کارگر

کارگر

Türkiye enerji ve tabii kaynaklar bakanı İran'ın dost bir komşu olduğunu, Türkiye'nin İran'dan gaz ithalatına devam edeceğini belirtti.

MHA - Taner Yıldız "Kanal 24" TV'ye verdiği demeçte, Türkiye'nin 2013 yılında İran'dan gaz satın alması nedeni ile 4,5 milyar dolar Halk bankası'na yatırdığını, TÜPRAŞ'ın da petrol ithalatı için İran hesabına 3,1 milyar dolar aynı bankaya yatırdığını ifade etti.

Amerika'nın aldığı kararların bağlayıcı olmadığını, bu yüzden Ankara'nın sadece BMT kararlarını uyguladığını; belirten Yıldız, "BM kararları bağlar. Türkiye bir hukuk devleti. İran bizim komşu ve kardeş ülkemiz. Biz doğalgaz ticaretine devam edeceğiz" diye konuştu.

Halk Bankası'nın son dönemde kaybettiği 1,6 milyar doların herkesin parası olduğunu kaydeden Yıldız, "17 Aralık olaylarında Irak'la ilgili yaptığımız işlemlerin payı var. Çünkü bizim attığımız adım bölgede İran, Irak ve Suriye'nin normalleşmesiyle alakalı önemli bir adımdı. Irak, 6-7 milyon varil petrol çıkarması halinde 350 milyar dolar gelir elde ediyor. Kerkük-Yumurtalık hattı 1,5 milyon varil yerine 400 bin varil petrol taşıyor." Dedi.

 

Çarşamba, 01 Ocak 2014 06:21

İmam Hasan, Muaviye ve Tarihi Gerçekler

İki cihan serveri Hz. Resul-ü Ekrem'in (s.a.a) ilk torunu ve İmam Ali'yle (a.s) Hz. Fatıma Zehra'nın (s.a) ilk yavruları, hicretin 3. yılı Ramazan'ının 15. gecesi dünyaya geldi.[1]

Hz. Resulullah (s.a.a) İmam Ali'nin (a.s) evine gelip onu kutlayarak Allah'ın emriyle bebeğe "Hasan" adını verdi.[2]

İmam Hasan ve Hz. Peygamber

Bu bebeğin hayatının yedi yılı sevgili dedesi Hz. Resulullah'la (s.a.a) geçti.[3]

Şefkat ve sevgi sembolü dedesi onu pek sever, omuzlarına alıp "Allah'ım!" derdi, "Ben onu çok seviyorum, sen de sev!"[4]

Hasan'la Hüseyin'i seven beni sevmiştir, onlara düşmanlık eden bana düşmanlık etmiştir.[5]

Hasan'la Hüseyin cennet gençlerinin efendileridir.[6]

Kıyam etseler de, etmeseler de, bilin ki benim şu iki yavrum, imamdır.[7]

İmam Hasan (a.s) fevkalade büyük bir ruh ve değere sahipti; nitekim yaşça çok küçük olmasına rağmen Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Hasan'ı (a.s) bazı antlaşmalarda şahit olarak tutmuştur.

Vakıdî şöyle yazar:

Hz. Resulullah (s.a.a) "Sakif" için zimme antlaşması yaptı, bu ahitnameyi Halid b. Said yazdı, -Allah'ın selamı her ikisine olsun- Hz. Hasan'la Hz. Hüseyin de şahit olarak kaydedildiler.[8]

Hz. Resulullah (s.a.a) Allah'ın emriyle Necran Hıristiyanlarıyla "Mübahele"ye giderken yine Allah Teala'nın emriyle yanına İmam Ali (a.s) Hz. Fatıma (a.s) İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin'i (a.s) yanına almış ve Tathir Ayeti bu büyük insanlar hakkında nazil olmuştur.[9]

İmam Hasan ve Babası

İmam Hasan (a.s) babasına karşı fevkalade itaatkârdı, daima onunlaydı, zulmedenleri eleştirir, mazlumları desteklerdi.

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) pek sevdiği sahabesi Ebuzer'i, halife Osman Rebeze'ye sürgün etmiş, bununla da yetinmeyerek, Ebuzer'in uğurlanmasını yasaklamıştı. Ama İmam Hasan (a.s) kardeşi İmam Hüseyin (a.s) ve babası İmam Ali'yle (a.s) birlikte Resulullah'ın (s.a.a) yiğit, dürüst ve takvalı sahabesi Hz. Ebuzer'i uğurlamaya gitmiş ve bu esnada Osman'ı bu zalim uygulamasından dolayı hükümeti eleştirerek Ebuzer'e Allah yolunda sabırlı olmasını öğütlemişlerdir.[10]

Talha, Zübeyr ve Aişe'nin İslâm ümmetinde nifak yaratarak başlattıkları Cemel savaşının alevini söndürmek amacıyla hicretin 36. yılında babasının komutasında Basra'ya gitti. İmam Ali'nin (a.s) emriyle Basra'ya girmeden Hz. Resulullah'ın (s.a.a) takva sahibi büyük sahabesi Ammar'la birlikte Kufe'ye giderek orada halkı toplamış ve hazırladığı orduyla Basra'da İmam'a katılmıştı.[11]

İmam Hasan (a.s), Abdullah b. Zübeyr'in İmam Ali'ye (a.s) attığı iftiraları -ki Osman'ı İmam'ın (a.s) öldürttüğünü söylüyordu- açık ve sağlam konuşmalar yaparak ortaya çıkardı. Daha sonra savaşa da katılarak bu savaştan muzaffer olarak geri döndüler.[12]

İmam Hasan (a.s), Sıffin savaşında da büyük yararlılıklar gösterdi. O günlerde Muaviye, İmam Hasan'ı (a.s) kandırması için Ubeydullah b. Ömer'le ona bir mesaj göndererek "Babanı desteklemekten vazgeç." dedi. "Bunu yaparsan senin halife olmanı sağlayacağız. Bilirsin ki baban, Kureyş'in önde gelenlerinin çoğunu öldüren kimsedir ve onların çocukları ve akrabaları aslında bu yüzden babana kin ve düşmanlık beslemektedirler, ama sana karşı daha yumuşaktır onlar…"

İmam Hasan (a.s), Muaviye'nin bu küstah ve komplo amaçlı mesajına şu karşılığı verdi:

Kureyş, İslâm sancağını yıkıp ortadan kaldırmak istiyordu. Ancak babam, Allah ve İslâm için onların asilerini öldürdü ve dağıttı. Onlar işte bu nedenle öteden beri babama kin ve düşmanlık beslemektedirler.[13]

İmam Hasan (a.s) bu savaşta bir lahza olsun sevgili babasını yalnız bırakmadı, daima onun yanında oldu. İmam Ali'yle (a.s) Muaviye arasında belirlenen hakemlerin ihanette bulunarak doğru hüküm vermemeleri üzerine İmam Hasan (a.s) yapmış olduğu etkileyici bir konuşmada şöyle buyurdu:

Bunlar, Allah'ın kitabını, kendi nefislerine tercih etmek için hakem seçildiler. Ancak bunun tam tersini yaptılar! Bu durumda böyle kimselere hakem değil, mahkûm denir.[14]

İmam Ali (a.s) son nefeslerini alıp verirken Hz. Resulullah'ın (s.a.a) kendisine daha önceden emrettiği vasiyeti yerine getirerek kendisinden sonra Hz. Hasan'ın (a.s) İmam olduğunu açıkladı ve İmam Hüseyin (a.s), diğer evlatları ve önde gelen Şiîlerini de buna tanık tuttu.[15]

Halifelik

Hicret'in 40. yılı Ramazan'ının 21. gecesi İmam Ali (a.s) şahadete ulaştı. O gecenin sabahı, Kufe halkı, şehrin büyük camiinde toplanmıştı.

İmam Hasan (a.s) minbere çıkarak şu konuşmayı yaptı:

Dün gece, eşsiz bir insan ayrıldı aramızdan. Geçmiş ve gelecek nesiller arasında ilim ve amelde benzeri yoktu onun. Çok sevdiği Hz. Resulullah'ın (s.a.a) safında nice savaşlara katıldı, İslâm'ı ve Resulullah'ı (s.a.a) savunmak için mücahitçe gayret gösterdi. Savaşlarda Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onu daima başkomutan yapar, o da daima zaferle dönerdi.

Dünyanın beyazıyla sarısından (gümüşle altın kastediliyor) geriye bıraktığı miktar sadece 700 dirhemdi ve bu da, ona düşen miktardı. Bununla, ailesine yardımcı olacak bir hizmetkâr temin etmeyi düşünüyordu.

İmam Hasan (a.s) bu cümleyi söylerken kendisini tutamayıp ağlamaya başladı. Onunla birlikte, camide toplanan cemaat de ağladı.

İmametin gerçek çizgisinden sapmaması için kendisi hakkında da kısaca şunları söyledi:

İnsanları Allah'a davet eden, onları uyaran ve onlara müjdeleyici olarak gönderilen Resulullah'ın evladıyım ben. O parlak peygamberlik meşalesinden size vuran bir ışığım ben. Yüce Allah'ın her çeşit hata ve kötülüğü kendilerinden uzaklaştırıp tathir ettiği; tertemiz kıldığı ve bizzat Kur'an-ı Kerim'in emriyle sevilmesi farz olan o ailenin (Ehlibeyt'in) bir ferdiyim ben! Kur'an şöyle buyuruyor:

"Ey peygamber! Ümmetine de ki, yaptığım elçilik görevine karşılık, ailemi sevmenizden başka bir ücret istemiyorum sizden!"[16]

İmam, "Meveddet" adıyla meşhur olup Ehlibeyt'i (a.s) sevmeyi emreden bu ayeti okuduktan sonra oturdu. Bu sırada Abdullah b. Abbas ayağa kalkarak, "Ey cemaat!" diye haykırdı ve İmam Hasan'ı (a.s) göstererek "Bu, sizin peygamberinizin evladı, İmam Ali'nin (a.s) vasisi ve şimdi sizin imamınızdır işte! Ona biat edin!" dedi.

Camideki yoğun kalabalık gruplar halinde gelip İmam Hasan'a (a.s) biat etmeye başladı.[17]

Bu olayı öğrenen Muaviye, gerektiğinde kolayca fitne ve fesat çıkarıp İmam Hasan'ın (a.s) yönetimini kendi içinden vurabilmek amacıyla, her şeyi anında kendisine rapor etmeleri için en mahir casuslarını Kufe ve Basra şehirlerine gönderdi.

Bu casusları deşifre eden İmam (a.s) onları yakalatıp idam ettirdi ve Muaviye'ye bir mektup göndererek şöyle yazdı:

Gönderdiğin casuslardan ümidini kesebilirsin. Savaş çıkarmayı pek seviyorsun galiba? O halde yakındır! Hazır ol! Allah'ın dediği olur.[18]

İmam Hasan'ın (a.s) Muaviye'ye yazdığı ve ünlü tarihçi İbn Ebi'l-Hadid tarafından kaydedilmiş olan mektuplardan biri şöyledir:

Peygamber'in (s.a.a) ölümünden sonra Kureyşlilerin, onun kabilesinden olduklarını söyleyerek kendilerinin diğer Araplardan daha üstün ve peygamberin halifesi olmaya daha layık olduklarını söylemeleri ve Arapların da bunu kabul etmeleri çok şaşırtıcı ve düşündürücüdür, çünkü aynı Kureyş, bu nedenin bizim için çok daha geçerli olduğunu gördüğü halde kendi arasında bizim daha layık olduğumuzu her nedense kabullenemedi; Peygambere onlardan çok daha yakın olduğumuz ve hakkımız olan bir şeyi istediğimiz halde bizi bir kenara ittiler ve bize zulmettiler. Düşmanlarla münafıkların İslâm'ı tahrip yolunda ellerine fırsat geçmemesi için biz bu tartışmanın içine fazla girmeyip kavgadan uzak durduk. Bugün de sana şaşmaktayım; kesinlikle layığı olmadığın bir şeyin iddiasına girişmişsin! Ne dinde bir üstünlüğün var, ne de kendinden iyi bir eser bırakmışlığın. Sen, Hz. Resulullah'la (s.a.a) her zaman savaşıp ona karşı gelenlerin evladısın. Kureyşliler arasında peygambere en fazla düşmanlıkta bulunanların soyusun. Ama bil ki, Allah var ve senin yaptıklarının karşılığını mutlaka sana gösterecek ve sonunda kazananın kim olduğunu göreceksin. Yemin ederim ki göz açıp kapayıncaya ömrün gelip geçecek ve Allah'ın huzuruna çıkarılacaksın; O da, önceden işleyip göndermiş olduğun amellerinin cezasını teker teker verecek. Allah Teala, elbette ki kullarına zulmetmez, Ali (a.s) göçüp gitti şu dünyadan ve bilirsin ki Müslümanlar bana biat ettiler. Rabbimden, ahiretimde noksanlığa yol açacak bir şeyi şu dünyada bana vermemesini dilerim.

Bu mektubu yazmamın nedeni Rabbimle kendi aramda bir özrüm olması içindir. Sen de diğer Müslümanlar gibi bu işi kabul edersen İslâm'ın yararına ve senin için de daha hayırlı olur. Batılı izlemeyi bırak, herkes gibi sen de biat et.

Benim buna herkesten daha layık olduğumu sen de bilirsin. Allah'tan kork, zalim olma, Müslümanların kanına saygı göster. Bunu yapmayacak olursan ben diğer Müslümanlarla birlikte kalkıp gelir ve en güzel hakem olan Yüce Allah'ın aramızda hükmetmesi için seni hesaba çekerim.

Muaviye, İmam Hasan'ın (a.s) bu mektubuna yazdığı cevapta şöyle dedi:

Benimle senin durumumuz tıpkı geçmişte Ebubekir'le siz Ehlibeyt arasında yaşanan duruma benziyor. Ebubekir nasıl kendisinin daha yaşlı ve tecrübeli olduğunu bahane ederek halifeliği Ali'nin elinden aldıysa, ben de kendimi senden daha layık buluyorum! Senin halkı benden daha iyi yöneteceğini ve düşmanla savaşacağını bilsem biat ederim, ama benim senden büyük ve daha tecrübeli olduğumu biliyorsun. O halde senin bana biat etmen daha iyi olur, tabi ben de bunu karşılıksız bırakmaz ve halifeliği kendimden sonra sana bırakırım, buna söz veriyorum. Ayrıca, Irak'ın beytülmalini da sana veririm; Irak'ta istediğin bölgenin haracıyla gelirleri de senin olsun! Vesselam.[19]

Kureyş'in İmam Ali'ye (a.s) sırt çevirirken ileri sürdüğü bahanenin aynısını bu kez de Muaviye ileri sürdü ve o da aynı oyunu oynayarak İmam Hasan'a biat etmedi. İmam'ın kendisinden daha layık olduğunu bizzat Muaviye de çok iyi biliyor, ama mevki, makam ve dünyalık hırsı bu gerçeği kabullenmesine izin vermiyordu. Yaş farkının halifelik, yönetim ve imamet konusunda onunla Hz. Hasan (a.s) gibi birisi arasında belirleyici bir faktör olamayacağını herkesten iyi bilen, bizzat Muaviye'nin kendisiydi çünkü.

Nitekim yaş farkını ileri sürerek İmam'a halifeliği, layık görmeyen Muaviye, iktidarı iyice ele geçirdiğinde bu söylediğini de unutmuş ve çok genç olan oğlu Yezid'i kendisinden sonra halife ilan ederek, kendi sağlığında halktan onun için biat toplamıştır.

Muaviye sadece biat etmemekle de kalmadı, İmam Hasan'ı (a.s) ortadan kaldırabilmek için terör yöntemine de başvurdu. Onun, İmam'ı (a.s) terör ettirebilmek için kiralık katiller tuttuğu tarihte kayıtlıdır. Bu nedenledir ki, İmam Hasan (a.s) gömleğinin altına zırh giymiş ve namaza bu şekilde gidip gelmiştir. Hatta bir defasında Muaviye'nin kiralık katillerinden biri İmam'ı oklamayı başardığı halde, İmam (a.s) zırh giydiği için kurtulmuştu.[20]

Muaviye, Müslümanların vahdetini sağlayıp anarşi ve ihtilafı önleme bahanesiyle çeşitli yerlerdeki adamlarına asker toplatarak kendisine gelmelerini emretti. Ordular gelince de İmam Hasan'la (a.s) savaşmaları için onları Irak'a gönderdi!

Vahdetten ve birlikten söz ederek Müslümanların vahdetini bozup onları parçalıyor; "anarşi ve teröre karşı savaş" diyerek anarşi ve terör estiriyordu.

Bunu duyan İmam Hasan (a.s) Hucr b. Adiy el-Kindî'yi, asker toplayıp halkı savaşa hazırlamakla görevlendirdi.

O günün geleneği gereğince tellallar sokaklarda "es-Salât" diye bağırarak halkı mescide topladılar.

İmam Hasan (a.s) minbere çıkıp bir konuşma yaparak şöyle buyurdu:

Muaviye sizinle savaşmak için yola çıkmış bulunuyor. O halde siz de Nuheyle karargâhına gidip silahlanın!

Cemaat susmuştu, kimse bir şey söylemiyordu. Ünlü Hâtem-i Tai'nin oğlu Adiy ayağa kalkıp: "Ben Hatem'in oğluyum." dedi. "Suphanallah! Bu ne suskunluktur ey cemaat! Bu öldürücü suskunluğunuz niye? Peygamberinizin oğluna neden cevap vermiyorsunuz? Allah'ın gazabından korkmuyor musunuz?! Alçaklık ve utanca düşmekten korkmuyor musunuz Allah aşkına?!"

Sonra da İmam'a dönüp: "Sözlerinizi duyduk efendim!" dedi, "Emirlerinizi canla başla yerine getirmeye hazırız! Ey cemaat! Ben karargâha gidiyorum, isteyen benimle gelsin!"

Kays b. Sa'd b. Sa'saa Teymî de etkili konuşmalarıyla halkı savaşa hazırlayıp teçhizat ve asker hazırlıklarına giriştikten sonra karargâha gittiler.[21]

İmam Hasan'ın (a.s) savaş karargâhında toplanan gruplar arasında Şiîlerden başkaları da vardı:

1- İmam Hasan'ı (a.s) desteklemek için değil, sadece Muaviye'yle savaşabilmek için gelen Haricîler.

2- Ganimet toplamak için gelenler

3- Dinî bir kaygısı olmayıp da sırf kabile başkanının peşinden gelenler.[22]

İmam Hasan (a.s) bu ordunun bir kısmını "Hekem" komutasında Anbar şehrine gönderdi, ancak Hekem ve ondan sonra onun yerini alan komutan, Muaviye'nin altın vaatlerine kanıp İmam'a ihanet ettiler ve Muaviye'nin safına geçtiler.

İmam Hasan (a.s) da Medain'in Sabât bölgesine gitmiş ve burada hazırladığı 12 bin kişilik orduyu Ubeydullah b. Abbas komutasında öncü kuvvetler olarak Muaviye'yle savaşa göndermişti. Ubeydullah'a bir şey olursa Kays b. Sa'd b. Ubâde el-Ensarî onun yerine geçecekti.

Muaviye, Kays'ı satın alabilmek için ona 1 milyon dirhem göndererek ya kendi safına geçmesini, ya da İmam Hasan'dan ayrılmasını istedi, ancak Kays gönderilen parayı geri çevirdi ve Muaviye'ye gönderdiği cevapta "Benim dinimi para ve hileyle elimden alamazsın! Git bu hileni başka kimselere yap. Ben İmam Hasan'ı senin karşında yalnız bırakacak kadar alçalmadım!" dedi.[23]

Ne var ki, ordunun birinci komutanı, yani Ubeydullah b. Abbas, aynı meblağın sırf vaadine bile kanarak gece yarısı yakın adamlarıyla birlikte karargâhtan ayrılıp Muaviye'nin saflarına katıldı! O günün sabahı, komutanın kaçtığı anlaşıldı, ordu başsız kalmıştı, Kays sabah namazını kıldırdıktan sonra komutayı ele aldı ve durumu hemen İmam'a (a.s) rapor etti.[24]

Kays, Muaviye'nin ordularını dağıtıyor, yiğitçe savaşıyordu. Onu oyuna getirmenin veya satın almanın mümkün olmadığını gören Muaviye, İmam'ın komutasındaki askerlerin arasına soktuğu casusları vasıtasıyla Kays'ın Muaviye'yle gizlice anlaştığı söylentilerini yaydı; bir başka grubu da Kays'ın karargâhına sızdırarak İmam Hasan'ın (a.s) Muaviye'yle barış yaptığı söylentisini yaydı![25]

Bu psikolojik savaş beklenen sonucu vermiş ve barışa karşı olan Haricîler kolayca oyuna gelerek beklenmedik bir isyan başlattılar. İmam Hasan'ın (a.s) çadırına saldırarak çadırı yağmalamış, İmam'ın üzerinde namaz kıldığı seccadeyi bile çalmış ve İmam'a da saldırarak bacağından ağır şekilde yaralamışlardı.

Aldığı yara derin ve ağır olduğundan İmam'ın (a.s) durumu vahim bir hâl aldı.[26]

Yakın adamları İmam Hasan'ı (a.s), İmam Ali (a.s) tarafından Medain valisi tayin edilen Sa'd b. Mesud es-Sakafî'nin evine; Medain'e götürdüler. Bir müddet İmam'ın tedavisini burada yaptılar. Bu arada İmam'ın (a.s) ordusunda olup da dini kaygıları olmayan veya İmam'a içten içe düşmanlık besleyen bazı kabile reisleri, Muaviye'ye mektup yazarak Irak'a gelmesi halinde İmam Hasan'ı ona teslim edeceklerini bildirdiler.

Muaviye İmam'a (a.s), bu mektupla birlikte sulh için koştuğu her şartı kabul edeceğini bildiren bir mesaj gönderdi.[27]

İmam (a.s) bu sırada ağır yaralıydı. Adamlarının çoğu onu paraya, makama satmış, ordudan ayrılan askerlerin her biri de bir yere dağılmıştı. Kaldı ki bu askerler arasında inanç ve amaç birliği de yoktu; her grup veya kabile kendi bildiğini okumakta ısrar ediyordu.

Bu şartlar altında savaşın sürmesi İslâm'a ve dindar Müslümanlara kesinlikle zarar verecekti artık. Çünkü Muaviye savaşarak galip gelse İslâm'ın kökünü kazımakta tereddüt etmeyecek, Ehlibeyt okulunun yetiştirdiği nadide ve dindar insanlara hayat hakkı tanımayacaktı artık.

Bu nedenle İmam Hasan, hepsi inceden inceye hesaplanmış birçok şartlar öne sürerek bu barış teklifini kabul etti.[28]

Bu şartlardan bazısı şunlardı:

1- Şiaların kanı dökülmeyecek, hakları çiğnenmeyecek.

2- Hz. Ali'ye (a.s) küfredilmeyecek.[29]

3- Muaviye gelirlerinden 1 milyon dirhemi Cemel ve Sıffin savaşı yetimlerine paylaştıracak.

4- İmam Hasan (a.s) Muaviye'ye "müminlerin emiri" demeyecek.[30]

5- Muaviye Allah'ın kitabı ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine göre amel edecektir.[31]

6- Muaviye kendisinden sonra başkasını halife olarak atamayacaktır.[32]

Muaviye, dindar Müslümanların ve İslâm dininin esaslarını ve özellikle Şiilerin canını korumaya yönelik olan şartların hepsini kabul etti. Böylece de savaş sona ermiş oldu.

Şahadeti

İmam Hasan'ın (a.s) yaşça genç olmasını bahane göstererek onun halifeliğini engelleyen Muaviye, tam anlamıyla ayyaş bir serseri olan toy oğlu Yezid'in kendisinden sonra tahta geçmesi için ortam oluşturmaya başladı. Ancak, İmam Hasan'ı (a.s) bu konuda ciddi bir tehlike olarak görüyordu. Çünkü o öldükten sonra İmam Hasan (a.s) hayatta olursa, Emevî zulmünden sabrı tükenmiş olan halk, İmam Hasan'ın (a.s) etrafında toplanıp ona biat edebilirdi. Bu nedenle İmam'ı ortadan kaldırmak için birkaç kez girişimde bulunup komplolar tertipledi ve sonunda h. 50. yılı Sefer ayının 28'inde İmam Hasan'ı (a.s) zehirleterek şehit ettirdi.

İmam Hasan (a.s) Medine'de, Cennet-i Baki mezarlığında toprağa verildi.[33] Allah'ın ve meleklerinin selamı o değerli insana olsun.

İmam Hasan'dan (a.s) Vecizeler

1- Alçak ve şerefsiz insanlar, iyiliğe karşılık teşekkür etmezler.

2- İffetli ve dürüst olmak rızkı ve geliri azaltmaz; hırs ve tamah da rızkı çoğaltmaz.

3- İçinde zerrece şer ve kötülük bulunmayan halis hayır ve iyilik; nimete kavuşunca şükretmek, sıkıntı ve zorluğa düşünce de sabırlı olmaktır.

4- Dünyada küçük düşüp horlanmak, cehennem ateşine atılmaktan yeğdir.

5- En sağlam kalp, zan ve şüphelerden temizlenmiş olanıdır.

6- Ahiret yolculuğunun ne kadar uzun olduğunu anlayan kişi, kendisini bu uzun yolculuğa hazırlar ve azığını temin etmeye başlar.[34]

7- Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına öyle davran.

8- Ahiret yolculuğuna hazır ol, ölüm gelip çatmadan ahiretin için azığını hazırla.

9- Birbirine akıl danışıp meşverette bulunanlar, mutlaka kendi hayırlarına olacak yolu görürler.

10- Ölmeden önce salih amel işlemeye çalışın.[35]

--------------------------------------------------------------------------------

[1]- el-İrşad, Şeyh Müfid, s.169; Tarihu'l-Hulefa, Suyutî. s.188, Mısır basımı. Merhum Şeyh Kuleynî İmam Hasan'ın (a.s) Hicret'in 2. yılında dünyaya geldiğini yazar.

[2]- Biharu'l-Envar, c.43, s.238 yeni baskı.

[3]- Delailu'l-İmame, Muhammed b. Cerir Taberî, s.60.

[4]- Tarihu'l-Hulefa, s.188.

[5]- Biharu'l-Envar, 43/264.

[6]- Tarihu'l-Hulefa, s.189.

[7]- el-İrşad, Şeyh Müfid s.181; Biharu'l-Envar, 43/278.

[8]- Tabakat-ı Kebir, c.1, 2. böl. s.33

[9]- Gayetu'l-Meram, s.287

[10]- Hayatu'l-İmami'l-Hasan b. Ali, c.1 s.260–261

[11]- Tabakat-ı Kubra, c.3, 1. böl. s.20.

[12]- Hayatu'l-İmami'l-Hasan b. Ali, 1/396–399.

[13]- Hayatu'l-İmami'l-Hasan b. Ali, 1/444–445.

[14]- Hayatu'l-İmami'l-Hasan b. Ali, 1/479.

[15]- Usulu Kâfi, 1/297–298

[16]- Şûrâ Suresi, 23.

[17]- el-İrşad, Şeyh Müfid s.169–170; Nehcu'l-Belağa Şerhi, İbn Ebi'l-Hadid, 16/30

[18]- el-İrşad, Şeyh Müfid, s.170.

[19]- Nehcu'l- Belağa Şerhi, İbn Ebi'l-Hadid, 16/35.

[20]- Biharu'l-Envar, 44/23.

[21]- Nehcu'l- Belağa Şerhi, İbn Ebi'l-Hadid, 16/37–40.

[22]- el-İrşad, Şeyh Müfid, S.171.

[23]- Tarih-i Yakubî 2/204-207.

[24]- el-İrşad, Şeyh Müfid. S.172.

[25]- Tarih-i Yakubî. 2/204–207.

[26]- Tarih-i Yakubî, c.2, s.204–207. Taberî Tarihi, 7/1.

[27]- el-İrşad, Şeyh Müfid, s.172–173.

[28]- Tarih-i Yakubî, 2/204–207.

[29]- el-İrşad, Şeyh Müfid, s.173; Mekatilu't-Tâlibiyyin s.26.

[30]- Biharu'l-Envar, 44/2-3.

[31]- Biharu'l-Envar, 44/65.

[32]- Biharu'l-Envar, 44/65.

[33]- Murucu'z-Zeheb, 2/427; Delailu'l-İmame, s.60; Tabakat-ı İbn Sa'd, c.5, s.24. İmam'ın şahadet tarihiyle ilgili farklı rivayetler için bakınız: Tarih-i Bağdad, c.1, s.140; Tarihu'l-Hulefa, s.192; Delailu'l-İmame, s.60.

[34]- Bir ila altıncı hadislerin kaynağı: Tuhefu'l-Ukul, s.168–170.

[35]- Yedi ila onuncu hadislerin kaynağı: Tuhefu'l-Ukul, s.7–9.

ABNA.İR

 

Çarşamba, 01 Ocak 2014 06:21

İmam Hasan, Muaviye ve Tarihi Gerçekler

İki cihan serveri Hz. Resul-ü Ekrem'in (s.a.a) ilk torunu ve İmam Ali'yle (a.s) Hz. Fatıma Zehra'nın (s.a) ilk yavruları, hicretin 3. yılı Ramazan'ının 15. gecesi dünyaya geldi.[1]

Hz. Resulullah (s.a.a) İmam Ali'nin (a.s) evine gelip onu kutlayarak Allah'ın emriyle bebeğe "Hasan" adını verdi.[2]

İmam Hasan ve Hz. Peygamber

Bu bebeğin hayatının yedi yılı sevgili dedesi Hz. Resulullah'la (s.a.a) geçti.[3]

Şefkat ve sevgi sembolü dedesi onu pek sever, omuzlarına alıp "Allah'ım!" derdi, "Ben onu çok seviyorum, sen de sev!"[4]

Hasan'la Hüseyin'i seven beni sevmiştir, onlara düşmanlık eden bana düşmanlık etmiştir.[5]

Hasan'la Hüseyin cennet gençlerinin efendileridir.[6]

Kıyam etseler de, etmeseler de, bilin ki benim şu iki yavrum, imamdır.[7]

İmam Hasan (a.s) fevkalade büyük bir ruh ve değere sahipti; nitekim yaşça çok küçük olmasına rağmen Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Hasan'ı (a.s) bazı antlaşmalarda şahit olarak tutmuştur.

Vakıdî şöyle yazar:

Hz. Resulullah (s.a.a) "Sakif" için zimme antlaşması yaptı, bu ahitnameyi Halid b. Said yazdı, -Allah'ın selamı her ikisine olsun- Hz. Hasan'la Hz. Hüseyin de şahit olarak kaydedildiler.[8]

Hz. Resulullah (s.a.a) Allah'ın emriyle Necran Hıristiyanlarıyla "Mübahele"ye giderken yine Allah Teala'nın emriyle yanına İmam Ali (a.s) Hz. Fatıma (a.s) İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin'i (a.s) yanına almış ve Tathir Ayeti bu büyük insanlar hakkında nazil olmuştur.[9]

İmam Hasan ve Babası

İmam Hasan (a.s) babasına karşı fevkalade itaatkârdı, daima onunlaydı, zulmedenleri eleştirir, mazlumları desteklerdi.

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) pek sevdiği sahabesi Ebuzer'i, halife Osman Rebeze'ye sürgün etmiş, bununla da yetinmeyerek, Ebuzer'in uğurlanmasını yasaklamıştı. Ama İmam Hasan (a.s) kardeşi İmam Hüseyin (a.s) ve babası İmam Ali'yle (a.s) birlikte Resulullah'ın (s.a.a) yiğit, dürüst ve takvalı sahabesi Hz. Ebuzer'i uğurlamaya gitmiş ve bu esnada Osman'ı bu zalim uygulamasından dolayı hükümeti eleştirerek Ebuzer'e Allah yolunda sabırlı olmasını öğütlemişlerdir.[10]

Talha, Zübeyr ve Aişe'nin İslâm ümmetinde nifak yaratarak başlattıkları Cemel savaşının alevini söndürmek amacıyla hicretin 36. yılında babasının komutasında Basra'ya gitti. İmam Ali'nin (a.s) emriyle Basra'ya girmeden Hz. Resulullah'ın (s.a.a) takva sahibi büyük sahabesi Ammar'la birlikte Kufe'ye giderek orada halkı toplamış ve hazırladığı orduyla Basra'da İmam'a katılmıştı.[11]

İmam Hasan (a.s), Abdullah b. Zübeyr'in İmam Ali'ye (a.s) attığı iftiraları -ki Osman'ı İmam'ın (a.s) öldürttüğünü söylüyordu- açık ve sağlam konuşmalar yaparak ortaya çıkardı. Daha sonra savaşa da katılarak bu savaştan muzaffer olarak geri döndüler.[12]

İmam Hasan (a.s), Sıffin savaşında da büyük yararlılıklar gösterdi. O günlerde Muaviye, İmam Hasan'ı (a.s) kandırması için Ubeydullah b. Ömer'le ona bir mesaj göndererek "Babanı desteklemekten vazgeç." dedi. "Bunu yaparsan senin halife olmanı sağlayacağız. Bilirsin ki baban, Kureyş'in önde gelenlerinin çoğunu öldüren kimsedir ve onların çocukları ve akrabaları aslında bu yüzden babana kin ve düşmanlık beslemektedirler, ama sana karşı daha yumuşaktır onlar…"

İmam Hasan (a.s), Muaviye'nin bu küstah ve komplo amaçlı mesajına şu karşılığı verdi:

Kureyş, İslâm sancağını yıkıp ortadan kaldırmak istiyordu. Ancak babam, Allah ve İslâm için onların asilerini öldürdü ve dağıttı. Onlar işte bu nedenle öteden beri babama kin ve düşmanlık beslemektedirler.[13]

İmam Hasan (a.s) bu savaşta bir lahza olsun sevgili babasını yalnız bırakmadı, daima onun yanında oldu. İmam Ali'yle (a.s) Muaviye arasında belirlenen hakemlerin ihanette bulunarak doğru hüküm vermemeleri üzerine İmam Hasan (a.s) yapmış olduğu etkileyici bir konuşmada şöyle buyurdu:

Bunlar, Allah'ın kitabını, kendi nefislerine tercih etmek için hakem seçildiler. Ancak bunun tam tersini yaptılar! Bu durumda böyle kimselere hakem değil, mahkûm denir.[14]

İmam Ali (a.s) son nefeslerini alıp verirken Hz. Resulullah'ın (s.a.a) kendisine daha önceden emrettiği vasiyeti yerine getirerek kendisinden sonra Hz. Hasan'ın (a.s) İmam olduğunu açıkladı ve İmam Hüseyin (a.s), diğer evlatları ve önde gelen Şiîlerini de buna tanık tuttu.[15]

Halifelik

Hicret'in 40. yılı Ramazan'ının 21. gecesi İmam Ali (a.s) şahadete ulaştı. O gecenin sabahı, Kufe halkı, şehrin büyük camiinde toplanmıştı.

İmam Hasan (a.s) minbere çıkarak şu konuşmayı yaptı:

Dün gece, eşsiz bir insan ayrıldı aramızdan. Geçmiş ve gelecek nesiller arasında ilim ve amelde benzeri yoktu onun. Çok sevdiği Hz. Resulullah'ın (s.a.a) safında nice savaşlara katıldı, İslâm'ı ve Resulullah'ı (s.a.a) savunmak için mücahitçe gayret gösterdi. Savaşlarda Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onu daima başkomutan yapar, o da daima zaferle dönerdi.

Dünyanın beyazıyla sarısından (gümüşle altın kastediliyor) geriye bıraktığı miktar sadece 700 dirhemdi ve bu da, ona düşen miktardı. Bununla, ailesine yardımcı olacak bir hizmetkâr temin etmeyi düşünüyordu.

İmam Hasan (a.s) bu cümleyi söylerken kendisini tutamayıp ağlamaya başladı. Onunla birlikte, camide toplanan cemaat de ağladı.

İmametin gerçek çizgisinden sapmaması için kendisi hakkında da kısaca şunları söyledi:

İnsanları Allah'a davet eden, onları uyaran ve onlara müjdeleyici olarak gönderilen Resulullah'ın evladıyım ben. O parlak peygamberlik meşalesinden size vuran bir ışığım ben. Yüce Allah'ın her çeşit hata ve kötülüğü kendilerinden uzaklaştırıp tathir ettiği; tertemiz kıldığı ve bizzat Kur'an-ı Kerim'in emriyle sevilmesi farz olan o ailenin (Ehlibeyt'in) bir ferdiyim ben! Kur'an şöyle buyuruyor:

"Ey peygamber! Ümmetine de ki, yaptığım elçilik görevine karşılık, ailemi sevmenizden başka bir ücret istemiyorum sizden!"[16]

İmam, "Meveddet" adıyla meşhur olup Ehlibeyt'i (a.s) sevmeyi emreden bu ayeti okuduktan sonra oturdu. Bu sırada Abdullah b. Abbas ayağa kalkarak, "Ey cemaat!" diye haykırdı ve İmam Hasan'ı (a.s) göstererek "Bu, sizin peygamberinizin evladı, İmam Ali'nin (a.s) vasisi ve şimdi sizin imamınızdır işte! Ona biat edin!" dedi.

Camideki yoğun kalabalık gruplar halinde gelip İmam Hasan'a (a.s) biat etmeye başladı.[17]

Bu olayı öğrenen Muaviye, gerektiğinde kolayca fitne ve fesat çıkarıp İmam Hasan'ın (a.s) yönetimini kendi içinden vurabilmek amacıyla, her şeyi anında kendisine rapor etmeleri için en mahir casuslarını Kufe ve Basra şehirlerine gönderdi.

Bu casusları deşifre eden İmam (a.s) onları yakalatıp idam ettirdi ve Muaviye'ye bir mektup göndererek şöyle yazdı:

Gönderdiğin casuslardan ümidini kesebilirsin. Savaş çıkarmayı pek seviyorsun galiba? O halde yakındır! Hazır ol! Allah'ın dediği olur.[18]

İmam Hasan'ın (a.s) Muaviye'ye yazdığı ve ünlü tarihçi İbn Ebi'l-Hadid tarafından kaydedilmiş olan mektuplardan biri şöyledir:

Peygamber'in (s.a.a) ölümünden sonra Kureyşlilerin, onun kabilesinden olduklarını söyleyerek kendilerinin diğer Araplardan daha üstün ve peygamberin halifesi olmaya daha layık olduklarını söylemeleri ve Arapların da bunu kabul etmeleri çok şaşırtıcı ve düşündürücüdür, çünkü aynı Kureyş, bu nedenin bizim için çok daha geçerli olduğunu gördüğü halde kendi arasında bizim daha layık olduğumuzu her nedense kabullenemedi; Peygambere onlardan çok daha yakın olduğumuz ve hakkımız olan bir şeyi istediğimiz halde bizi bir kenara ittiler ve bize zulmettiler. Düşmanlarla münafıkların İslâm'ı tahrip yolunda ellerine fırsat geçmemesi için biz bu tartışmanın içine fazla girmeyip kavgadan uzak durduk. Bugün de sana şaşmaktayım; kesinlikle layığı olmadığın bir şeyin iddiasına girişmişsin! Ne dinde bir üstünlüğün var, ne de kendinden iyi bir eser bırakmışlığın. Sen, Hz. Resulullah'la (s.a.a) her zaman savaşıp ona karşı gelenlerin evladısın. Kureyşliler arasında peygambere en fazla düşmanlıkta bulunanların soyusun. Ama bil ki, Allah var ve senin yaptıklarının karşılığını mutlaka sana gösterecek ve sonunda kazananın kim olduğunu göreceksin. Yemin ederim ki göz açıp kapayıncaya ömrün gelip geçecek ve Allah'ın huzuruna çıkarılacaksın; O da, önceden işleyip göndermiş olduğun amellerinin cezasını teker teker verecek. Allah Teala, elbette ki kullarına zulmetmez, Ali (a.s) göçüp gitti şu dünyadan ve bilirsin ki Müslümanlar bana biat ettiler. Rabbimden, ahiretimde noksanlığa yol açacak bir şeyi şu dünyada bana vermemesini dilerim.

Bu mektubu yazmamın nedeni Rabbimle kendi aramda bir özrüm olması içindir. Sen de diğer Müslümanlar gibi bu işi kabul edersen İslâm'ın yararına ve senin için de daha hayırlı olur. Batılı izlemeyi bırak, herkes gibi sen de biat et.

Benim buna herkesten daha layık olduğumu sen de bilirsin. Allah'tan kork, zalim olma, Müslümanların kanına saygı göster. Bunu yapmayacak olursan ben diğer Müslümanlarla birlikte kalkıp gelir ve en güzel hakem olan Yüce Allah'ın aramızda hükmetmesi için seni hesaba çekerim.

Muaviye, İmam Hasan'ın (a.s) bu mektubuna yazdığı cevapta şöyle dedi:

Benimle senin durumumuz tıpkı geçmişte Ebubekir'le siz Ehlibeyt arasında yaşanan duruma benziyor. Ebubekir nasıl kendisinin daha yaşlı ve tecrübeli olduğunu bahane ederek halifeliği Ali'nin elinden aldıysa, ben de kendimi senden daha layık buluyorum! Senin halkı benden daha iyi yöneteceğini ve düşmanla savaşacağını bilsem biat ederim, ama benim senden büyük ve daha tecrübeli olduğumu biliyorsun. O halde senin bana biat etmen daha iyi olur, tabi ben de bunu karşılıksız bırakmaz ve halifeliği kendimden sonra sana bırakırım, buna söz veriyorum. Ayrıca, Irak'ın beytülmalini da sana veririm; Irak'ta istediğin bölgenin haracıyla gelirleri de senin olsun! Vesselam.[19]

Kureyş'in İmam Ali'ye (a.s) sırt çevirirken ileri sürdüğü bahanenin aynısını bu kez de Muaviye ileri sürdü ve o da aynı oyunu oynayarak İmam Hasan'a biat etmedi. İmam'ın kendisinden daha layık olduğunu bizzat Muaviye de çok iyi biliyor, ama mevki, makam ve dünyalık hırsı bu gerçeği kabullenmesine izin vermiyordu. Yaş farkının halifelik, yönetim ve imamet konusunda onunla Hz. Hasan (a.s) gibi birisi arasında belirleyici bir faktör olamayacağını herkesten iyi bilen, bizzat Muaviye'nin kendisiydi çünkü.

Nitekim yaş farkını ileri sürerek İmam'a halifeliği, layık görmeyen Muaviye, iktidarı iyice ele geçirdiğinde bu söylediğini de unutmuş ve çok genç olan oğlu Yezid'i kendisinden sonra halife ilan ederek, kendi sağlığında halktan onun için biat toplamıştır.

Muaviye sadece biat etmemekle de kalmadı, İmam Hasan'ı (a.s) ortadan kaldırabilmek için terör yöntemine de başvurdu. Onun, İmam'ı (a.s) terör ettirebilmek için kiralık katiller tuttuğu tarihte kayıtlıdır. Bu nedenledir ki, İmam Hasan (a.s) gömleğinin altına zırh giymiş ve namaza bu şekilde gidip gelmiştir. Hatta bir defasında Muaviye'nin kiralık katillerinden biri İmam'ı oklamayı başardığı halde, İmam (a.s) zırh giydiği için kurtulmuştu.[20]

Muaviye, Müslümanların vahdetini sağlayıp anarşi ve ihtilafı önleme bahanesiyle çeşitli yerlerdeki adamlarına asker toplatarak kendisine gelmelerini emretti. Ordular gelince de İmam Hasan'la (a.s) savaşmaları için onları Irak'a gönderdi!

Vahdetten ve birlikten söz ederek Müslümanların vahdetini bozup onları parçalıyor; "anarşi ve teröre karşı savaş" diyerek anarşi ve terör estiriyordu.

Bunu duyan İmam Hasan (a.s) Hucr b. Adiy el-Kindî'yi, asker toplayıp halkı savaşa hazırlamakla görevlendirdi.

O günün geleneği gereğince tellallar sokaklarda "es-Salât" diye bağırarak halkı mescide topladılar.

İmam Hasan (a.s) minbere çıkıp bir konuşma yaparak şöyle buyurdu:

Muaviye sizinle savaşmak için yola çıkmış bulunuyor. O halde siz de Nuheyle karargâhına gidip silahlanın!

Cemaat susmuştu, kimse bir şey söylemiyordu. Ünlü Hâtem-i Tai'nin oğlu Adiy ayağa kalkıp: "Ben Hatem'in oğluyum." dedi. "Suphanallah! Bu ne suskunluktur ey cemaat! Bu öldürücü suskunluğunuz niye? Peygamberinizin oğluna neden cevap vermiyorsunuz? Allah'ın gazabından korkmuyor musunuz?! Alçaklık ve utanca düşmekten korkmuyor musunuz Allah aşkına?!"

Sonra da İmam'a dönüp: "Sözlerinizi duyduk efendim!" dedi, "Emirlerinizi canla başla yerine getirmeye hazırız! Ey cemaat! Ben karargâha gidiyorum, isteyen benimle gelsin!"

Kays b. Sa'd b. Sa'saa Teymî de etkili konuşmalarıyla halkı savaşa hazırlayıp teçhizat ve asker hazırlıklarına giriştikten sonra karargâha gittiler.[21]

İmam Hasan'ın (a.s) savaş karargâhında toplanan gruplar arasında Şiîlerden başkaları da vardı:

1- İmam Hasan'ı (a.s) desteklemek için değil, sadece Muaviye'yle savaşabilmek için gelen Haricîler.

2- Ganimet toplamak için gelenler

3- Dinî bir kaygısı olmayıp da sırf kabile başkanının peşinden gelenler.[22]

İmam Hasan (a.s) bu ordunun bir kısmını "Hekem" komutasında Anbar şehrine gönderdi, ancak Hekem ve ondan sonra onun yerini alan komutan, Muaviye'nin altın vaatlerine kanıp İmam'a ihanet ettiler ve Muaviye'nin safına geçtiler.

İmam Hasan (a.s) da Medain'in Sabât bölgesine gitmiş ve burada hazırladığı 12 bin kişilik orduyu Ubeydullah b. Abbas komutasında öncü kuvvetler olarak Muaviye'yle savaşa göndermişti. Ubeydullah'a bir şey olursa Kays b. Sa'd b. Ubâde el-Ensarî onun yerine geçecekti.

Muaviye, Kays'ı satın alabilmek için ona 1 milyon dirhem göndererek ya kendi safına geçmesini, ya da İmam Hasan'dan ayrılmasını istedi, ancak Kays gönderilen parayı geri çevirdi ve Muaviye'ye gönderdiği cevapta "Benim dinimi para ve hileyle elimden alamazsın! Git bu hileni başka kimselere yap. Ben İmam Hasan'ı senin karşında yalnız bırakacak kadar alçalmadım!" dedi.[23]

Ne var ki, ordunun birinci komutanı, yani Ubeydullah b. Abbas, aynı meblağın sırf vaadine bile kanarak gece yarısı yakın adamlarıyla birlikte karargâhtan ayrılıp Muaviye'nin saflarına katıldı! O günün sabahı, komutanın kaçtığı anlaşıldı, ordu başsız kalmıştı, Kays sabah namazını kıldırdıktan sonra komutayı ele aldı ve durumu hemen İmam'a (a.s) rapor etti.[24]

Kays, Muaviye'nin ordularını dağıtıyor, yiğitçe savaşıyordu. Onu oyuna getirmenin veya satın almanın mümkün olmadığını gören Muaviye, İmam'ın komutasındaki askerlerin arasına soktuğu casusları vasıtasıyla Kays'ın Muaviye'yle gizlice anlaştığı söylentilerini yaydı; bir başka grubu da Kays'ın karargâhına sızdırarak İmam Hasan'ın (a.s) Muaviye'yle barış yaptığı söylentisini yaydı![25]

Bu psikolojik savaş beklenen sonucu vermiş ve barışa karşı olan Haricîler kolayca oyuna gelerek beklenmedik bir isyan başlattılar. İmam Hasan'ın (a.s) çadırına saldırarak çadırı yağmalamış, İmam'ın üzerinde namaz kıldığı seccadeyi bile çalmış ve İmam'a da saldırarak bacağından ağır şekilde yaralamışlardı.

Aldığı yara derin ve ağır olduğundan İmam'ın (a.s) durumu vahim bir hâl aldı.[26]

Yakın adamları İmam Hasan'ı (a.s), İmam Ali (a.s) tarafından Medain valisi tayin edilen Sa'd b. Mesud es-Sakafî'nin evine; Medain'e götürdüler. Bir müddet İmam'ın tedavisini burada yaptılar. Bu arada İmam'ın (a.s) ordusunda olup da dini kaygıları olmayan veya İmam'a içten içe düşmanlık besleyen bazı kabile reisleri, Muaviye'ye mektup yazarak Irak'a gelmesi halinde İmam Hasan'ı ona teslim edeceklerini bildirdiler.

Muaviye İmam'a (a.s), bu mektupla birlikte sulh için koştuğu her şartı kabul edeceğini bildiren bir mesaj gönderdi.[27]

İmam (a.s) bu sırada ağır yaralıydı. Adamlarının çoğu onu paraya, makama satmış, ordudan ayrılan askerlerin her biri de bir yere dağılmıştı. Kaldı ki bu askerler arasında inanç ve amaç birliği de yoktu; her grup veya kabile kendi bildiğini okumakta ısrar ediyordu.

Bu şartlar altında savaşın sürmesi İslâm'a ve dindar Müslümanlara kesinlikle zarar verecekti artık. Çünkü Muaviye savaşarak galip gelse İslâm'ın kökünü kazımakta tereddüt etmeyecek, Ehlibeyt okulunun yetiştirdiği nadide ve dindar insanlara hayat hakkı tanımayacaktı artık.

Bu nedenle İmam Hasan, hepsi inceden inceye hesaplanmış birçok şartlar öne sürerek bu barış teklifini kabul etti.[28]

Bu şartlardan bazısı şunlardı:

1- Şiaların kanı dökülmeyecek, hakları çiğnenmeyecek.

2- Hz. Ali'ye (a.s) küfredilmeyecek.[29]

3- Muaviye gelirlerinden 1 milyon dirhemi Cemel ve Sıffin savaşı yetimlerine paylaştıracak.

4- İmam Hasan (a.s) Muaviye'ye "müminlerin emiri" demeyecek.[30]

5- Muaviye Allah'ın kitabı ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine göre amel edecektir.[31]

6- Muaviye kendisinden sonra başkasını halife olarak atamayacaktır.[32]

Muaviye, dindar Müslümanların ve İslâm dininin esaslarını ve özellikle Şiilerin canını korumaya yönelik olan şartların hepsini kabul etti. Böylece de savaş sona ermiş oldu.

Şahadeti

İmam Hasan'ın (a.s) yaşça genç olmasını bahane göstererek onun halifeliğini engelleyen Muaviye, tam anlamıyla ayyaş bir serseri olan toy oğlu Yezid'in kendisinden sonra tahta geçmesi için ortam oluşturmaya başladı. Ancak, İmam Hasan'ı (a.s) bu konuda ciddi bir tehlike olarak görüyordu. Çünkü o öldükten sonra İmam Hasan (a.s) hayatta olursa, Emevî zulmünden sabrı tükenmiş olan halk, İmam Hasan'ın (a.s) etrafında toplanıp ona biat edebilirdi. Bu nedenle İmam'ı ortadan kaldırmak için birkaç kez girişimde bulunup komplolar tertipledi ve sonunda h. 50. yılı Sefer ayının 28'inde İmam Hasan'ı (a.s) zehirleterek şehit ettirdi.

İmam Hasan (a.s) Medine'de, Cennet-i Baki mezarlığında toprağa verildi.[33] Allah'ın ve meleklerinin selamı o değerli insana olsun.

İmam Hasan'dan (a.s) Vecizeler

1- Alçak ve şerefsiz insanlar, iyiliğe karşılık teşekkür etmezler.

2- İffetli ve dürüst olmak rızkı ve geliri azaltmaz; hırs ve tamah da rızkı çoğaltmaz.

3- İçinde zerrece şer ve kötülük bulunmayan halis hayır ve iyilik; nimete kavuşunca şükretmek, sıkıntı ve zorluğa düşünce de sabırlı olmaktır.

4- Dünyada küçük düşüp horlanmak, cehennem ateşine atılmaktan yeğdir.

5- En sağlam kalp, zan ve şüphelerden temizlenmiş olanıdır.

6- Ahiret yolculuğunun ne kadar uzun olduğunu anlayan kişi, kendisini bu uzun yolculuğa hazırlar ve azığını temin etmeye başlar.[34]

7- Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına öyle davran.

8- Ahiret yolculuğuna hazır ol, ölüm gelip çatmadan ahiretin için azığını hazırla.

9- Birbirine akıl danışıp meşverette bulunanlar, mutlaka kendi hayırlarına olacak yolu görürler.

10- Ölmeden önce salih amel işlemeye çalışın.[35]

--------------------------------------------------------------------------------

[1]- el-İrşad, Şeyh Müfid, s.169; Tarihu'l-Hulefa, Suyutî. s.188, Mısır basımı. Merhum Şeyh Kuleynî İmam Hasan'ın (a.s) Hicret'in 2. yılında dünyaya geldiğini yazar.

[2]- Biharu'l-Envar, c.43, s.238 yeni baskı.

[3]- Delailu'l-İmame, Muhammed b. Cerir Taberî, s.60.

[4]- Tarihu'l-Hulefa, s.188.

[5]- Biharu'l-Envar, 43/264.

[6]- Tarihu'l-Hulefa, s.189.

[7]- el-İrşad, Şeyh Müfid s.181; Biharu'l-Envar, 43/278.

[8]- Tabakat-ı Kebir, c.1, 2. böl. s.33

[9]- Gayetu'l-Meram, s.287

[10]- Hayatu'l-İmami'l-Hasan b. Ali, c.1 s.260–261

[11]- Tabakat-ı Kubra, c.3, 1. böl. s.20.

[12]- Hayatu'l-İmami'l-Hasan b. Ali, 1/396–399.

[13]- Hayatu'l-İmami'l-Hasan b. Ali, 1/444–445.

[14]- Hayatu'l-İmami'l-Hasan b. Ali, 1/479.

[15]- Usulu Kâfi, 1/297–298

[16]- Şûrâ Suresi, 23.

[17]- el-İrşad, Şeyh Müfid s.169–170; Nehcu'l-Belağa Şerhi, İbn Ebi'l-Hadid, 16/30

[18]- el-İrşad, Şeyh Müfid, s.170.

[19]- Nehcu'l- Belağa Şerhi, İbn Ebi'l-Hadid, 16/35.

[20]- Biharu'l-Envar, 44/23.

[21]- Nehcu'l- Belağa Şerhi, İbn Ebi'l-Hadid, 16/37–40.

[22]- el-İrşad, Şeyh Müfid, S.171.

[23]- Tarih-i Yakubî 2/204-207.

[24]- el-İrşad, Şeyh Müfid. S.172.

[25]- Tarih-i Yakubî. 2/204–207.

[26]- Tarih-i Yakubî, c.2, s.204–207. Taberî Tarihi, 7/1.

[27]- el-İrşad, Şeyh Müfid, s.172–173.

[28]- Tarih-i Yakubî, 2/204–207.

[29]- el-İrşad, Şeyh Müfid, s.173; Mekatilu't-Tâlibiyyin s.26.

[30]- Biharu'l-Envar, 44/2-3.

[31]- Biharu'l-Envar, 44/65.

[32]- Biharu'l-Envar, 44/65.

[33]- Murucu'z-Zeheb, 2/427; Delailu'l-İmame, s.60; Tabakat-ı İbn Sa'd, c.5, s.24. İmam'ın şahadet tarihiyle ilgili farklı rivayetler için bakınız: Tarih-i Bağdad, c.1, s.140; Tarihu'l-Hulefa, s.192; Delailu'l-İmame, s.60.

[34]- Bir ila altıncı hadislerin kaynağı: Tuhefu'l-Ukul, s.168–170.

[35]- Yedi ila onuncu hadislerin kaynağı: Tuhefu'l-Ukul, s.7–9.

ABNA.İR

 

İran İslami Şura Meclisi Başkanı, Amerika ve Amerika'nın desteklediği diktatörlükler ve baskı rejimlerinin kuşatma ,baskı ve ambargoları karşısında dik duran İslam devriminin bu stratejisinin diğer Müslüman ülkelerin uyanmasına vesile olduğunun söyledi.

MHA'nın bildirdiğine göre, İslami Şura Meclisi Başkanı Ali Laricani dün meclisin açık oturumunda yaptığı konuşmasında Hz.Resulullah'ın (s.a.a) vefatı ve İmam Hasan Mücteba(a.s)’in şehadeti yıl dönümü dolaysıyla başsağlığı dileyerek, Peyğamber(S)’in duyduğu endişelerini bugünkü İslam dünyasının vaziyetine bağladı ve 1.5 milyardan fazla nüfusu olan İslam dünyasının politika, ekonomi ve kültür alanlarda büyük güçler tarafından kuşatıldığını söyledi.

Konuşmasında Filistin meselesine işaret eden Laricani, bugün Filistin meselesi tayin edici noktaya geldiğini dile getirdi.

Ali Laricani, Amerika’nın kabadayılığı karşısında dik duran İslam devriminin bu stratejisinin diğer müslüman ülkelerin uyanmasına vesile olduğunun altını çizerek, Amerika’nın, Afganistan, Irak ve Lübnan’da yenilgiye uğradığını belirtti.

Nükleer meselesinin bütün inişli çıkışlı yollarına rağmen İran milleti batının aç gözlülüğü karşısında dik durarak barışçıl nükleer teknolojisini elde etmesine işaret eden Laricani, İran’ın bu alanda kabul edilebilecek konuma geldiğini vurguladı.

İslami Şura Meclisi Başkanı, konuşmasının bir bölümünde 2009 fitnesine işaret ederek, cumhurbaşkanlığı seçimlerini bahane ederek macerapereslik akımına kapılanların bu girişimi güçlü düzenin itibarını zedelemesine ve neticede Amerika ve Siyonist rejimin ahmakça İran milletini tahkir etmlerine yol açmasını hatırlattı.

Laricani, İslam Devrimi Lideri’nin konuya derin bakışı ve İran milletinin direnişi vasıtasıyla bu hareket önlendiğini söyledi ve 09 Dey (30 Aralık) tarihini İran milletinin göstediği iradenin tecllisi olduğunu da konuşmasına ekledi.

 

İran İslami Şura Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Siyaset Komisyonu Başkanı Alaeddin Brucerdi, bölgede terörizm ve tekfirciler sorununa kayıtsız kalmanın telafi edilemez sonuçlara sebep olacağını ifade etti.

İRNA'nın bildirdiğine göre Alaeddin Brucerdi dün Tunus'un Tahran büyükelçisi Halid Zeytuni ile Tahran'daki görüşmesinde Suriye krizinin tek çözüm yolunun siyasi diyalogdan ibaret olduğuna işaretle, "bölgede terörizm ve tekfiriler sorunu, çok büyük bir sorundur ve ona çare bulmak gerekir" şeklinde konuştu.

Brucerdi büyük güçlerin bölgedeki bazı işbirlikçileri ile Suriye'de krizin tırmanması ve dolayısı ile binlerce savunması insanın öldürülmesine sebep olduklarını belirtti.

Afganistan'da uyuşturucu madde ekimi ve üretilmesi sorununa işaretle, uyuşturucu kaçakçılığı ve satışının teröristlerin en büyük mali kaynağı olduğuna işaret eden Brucerdi, bölge ülkeleri işbirliği ile bu olaya karşı durmak gerektiğini söyledi.

Tunus'un Tahran büyükelçisi Halid Zeytun da söz konusu görüşmede ikili ilişkilerin geliştirilmesine vurgu yaparak, İran'ın sadece kalkınmakta olan ve Müslüman bir ülkeden ibaret olmadığını, Tahran'ın bir hikmet ve bilim merkezi olarak da Tunus tarafından ilgiyle takib edildiğini söyledi.

Tunus büyükelçisi ülkesinin İran'ın barışçıl nükleer faaliyetlerine destek verdiğine işaretle, İran'ın çeşitli alanlarında ilerleme kaydettiğini ve İslam dünyasının kalbi olarak güçlendiğini de sözlerine ekledi.

 

Cumartesi, 28 Aralık 2013 09:43

Hz.Zeyneb'in (s.a) Şahsiyeti ve Faziletleri

 Bismillahirrahmanirrahim

Kerbela denilince Hz. İmam Hüseyin’den (a.s) sonra ilk akla gelen isim, hiç kuşkusuz Hz. Zeynep’tir. Elbette, bu Zehra ve Ali yadigârının Kerbela’daki eşsiz rolü, hayatının diğer sahalarını gölge altında bıraktığı için hayatının Kerbela faciasından öncesi çok fazla gündeme gelmemektedir. Oysa onu Zeynep yapan ve Kerbela’daki müstesna rolüne hazırlayan etkenler ve kısacası taşıdığı faziletler de fevkalade önemlidir ve bizler için, özellikle de kadınlarımız için her karesi birer ders niteliği taşımaktadır.

Bu yazının gayesi tarihin en müstesna birkaç kadınından birisi olan o yüce şahsiyetin faziletleri hakkında kısa da olsa bazı noktalara işaret etmektir. İnşaallah ki hepimiz için bir ibret vesilesi olur ve bizleri mahşeri Kubra’da onun ve annesi Zehra-yı Merziye’nin (a.s) şefaatine nail olanlardan kılar.

Fakat önce Hz. Zeyneb’in hayatını birkaç satırda özetlemek istiyoruz.

Meşhur kavle göre Hicretin 5. senesinde, 5 Cemaziyelevvel'de Medine'de dünyaya geldi. Hz. Zeynep, hayatını hicretin 17. senesinde amcazadesi Abdullah b. Cafer (Cafer-i Tayyar'ın oğlu) ile birleştirdi ve ondan Muhammed, Avn, Ali ve Ümmü Kulsum adlarında dört çocuk dünyaya getirdi. Muhammed ve Avn, Kerbela faciasında İmam Hüseyin'le birlikte şehit edildiler. Eşi Abdullah b. Cafer'in o sıralar 72 yaşlarında olduğu ve yaşlılığı ve rahatsızlığından dolayı Hüseynîlere katılamadığı rivayet edilmiştir.

Hz. Zeynep, evlenmeden önce nikah akdinde "İmam Hüseyin'den ayrı kalmaya dayanamadığı için o nerede olursa kendisinin de onunla olması gerektiğine dair Abdullah'a bir şart koşmuş, o da bu şartı kabul ettikten sonra onunla evlenmişti.

Kardeşleri İmam Hasan ve İmam Hüseyin'e inanılmaz derecede muhabbet ve sevgi besliyordu. Hatta Abdullah ile olan evliliği dahi onlara olan bu sevgi ve muhabbeti bir zerre azaltmamıştı. Her gün onları ziyarete gider, kucaklaşır, sohbet eder, sağ-salim olduklarını görüp sevinir, Allah'a şükrederek evine geri dönerdi. Ceddi Resul-u Ekrem'in, babası İmam Ali'nin, annesi Hz. Fatıma'nın ve kardeşi İmam Hasan'ın şehadetlerinin ardından geriye tek tesellisi İmam Hüseyin kalmıştı.

Kerbela'da onun da acısını sinesine çekerek esirler kervanıyla Kûfe'ye getirildi. Burada yeğeni İmam Seccad ile birlikte esir olmalarına rağmen Kerbela'nın mesajını korkusuzca insanlara tebliğ etti.

Şam'daki konuşmalarıyla Ehl-i Beyt'i tanımayan halkı aydınlattı. Medine'ye kadar varan esaret altındaki yolculukları sırasında geçtikleri her yerde olağanüstü hitabesiyle Kerbela kıyamını, İmam Hüseyin'in mazlumiyetini, Yezid ve Yezîdilerin zulmünü çekinmeden insanlara aktardı. Bu konuşmalarla Ehl-i Beyt'in hakkaniyetini gözler önüne serdi. Yezid ve yandaşlarının gerçek kimliklerini gün yüzüne çıkarmayı başardı.

O, Kerbela faciasının ardından ölene dek gözyaşı döktü. Dedesi Resul-u Ekrem'in (s.a.a) ardından sabır gözyaşları döken anası Fatıma (s.a) gibi, o da "Sabırlı Kahraman" olarak tarihin en baş köşesinde müstesna yerini aldı. Sonuç olarak hicretin 62. veya 64. senesinde hayata gözlerini kapadı. Zeynebiye adı verilen türbesi, bugünkü Suriye'nin başkenti Şam'dadır.

Şimdi Hz. Zeyneb’in faziletlerinden bazı örnekler:

1- Bu yüce şahsiyet, bizzat Hak Teala tarafından mübarek “Zeynep” ismiyle adlandırılmıştır

Bu durumun sadece diğer 14 masum-i pak hakkında geçerli olduğunu görmekteyiz. Bu ise onun Allah indinde ne derece yüce bir makama sahip olduğunu göstermektedir. Bu hususta şöyle nakledilmektedir:

“Hz. Zeynep dünyaya geldiğinde Resulullah (s.a.a) seferdeydi. Hz. Fatıma, Hz. Ali’ye dünyaya yeni gelen kızları için bir isim seçmesini önerince, Hz. Ali “Ben bu konuda Habibim Resulullah’tan öne geçmem” buyurdu. Hz. Resulullah (s.a.a) seferden dönüp de durum kendisine iletildiğinde, “Fatıma’nın çocukları benim çocuklarımdır. Ama onların isimlerini ancak Allah-u Teala tayin eder” dedi. Bu sırada Cebrail (a.s) inerek Hak Teala’nın selamını Resulullah’a ve Ehlibeyt’ine iletti ve şöyle dedi: “Hak Teala ‘Bu kıza Zeynep ismini verin; zira bu ismi Levh-i Mahfuzda yazmışız” buyurmaktadır. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) Hz. Zeyneb’i kucağına alıp öptü ve şöyle buyurdu: “Bu kıza saygılı davranın; zira o Hatice-i Kubra gibidir!” (Reyâhinü’ş-Şeria, c.3, s.38)

İlginçtir ki Hz. Fatıma’nın Hz. Hatice’ye benzerliği Hz. Ali’den de nakledilmiştir. Rivayetlerde diyor ki Eş’as bin Kays, Hz. Ali’nin kızı Hz. Zeyneb’e talip oldu. Hz. Ali (a.s) bu fasık insanın bu cüretine karşı şiddetle öfkelendi ve şöyle buyurdu: “Sen bu cüreti nerden buldun ki benden Zeyneb’i istiyorsun?! Zeynep Hz. Hatice’ye benzer; o ismet kucağında büyümüş, ismet göğsünden süt emmiştir. Sen ona layık değilsin. Ali’nin canını elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki bir daha bu sözünü tekrarlarsan, bu sefer kılıçla cevabını veririm…” Hz. Zeyneb’in Hz. Hatice’ye benzemesinde de önemli nükteler vardır. Belki de en önemlisi şudur ki Hz. Hatice her şeyini, hatta hayatını bile Resulullah’a adayıp feda ettiği gibi, Hz. Zeynep de adeta her şeyini zamanının imamı hücceti olan Hz. Hüseyn’e (a.s) adamış ve feda etmiştir.

2- Zeynep ismi hakkında üç farklı tefsir yapılmıştır ki üçü de Hz. Zeyneb’e yakışıyor. Belki de üçü de dikkate alınarak bu mübarek isim Hak Teala tarafından ona verilmiştir:

a) Zenibe kökünden dolu, yoğun: Güzellik ve kemaller açısından dopdolu ve yoğun olduğu için bu adla adlandırılmıştır.

b) Güzel görünümlü ve güzel kokulu ağaç: Her değerli şahsiyet veya her değerli ve nefis şey, Arap edebiyatında ağaca benzetilir. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ben ve Ali bir ağaçtanız.”

c) Zeyn ve Eb kelimelerinin bileşiminden oluşmuştur: Babasının süsü-ziyneti anlamında..

Hz. Zeynep beş masum insandan talim terbiye almış bir şahsiyettir. Evet, o her yönüyle babasının süsü, ziyneti ve iftiharıydı. Annesi “Ümmü Ebiha” (babasının annesi) lakabını aldığı gibi, o da “Zeynu Ebiha” (babasının süsü-ziyneti) lakabını almıştı.

3- Bir gün Emirü’l-Mu’minin Ali (a.s) henüz küçük yaşta olan oğlu Hz. Abbası ve Hz. Zeyneb’i yayına oturtmuş, onlarla muhabbet ediyordu. Önce Hz. Abbas’a dönerek ona “oğlum, söyle bir” buyurdu. Hz. Abbas ‘bir’ dedi. Ardından “Söyle iki” buyurdu. Hz. Abbas “Babacığım ‘bir’ diyen bir dille ‘iki’ demeye utanıyorum!” deyince, Hz. Ali (a.s) küçük yavrusunun bu tevhidî şuurunu hayranlıkla karşılayıp, onu okşayıp sevdi. Diğer tarafında oturan Hz. Zeynep babasının sorusunu beklemeden “Babacığım dedi, bizi seviyor musun?” Hz. Ali (a.s) “Evet yavrum, çocuklarımız bizim kalbimizin bir parçasıdır” buyurunca, minik Zeyneb’inden şu şaşırtıcı cevabı aldı: “Babacığım, iki muhabbet bir kalpte yerleşmez; o halde şefkat ve merhametini bize, halis muhabbet ve sevgini ise Allah’a ayır!”

4- Hz. Zeyneb-i Kubra’nın bazı Önemli sıfatları:

* Razîetu’l-Vahy (Vahiy kaynağından beslenen)

* Mahbûbetu’l-Mustafâ (Hz. Muhammed Mustafa’nın sevdiği)

* Kurretu Ayn’il-Murtaza (Hz. Aliyyel-Murtaza’nın göz nuru)

* Sirru Ebihâ (Babasının sırrı)

* Seliletu’z-Zehra (Hz. Zehra kızı)

* Nâibetu’z-Zehra (Hz. Zehra’nın naibi)

* Sâniyetu’z-Zehra (İkinci Zehra)

* Es-Sıddîkatü’s-Suğra (Küçük Sıddîka, Hz. Fatıma da büyük Sıddîka olarak adlandırılmıştır.)

* El-Masûmetü’s-Suğra (Küçük masume)

* Nâibetü’l-Hüseyn (a.s) (Hz. Hüseyin’in naibi-vekili)

* El-Kâmile (Kemale ermiş kadın)

* El-Fâzile (Faziletler mazharı kadın)

* El-Ârife (Arife kadın)

* Âbidetu Âl-i'r-Resul (Resul evlatlarının abidesi)

* Âbidetu Âl-i Ali (Ali evlatlarının abidesi)

* Veliyyetullah (Allah’ın velisi olan kadın)

* Emînetullah (Allah’ın enini olan kadın)

* Âlimetun Gayru Mualleme (Öğretmensiz alim)

* Fehîmetun Gayru Mufehheme (Gerçekleri vasıtasız anlayan)

* El-Fasîhetu’l-Belîğa (Fesahat ve belagat sahibi)

* El-Müvesseqa (Hadiste güvenilir kimse)

* El-Muhaddese (Kendisine ilham edilen kimse)

* El-Müctehide (Hak yolunda çok çaba gösteren kimse)

* Hâfızetü'l-Vedâyi-i vel-Esrâr (Risalet hanedanının emanet ve sırlarını koruyan)

* Sâbiretun Muhtesibe (Allah için her zorluğa sabreden)

* Betaletu Kerbela (Kerbela kahramanı)

* Lebvetü’l-Haşimiyye (Haşimi aslan)

* Akîletu Beni Haşim (Haşimoğullarının akıllı-zeki kadını)

Görüldüğü gibi bu sıfatlardan her biri, Hz. Zeyneb’in müstesna şahsiyetinin farklı boyutlarına ışık tutmaktadır.

5- Dünya kadınları içerisinde dört büyük kadını istisna edersek fazilette Hz. Zeynep’le kıyaslanabilecek başka hiçbir kadın yoktur.

6- Hz. Zeyneb, Muhammedî asaletin, Alevî fesahatin ve Fatımî iffet ve ismetin, Hasanî sabır ve metanetin, Hüseynî şecaatin mazharıydı.

7- O, gözleriyle beş masumun firakını yaşamış ve bunlara sabretmiştir. Bu yüzden de Ümmü'l-Mesaib" (musibetler anası) lakabını almıştır.

8- O, bir Kur’an müfessiri idi. Medine kadınlarına tefsir dersi veriyordu. Bir gün Emirülmu’minin (a.s) ders esnasında gelip de Hz. Zeyneb’in Meryem suresini tefsir ettiğini gördü ve “Kaf Ha Ya Ayn Sad” harflerinin neye işaret olduğunu beyan etti. Kaf: Kerbela, Ha: Helaket, Ya: Yezid, Ayn: Eteş (susuzluk), Sad: Sabır…

9- Hz. Zeynep aynı zamanda bir hadis râvîsidir. Aziz anası Hz. Fatıma’nın Mescid-i Nebi’de halifenin önünde okuduğu Fedekiyye hutbesini daha dört beş yaşında olmasına rağmen ezberlemiş ve nakletmiştir! Ayrıca küçük yaşına rağmen ceddi Resulullah'tan (s.a.a) da hadis nakletmiştir. İmam Zeynül Abidin (a.s), İbn-i Abbas, Muhammed bin Cabir, İbad Âmirî, Muhammed ibn-i Ömer, Ata bin Sâib, Fatıma binti'l-Hüseyn (a.s) ve diğer bazıları ondan hadis nakletmişlerdir.

10- O masumların, Hz. Fatıma, Hz. Ali, İmam Hasan, İmam Hüseyin, İmam Zeynü’l-Abidin’in (a.s.) bakıcılık ve koruyuculuğunu yaptığı gibi, onların hedef ve mekteplerinin de koruyuculuğunu, elçiliğini yapmıştır.

11- Hz. Zeyneb’in İbadeti: Yukarıda da aktardığımız gibi Hz. Zeyneb’in lakaplarından birisi “Resul ve Ali evlatlarının abidesi” idi. O gerçekten ibadet ve münacata âşıktı. Hiçbir zorluk ve sıkıntı onun ibadet, dua ve münacatına engel değildi. Hepimiz biliyoruz ki onun en zor ve sıkıntılı günleri Kerbela ve sonrasındaydı. Ama bakın Hz. İmam Zeynü’l-Abidin (a.s) bu Allah aşığının hakkında ne buyuruyor: “Halam Zeynep Şam’a kadar kat ettiğimiz süreçte farz ve sünnet bütün namazlarını ve gece ibadetlerini aksatmazdı. Ancak bazı menzillerde zaaf ve açlığın etkisiyle ibadetini oturarak yapardı!” (Reyâhinü’ş-Şerîa, c.3, 62)

Hz. İmam Hüseyin (a.s), o eşsiz makamına ve ismet derecesine rağmen Kerbela’da bacısıyla vedalaşırken “Bacı, gece nafilesinde bana da dua etmeyi unutma” buyurmuştu! (Reyâhinü’ş-Şerîa, c.3, 61-62)

Muhammed Gâlib-i Şâfiî-yi Mısrî şöyle yazıyor: “Hz. Zeynep, gecelerini ibadet, gündüzlerini oruçla geçiriyordu ve takvasıyla meşhur idi.”

12- Hz. Zeyneb’in İffeti: Yahya Mâzinî şöyle diyor: Uzun zaman Medine’de Hz. Ali’nin (a.s) hizmetinde bulundum. Evim Hz. Ali’nin kızı Hz. Zeyneb’in evine komşuydu. Allah’a yemin olsun ki hiçbir zaman onu görmedim, sesini duymadım. Resulullah’ın ziyaretine giderken geceleri giderdi. Giderken de bir tarafında Hz. Ali, bir tarafında Hz. Hasan, bir tarafında da Hz. Hüseyin yer alırdı.”

Hz. Zeynep en zor şartlarda dahi iffet ve hayâsından ödün vermemiştir. Tarihler şöyle yazar Hz..Zeynep Kerbela olayında yüzünü elleriyle kapatırdı; zira peçesi elinden alınmıştı!” İbn-i Ziyad mel’unun meclisinde o zalim tarafından görülmesin diye esir kadınlarca etrafı sarılı halde onların ortasında oturuyordu.

Yezit mel’unun meclisinde ona şöyle haykırmıştı: “Ey (Resulullah tarafından) azad edilmişlerin oğlu, bu adalet mi? Kendi kadınlarını perde ardında tutarken, Peygamber kızlarını esir ederek (sağa sola) sürüyorsun; onların tesettürlerini yırtmış, yüzlerini açmışsın!” (Biharü’l-Envar, c.45, s.134)

13- Hz. Zeyneb’in Fedakârlık ve Cömertliği: Bir gece Emirü’l-Mu’minin’in evine misafir geldi. Hz. Ali (a.s) “Ey Fatıma, evde misafire ikram edecek bir şey var mı?” diye sorunca Hz. Fatıma “Hayır dedi, sadece bir parça ekmek vardır ki kızım Zeyneb’in payıdır!” Henüz uyumayan Zeyneb-i Kubra, bu konuşmayı duyunca “Anneciğim, ekmeği misafire ikram edin, ben sabredebilirim!” diyerek o minicik bedeninde ne denli büyük bir ruh taşıdığını ortaya koydu! O gün henüz dört beş yaşında olan Hz. Zeyneb’in cömertliği böyle olursa, büyüdüğünde nasıl olur, artık siz tahmin edin. Esasen Hz. Zeyneb’in en büyük cömertliği, adeta her şeyini Allah yolunda feda etmesiydi.

14- Hz. Zeyneb’in Sabrı ve İrfanı: Bir insanın marifetullah derecesi ve sabrı gördüğü musibetler ve verdiği imtihanların büyüklük derecesiyle ölçülür. Hz. Zeynep küçüklüğünden beri birçok musibet, bela ve imtihanla karşılaşmış ve hepsine de en güzel şekilde sabretmiş ve imtihanlardan yüzünün akıyla çıkmıştır.

Zaten Ceddi Resulullah (a.s) Hz. Zeyneb’in küçük yaşta gördüğü rüyayı yorumlarken bu musibetleri kendisine haber vermişti. Rivayetlerde nakledildiği üzere Resulullah’ın vefatına yakın bir zamanda bir gün Hz. Zeynep gördüğü bir rüyayı ceddine şöyle anlattı: “Ya Resulallah, dün gece rüyamda şiddetli bir fırtınanın estiğini ve dünyayı karanlığa boğduğunu gördüm. Ben fırtınanın şiddetiyle sağa sola savruluyordum. Bilahare büyük bir ağaca tutundum. Ancak fırtına ağacı da kökünden söktü ve ben yere düştüm. Ben yeniden ağacın bir dalına tutundum, ama o da kırıldı. Ardından bir başka dalına tutundum, fakat o da fırtınanın şiddetiyle kırıldı. Sonra birbirine yapışmış iki dala tutundum. Aniden o dallar da kırıldı ve ben rüyadan uyandım!” Hz. Zeyneb’in rüyasını dinleyen Resulullah (s.a.a.) uzun uzun ağladı ve şöyle buyurdu: “İlk tutunduğun ağaç senin ceddindir ki yakında dünyadan göçecektir. Daha sonra tutunduğu iki dal annen ve babandır ki çok geçmeden onlar da dünyayı terk ederler. Birbirine yapışmış iki dal ise, kardeşlerin Hasan ve Hüseyin’dir ki onların musibetinde dünya kararacaktır.”

Bu musibetlerle küçüklüğünden beri bir bir karşılaşan Hz. Zeynep, hiç kuşkusuz en büyük imtihanını Kerbela’da vermiştir. Bir yandan onca musibeti göğüsleyen, yedi kardeşini, üç yeğenini ve diğer bir çok yakınının yanı sıra iki aziz yavrusunu da Allah yolunda feda eden bu Ali ve Zehra yadigârı, diğer yandan hasta olan masum İmam’ın (Hz. İmam Zeynü’l-Abidin’in) koruyuculuğunu, sahipsiz kadınların ve çocukların rehberliğini üstlenmiş, bunlarla birlikte en büyük görevi olan Hüseynî kıyamın elçiliğini yapmayı ve Hüseynî mesajları gafil insanlara ve tarihe ulaştırmayı da en mükemmel şekliyle yerine getirmiştir.

Zeynep ey Kerbubelâ'nın yarısı, ey kahraman

Zeynep ey şanlı kıyamın varisi, ey kahraman

Kerbelâ Kerbelâ'da kalırdı sen olmasaydın

Dökülen kanlar heder olurdu sen olmasaydın

Böylesine zor, böylesine çetin ve benzersiz imtihan sahnelerinde dahi, kimse onun ağzından Hakk’ın rızasına aykırı bir kelime duymamıştır. Tam tersine her zorluk ve her bela onun direnç ve imanını artırarak hareket ve sözlerine yansıtmakta, Hakk’a teslimiyetini defaatla ortaya koymaktaydı. İbn-i Ziyad melunun karşısında haykırdığı bu muhteşem ve emsalsiz cümle, onun sabır, rıza, teslimiyet ve irfanını, tarifi mümkün olmayan bir düzeyde ortaya koymuyor mu?: “Ben Rabbimden güzellikten başka bir şey görmedim!”

15- Hz. Zeyneb’in Şecaat ve Belagati: Hz. Zeynep (s.a) Kerbela’da, özellikle Kerbela sonrası gittiği her yerde, tarihin en korkunç cinayetini işleyen o gaddar ve vahşi yaratıklara karşı zerre kadar korkuya kapılmadan hak ve hakikati, Hüseynî mesajları en gür sesiyle ve en beliğ ve fasih cümlelerle haykırmış ve zalimlerin tahtını, tacını sallamış ve onları cümle aleme ve tarihe rezil rüsva etmiştir. Onun Kufe ve Şam’da okuduğu hutbelerini duyanlar, babası Emirü’l-Mu’minin Ali’nin (a.s) hutbelerini hatırlamışlardı. Kufe halkına hitaben ve İbn-i Ziyad ve Yezid’in meclislerinde okuduğu hutbeler, onun ilim ve irfanını yansıttığı kadar, şecaat ve fesahatinin de ne düzeyde olduğunu bütün aleme ispat etmiştir. Biz Örnek olarak sadece Yezid’in meclisinde okuduğu hutbeyi aktarmakla yetiniyoruz:

Hz. Zeyneb'in Şam'da Yezid'in karşısında okuduğu hutbe:

"Allah'a hamd-ü sena ve Resulüne salat u selamdan sonra şu ayeti okudu: "Sonra kötülük yapanların uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları dolayısıyla çok kötü oldu!" (Rum, 10)

Sonra şöyle devam etti: "Ey Yezid, esir olarak şehir şehir dolaştırmakla bu geniş yeryüzünü ve bu fezayı bize dar ettiğini, bizi Allah katında hor ve zelil, kendini de yücelttiğini ve bu olayların da senin yüce makamından olduğunu mu sanırsın ki böyle övünüp seviniyorsun? Dünyayı abat ettiğin, şenlendirdiğin için çok mu mutlusun? Her şeyin istediğin gibi gerçekleşmesine ve saltanatı ele geçirmene çok mu seviniyorsun? Yavaş ol, yavaş ol! Allah'ın "O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi, sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar; biz onlara, ancak günahları daha da artsın diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır" (Al-i İmrân, 178) buyurduğunu unuttun mu yoksa?

Ey (Mekke fethi sonrasında Peygamber tarafından) azat edilenlerin oğlu, kendi kadın ve cariyelerini örtüp Resulullah'ın kızlarını açık yüzlerle ve örtüsüz bir hâlde düşmanlarının yanında şehir şehir dolaştırman ve her konakta oranın sakinlerine teşhir etmen, yabancıya ve aşinaya bu himayesiz esirleri göstermen insaf ve adalet midir? Soylu ve necip insanların ciğerini ağzına alıp emen, sonra da dışarı atan ve şehitlerin kanıyla beslenen (Hz. Hamza'nın ciğerini çiğneyen Yezid'in büyük annesi Hind'e işareten) birinden nasıl merhamet beklenebilir? Her zaman itiraz, husumet ve kinle bize bakan biri, elinden gelen her türlü kötülüğü neden yapmasın? Şimdi de bu yaptığıyla sanki günah işlememiş gibi, sarhoş ve mağrur bir hâlde, cennet gençlerinin efendisi Eba Abdillah'ın (Hz. Hüseyin’in) dişlerine çubukla vuruyor ve pervasızca "Bedir savaşında ölen büyüklerim, keşke burada olsalardı da bu durumu görerek çığlıklar atıp 'ellerin dert görmesin ey Yezid' deselerdi” diyorsun.

Evet, niye söylemeyesin ve niye bu şiiri okumayasın ki? Sen Muhammed (s.a.a) evlatlarının kanına buladın ellerini ve yeryüzünün yıldızları olan Abdulmuttalip oğullarını katlettin. Fakat sen bununla kendi ölüm ve bedbahtlığına zemin hazırladın. Şimdi de duyuyorlarmış gibi kendi kavminin büyüklerine sesleniyorsun. Ne var ki çok geçmeden sende onlara katılacak ve "Keşke ellerim kırılsaydı ve dilim lal olsaydı da bunları söylemeseydim." diyeceksin.

Ey güçlü Allah'ım! Bize zulmedenlerden intikamımızı ve hakkımızı al ve gazabının ateşinde yak onları!

Ey Yezid! Sen bu yaptıklarınla ancak kendi derini yüzdün ve kendi etini parçaladın. Çok geçmeyecek; Peygamber evlatlarının kanını dökmek ve Ehlibeytine saygısızlıkta bulunmakla yüklendiğin bu vebalin altında Peygamber’in huzuruna çıkacaksın. O gün Allah onları bir araya toplayacak ve haklarını alacaktır. "Allah yolunda ölenleri sakın ölüler sanmayın. Hayır onlar Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar." (Al-i İmrân, 169)

Allah'ın hükmedici, Muhammed'in (s.a.a) davacı ve Cebrail'in de ona yardımcı olacağı gün senin için yeterlidir. Seni bu makama getirerek Müslümanların sırtına bindirenler, zalimler arasında ne de kötü bir bedel seçtiklerini çok yakında anlayacaklar. Hangimizin daha bedbaht olduğunu bilecekler.

Sen konuşulmayacak kadar değersiz birisin. Ama bu durum seninle konuşmaya (bizi) mecbur etmiştir. Seni kınamak ve zemmetmekse benim gözümde değerli ve büyük bir iştir. Fakat gözler ağlıyor ve sineler de gam ateşiyle yanıyor. Ah, Allah ordusunun şeytan ordusunun eliyle öldürülmesi ne ilginçtir! Bizim kanımız bu ellerden akıyor ve etlerimiz ise ağızlarında çiğneniyor. O tayyib ve pak bedenler, yer üstünde kalmıştır...

Ey Yezid! Eğer bugün galip gelerek, bunu ganimet biliyorsan, yarın yaptıklarından başka bir şey göremeyeceğin gün bunun hesabını vereceksin. Allah kullarına zulmetmez. Biz de şikâyetimizi ona yöneltiyoruz. Çünkü O'dur sığınağımız.

Ey Yezid! Kendi işinle meşgul ol, istediğin şekilde düzen kur, hile yap ve çalış. Ancak Allah'a andolsun ki bizim adımızı silemeyecek, vahyimizi söndüremeyecek ve öldüremeyeceksin, işimizi bitiremeyeceksin. Alnındaki bu lekeyi de silemeyeceksin. Çünkü aklın alil, yaşayacağın günler az ve kalildir. Münadi "Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun" diye seslendiğinde, o gün bu topluluğun dağılmış olacaktır.

Allah'a hamdolsun ki başlangıcımızı saadet ve mağfiret, sonumuzu da şehadet ve rahmet kıldı. Allah'tan istiyoruz ki nimetini, şehitlerimize tamamlasın; mükâfatlarını artırsın ve bizleri de salih haleflerden kılsın. Çünkü o, bağışlayandır; şefkatlidir. "Allah bize yeter; ne de güzel vekildir O." (el-Luhuf -Seyyid İbn-i Tavûs-, s.121)

Musa Aydın

Pazar, 22 Aralık 2013 08:33

Kerbela yolunda milyonlar

Teröristlerin ne tehditleri nede kanlı saldırıları Ehlibeyt aşıklarını yıldırmadı.

Irak ve dünyanın dört bir köşesinden milyonlarca Ehlibeyt takipçisi İmam Hüseyin'in Erbain merasimleri için yürüyerek Kerbela yolunu tuttu.

Kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden milyonlarca insan, İmam Hüseyin'in (as) kıyamını ayakta tutmak için 10 gündür can güvenliğinin olmadığı Kerbela yollarında yürüyor.

Yürüyüşe katılan ziyaretçilerden birisi şöyle dedi:

"Elimdeki Hz. Abbas'ın (as) bayrağı, terörizm karşısında en etkili silahtır."

Bir diğer ziyaretçi ise şöyle dedi:

"Biz teröristlerden korkmuyoruz ve her yıl bu yola gelmeye devam edeceğiz."

 

10 yıl kadar önce Amerika’da “Dini Mezhepler arasında tefrika planı” adlı bir kitap yayınlanmış. Bu kitapta eski CİA yetkililerinden Michael Brand ile bir röportaj yer almaktadır. Eski CİA yetkilisi bu röportajında şialar ve Şia mezhebi aleyhinde hazırladıkları planlarını anlatıyor.

“İslam dünyası asırlardan beri batı devletlerinin hâkimiyetinde bulunuyor. Bu asırda bir çok İslam ülkesi bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen bu ülkelerin siyasi ve ekonomik sistemleri ve özellikle toplumlarının kültürleri henüz batılıların kontrolündedir ve batılıları takip etmektedirler.

1979’da gerçekleşen İran İslam İnkılabıyla ABD büyük bir darbe almış oldu. Başlangıçta biz, bu inkılabın İran’ın mezhebi toplumunun doğal isteği olduğunu ve dini liderlerin bu durumdan yararlanmak istediklerini düşünüyor ve Şah gittikten sonra zamanla istediğimiz kimseleri başa getirerek İran üzerindeki siyasetimizi devam ettiririz diye plan yapıyorduk. Ama zaman geçtikçe İran İslam İnkılabıyla ortaya çıkan İslam İnkılabı kültürünün bölge ülkelerine, özellikle Irak, Pakistan, Lübnan ve Kuveyt’te yayılması sonucunda İran İslam İnkılabı hakkında yanlış tahliller yaptığımızı anladık. CIA’nın üst düzey yetkilileriyle bir toplantı yaptık ve o toplantıda İslam ülkelerinde tecrübesi olan İngiliz gizli servisinden yetkililer de vardı. Şu neticeye vardık: İran İslam İnkılabının zafere ulaşmasının sebebi Şah’ın takip etmiş olduğu yanlış siyaset değil, başka etkenler var; birincisi güçlü mezhebi bir liderin olması, ikincisi bu mezhebin şehadet kültürüne sahip olması ki bu şehadet kültürü, 1400 yıl önce İslam Peygamberinin torunu İmam Hüseyin tarafından temeli atılmış ve her yıl Muharrem ayında yapılan matem merasimleriyle bu şehadet kültürü yaşatılıp yaygınlaştırılıyor. Ve Neticede anladık ki, Şia mezhebi diğer İslami mezheplerden daha aktif ve daha sağlam temelleri var.

Bu toplantıda, Şia mezhebi üzerinde daha fazla araştırma yapılmasına ve bu araştırmalar neticesinde plan ve proje hazırlamaya karar verdik. Bu tahkikat için 40 milyon dolar bütçe ayırdık. Bu proje üç merhalede gerçekleşti:

1- Şialar hakkında bilgi ve istatistikleri toplamak

2- Kısa vadeli hedefleri uygulamak; Şia aleyhine tebliğ ve Şia mezhebiyle diğer islami mezhepler arasında tefrika çıkarmak.

3- Uzun vadeli hedefi uygulamak; bu mezhebi yok etmek.

Projenin birinci merhalesine ulaşmak için dünyanın her yerine şu soruların cevabını bulmaları için araştırmacılar gönderdik.

a) Şialar dünyanın hangi bölgesinde yaşıyorlar ve bulundukları bölgelerde ne denli etkililer.

b) Şialar arasındaki ihtilaflar nasıl körüklenebilir.

c) Şia –Sünni arasında nasıl ihtilaf çıkarır ve bu ihtilaflardan nasıl yararlanabiliriz.

Dünya çapında yapılan tahkikatlar, araştırmalar ve tahliller neticesinde çok önemli noktalar elde ettik. Anladık ki Şia mezhebinin gücü, âlimlerin ve taklit mercilerin elinde bulunuyor ve bu mezhebi her zamanda onlar kollayıp koruyorlar. Şia taklit mercileri (müçtehitler) hiç bir zaman gayri İslami ve zalim bir hükümdara itaat etmemişler. (İran’da Ayetullah Şirazi’nın fetvasıyla İngilizlerin siyaseti alt üst oldu. Amerika ile müttefik olan Şah hükümeti Ayetullah Humeyni’nin fetvasıyla yerle bir oldu. Irak’ta Saddam, bütün zulüm ve baskılarına rağmen Necef havzasını kendine boyun eğdiremeyince tek çareyi bu havzaları kapattırmakta gördü. Lübnan’da İmam Musa Sadr hareketi, İngiliz, Fransız ve İsrail askerlerinin Lübnan’dan kaçmalarını sağladı. Hizbullah, İsrail’e büyük darbeler vurarak Güney Lübnan’dan çekilmelerine sebep oldu.)

Bu tahkikatlar bize şunu öğretti ki, Şia mezhebiyle direk savaşamayız ve karşı karşıya gelirsek başarı şansımız çok azdır. Perde arkasından iş yapmamız gerektiğini anladık. İngilizlerin meşhur “ihtilaf çıkar böl ve hükmet” sloganı yerine “ ihtilaf çıkar böl ve yok et” siyasetini uyguladık.

Bu siyaset doğrultusunda büyük hedeflerimize ulaşmak için geniş planlar yaptık. Şia mezhebiyle ihtilafı olan ve Şiaları kâfir ilan edip münasip zamanlarda onlara karşı cihat emri verecek, diğer mezheplere mensup şahıslara destek verdik. Ve aynı zamanda halk arasında itibarları yok olsun diye Şia taklit mercileri ve dini otoritelerin aleyhine geniş alanda tebliğ ve propaganda çalışması başlattık.

Üzerinde hassasiyetle durmamız gereken konulardan biri de, Aşura kültürü ve şehadet kültürüydü. Çünkü Şialar her yıl bu kültürü, toplantı ve matem merasimleriyle yaşatıyor ve canlı tutuyorlardı. Bunun için karar aldık ki, bu merasimleri düzenleyen menfaatçi ve makam peşinde olan hatipler ve meddahlara mali destek sağlayarak onların aracılığıyla bu alandaki Şia akidesini ve şehadet kültürünü zayıflatıp yok edelim. Bu alana hurafeler sokarak Şiaların cahil ve hurafelere inanan Müslümanlar olarak tanıtmak istiyorduk.

Diğer taraftan Şia mercii taklitler aleyhine yazılar hazırlayıp maddiyatçı, çıkarcı hatipler ve yazarlara vererek yayılmasını sağlıyorduk.

Planımız 2010 yılına kadar hedeflerimizin önünde en büyük engel olan Şia merci taklitlerin toplumdaki itibarını azaltıp, Şiaların kendi eliyle ve diğer İslami mezheplerin yardımıyla onları yok etmekti. Ve nihayetinde Şia mezhebine son darbeyi vurup yok edecektik.” Diyen “Michael Brand” hedeflerinin son aşamasında başarılı olamamalarını Şia Mercei Taklitlerinin beklenenin aksine akli selim hareket etmelerine bağlıyor.

Pazartesi, 16 Aralık 2013 06:44

TARİH, KERBELA VE RİSALET AİLESİ

 Olaylar zamana, mekâna ve güncel şartlara göre şekillenir ve tarih nehri her an başka başka cilvelerle akar gider.

Bu tarihin değişen yüzüdür.

Ancak bir de bu "değişmez değişim" görüntüsünün ardında hiç değişmeyen ve "tarih tekerrürden ibarettir" dedirten başka bir boyut vardır.

Tarihî olayları kendi "özel" şartlarında incelerken, kalıcı ve her zamanlık boyutunu göz önünde tutmak zorundayız. Aksi takirde tarihi incelemek ve anmak, bizi ilgilendirmeyen bir abesle iştigale dönüşür.

Geçmiştekilerin durumları, maceraları, yapıp ettikleri bizim için bir "emsal" olarak görülmelidir. Onlar ne yaptılar da ne oldu? Ne yamadılar da ne oldu? Neyi nasıl başardılar veya neyi neden kaybettiler?

İşte tarih bu gözle bakılarak incelendiğinde artık tarih olmaktan çıkar, bizim bugünümüz ve yarınımız kadar önem kazanır.

Şüphesiz insanlık tarihinin her döneminin bizim için hayati mesajları, dersleri ve ibretleri vardır. Ancak bazı kesitler vardır ki adete insanlığın tarih mesirindeki cereyanının nicelik ve niteliğinin konsantresi gibidir.

Bu tür olaylar bu yönüyle insanlık tarihine hakim olan ana temaların sembolü ve somutlaşmış heykelleri mesabesindedir.

Mesela hak batıl çekişmesi tarihin bütün safhalarında gözlemlenebilir. Ancak bazı olaylarda bu çekişme çok daha net, detaylı ve zengindir.

Kuşkusuz Kerbela olayı en başta hak batıl çekişmesini -ki tarihin en önemli kalıcı öğesidir- ve onunla birlikte bir çok başka dini, insani ve felsefi hakikatı en güzel şekilde sembolize eden ve harikulade bir dille sembolize eden bir olaydır.

Sanki iyisiyle kötüsüyle bütün yaşamış ve yaşayacak olan insanlar bir araya gelmiş de hepsi içindeki iyilik ve kötülükleri ortaya dökmüşler ve her iki taraf bütün hünerlerini ortaya koymuş gibi...

Özgür ve onurlu insani duruş

Haklı başkaldırı

Zulme karşı ölümüne direnme

Aile ilişkileri

İman ve din uğruna fedakarlık

Şecaat ve cesaret

İnsanî yardımlaşma

Fedakarlık ve diğergamlılık ruhu

Acılara karşı sabır

Hakkın gücüne sarsılmaz güven

...

Gibi insanlığın ortak değerlerinin ve bunların karşısında:

Mal ve makamperestlik

Acımasızlık ve vahşet

Menfaat üzerine ittifak

Korkaklık

Merhametsizlik

İnanca sadakatsizlik

Güce karşı zaafiyet

...

Gibi insanlığın kötülüğü üzerinde ortak kanaate sahip olduğu kötülüklerin en belirgin şekilde somutlaştığını görüyoruz.

İşte bu çok güçlü, zengin, derin ve başarılı temsil kabiliyeti Kerbela olayını adeta tarihin özeti, odak noktası, damıtılmışı haline getirmiştir.

KERBELA’DA RİSALET AİLESİ

Şimdi Kerbela olayının bir başka yönüne dikkat çekmek istiyorum. O da aile yönüdür. Bu yönüyle de aslında tarih felsefesi açısından önemlidir Kerbela olayı. Çünkü görünenin aksine tarihe fertler kadar ve hatta belki daha fazla aileler yön verir.

Tarih, olayları fertler adına kayda geçse de aslında bütün fertlerin kalkış noktası aileleridir. Her zaman olmasa da bir çok zaman aktör bir kişi değil bir ailedir.

İmam Hüseyin'in (a.s) başında bulunduğu Peygamber Ailesi Kerbela'da mükemmel bir sınav vermiştir. Bu sınavla hem bütün dünyaya Hz. Muhammed Mustafa'nın risaletinin hakkaniyetini tekrar ispat etmişler hem de İmam Hüseyin'in (a.s.) kıyamının hak, hakikat ve iman uğruna gerçekleşen onurlu bir başkaldırı olduğunu haykırmışlardır.

Hem şehit olanlar hem de geride kalanlar risalet hanedanına yakışır bir tavır sergilemişlerdir. Büyüklü küçüklü, kadınlı erkekli ister esir ister şehit, her biri Muhammedî ve Alevî bir duruş ortaya koymuş ve İslam pınarının kaynağı olan bu ailenin sadece sözde ve iddiada değil hakikatte ve özde de İlahî bir aile olduğunu ispat etmişlerdir.

Her zaman deriz, bir aile o ailenin büyüğünün karnesi gibidir. Kerbela’da ilahi takdir, Hz. Muhammed’in (s) aile karnesinin en parlak şekilde tarih aynasında görülüp sınanma fırsatını ortaya çıkarmıştır.

Kerbela’da şahit olduğumuz mükemmel aile, Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan bir Arab’ın (haşa) ailesi midir yoksa ilahi vahiyden beslenen, ilahî ve insanî erdemleri iman ile yoğurup varlığıyla bütünleştiren bir hak Peygamber’in ailesi midir?

Hz. Rasul-ü Kibriya’nın nübüvveti hakikatine erişememiş olan gayri Müslim ve ateistlerin bunu insaf terazisinde tartıp düşünmesi gerekir.

Kerbela olayının aile yönüne yeterince dikkat çekilmemiştir. Hal bu ki aslında en önemli boyutlarından biri kesinlikle budur.

Bir kişinin gerçeği, cevheri ve iç dünyası olaylar değişip ortam karışınca belli olur ve su yüzüne çıkar. Bir ailenin de asaleti, rüştü ve kökünün sağlamlığı böylesi bir imtihanla ortaya çıkar. Bu tür bir imtihanda artık sözün, iddianın ve isimlerin hiç bir anlamı kalmaz ve özler, hakikatler konuşmaya başlar.

Hz. Zeyneb'i, Hz. Ebulfazl Abbas'ı, Hz. Ali Ekber'i, Hz. Kasım'ı, Hz. İmam Zeynülabidin'i... teker teker Kerbela sahnesinde ve sonraki aşamalarda izlediğimizde bu ailenin yüceliği, izzet ve kerameti karşısında hayrete düşüyoruz ve "Allah ne iyi bilir risaletini nereye indireceğini" demekten kendimizi alıkoyamıyoruz.

Ali (a.s) evinde eyetişen bir kızdı Zeynep. Kerbela olmasa nasıl tanınacaktı O'nun ruhundaki ihtişam, onun hakka ve hakikata gönül vermişliği, onun okyanusular gibi engin sabrı...

Başına gelen onca eşi görülmemiş musibetten sonra Yezid’in sarayında “Ben Kerbela’da güzellikten başka bir şey görmedim” dediğinde aslında her şeyi özetlemiş ve bu yüce ailenin yaşamına hakim olan ilahî hikmeti tarih karşısında apaçık beyan etmişti.

Ehlibeyt düşmanları karşısında Zülfikar’ı aratmayan diliyle İmam Hüseyin’in hak nidasını ve mazlumiyetini öyle haykırmıştı ki bütün İslam dünyasına bu haklı kıyamın mesajını duyurmuştu.

Müslüman kadını pasif, kıymetsiz ve zayıf görenler Hz. Zeyneb'e baksın da utansınlar!

Hz. Abbas, Kerbela olmasa saygılı bir kardeş olarak tarihte zayıf bir yer tutacaktı. Ama Kerbela olayı sayesinde Hz. Abbas bütün dünyaya kardeşlik dersi veriyor. Önce İmamı ve sonra da kardeşi olan ve dünyevî olarak yenileceği kesinleşmiş olan İmam Hüseyin (a.s.) için nasıl bir fedakarlık ve vefa sergiliyor Hz. Abbas!

Son nefesine kadar İslam bayrağını yere düşürmüyor. Alemini (sancağını) sağ kolu kesilince sol eline alıyor ve feryat ediyor: “Sağ kolumu kesseniz de sol kolumla dinimi savunmaya devam ederim!”

Kerbela’da yollar kapatılmış, kalpler ve gözler körleşmiş ve İmam Hüseyin’in (a.s) askeri üstünlüğe ulaşması konusunda hiçbir umut kalmamıştı.

Bu yüzden de düşman tarafı hiç acele etmiyordu. İmam Hüseyin’in Kuran okuma ve ibadet için istediği zaman kendisine verilmişti.

Bu zaman zarfında şefkatli İmam her kese çekip gitmesini ve onlarının sadece kendisini istediğini söylemiş, hatta kendisine karşı her türlü sorumluluğu da üzerlerinden kaldırmıştı. Ama sadık yaverlerinden ve ailesinden kimse çekip gitmemişti.

Kerbela olayını bir oldu bitti gibi göstermeye çalışanlar Hz. Abbas'ın cansiperane fedakârlığına bakıp da şuursuz, marifetsiz ve basiretsiz akılcıklarından utansınlar! Onlar "Hüseyin batmakta olan bir gemi gibidir" diyen Şimr'in baktığı pencereden bakıyorlar Kerbela’ya!

Ne enteresandır ki o zamanda da iki farklı bakış açısı vardı ve şimdi de iki bakış açısı var ve her iki bakış açısından da görülenler bire bir aynı. İman gözüyle bakanlar o zaman da şimdi de aynı şeyi görüyorlar. Dünyevi pencereden bakanlar da yine o zaman da şimdi de aynı şeyi görüyorlar.

İşte bu da yine insanlık tarihinin değişmeyen öğelerindendir. Hak penceresinden bakanlar dünyayı bir türlü, madde ve menfaat penceresinden bakanlar da başka türlü görürler ve bu iki kesim kendi gördüğünü kolay kolay öbürüne anlatamıyor.

İran devlet televizyonu, içinde maymun bulunan ikinci araştırma uydusunun uzaya gönderildiğini duyurdu. Haberde, yeryüzünden 120 kilometre yükseğe çıkan uydunun 15 dakika içerisinde başarıyla geri döndüğü, "Fargam" adlı maymunun da sağ olduğu belirtildi.

Araştırmanın hedefinin, ses, görüntü ve numune gaz bileşenlerini kaydederek kapsül içerisinde meydana gelen biyolojik değişikliklerle, maymuna bağlanan EKG ile canlının yaşamsal bulgularını saptamak olduğuna işaret edildi. Araştırmacıların elde ettikleri bilgilerin ise uzay biyolojisi, fizyoloji, uzay ve biyomedikal mühendislikleri gibi birçok uzay teknolojisi alanındaki araştırmalarda kullanılacağı hedefleniyor. 

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani de hükümetin resmi sitesinden yayımladığı açıklamada, elde ettikleri başarıdan ötürü İranlı uzay araştırmacılarını kutladı. 

İranlı araştırmacılar, bu başarıyı uzaya insan göndermeye bir adım daha yaklaşılması olarak değerlendiriyor.

İran, 28 Ocak 2013'te içinde canlı taşıyan "Öncü" isimli ilk araştırma uydusunu uzaya göndermiş ve maymunun fotoğrafını yayımlamıştı. 

Araştırmacılar, "Öncü"den farklı olarak yeni uyduda, fırlatma rampasında daha düşük ivme ve türbülans sağlayan sıvı yakıt kullanarak kapsül içindeki canlının daha az zarar görmesini hedeflediklerini belirtti. İran, "Omid" (Ümit) adındaki ilk yerli füzesini 2009 yılında uzaya göndermişti. Tahran, ilk astronotunu 2020 yılında uzaya göndermeyi hedeflediğini açıklamıştı.