgili olarak şöyle nakledilmiştir: "Allah, bir kişinin içinde biriyle bir topluluğu ve diğeriyle de onların düşmanlarını sevmesini sağlayacak iki kalp var etmemiştir." Bkz. el-Burhan Tefsiri, Mecmeu'l-Beyan'dan naklen.
Sözümüzü bitirmeden Hz. Hüseyn’in yasını dile getiren ünlü Azeri Şair Şehryar’dan bazı beyitler naklederek İmam Hüseyin hakkında şiir okuyup ağlayan kimselere ait şerefe nail olmaya çalışalım:
Merhum Şehriyar şöyle diyor:
Atanda Harmele[4] ok Kerbela’da
Göreydin düşmen ağlar leşger[5] ağlar
Hüseyn’e yerler ağlar göğler ağlar
Betul-u Mürteza, Peygamber ağlar
Rübab[6], nisgil döşünde süt görende
--------------------------------------------------------------------------------
[1] - Aşura, Muharrem ayının onuncu günü anlamındadır.
[2] Bu mısra Seyid Himyeri’nin İmam Hüseyin hakkındaki meşhur şiirinin bir parçasıdır. Seyid Himyeri Kufe’de Hicri 105’de dünyaya gelmiş ve 173’de vefat etmiştir. Ehl-i Beyt ve özellikle İmam Hüseyin’in mersiyesi içerikli şiirleri için İmam Ca’fer Sadik ona Seyyidu’ş-Şuara ( En büyük Şair) lakabını vermiştir. Bk. El-Gadir, c. 232. A’yanu’ş-Şia c. 1 s. 586.
[3] Hz. Fatıma kastedilir.
[4] - Kerbela çölündeki Yezid’in ordusunda bulunan keskin nişancı. O attığı zehirli okla Hz. Hüseyn’in kucağındaki süt emer cocuğunun (Ali Asger’in) boynunu hedef almış ve şehit etmiştir, Hz. Hüseyin, son anlarda Ali Asger’i vedalaşmak veya diğer bir rivayete göre düşmandan ona bir içim su almak için kucağına almış ve düşman ordusuna doğru gelmişti. Ömer Saad’ın (Yezid ordusunun komutanı) emriyle Harmele, Ali Asger’i hedef alarak onu şehit etmiştir. Hz. Hüseyin onun boynundan akan kanı avcına doldurup göğe septiği ve “Allah! Şahit ol bu kavim bize zulüm ettiler” dediği rivayet edilmiştir.
[5] Leşger, ordu anlamındadır. Yani bu feci olayı gördüğünde ordu (düşman ordusu kastedilir) ağlamıştır.
[6] Rubab, Ali Asger’in annesidir. Kerbela vakıasında bulunmuş ve o feci olaylara şahit olmuştur. Şair Aşura günü Rubab’ın su bulunmadığı için göğsünde süt olmadığını bu yüzden Ali Asger’in susuz şehit olduğunu ve annesinin sonraları göğsunde süt oluşunca o vakıayı anıp ağladığını ifade ediyor. Nisgil yazık anlamındadır.
MURTAZA TURABİ
Nasrallah: "İsrail var oldukça direniş sürecektir". Nasrullah’ın Aşura Konuşması / Tam Metin
Muharrem ayının 10. günü münasebetiyle düzenlenen programda konuşan Hasan Nasrallah’ın konuşmasının tam metni...
Elhamdülillahi rabbil alemin vesselatu vesselamu ala seyyidina ve nebiyyina hatemennebiyi ebul kasım Muhammed ibn Abdullah
Salat ve salam olsun Peygamberin aline ve ashabına ve diğer bütün peygamberlere. Esselamu aleyküm ey Efendimiz, ey Ebu Abdullah, ey Allah’ın Rasulu.
Ve sonsuz selam olsun senin yolunda şehit olanlara.
Hüseyin’e, Hüseyin’in oğlu Ali’ye, Hüseyin’in tüm çocuklarına ve ashabına, alimlerimize, bacılarımıza kardeşlerimize, hepinize selam olsun.
Dün akşam olduğu gibi bugün de sizlere azminizden ve kararlılığınızdan ötürü teşekkür etmek istiyorum. Bu sizin sevginizin, imanınızın ve sadakatinizin olağan bir yansımasıdır.
Değerli bacılarım ve kardeşlerim, sizler Hüseyin’i ve Hüseyin ile birlikte Aşura günü şehit olanları anmaya geldiğinizde onun bu çağdaki temsilcileri olmuş oluyorsunuz. Allah’ın dininin hakim kılınması için mücadele edenlere ve Allah’ın Rasulünün yardımcısı olanlara selam olsun.
Müminlerin Emiri, Hz. Ali’nin yardımcısı olanlara, Fatimat’uz Zehra’nın yardımcısı olanlara, Ebi Muhammed el-Hasan İbni Ali’nin yardımcılarına ve destekçilerine selam olsun.
Ebu Abdullah el-Hüseyin’in destekçilerine selam olsun.
Selam olsun azim, kararlılık, bağlılık, cesaret, sadakat ve adanmışlık ehline.
Bugün bir kez daha gösteriyorsunuz ki sizler, kendisini ölümle tehdit eden Ubeydullah İbn’i Ziyad’a karşı kıyama duran Zeynel Abidin’in (a.s) gerçek takipçilerisiniz.
İbn Ziyad, Zeynel Abidin’i korkutabileceğini ya da kışkırtabileceğini sanmıştı; ama İmamımız Zeynel Abidin o gün öyle bir şey söylemişti ki; o söyledikleri bugünün yol göstericisi ve şiarı olmuştur: “Ey zalimler siz beni ölümle mi korkutuyorsunuz? Biliniz ki Allah yolunda ölmek ve şehit olmak bizim için bir şeref ve onur vesilesidir.”
Bugün, her yıl olduğu gibi bir kez daha zilleti reddeden şehitlerin ve direniş erlerinin efendisine olan biatimizi tazelemek için toplanmış bulunuyoruz. Bizim kulaklarımız, kalplerimiz ve zihinlerimiz, Aşura’da kıyam eden ve “beni iki seçenek arasında bıraktınız” diyen özgürlük savaşçılarının ve direniş erlerinin efendisi olan efendimizin yolundadır. Bugün bizi izzet ile zillet arasında tercih yapmak zorunda bırakanlara diyoruz ki “Zillet bizden uzaktır”.
Allah ve Rasulu ve Müminler ve de diğer binlerce insan, bizim boyun eğmemizi ve zilleti tercih etmemizi istemiyor.
Çok fazla zamanınızı almayacağım; dün birçok noktaya değinmiştim.
Aşura’da ilk olarak şunu ilan ediyoruz ki; direnişimizi sürdüreceğiz; imkanlarımızdan ve silahlarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz.
Bunlar, ülkemizi, halkımızı ve izzetimizi koruyabilmemizin esaslarıdır. Halkımızın bağımsızlığını ve ülkemizin zenginlikleri ile kaynaklarını koruyabilmemizin esaslarıdır.
Lübnan’daki bazı kesimler Fransız direnişini örnek gösteriyor ve diyorlar ki onlar özgürlükten sonra silahlarını bırakmışlardı. Ama onlar şunu unutuyorlar: Fransız direnişi, düşman yok olduktan sonra sona ermişti. Nazilerin projesi çöktükten ve Nazi Almanya’sı yok olduktan sonra, Hitler ve generalleri ortadan kalktıktan sonra, Fransız Direnişi de sona ermişti. Bu generallerin bir kısmı öldürüldü, diğerleri intihar etti ve böylece direnişi gerektiren tehdit ortadan kalkmış oldu.
Fakat Lübnan örneğinde durum böyle değildir. 25 Mayıs 2000 tarihinde direniş, Lübnan topraklarını işgalden temizlemiştir fakat düşman halen daha varlığını sürdürmekte, gücünü korumakta ve niyetlerini diri tutmaktadır. Düşman halen daha bizim mukaddesatımıza ve toprağımıza gözünü dikmiş durumdadır.
Düşman bizi tehdit ediyor, bize komplolar kuruyor ve bizimle savaşmak için hazırlıklar yapıyor. Bu durum karşısında bizden istedikleri nedir? Sahayı düşmana mı bırakalım? Aşura gününde şunu çok dürüst bir şekilde söylüyoruz: Direnişin olmasını gerektiren durumlar var olduğu müddetçe, düşmanın tehdidi, saldırganlığı ve savaş çığırtkanlığı devam ettiği müddetçe Seyyid Abbas’ın Şeyh Ragıb Harb’in Hacı Imad’ın direnişi de devam edecektir.
İkinci olarak İslam ümmetinin temel meselesi olan Filistin’i ve Filistin halkının meselesini ve Filistin’in kutsallarını hatırlamamız gerekiyor. Hiç kimse/hiçbir ülke kendi iç meselelerini bahane ederek bu meseleden yüz çeviremez. Tüm Müslümanlar Filistinlilerin çektikleri karşısında onlarla aynı safta olmak zorundadır. Filistin topraklarının özgürleşmesi için bir yardım eli uzatmak zorundadır.
Üçüncü olarak Arap ve Müslüman ülkelerin bölünmesini ve dağılmasına karşı çıkıyoruz. Tüm bu ülkelerin toprak bütünlüklerini koruması gerektiğini düşünüyoruz. Ülkelerin iç meselelerinin diyalogla ve siyasi müzakereler ile hikmet üzere çözülmesi gerektiğini vurguluyoruz. Suriye’de, Bahreyn’de, Yemen’de, Libya’da, Tunus’ta, Mısr’da ya da diğer İslam ve Arap ülkelerinde...
Dördüncü olarak, bizim Suriye’deki varlığımızı ve bizim özgürlük savaşçılarımızın Suriye toprakları üzerindeki varlıklarını konuşmamız gerekiyor... Daha önce de dediğimiz gibi bizim Suriye’deki varlığımız, Lübnan’ı savunmak Filistin’i ve Filistin davasını savunmak içindir. Bizim Suriye’deki varlığımız, direnişin temel direği olan Suriye’yi savunmak içindir. Uluslararası ve bölgesel tekfirci saldırılardan kaynaklı tehlikelere karşı koymak içindir. Tüm bu sepeler Suriye’de var oldukça biz de var olacağız.
Lübnan’daki sorun ise birilerinin her seferinde bir şeyler denemesi ve o denemenin sonuçlarını bir sebebe dönüştürmeye çalışmalarındandır. Açık konuşacağım; Lübnan’da hükümet kurma şartı olarak bizim Suriye’den çekilmemizi isteyenler, gerçekleşmesi imkânsız bir şart öne sürüyorlar ve bunu kendileri de biliyorlar. Herkes şunu çok iyi bilsin ki Suriye’yi pazarlık konusu etmeyeceğiz; Lübnan’ı ya da Filistin meselesini, bütün olarak Direniş Eksenini asla pazarlık konusu etmeyeceğiz. Tüm bunları hükümette bakanlık elde etme pahasına değiş tokuş edecek değiliz. Herkes de biliyor ki; stratejik dış tehditler, yönetime ve bölge insanlarına tehlike arz ettiği müddetçe biz bunların pazarlığını yapmayız. Çünkü karşı karşıya kalınan bu tehditler, hükümette koltuk sahibi olmaktan çok daha fazla önem arz eden şeylerdir. Gerçekleşmesi imkânsız olan bu şartlarla öne çıkan Lübnanlı taraflara gerçekçi olmaları çağrısında bulunuyorum. Bunlar daha önceleri bize “eğer, hükümette bizimle birlikte olmak istiyorsanız; silahlarınızı bırakın” diyorlardı. Daha sonraları ise “garanti istiyoruz, silahların gölgesinde kurulmuş bir hükümet istemiyoruz” diyorlardı. Biz hiçbir zaman silahların ya da direnişin arkasına sığınmadık. Biz hiçbir zaman böyle bir talepte bulunmadık, bulunmuyoruz, gelecekte de bulunmayacağız.
Şimdi de diyorlar ki Suriye’den çekilmediğiniz müddetçe hükümete katılmayacağız. Ben de diyorum ki bizim Suriye’de olmak için sizden teminat almaya ihtiyacımız yok; olmadı; olmayacak! Gerçekçi davranalım ve tüm bu ön şartlar bir kenara koyulduktan sonra Lübnan içindeki problemlerle nasıl başa çıkıldığını görelim.
Beşinci olarak, Huseyin’in (a.s), dedesi Muhammed’in (s.a.a) dini için ve dedesi Muhammed’in (s.a.a) ümmeti için şehit edildiği Aşura gününde, İslam’ın farklı mezheplerine mensup insanlarla aramızdaki kardeşliğin altını çizmemiz gerekiyor. Özellikle de Sünni ve Şiiler arasındaki kardeşliğin. Bizler Tekfirciliğin tüm Müslümanlar için tehlike arz ettiğini söylemiştik. Bu söylediğimiz şey, delillerini İslam ülkelerinde bir bir ortaya koyuyor. Irak’ta, Pakistan’da, Afganistan’da, Somali’de, Tunus’ta, tekfircilerin bulunduğu her yerde Ehli Sünnet de bu mantığın kurbanı oluyor. Bu mantık, hem Müslümanlar hem Hristiyanları tehdit ediyor. Eğer birlikte mücadele edersek bu tehlike ile başa çıkabilir, onu etkisizleştirebilir ve yok edebiliriz.
Altıncı olarak insanlığın günü olan, gökyüzünden gelen mesajın yeryüzünde bir kez daha hayat bulduğu gün olan Aşura’da Lübnanlılar olarak birliğimizi ve ortaklığımızı vurgulamak zorundayız. Tüm tarafları ayrılıklarımızı ve anlaşmazlıklarımız olmasına rağmen ortak kaderimiz için ortak toplantılar yapmaya davet ediyoruz. Çünkü ancak bu şekilde ülkemizi korumayı başarabilir ve halkımızın onurlu bir şekilde yaşamasına vesile olabiliriz.
Ey bacı ve kardeşlerim, sizler bugün buraya İmam Hüseyin’in (a.s) çağrısına kulak vermek için geldiniz. Her yıl olduğu gibi bizler de bunun için buradayız. Biz direniş hareketi olarak bu çağrıyı Lübnan’ı savunduğumuzda da cevaplamıştık; bugün bir kez daha bu çağrıyı kendi halkımızı savunarak, vahdeti savunarak ve direniş eksenini savunarak cevaplayacağımızı ilan ediyoruz. Bu uğurda sesimizi yükseltmeye gücümüz yettiğince İmam Hüseyin’in çağrısına kulak vermek için haykırmaya devam edeceğiz:“Lebbeyke Ya Huseyn!”
Bir kez daha size şükranlarımı sunuyorum, Allah sizden razı olsun. Lübnan Ordusu’na ve resmi güvenlik birimlerine teşekkür ediyoruz. Bugün, dün gece ve geçtiğimiz on gün boyunca çabalarını esirgemeyen tüm kardeşlerimize ve bacılarımıza teşekkür ediyoruz. Tüm bu yaptıklarımızı Allah kabul etsin diyor ve Allah’a hamd ediyoruz. Allah’tan muradımızı yerine getirmesini niyaz ediyoruz. Bizi Hüseyin ve yarenleri ile birlikte kılmasını niyaz ediyoruz.
Allah’ın rasulüne selam olsun, onun yolunda şehit olan şehitlere selam olsun. Tekrar görüşmek ümidiyle herkes ellerini havaya kaldırsın: “Selam olsun Hüseyin’e, Hüseyin’in oğlu Ali’ye, Hüseyin’in çocuklarına ve ashabına”.
Esselamualeyküm cemi’an ve Rahmetullah..
isra haber