کارگر

کارگر

10 yıl kadar önce Amerika’da “Dini Mezhepler arasında tefrika planı” adlı bir kitap yayınlanmış. Bu kitapta eski CİA yetkililerinden Michael Brand ile bir röportaj yer almaktadır. Eski CİA yetkilisi bu röportajında şialar ve Şia mezhebi aleyhinde hazırladıkları planlarını anlatıyor.

“İslam dünyası asırlardan beri batı devletlerinin hâkimiyetinde bulunuyor. Bu asırda bir çok İslam ülkesi bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen bu ülkelerin siyasi ve ekonomik sistemleri ve özellikle toplumlarının kültürleri henüz batılıların kontrolündedir ve batılıları takip etmektedirler.

1979’da gerçekleşen İran İslam İnkılabıyla ABD büyük bir darbe almış oldu. Başlangıçta biz, bu inkılabın İran’ın mezhebi toplumunun doğal isteği olduğunu ve dini liderlerin bu durumdan yararlanmak istediklerini düşünüyor ve Şah gittikten sonra zamanla istediğimiz kimseleri başa getirerek İran üzerindeki siyasetimizi devam ettiririz diye plan yapıyorduk. Ama zaman geçtikçe İran İslam İnkılabıyla ortaya çıkan İslam İnkılabı kültürünün bölge ülkelerine, özellikle Irak, Pakistan, Lübnan ve Kuveyt’te yayılması sonucunda İran İslam İnkılabı hakkında yanlış tahliller yaptığımızı anladık. CIA’nın üst düzey yetkilileriyle bir toplantı yaptık ve o toplantıda İslam ülkelerinde tecrübesi olan İngiliz gizli servisinden yetkililer de vardı. Şu neticeye vardık: İran İslam İnkılabının zafere ulaşmasının sebebi Şah’ın takip etmiş olduğu yanlış siyaset değil, başka etkenler var; birincisi güçlü mezhebi bir liderin olması, ikincisi bu mezhebin şehadet kültürüne sahip olması ki bu şehadet kültürü, 1400 yıl önce İslam Peygamberinin torunu İmam Hüseyin tarafından temeli atılmış ve her yıl Muharrem ayında yapılan matem merasimleriyle bu şehadet kültürü yaşatılıp yaygınlaştırılıyor. Ve Neticede anladık ki, Şia mezhebi diğer İslami mezheplerden daha aktif ve daha sağlam temelleri var.

Bu toplantıda, Şia mezhebi üzerinde daha fazla araştırma yapılmasına ve bu araştırmalar neticesinde plan ve proje hazırlamaya karar verdik. Bu tahkikat için 40 milyon dolar bütçe ayırdık. Bu proje üç merhalede gerçekleşti:

1- Şialar hakkında bilgi ve istatistikleri toplamak

2- Kısa vadeli hedefleri uygulamak; Şia aleyhine tebliğ ve Şia mezhebiyle diğer islami mezhepler arasında tefrika çıkarmak.

3- Uzun vadeli hedefi uygulamak; bu mezhebi yok etmek.

Projenin birinci merhalesine ulaşmak için dünyanın her yerine şu soruların cevabını bulmaları için araştırmacılar gönderdik.

a) Şialar dünyanın hangi bölgesinde yaşıyorlar ve bulundukları bölgelerde ne denli etkililer.

b) Şialar arasındaki ihtilaflar nasıl körüklenebilir.

c) Şia –Sünni arasında nasıl ihtilaf çıkarır ve bu ihtilaflardan nasıl yararlanabiliriz.

Dünya çapında yapılan tahkikatlar, araştırmalar ve tahliller neticesinde çok önemli noktalar elde ettik. Anladık ki Şia mezhebinin gücü, âlimlerin ve taklit mercilerin elinde bulunuyor ve bu mezhebi her zamanda onlar kollayıp koruyorlar. Şia taklit mercileri (müçtehitler) hiç bir zaman gayri İslami ve zalim bir hükümdara itaat etmemişler. (İran’da Ayetullah Şirazi’nın fetvasıyla İngilizlerin siyaseti alt üst oldu. Amerika ile müttefik olan Şah hükümeti Ayetullah Humeyni’nin fetvasıyla yerle bir oldu. Irak’ta Saddam, bütün zulüm ve baskılarına rağmen Necef havzasını kendine boyun eğdiremeyince tek çareyi bu havzaları kapattırmakta gördü. Lübnan’da İmam Musa Sadr hareketi, İngiliz, Fransız ve İsrail askerlerinin Lübnan’dan kaçmalarını sağladı. Hizbullah, İsrail’e büyük darbeler vurarak Güney Lübnan’dan çekilmelerine sebep oldu.)

Bu tahkikatlar bize şunu öğretti ki, Şia mezhebiyle direk savaşamayız ve karşı karşıya gelirsek başarı şansımız çok azdır. Perde arkasından iş yapmamız gerektiğini anladık. İngilizlerin meşhur “ihtilaf çıkar böl ve hükmet” sloganı yerine “ ihtilaf çıkar böl ve yok et” siyasetini uyguladık.

Bu siyaset doğrultusunda büyük hedeflerimize ulaşmak için geniş planlar yaptık. Şia mezhebiyle ihtilafı olan ve Şiaları kâfir ilan edip münasip zamanlarda onlara karşı cihat emri verecek, diğer mezheplere mensup şahıslara destek verdik. Ve aynı zamanda halk arasında itibarları yok olsun diye Şia taklit mercileri ve dini otoritelerin aleyhine geniş alanda tebliğ ve propaganda çalışması başlattık.

Üzerinde hassasiyetle durmamız gereken konulardan biri de, Aşura kültürü ve şehadet kültürüydü. Çünkü Şialar her yıl bu kültürü, toplantı ve matem merasimleriyle yaşatıyor ve canlı tutuyorlardı. Bunun için karar aldık ki, bu merasimleri düzenleyen menfaatçi ve makam peşinde olan hatipler ve meddahlara mali destek sağlayarak onların aracılığıyla bu alandaki Şia akidesini ve şehadet kültürünü zayıflatıp yok edelim. Bu alana hurafeler sokarak Şiaların cahil ve hurafelere inanan Müslümanlar olarak tanıtmak istiyorduk.

Diğer taraftan Şia mercii taklitler aleyhine yazılar hazırlayıp maddiyatçı, çıkarcı hatipler ve yazarlara vererek yayılmasını sağlıyorduk.

Planımız 2010 yılına kadar hedeflerimizin önünde en büyük engel olan Şia merci taklitlerin toplumdaki itibarını azaltıp, Şiaların kendi eliyle ve diğer İslami mezheplerin yardımıyla onları yok etmekti. Ve nihayetinde Şia mezhebine son darbeyi vurup yok edecektik.” Diyen “Michael Brand” hedeflerinin son aşamasında başarılı olamamalarını Şia Mercei Taklitlerinin beklenenin aksine akli selim hareket etmelerine bağlıyor.

Pazartesi, 16 Aralık 2013 06:44

TARİH, KERBELA VE RİSALET AİLESİ

 Olaylar zamana, mekâna ve güncel şartlara göre şekillenir ve tarih nehri her an başka başka cilvelerle akar gider.

Bu tarihin değişen yüzüdür.

Ancak bir de bu "değişmez değişim" görüntüsünün ardında hiç değişmeyen ve "tarih tekerrürden ibarettir" dedirten başka bir boyut vardır.

Tarihî olayları kendi "özel" şartlarında incelerken, kalıcı ve her zamanlık boyutunu göz önünde tutmak zorundayız. Aksi takirde tarihi incelemek ve anmak, bizi ilgilendirmeyen bir abesle iştigale dönüşür.

Geçmiştekilerin durumları, maceraları, yapıp ettikleri bizim için bir "emsal" olarak görülmelidir. Onlar ne yaptılar da ne oldu? Ne yamadılar da ne oldu? Neyi nasıl başardılar veya neyi neden kaybettiler?

İşte tarih bu gözle bakılarak incelendiğinde artık tarih olmaktan çıkar, bizim bugünümüz ve yarınımız kadar önem kazanır.

Şüphesiz insanlık tarihinin her döneminin bizim için hayati mesajları, dersleri ve ibretleri vardır. Ancak bazı kesitler vardır ki adete insanlığın tarih mesirindeki cereyanının nicelik ve niteliğinin konsantresi gibidir.

Bu tür olaylar bu yönüyle insanlık tarihine hakim olan ana temaların sembolü ve somutlaşmış heykelleri mesabesindedir.

Mesela hak batıl çekişmesi tarihin bütün safhalarında gözlemlenebilir. Ancak bazı olaylarda bu çekişme çok daha net, detaylı ve zengindir.

Kuşkusuz Kerbela olayı en başta hak batıl çekişmesini -ki tarihin en önemli kalıcı öğesidir- ve onunla birlikte bir çok başka dini, insani ve felsefi hakikatı en güzel şekilde sembolize eden ve harikulade bir dille sembolize eden bir olaydır.

Sanki iyisiyle kötüsüyle bütün yaşamış ve yaşayacak olan insanlar bir araya gelmiş de hepsi içindeki iyilik ve kötülükleri ortaya dökmüşler ve her iki taraf bütün hünerlerini ortaya koymuş gibi...

Özgür ve onurlu insani duruş

Haklı başkaldırı

Zulme karşı ölümüne direnme

Aile ilişkileri

İman ve din uğruna fedakarlık

Şecaat ve cesaret

İnsanî yardımlaşma

Fedakarlık ve diğergamlılık ruhu

Acılara karşı sabır

Hakkın gücüne sarsılmaz güven

...

Gibi insanlığın ortak değerlerinin ve bunların karşısında:

Mal ve makamperestlik

Acımasızlık ve vahşet

Menfaat üzerine ittifak

Korkaklık

Merhametsizlik

İnanca sadakatsizlik

Güce karşı zaafiyet

...

Gibi insanlığın kötülüğü üzerinde ortak kanaate sahip olduğu kötülüklerin en belirgin şekilde somutlaştığını görüyoruz.

İşte bu çok güçlü, zengin, derin ve başarılı temsil kabiliyeti Kerbela olayını adeta tarihin özeti, odak noktası, damıtılmışı haline getirmiştir.

KERBELA’DA RİSALET AİLESİ

Şimdi Kerbela olayının bir başka yönüne dikkat çekmek istiyorum. O da aile yönüdür. Bu yönüyle de aslında tarih felsefesi açısından önemlidir Kerbela olayı. Çünkü görünenin aksine tarihe fertler kadar ve hatta belki daha fazla aileler yön verir.

Tarih, olayları fertler adına kayda geçse de aslında bütün fertlerin kalkış noktası aileleridir. Her zaman olmasa da bir çok zaman aktör bir kişi değil bir ailedir.

İmam Hüseyin'in (a.s) başında bulunduğu Peygamber Ailesi Kerbela'da mükemmel bir sınav vermiştir. Bu sınavla hem bütün dünyaya Hz. Muhammed Mustafa'nın risaletinin hakkaniyetini tekrar ispat etmişler hem de İmam Hüseyin'in (a.s.) kıyamının hak, hakikat ve iman uğruna gerçekleşen onurlu bir başkaldırı olduğunu haykırmışlardır.

Hem şehit olanlar hem de geride kalanlar risalet hanedanına yakışır bir tavır sergilemişlerdir. Büyüklü küçüklü, kadınlı erkekli ister esir ister şehit, her biri Muhammedî ve Alevî bir duruş ortaya koymuş ve İslam pınarının kaynağı olan bu ailenin sadece sözde ve iddiada değil hakikatte ve özde de İlahî bir aile olduğunu ispat etmişlerdir.

Her zaman deriz, bir aile o ailenin büyüğünün karnesi gibidir. Kerbela’da ilahi takdir, Hz. Muhammed’in (s) aile karnesinin en parlak şekilde tarih aynasında görülüp sınanma fırsatını ortaya çıkarmıştır.

Kerbela’da şahit olduğumuz mükemmel aile, Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan bir Arab’ın (haşa) ailesi midir yoksa ilahi vahiyden beslenen, ilahî ve insanî erdemleri iman ile yoğurup varlığıyla bütünleştiren bir hak Peygamber’in ailesi midir?

Hz. Rasul-ü Kibriya’nın nübüvveti hakikatine erişememiş olan gayri Müslim ve ateistlerin bunu insaf terazisinde tartıp düşünmesi gerekir.

Kerbela olayının aile yönüne yeterince dikkat çekilmemiştir. Hal bu ki aslında en önemli boyutlarından biri kesinlikle budur.

Bir kişinin gerçeği, cevheri ve iç dünyası olaylar değişip ortam karışınca belli olur ve su yüzüne çıkar. Bir ailenin de asaleti, rüştü ve kökünün sağlamlığı böylesi bir imtihanla ortaya çıkar. Bu tür bir imtihanda artık sözün, iddianın ve isimlerin hiç bir anlamı kalmaz ve özler, hakikatler konuşmaya başlar.

Hz. Zeyneb'i, Hz. Ebulfazl Abbas'ı, Hz. Ali Ekber'i, Hz. Kasım'ı, Hz. İmam Zeynülabidin'i... teker teker Kerbela sahnesinde ve sonraki aşamalarda izlediğimizde bu ailenin yüceliği, izzet ve kerameti karşısında hayrete düşüyoruz ve "Allah ne iyi bilir risaletini nereye indireceğini" demekten kendimizi alıkoyamıyoruz.

Ali (a.s) evinde eyetişen bir kızdı Zeynep. Kerbela olmasa nasıl tanınacaktı O'nun ruhundaki ihtişam, onun hakka ve hakikata gönül vermişliği, onun okyanusular gibi engin sabrı...

Başına gelen onca eşi görülmemiş musibetten sonra Yezid’in sarayında “Ben Kerbela’da güzellikten başka bir şey görmedim” dediğinde aslında her şeyi özetlemiş ve bu yüce ailenin yaşamına hakim olan ilahî hikmeti tarih karşısında apaçık beyan etmişti.

Ehlibeyt düşmanları karşısında Zülfikar’ı aratmayan diliyle İmam Hüseyin’in hak nidasını ve mazlumiyetini öyle haykırmıştı ki bütün İslam dünyasına bu haklı kıyamın mesajını duyurmuştu.

Müslüman kadını pasif, kıymetsiz ve zayıf görenler Hz. Zeyneb'e baksın da utansınlar!

Hz. Abbas, Kerbela olmasa saygılı bir kardeş olarak tarihte zayıf bir yer tutacaktı. Ama Kerbela olayı sayesinde Hz. Abbas bütün dünyaya kardeşlik dersi veriyor. Önce İmamı ve sonra da kardeşi olan ve dünyevî olarak yenileceği kesinleşmiş olan İmam Hüseyin (a.s.) için nasıl bir fedakarlık ve vefa sergiliyor Hz. Abbas!

Son nefesine kadar İslam bayrağını yere düşürmüyor. Alemini (sancağını) sağ kolu kesilince sol eline alıyor ve feryat ediyor: “Sağ kolumu kesseniz de sol kolumla dinimi savunmaya devam ederim!”

Kerbela’da yollar kapatılmış, kalpler ve gözler körleşmiş ve İmam Hüseyin’in (a.s) askeri üstünlüğe ulaşması konusunda hiçbir umut kalmamıştı.

Bu yüzden de düşman tarafı hiç acele etmiyordu. İmam Hüseyin’in Kuran okuma ve ibadet için istediği zaman kendisine verilmişti.

Bu zaman zarfında şefkatli İmam her kese çekip gitmesini ve onlarının sadece kendisini istediğini söylemiş, hatta kendisine karşı her türlü sorumluluğu da üzerlerinden kaldırmıştı. Ama sadık yaverlerinden ve ailesinden kimse çekip gitmemişti.

Kerbela olayını bir oldu bitti gibi göstermeye çalışanlar Hz. Abbas'ın cansiperane fedakârlığına bakıp da şuursuz, marifetsiz ve basiretsiz akılcıklarından utansınlar! Onlar "Hüseyin batmakta olan bir gemi gibidir" diyen Şimr'in baktığı pencereden bakıyorlar Kerbela’ya!

Ne enteresandır ki o zamanda da iki farklı bakış açısı vardı ve şimdi de iki bakış açısı var ve her iki bakış açısından da görülenler bire bir aynı. İman gözüyle bakanlar o zaman da şimdi de aynı şeyi görüyorlar. Dünyevi pencereden bakanlar da yine o zaman da şimdi de aynı şeyi görüyorlar.

İşte bu da yine insanlık tarihinin değişmeyen öğelerindendir. Hak penceresinden bakanlar dünyayı bir türlü, madde ve menfaat penceresinden bakanlar da başka türlü görürler ve bu iki kesim kendi gördüğünü kolay kolay öbürüne anlatamıyor.

İran devlet televizyonu, içinde maymun bulunan ikinci araştırma uydusunun uzaya gönderildiğini duyurdu. Haberde, yeryüzünden 120 kilometre yükseğe çıkan uydunun 15 dakika içerisinde başarıyla geri döndüğü, "Fargam" adlı maymunun da sağ olduğu belirtildi.

Araştırmanın hedefinin, ses, görüntü ve numune gaz bileşenlerini kaydederek kapsül içerisinde meydana gelen biyolojik değişikliklerle, maymuna bağlanan EKG ile canlının yaşamsal bulgularını saptamak olduğuna işaret edildi. Araştırmacıların elde ettikleri bilgilerin ise uzay biyolojisi, fizyoloji, uzay ve biyomedikal mühendislikleri gibi birçok uzay teknolojisi alanındaki araştırmalarda kullanılacağı hedefleniyor. 

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani de hükümetin resmi sitesinden yayımladığı açıklamada, elde ettikleri başarıdan ötürü İranlı uzay araştırmacılarını kutladı. 

İranlı araştırmacılar, bu başarıyı uzaya insan göndermeye bir adım daha yaklaşılması olarak değerlendiriyor.

İran, 28 Ocak 2013'te içinde canlı taşıyan "Öncü" isimli ilk araştırma uydusunu uzaya göndermiş ve maymunun fotoğrafını yayımlamıştı. 

Araştırmacılar, "Öncü"den farklı olarak yeni uyduda, fırlatma rampasında daha düşük ivme ve türbülans sağlayan sıvı yakıt kullanarak kapsül içindeki canlının daha az zarar görmesini hedeflediklerini belirtti. İran, "Omid" (Ümit) adındaki ilk yerli füzesini 2009 yılında uzaya göndermişti. Tahran, ilk astronotunu 2020 yılında uzaya göndermeyi hedeflediğini açıklamıştı.

 

Pazar, 15 Aralık 2013 10:08

İran: İngiliz casus yakaladık

İran, ülkenin güneydoğusundaki Kerman kentinde, İngiliz dış istihbarat servisi MI6 için çalışan bir casusu yakaladıklarını açıkladı.

Kerman Devrim Mahkemesi başkanı, casus olduğu iddia edilen kişinin, dört İngiliz istihbarat görevlisi ile ülke içinde ve dışında 11 kez görüştüğünü kabul ettiğini açıkladı.

Casusun suçlarını itiraf ettiği ve davanın devam ettiği de belirtildi.

İngiltere Dışişleri Bakanlığı henüz bu konuda bir açıklama yapmadı. 

İran birçok kez , yabancı güçler için çalışan casusları yakaladığını iddia etmiş, ancak suçlanan kişilerin birçoğu aylar sonra haklarında herhangi bir suçlama getirilmeden serbest bırakılmıştı.

Bu haber, İngiltere ile İran'ın yeniden diplomatik ilişki kurmak için adımlar attığı bir dönemde geldi.

İngiltere, 2011 yılında Tahran'daki İngiliz elçiliği önündeki protestocu grup tarafından elçiliğe düzenlenen saldırının ardından bu ülkedeki elçilik çalışanlarını geri çekmişti.

İran'ın İngiltere elçisi de, Londra'ya ilk ziyaretini bu hafta içinde yaptı ve Dışişleri Bakanlığı ve güvenlik yetkilileri ile görüşmeler gerçekleştirdi.

İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague, iki ülke arasındaki ilişkilerin, "mütekabiliyet prensibi" çerçevesinde iyileştirildiğini söylemişti.

İki ülke arasındaki yakınlaşma, İran'ın nükleer programı ile ilgili olarak varılan geçici anlaşmanın sonrasına rastlıyor.

Geçen ay varılan anlaşmaya göre, İran bazı nükleer faaliyetlerini bu ülkeye uygulanan yaptırımlarda azaltmaya gidilmesi karşılığında durdurmayı kabul etmişti.

Tahran ayrıca, uluslararası yetkililerin nükleer tesislerine daha fazla erişim hakkı tanıyacağını da belirtmişti.

Press TV

 

Cumartesi, 14 Aralık 2013 08:26

Rehber’in Sade Yaşantısı

Bismillahirrahmanirrahim 

“Ey iman edenler! Size hayat verecek olan şeye çağırdığında Allah’a ve Peygamberine icabet edin...” Enfal/ 24

Allah, insanın bireysel ve toplumsal hayatını şekillendirmek, düzene koymak ve idare etmek için peygamberler göndermiş ve indirmiş olduğu vahiyle de din medeniyetinin oluşması için gerekli kanun ve yasaları beyan etmiştir.

Ayet, insanın maddi ve fiziksel hayatının yanısıra bir de hakiki hayatı olduğunu beyan etmektedir. “Hayat-ı tayyibe” denilen bu hayat, dinin hedefi olan bireysel ve toplumsal hayatın hakikatini oluşturur.

İnsanların sahip olması gereken bu “hayat-ı tayyibenin” canlı örnekleri şüphesiz peygamberlerdir. İnsan-ı kamil, veliyy-i mutlak Resulullah (s.a.a), insanın bireysel ve toplumsal hayatını şekillendirmesi, düzene koyması ve idare etmesi için kamil, canlı ve evrensel son peygamberdir.

Resulullah’ın (s.a.a) hayatı ve öngördüğü yaşayış tarzı “hayat-ı tayyibe” pak ve temiz bir hayattır.

Peygamberin kendi hayatı “hayat-ı tayyibe”, insanlardan istediği de “hayat-ı tayyibedir”. Bu hayata, Resulullah’ı (s.a.a) örnek alarak ulaşmanın birçok yolları vardır. Allah-u teala bizi Kur’an’da bu hayata ulaşmanın yolunu şöyle beyan ediyor: “ Kuşkusuz Peygamber’de sizin için güzel bir örnek vardır....” Ahzab /21.

Resulullah’ın (s.a.a) varisi alimler, peygambere tabi olduklarını ve onun varisi olduklarını yaşayış tarzlarıyla gösterirler. Özellikle İslam ümmetinin önderliğini üstelenmiş rabbani alimler, hidayet önderleri masumları örnek alarak sade bir hayat sürerler; dünyanın sevk o sefasından, tecemmülat ve aldatıcı, geçici zevklerinden uzak dururlar. Kur’an’ın vaad ettiği “hayat-ı tayyibe”ye sahip olurlar.

“Erkek ve kadın, kim mümin olarak iyi iş yaparsa onu temiz ve güzel hayatla yaşatırız...” Nahl/ 97

Ümmetin lideri Ayetullah Uzma İmam Hamenei, inakılab öncesi ve rehberlik makamına seçilmeden önceki dönemde çok sade bir hayat sürerdi, özellikle rehberlik görevini üstlendikten sonra hayat tarzını hidayet önderlerinin hayatını örnek alarak tanzim etmiştir.

 

İmam Hamenei’nin sade yaşantısı hakkında ulemadan bazıları şöyle buyurmaktadırlar.

 

Ayetullah Cevadi Amuli :

“Birgün Rehber’in misafiriydim, oğlu Mustafa da bizimle birlikte oturuyordu, sofra hazırlandı yemek yiyecektik, Ayetullah Hamenei oğluna bakarak “siz öteki odaya geçin” dedi. Ben, “biz beraber oturmamızı istedik, müsade ederseniz kalsınlar”, dedim. Rehber buyurdu:” Bu yemek beytulmaldandır, siz de beytulmalın misafirlerisiniz, çocuklarımın bu yemekten yemeleri caiz değildir, onlar kendi evimize gidip orda yemek yesinler.” O zaman anladım ki, Allah neden ona bu kadar yüce makam ve izzet vermiştir.” 

 Merhum Ahmed Humeyni :

“Şu hususu bütün müslümanlara ve İran halkına söylemeyi kendime bir vazife biliyorum; Ayetullah Hamenei’nin özel yaşantısı oldukça sade ve gösterişsizdir, ben onun evinin durumundan haberdarım, sofrasında bir çeşit yemekten fazla yemek bulunmaz. Ailesi bir halıfleksin üzerinde oturur. Birgün evlerine gittim, evin bir köşesinde eski bir halının üzerine oturdum halı- tahmin edersem hanımının çehiziydi- o kadar eski ve yıpranmışdı ki, üzerinde oturamayıp, oradan kalkarak halıfleksin üzerine oturdum.”

 Öğrencilerinden biri şöyle diyor :

“Ayetullah Hamenei, devrimden bir kaç yıl önce kendi evinde toplantılar düzenler ve biz talebeler o toplantıya katılırdık. Evinde uygun bir halı yoktu. Bir defasında hocamızın evine bir halı almaya karar verdik, kendisine bildirmeden pazara giderek iki adet halı alıp getirdik ve kendisi o saatte evde olmadığı halde halıları eve serdik. Eve girip halıları görünce rahatsız olduğunu gizlemeyerek şöyle dedi: “Keşke bu halıları almadan önce bana danışsaydınız. Bu halılar bizim yaşantımıza uymaz. Madem yere sermek için birşey almaya karar vermişdiniz bunun yerine kilim alsaydınız bari.” Bunun üzerine halıları satarak kilim almak zorunda kaldık.” 

Ayetullah Hamenei’nin akrabalarından olan bir şehid annesi şöyle anlatıyor .

“Bir gün Ayetullah Hamenei’nin evine misafir oldum. Öğle yemeği vaktiydi, sofraya oturmuş onun gelmesini bekliyorduk. İçeri girip yemeği görünce şöyle dedi, “ Sanki bugünkü pirinç türü başka günlerdeki pirinçten fark etmektedir. Eşi, evet Hacı ağa, bugün bayramdır ve misafirimiz var. Kuponla aldığımız pirinç bittiği için serbest piyasadan pirinç almak zorunda kaldım. Ayetullah Hamenei rahatsızlığını dile getirerek şöyle buyurdu: “Yaşantı biçimimizi değiştireceğimize dair bir karar almamıştık. Misafirimizin de bu konuda anlayışlı davranacağını sanırım, pirinç olmasa pilavsız yemek yeriz”

 Muzu benim için mi aldın ?

Yakınlarından biri şöyle nakl ediyor:

“Ayetullah Hamenei, Şahlık rejimi dönemindeki mücadelesi boyunca defalarca cezaevine girmişti. Bir defasında cezaevinden çıkmasına karar verilmişti. Şahın memurları onu cezaevi önünde serbest bırakmak yerine otomobille başka bir yere götürdüler ve ben onları takip ederek indikleri yerde kendi arabama aldım. Hareket ettikten biraz sonra acı çektiğini fark ettim ve mide ülserine yakalandığını ve birşeyler yemesi gerektiğini hatırladım. Kendisine birşey söylemeden arabayı park ederek inip bir kilogram muz alıp geldim. Muzlardan birini soyarak kendisine uzattım ve “buyurun yiyin” dedim. Ayetullah Hamenei, muza bakarak şöyle buyurdu: “ Bu pahalılıkta muzu benim için mi aldı ?“ Muz o sıralar diğer meyvelere oranla pek pahalı da sayılmazdı ama bütün ısrarlarıma rağmen yemedi ve şöyle buyurdu : “ Halk bu pahalılıkta meyva yiyemediği için ben de yemiyorum.” 

Devrim Muhafizları(eski) Komutanı Rahim Safevi :

“Birgün Rehber’in evine gitmişdim. Görüşmemiz normalden uzun sürmüş ve akşam namazı olmuştu, namazı beraber kıldıktan sonra bana dönerek „ Rahim bey! Kalın akşam yemeğini beraber yiyelim“dedi. Ben kalben kalmak istiyor ve bunu kendim için bir iftihar vesilesi bilmeme rağmen zahmet vermemek için,“ müsade ederseniz ben gideyim size zahmet vermeyeyim“ dedim. Rehber buyurdu: „Hayır zahmet değil evde ne varsa beraber yeriz.“ Sofra açıldı akşam yemeğini getirdiklerinde gördüm ki, kendisinin ve ailesinin akşam yemeği, omletten ibaretti. Yemekten biraz yeyip ayrıldım.”

 İran İslam Cumhuriyeti Meclisi (eski) Başkanı Dr. Haddad Adil :

“ Rehber’in ailesi oğlu için kızıma elçi geldikten bir kaç gün sonra Rehber’in ziyaretine gittim beni karşıladıktan sonra, buyurdular:“ Doktor bey, Allah nasip ederse akraba oluyoruz“. Dedim: „Nasıl?“. Buyurdular: “Bizim Mucteba ile sizin kızınız birbirlerini görmüş, konuşup anlaşmışlar, sizin görüşünüz nedir?“. “Siz nasıl isterseniz öyle olsun”, dedim. Rehber buyurdular: “ Siz ve eşiniz ikiniz de üniversite hocasısınız, sizin yaşantınızla bizimki farklıdır; bizim yaşantımız bu kitaplardan ve küçük bir kamyonetin taşıyabileceği ev eşyasından ibarettir, evimiz içiçe iki oda ve devlet görevlileriyle görüşdüğüm bir odadır, bizim ev almaya paramız yok, iki katlı bir ev kiraladık, bir katında Mustafa ailesiyle kalacak bir katında da Mucteba. Bizim sade bir yaşantımız var sizin yaşantınız bizimkine göre oldukça iyi, siz bizim gibi yaşamadınız, kızınız bizim yaşadığımız şekilde yaşamayı kabul edebilecek mi?” Rehber’in bu kadar ince düşünmesi beni çok etkilemişdi. Konuyu kızıma anlattım, o da kabul ettiğini söyledi.

 Hüccet-ül İslam Ehedi ( Kum ilim havzesi Üstadlarından) :

Bir defasında Cemaran Hüseyniyesinde (İmam Humeyni’nin konuşmalarını yaptığı mekan) konuşma yaparken Ayetullah Hamenei ile ilgili bir hatıramı aktardım. Konuşma bittikten sonra kendisini tıb doktoru olarak tanıtan biri bana yaklaşarak izin verilirse, kendisinin de bir hatırası olduğunu ve açıklamak istediğini söyledi. Ve şöyle devam etti: “ Bir gün hastanenin muayene odasında hastaları muayene ederken sıra tesettürlü bir hanım ve erkek çocuğuna geldi. Muayeneden sonra çocuğun dış görünümü beni düşünceye sevketti. Çünkü Ayetullah Hamenei’ye çok benziyordu, dayanamadım annesine dönerek, “ Ayetullah Hamenei ile bir akrabalığınız var mı?” diye sorduğumda duyduğum cevap bütün vücudumu hayrete boğdu. “ Evet, ben onun eşiyim ve bu da oğlu”. “ Sizin özel doktorunuz yok mu?”, diye sorduğumda şu cevabı verdi:” Hayır, Ağa böyle bir şeye asla müsaade etmez ve siz de aynı normal halk gibi hastaneye müracaat etmelisiniz dedi.” Onlar gittikten sonra artık işime devam edemedim başımı masaya koyarak bir süre sadece ağladım.”

 Hazırlayan: Sabahaddin Türkyılmaz

 

 

İran’ın resmi haber ajansı IRNA’nın son dakika haberinde İran’ın, Batı’nın olumsuz tutumlarının ısrarla devam etmesi yüzünden İran nükleer müzakerelerini tek taraflı durdurduğunu duyurdu. 

Amerika, Fransa, Almanya, Çin, Rusya, İngiltere ile İran arasında Viyana’da devam eden müzakerelerin, Amerikan yönetiminin, İran’ın nükleer programına destek sağladıkları gerekçesiyle 12 tane İranlı şirketi kara listeye aldığını ve mal varlıklarının dondurulduğunu açıklamasının ardından İran hükümeti bu olumsuz tutumlar yüzünden nükleer müzakerelerin durdurulduğunu açıkladı. 

Cenevre’de İran ile imzalanan nükleer ittifakın ardından çelişkili ve tutarsız tavırlar içine giren Amerika’nın, son haftada yaptığı İsrail ve Filistin ziyaretlerinin olası bir İsrail-Filistin anlaşması ihtimalinin yüksek olduğu sinyallerinin verilmesinin yanısıra, Bahreyn’de ve Kuveyt’te yapılan Körfez İşbirliği Konseyi’nin toplantılarına da katılarak ve daha sonra dünya basınına verdiği İran aleyhinde sert açıklamalar yapması, 5+1 ülkeleriyle İran’ın imzaladığı nükleer ittifaka sadık kalmadığının bir göstergesi olarak haftalardır basında yer alan konuların başında yer alıyor. 

Amerika’nın bu açıklamalarının ve sert tutumunun devam etmesi halinde müzakereleri durduracağını açıklayan İran hükümetinin bu uyarısını dikkate almak istemeyen Amerika’nın 12 İranlı şirketi kara listeye alması İran tarafından nükleer müzakerelerin durdurulmasına neden oldu.

  

Cumartesi, 14 Aralık 2013 05:39

Laricani ABD'ye meydan okudu

İran İslami Şura Meclis Başkanı Ali Laricani,  yaptığı konuşmada önemli konulara değindi.

Cenevre'de attıkları imzayı unutarak dün "İran Hizbullah'a yardım ederse yaptırımlar azalmayacak" diyen Kerry'e, Ali Laricani'den tokat gibi cevap geldi. ABD'ye meydan okuyan Laricani bakın ne dedi:

" Hizbullah Arap ülkelerinin 60 yıl boyunca boyun eğdiği Siyonist rejimin belini 33 günde kırdı. Bu başarıdan çok mutluyuz ve bu kadar güçlü bir direniş gücünün varlığıyla gurur duyuyoruz. Biz Hizbullah'a destek vermeye devam edeceğiz.

Cenevre'de bir müzakere yapıldı. ABD eğer cesareti varsa uzlaşıya aykırı bir harekette bulunsun. O zaman baksın biz ne yapıyoruz! "

Laricani sözlerine şöyle devam etti:

"İnkılaptan sonraki 34 yıl içinde büyük çabalarla, nano teknoloji ve nükleer enerji tesisleri kuruldu. Çok sayıda yetenekler yetiştirildi. Yeni hükümetimiz bu yetenek ve tesisleri iyi değerlendirmeli.

İran önemli bir füze gücüne sahip. Filistin 22 günlük savaşta İran'ın füzeleriyle Siyonist rejimi yendi. Bu gücümüzü saklamanın bir sebebi yok. Bu bizim caydırıcı güçlerimizden biri. Biz caydırıcılığı nükleer silahta görmüyoruz.

Ekonomik sıkıntıların giderilmesi konusunda Rehberimizin (mam Hamaney'in) sunduğu ve ülkenin kurtuluşu olan stratejiler doğru uygulanmıyor. Bunların düzeltilmesi gerek."

 

Perşembe, 12 Aralık 2013 06:13

İran jet motorlu İHA üretecek

İran’da üretilen İHA’ların pistonlu olduğunu ifade eden İran İslam Cumhuriyeti Savunma Bakanı, İran’ın jet motrlu İHA üreteceğini bildirdi.

Mehr haber ajansı muhabirinin bildirdiğine göre, bugün Tahran’da düzenlenen “İran Komutanlık ve Kontrol” konferansın kulisinde gezetecilere konuşan İran İslam Cumhuriyeti Savunma Bakanı General Hüseyin Dehgan, İran’ın yakın gelecekte uzaya canlı göndereceğini söyledi.

Savunma Bakanı Dehgan, ayrıca Fatih deniz altınsının inşası hakkında bilgi vererek, ağır sınıftan olan Fatih deniz altısının inşası tamamlandığını ve yakın gelecekte deniz kuvvetlerine teslim edileceğini konuşmasına ekledi.

Konuşmasının devamında İran’da üretilen İHA’lara işaret eden İran Savunma Bakanı, İran’da üretilen İHA’ların pistonlu olduğunu ve gelecekte İHA’ların jet motrlu olarak üreteceğini bildirdi.

 

 

İslam inkılabı rehberi İmam Seyyid Ali Hamanei, kültürel saldırı ile mücadelede yaratıcı çabalara vurgu yaptı.

Kültürel inkılap yüksek konseyi üyelerini kabul eden İmam Hamanei, İran milletinin zihnini ve davranışı etkilemek için yüzlerce medya organı ve internet gibi kitle iletişim aracı faaliyet yürüttüğünü belirterek kültürel saldırı ile mücadele için yaratıcı çabaların temel olduğunu vurguladı.

İmam Hamanei İslami kültür ve irşat bakanlığına ve radyo televizyon kurumuna kültürel saldırı ile mücadele için yaptığı tavsiyede, yararlı kitaplar, cazip sinema filmleri, yararlı bilgisayar oyunları, hareketli ve eğitici oyuncakların üretimini gündemlerine almalarını istedi.

İmam Hamanei kültürel saldırının yeni unsurlarını İran'a girmeden önce titizlikle rasat edilerek tespit edilmesinin zaruri olduğunu belirterek kültürel saldırıda sırf savunma pozisyonuna girmenin en kötü ve en hasar verici bir pozisyon olacağını ifade etti.

Üniversitelerde ve araştırma merkezinde sürekli bilimsel ilerleme zaruretine vurgu yapan İmam Hamanei, Biz yapabiliriz gerçeği İranlı gençlerin ruhunda göze çarptığını ve bunu bilimin zirvelerine ulaşmak ve İran'ı bilim referansı yapmak ve yeni İslam medeniyetini inşa etmek için kullanmak gerektiğini vurguladı.

İmam Hamanei, üniversitelerin asla siyasi akımların arenasına dönüşmemesi gerektiğini, çünkü bu durum bilimsel ilerlemeyi engellediğini kaydetti.

Fars diline yönelik duyarsızlıktan ve bu dile yönelik saldırılardan duyduğu kaygıyı dile getiren İmam Hamanei, kültürel inkılap yüksek konseyi güzel ve derin Fars diline yönelik her türlü saldırı ile mücadele etmenin yanında bu dilin tüm alanlarda gelişmesi için çaba harcaması gerektiğini ifade etti.

İnsani bilimlerin geliştirilmesi ve ilmi ve felsefi temellerini tedvir etmenin kültürel inkılap yüksek konseyinin en temel görevlerinden biri olduğunu kaydeden İmam Hamanei, boşanma, mali fesat ve suçlar için çözüm yolları üretmenin de konseyin üzerinde durması gereken konulardan olduğunu beyan etti.

 

Perşembe, 12 Aralık 2013 05:56

Muta Nikahı Nedir?

Kamuoyunda Muta nikahı üzerinden Caferilik inancına yapılan saldırılar nedeniyle, konu hakkında kapsamlı bir araştırmayı, Dünya Caferi Alimler Birliği Genel Sekreteri Ş. Musa Ayaztekin'in kaleminden aktarıyoruz:

MUTA NİKAHI HAKKINDA KAPSAMLI BİR ARAŞTIRMA

Söz inançları ve mezhepleri savunmaya gelince taassup ve bağnazlık bir kenara bırakılmalı ve objektif olarak konu ele alınıp hak veya batıl üzere olduğu araştırılmalıdır. Zira insanın yarınını ve maverasını ilgilendiren bir hadisedir inançlar. Yarın mahşer ve hesap endişesi taşıyanlar benim yanlışım da doğrudur deme lüksüne sahip değildir. Bu nedenle ele geçen her fırsatta muta nikahı bahsini açarak zihinleri bulandıran, bilgi kirliliği yaratarak Ehl-i Beyt mektebine saldıranlara ve onlara körü körüne itaat eden mustazaf insanlarımıza muta nikahı hakkında kapsamlı bir araştırma ve inceleme yazısı hazırladık. Objektif olarak, insafla bakıldığında ve okunarak düşünüldüğünde aslında meselenin ne olduğu açıkça ortaya çıkacaktır. Buna rağmen mutlaka birileri çıkıp efendim biz atalarımızdan, büyüklerimizden daha iyi mi anlayacağız diyebilecektir elbet ama sanırım onların cevabını da Allah (c.c) Kuran’da açık olarak vermiştir. Sözü çok fazla uzatmadan araştırma yazısını siz değerli dostlarla paylaşıyoruz.

Sahip olduğunuz cariyeler müstesna evli kadınlar (ile evlenmeniz) da haram kılınmıştır. Allah'ın farz kıldığı hükümlere bağlı kalın. Bunun dışında kalanı iffetli olmak, zina etmemek üzere mallarınızla aramanız size helâl kılındı. O hâlde, ne zaman onlarla muta nikâhı yaptınızsa, (ona karşılık kesilen) ücretlerini bir farz olarak (kararlaştırılmış şekilde) verin. Mehir kesiminden sonra, (ücret veya süre hususunda) karşılıklı anlaşmanızda size bir günah yoktur. Allah, hiç şüphesiz bilendir, hikmet sahibidir. (Nisa/24)

Ayette sözü edilen "femes-temte'tum=yararlanma, muta yapma" ile muta nikâhının kastedildiği şüphesizdir. Çünkü bu ayet Medenîdir ve Peygamberimizin hicretten sonraki döneminin ilk yarısında inen Nisâ suresinin ayetlerinden biridir. Nisâ suresinin ayetlerinin çoğu bu söylediklerimizin delilidir. Bu nikâh, yani muta nikâhı bu dönemde Müslümanlar arasında yürürlükte ve uygulamada idi. Bunda şüphe yoktur. Rivayetlerin hepsi bunun tartışmasız bir gerçek olduğunu ortaya koyuyor. Bu uygulamayı ortaya koyan İslâm olsun veya olmasın, bunun Peygamberimizin gözü ve kulağı önünde yürütüldüğü şüphesizdir. Uygulamanın adı bu, yani muta idi. Ondan bu adla söz edilirdi. Buna göre "O hâlde, ne zaman onlarla... ücretlerini bir farz olarak verin." ifadesi, kesinlikle bu anlamda kabul edilmesi, ondan bu anlam çıkarılması kaçınılmazdır. Tıpkı Kuran'ın inişi sırasında Müslümanlar arasında geçerli olan diğer gelenekler ve âdetlerde olduğu gibi. Bu gelenekler ve âdetler bilinen, yaygın isimleri ile anılıyorlardı. Bu isimlerle ilgili hüküm içeren bir ayet inince bu ayetlerde geçen isimler yaygın anlamlarında alınırlardı. Gelen hüküm ister onaylama, ister ret, ister emretme, ister yasaklama biçiminde olsun, ilgisi olduğu isimlerin asıl lügat anlamları ile irtibatlandırılmazdı.

Meselâ hac, alış veriş, faiz, kâr, ganimet ve bu türden olan kavramlar gibi. Hiç kimse sözlük anlamını ileri sürerek Beytullah'ı ziyaret etmenin, orayı kastetmek demek olduğunu iddia edemez. Sayılan diğer kavramlarda da durum böyledir. Yine Peygamberimiz (s.a.a) tarafından ortaya konan, arkasından yaygın biçimde kullanılarak sonunda şeriattaki adı ile bilinir hâle gelen namaz, oruç, zekât, hacc-ı temettü gibi şeriat kavramlarında da aynı kural geçerlidir. Bu kavramları ifade eden kelimeler, şeriat tarafından veya şeriat bağlıları tarafından kesinlikle söz konusu anlamlara bağlandıktan sonra onları sözlüklerdeki anlamlarına döndürmenin imkanı yoktur.

Mutanın Caiz Olduğunu Savunanların Görüşünü Bildiren Hadislerden Örnekler

Tefsir’ut Taberi'de, Mucahid'in "O hâlde, ne zaman onlarla..." ayetinde muta nikâhının kastedildiğini söylediği yer alır. (c.5, s.9)

Yine aynı eserde Süddi şöyle diyor: "Bu ayette muta nikâhı kastediliyor. Bu nikâh şöyledir: Erkek, kadını belirli bir süre şartı ile nikâhlar. Bu süre sona erince erkek kadına artık dokunamaz. Kadının o erkekle ilişkisi bitmiş olur. Kadın, rahmini ondan temizlemesi yani iddet beklemesi gerekir. Bunların arasında miras yoktur. Yani bu erkek ve kadın birbirinin mirasçısı olamazlar." (c.5, s.9)

Sahih-i Buhari ile Sahih-i Müslim'de ve ed-Dürr’ül Mensûr tefsirinde Abdurrezzak ve İbn-i Ebu Şeybe İbn-i Mesud'dan şöyle rivayet ederler: "Bizler Resulullah (s.a.a) ile birlikte savaştaydık. Eşlerimiz yanımızda yoktu. Peygamberimize 'Kendimizi kısırlaştıralım mı?' diye sorduk. Peygamber bizi bu işten sakındırdı. Bir kadınla elbise karşılığında belirli bir süre için evlenmemize izin verdi." Daha sonra Abdullah b. Mesud şunu ekledi: "Yüce Allah 'Ey müminler, Allah'ın size helâl kıldığı temiz şeyleri haram ilan etmeyin.' buyuruyor." (ed-Dürr’ül Mensûr, c.2, s.140. Sahih-i Buhari, c.7, s.4-5. Sahih-i Müslim, c.9, s.182)

ed-Dürr’ül Mensûr tefsirinde İbn-i Ebu Şeybe Nafi'den şöyle rivayet eder: "İbn-i Ömer'e muta nikâhı meselesi soruldu. İbn-i Ömer 'haramdır' dedi. Kendisine 'İbn-i Abbas buna fetva veriyor' dediler. İbn-i Ömer; 'Onu Ömer zamanında ağzına alsaydı ya' dedi." (c.2, s.141)

ed-Dürr’ül Mensûr tefsirinde İbn-i Münzir, Taberani ve Beyhaki Said b. Cubeyr kanalıyla şöyle rivayet ederler: "İbn-i Abbas'a dedim ki: 'Ne yaptın. Bütün atlılar senin fetvanı etrafa dağıttı. Hakkında şiirler yazıldı.' Bana 'Şairler ne dediler?' diye sordu. Kendisine 'şöyle dediler' diye cevap verdim:

"Şeyhe meclisi uzayınca derim ki: Dostum, İbn-i Abbas'ın fetvasına ne dersin? Cinsel ilişki serbestliğinde birlikte olabileceğin bir kadına var mısın? İnsanlar gelinceye kadar sana yataklık etsin."

Bunun üzerine İbn-i Abbas şöyle dedi: "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Hayır! Vallahi ben buna fetva vermedim. Bunu kastetmedim. Ben muta nikâhını çaresiz durumda olanlar için helâl ilan ettim. Yüce Allah ölü etinin, kanın ve domuz etinin ne kadarını helâl kıldı ise, ben de muta nikâhının o kadarını helâl ilan ettim." (c.2, s.141)

Yine aynı eserde İbn-i Münzir, Şerid'in azat edilmiş kölesi Ammar'dan şöyle rivayet eder: "İbn-i Abbas'a mutanın fuhuş mu, yoksa nikâh mı olduğunu sordum. 'Ne fuhuştur, ne de nikâh' dedi. 'Peki, nedir?' diye sordum. 'Yüce Allah'ın dediği gibi, mutadır' dedi. 'Kadının iddet beklemesi gerekir mi?' dedim. 'Muta yapan kadının iddeti bir aybaşı dönemidir.' dedi. 'Muta yapanlar birbirlerine mirasçı olurlar mı?' dedim. 'Hayır, olmazlar' dedi." (c.2, s.141)

Yine aynı eserde Ata kanalıyla İbn-i Münzir ve Abdurrezzak İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Allah Ömer'e rahmet etsin. Muta nikâhı, yüce Allah'ın Muhammed ümmetine rahmeti idi. Eğer onu yasaklamasaydı, kötü kimse dışında hiç kimse zina yapmaya muhtaç olmazdı. O, Nisâ suresindeki 'O hâlde, ne zaman onlarla muta nikâhı yaptınızsa...' ayetine dayanıyor. Yani şu sürenin sonuna kadar şu ücretle kendilerinden yararlandığınız kadınlar demektir. Muta nikâhı yapan çift birbirinin mirasçısı olamaz. Süre dolduktan sonra eğer yeniden süre uzatmayı uygun görürlerse ne âlâ. Eğer ayrılırlarsa ne güzel. Aralarında nikâh bağı yoktur." Bu rivayeti nakleden Ata, 'İbn-i Ab-bas'tan, şimdi de mutayı helâl gördüğünü duymuşum' dedi." (c.2, s.141)

Tefsir’ut Taberi'de Hakem'den ed-Dürr’ül Mensûr tefsirinde ise aynı rivayet Abdurrezzak'tan ve Nasih adlı eserinde Ebu Davud'dan şöyle rivayet edilir: "Hakem'den bu ayetin mensuh olup olmadığı soruldu. 'Hayır, mensuh değil' dedi. Hz. Ali ise, 'Eğer Ömer muta nikâhını yasaklamasaydı, kötü kimseden başka hiç kimse zina yapmazdı' buyurdu." (Taberi, c.5, s.9. ed-Dürr’ül Mensûr, c.2, s.140)

Hz.Ömer'in Mutayı Yasakladığını İfade Eden Rivayetlerden Örnekler

Sahih-i Müslim'de Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilir: "Biz gerek Peygamberimizin günlerinde, gerekse Ebu Bekir döneminde bir avuç hurma veya un karşılığında muta nikâhı yapardık. Bu uygulama Amr b. Hurays olayı üzerine Ömer'in bu nikâhı yasaklamasına kadar devam etti." (c.9, s.183)

Ben derim ki: Bu rivayet, İbn-i Esir'in Cami’ul Usûl (c.16, s.135), İbn-i Kayyım'ın Zad’ul Mead (c.2, s.205), İbn-i Hacer'in Feth’ul Bari (c.9, s.166-167) ve Muttaki'nin Kenz’ül Ümmal (c.16, s.523)adlı eserlerinde nakledilmiştir.

ed-Dürr’ül Mensûr tefsirinde Malik ve Abdurrezzak, Urve b. Zubeyr'den şöyle rivayet ederler: "Hule bint-i Hakîm adında bir kadın Ö-mer'in yanına girerek Rabia b. Ümeyye'nin doğurganlık çağında bir kadınla muta yaptığını ve kadının ondan hamile kaldığını haber verdi. Ömer, öfkesinden abası yerlerde sürüklenerek dışarı çıktı ve 'Bu o muta-dır. Eğer daha önce haber verseydin onu recmettirirdim' dedi." (c.2, s.141)

Ben derim ki: Bu rivayeti, Şafiî el-Ümm adlı eserde ve Beyhaki Sunen-i Kübra (c.7, s.206) adlı eserde nakletmişlerdir.

Kenz’ül Ümmal adlı eserde Süleyman b. Yesar'dan o da Hayseme'nin kızı Ümmü Abdullah'tan şöyle rivayet edilir: "Bir adam Şam'dan Medine'ye geldi ve bana misafir oldu. Bir gün bana 'Bekârlıktan sıkıldım. Bana bir kadın bul, onunla muta nikâhı yapayım' dedi. Ben de ona bir kadın buldum. Aralarında şartlaştılar ve adil şahitler huzurunda anlaştılar. Adam kadınla Allah'ın istediği bir süre beraber oldu. Sonra Medine'den ayrıldı. Ömer bu olaydan haberdar olunca birini göndererek bana bu olayın aslı olup olmadığını sordu. Ben de 'evet' dedim. 'Bir daha geldiğinde bana haber ver' dedi. Adam tekrar gelince Ömer'e haber verdim. O da birini göndererek adama 'Niçin bu işi yaptın?' diye sordu. Adam Ömer'e şu cevabı verdi: 'Ben bu işi Peygamberimizin (s.a.a) zamanında yaptım. O vefat edinceye kadar bunu bize yasaklamadı. Arkasından Ebu Bekir'in döneminde aynı şeyi yaptım. O da ölünceye kadar bize bunu yasaklamadı. Sonra senin zamanında aynı işi yaptım. Bize bunu yasaklama konusunda bir söz söylemedin.' Bunun üzerine Ömer adama şöyle dedi: Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ediyorum ki, eğer bu işi yasakladığımı bilerek yapmış olsaydın seni recmederdim. Nikâh ile fuhşun birbirinden ayırt edilmesini sağlayacak şekilde açık bir tutum takının." [Yani mutanın fuhuşla açık bir farkı yoktur.] (c.16, s.522)

Sahih-i Müslim'de ve Müsned-i Ahmed'de Ata'dan şöyle rivayet edilir: "Cabir b. Abdullah umreden dönmüştü. Ziyaret için evine gittik. Halk ona çeşitli sorular sordu. Sonra sözü muta nikâhına getirdiler. Cabir 'Biz Peygamberimiz, Ebu Bekir ve Ömer zamanında muta nikâhı yaptık' dedi." Ahmed-i Hanbel'in rivayetinde onun şu sözlerine de yer verilmiştir: "Ömer'in (r.a) halifeliğinin sonlarına kadar bu böyle devam etti." (Müslim, c.9, s.183. Müsned, c.3, s.380)

Sünen-i Beyhaki'den Nafi'in Abdullah b. Ömer'den şöyle rivayet ettiği nakledilir: "Abdullah b. Ömer'e muta nikâhı meselesini sordular. O da şöyle dedi: Bu haramdır. Ömer b. Hattab (r.a) eğer böyle bir nikâh yapmış birini ele geçirmiş olsa onu taşlarla recmederdi." (c.2, s.206)

İbn-i Cevzi'nin Mir'at’uz Zaman adlı eserinden şöyle nakledilir: "Ömer şöyle diyor: Vallahi, eğer mutayı mubah gören biri bana getirilseydi, onu recmederdim."

İbn-i Rüşd'ün Bidayet-ül Müçtehid adlı eserinde Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilir: "Biz Resulullah'ın (s.a.a) zamanında, Ebu Bekir'in döneminde ve Ömer'in halifelik döneminin ilk yarısında muta nikâhını uyguladık. Sonra Ömer bunu halka yasakladı." (c.2, s.63)

el-İsabet adlı eserde İbn-i Kelbi şöyle rivayet eder: "Seleme b. Ümeyye b. Halef Cumahi, Hâkim b. Ümeyye b. Avkas-ı Eslemi'nin azat edilmiş cariyesi Selma ile muta evliliği yaptı. Selma, Seleme'ye çocuk verdi. Fakat Seleme çocuğun babası olduğunu kabul etmedi. Ö-mer bu olaydan haberdar olunca muta nikâhını yasakladı." (c.2, s.63)

Zad’ul Mead adlı eserde Eyyub'tan şöyle rivayet edilir: "Urve, İbn-i Abbas'a 'Allah'tan korkmuyor musun da muta nikâhını mubah ilan ediyorsun?' dedi. İbn-i Abbas: 'Ey Urvecik, anana sor' dedi. Urve, 'Ama Ebu Bekir ve Ömer muta nikâhı yapmadılar.' dedi. İbn-i Abbas şu cevabı verdi: Vallahi, Allah'ın azabına uğramadıkça bu tutumu bırakmayacağınızı görüyorum. Ben size Peygamberden (s.a.a) söz ediyorum. Siz bana Ebu Bekir'den ve Ömer'den bahsediyorsunuz." (c.1, s.257)

Ben derim ki: Bu rivayette sözü edilen Urve'nin anası Ebu Bekir'in kızı Esma'dır. Bu kadın Zubeyr b. Avam ile muta evliliği yaptı ve bu evlilikten Abdullah b. Zubeyr ile Urve adlarında iki çocuğu oldu.

Rağıb'ın Muhadarat adlı eserinde şöyle deniyor: "Abdullah b. Zubeyr, Abdullah b. Abbas'ı mü'ta nikâhını helâl saydığı gerekçesi ile kınayınca Abdullah b. Abbas, kendisine: 'Anana sor bakalım, babanla arasındaki ocak nasıl tüttü?' dedi. Abdullah b. Zübeyr de bu meseleyi anasına sorunca anası 'Seni muta evliliğinde doğurdum' dedi."

Sahih-i Müslim'de Müslim-ul Kura'dan şöyle rivayet edilir: "İbn-i Abbas'a muta nikâhı meselesini sordum. Onun mubah olduğunu söyledi. İbn-i Zubeyr bunun yasak olduğunu söylüyordu. İbn-i Abbas 'İşte İbn-i Zubeyr'in anası. O, Peygamberin buna izin verdiğini söylüyor. Yanına gidip kendisine sorun' dedi." Müslim’ul Kura diyor ki: "İbn-i Zubeyr'in anasının yanına gittik. Kadın iri yarı ve kördü. Bize Resulullah'ın (s.a.a) muta nikâhına izin verdiğini söyledi."

Ben derim ki: Anlatılan olay gösteriyor ki, kadından muta-i hac=hac ile ilgili muta değil, muta-i nisâ=kadınlarla ilgili muta sorulmuştu. Ayrıca başka rivayetler de buna açıklık getiriyor.

Sahih-i Müslim'de Ebu Nadra'dan şöyle rivayet edilir: "Bir defasında Cabir b. Abdullah'ın yanındaydım. Biri geldi ve dedi ki, İbn-i Abbas ile İbn-i Zubeyr hac mutası ile muta nikâhı konusunda ayrılığa düştüler. Bunun üzerine Cabir şöyle dedi: Resulullah'ın (s.a.a) döneminde her ikisini de yaptık. Fakat sonra Ömer ikisini de yasakladı ve bir daha onları yapmadık." (c.8, s.233)

Ben derim ki: Nakledildiğine göre bu rivayeti Beyhaki de Sünen-ül Kübra adlı eserinde rivayet etmiştir. (c.2, s.206) Bu anlam Sahih-i Müslim'in üç yerinde de farklı ifadelerle nakledilmiştir. Bu rivayetlerin birinde de şöyle deniyor: Cabir diyor ki; Ömer ayağa kalkınca şunları söyledi: "Yüce Allah, Peygamberine istediğini, istediği ölçüde helâl kılmıştı. Haccı ve umreyi Allah'ın emrettiği gibi yapın. Kadınlarla muta evliliği yapmaktan vazgeçin. Eğer bir kadınla süreye bağlı evlilik yapan biri bana getirilirse onu recmederim."

Bu içerik Beyhaki'nin Sünen adlı eserinde (c.2, s.206), Cessas'ın Ahkam-ul Kur'an adlı eserinde (c.2, s.147), Kenz’ül Ümmal'de (c.16, s.521), ed-Dürr’ül Mensûr tefsirinde, Razi'nin el-Kebir tefsirinde ve Tayalisi'nin Müsned adlı eserinde yer almıştır.

Tefsir’ul Kurtubi'de Ömer'in bir hutbesinde şöyle dediği yer alır: "İki muta var ki, bunlar Peygamber zamanında serbestti. Fakat ben on-ları yasaklıyor ve yapanları cezalandırırım. Bunlar muta-i hac ve muta-i nisâdır." (c.2, s.392)

Ben derim ki: Ömer'in bu hutbesini bütün nakilciler kabul ediyor. Onu hiçbir şüpheye düşmeksizin nakletmişlerdir. Nitekim el-Kebir tefsirinde, el-Beyan ve’t Tebyin tefsirinde, Zad’ul Mead'da, Ahkam’ul Kur'an'da yer almış ve Taberi, İbn-i Asakir ve başkaları bunu nakletmişlerdir.

Taberi'nin "Müstebin" adlı eserinden Ömer'in şöyle dediği nakledilir: "Üç şey Resulullah'ın (s.a.a) döneminde uygulanıyordu; ancak ben onları haram kılıyor ve yapanları cezalandırırım. Bunlar: Muta-i hac, mut'a-i nisâ ve ezanda 'hayye alâ hayr-il amel' denilmesidir."

Tarih-i Taberi'de İmrân b. Sevade'den şöyle nakledilir: "Sabah namazını Ömer'in arkasında kıldım. Subhane (İsrâ suresi) ile bir sure daha okudu. Sonra namazdan kalktı. Ben de onunla birlikte kalktım. 'Bir isteğin mi var' dedi. 'Evet, bir isteğim var' dedim. 'Peşimden gel' dedi. Peşinden gittim. İçeriye girince beni de içeri aldı. Yüzü olmayan bir tahta ve sedirin üzerine oturdu. 'Sana nasihat etmeye geldim' dedim. 'Sabah gelsin, akşam gelsin, nasihate gelen hoş geldi' dedi. 'Halk seni dört konuda ayıplıyor' dedim. Elindeki sopanın baş tarafını çenesine ve alt ucunu dizlerine dayayarak: 'Haydi söyle' dedi. 'Söylediklerine göre, hac aylarında umre yapmayı yasakladın. Bunu (yasağı) ne Peygamber (s.a.a), ne de Ebu Bekir (r.a) yapmadı. Bu helâldir.' dedim. Bana şu karşılığı verdi: 'Acaba helâl midir? Eğer insanlar hac aylarında umre yaparlarsa, onu haccın yerine geçmiş görürler. O zaman Mekke, civcivi dışarı çıkmış yumurta kabuğu gibi boş kalır. İnsanlar hacdan geri kalırlar. Oysa hac Allah'ın bağışladığı bir değerdir. Benim kararım doğrudur.'

Kendisine 'Söylendiğine göre, muta nikâhını yasakladın. Oysa Allah'ın bağışladığı bir kolaylıktı. Bir avuç karşılığında kadınlardan yararlanıyor, sonra onlardan ayrılıyorduk.' dedim. Bana şöyle dedi: 'Peygamber muta evliliğini zaruret döneminde serbest bıraktı. Sonra insanlar genişliğe kavuştular. Sonra baktım ki, bu evliliği bir kere yapan Müslüman tekrar yapıyor. Şimdi isteyen bir avuç karşılığında evlenir, sonra da boşamak suretiyle ayrılır. Benim kararım doğrudur.'

Kendisine 'Hamile bir cariyenin doğum yapar yapmaz azat olacağına, ayrıca efendisinin azat etmesine gerek kalmayacağına karar verdin.' dedim. Bana 'Doğan çocuğun hürmetine (ki azattır) annesinin hürmetini ekledim. Sadece hayır yapmak istedim. Eğer yanlış karar verdim ise Allah'tan af diliyorum' dedi. Kendisine 'Halk senin sertliğinden şikayetçidir' dedim. Dayandığı sopayı kaldırıp ucuna kadar sıvazladıktan sonra şöyle dedi: "Ben Muhammed'in (s.a.a) arkadaşı idim. –Karkarat’ül Keder seferinde onun yanı başında idi.- Vallahi, ben devesi tam suya kansın diye onu serbest bırakan bir çoban gibiyim. Yoldan sapanları yola döndürürüm. Mütecavizlere hadlerini bildiririm. Onları elimden geldiği kadar terbiye eder, elimden geldiğince yola getiririm. Çok bağırır-çağırırım, ama az vururum. Sopamı kaldırırım, ama elimle vururum. Eğer başka türlü davranırsam ipin ucunu kaçırır, halkı ihmal etmiş olurum."

Muaviye'ye bu konuşmayı aktardıklarında, 'Vallahi, Ömer halkı nasıl idare edeceğini bilir' dedi." (c.4, s.225, Mısır, Dar’ul Maarif baskısı)

Ben derim ki: Bu rivayeti, İbn-i Ebu'l Hadid Şerh-i Nehc-ul Belağa adlı eserinde İbn-i Kuteybe'den aktarmıştır. (c.12, s.121, Dar’ul Kütüb’il İslamiye baskısı)