
کارگر
İran'da Ehli Sünnet ulemasından kınama
İran'ın Güney doğusunda yer alan Sistan ve Beluçistan eyaleti Sünni medreseleri ulema ve müderrisleri Hz. Resulullah sav.in sahabesinin kabrine yönelik saygısızlık ve hakareti kınayarak bunun müstekbirliğin bir komplosu olduğunu bildirdiler.
Sistan ve Beluçistan eyaleti Çabehar şehri din medresesi müdürü Mevlevi Abdurrahman Turenc Zer Allah Resulünün yakın sahabelerinden Hocr bin Adiyy'in türbesinin Suriye'de silahlı teröristlerce tahrip edilmesini kınayarak, Sahabelerin konumunun müslümanlar nezdinde çok büyük olduğunu ve onların mezarlarına yönelik her türlü hakaret ve saygısızlığın küfür olduğunu ve kınandığını söyledi.
Yine Sistan ve Beluçistan eyaleti Serbaz şehri din medresesi müdürü Mevlana Seyyid Abdulvahhab Bozorgzade ise Hz. Resulullah sav.in sahabesinin kabrine yönelik saygısızlık ve hakarette bulunanların fasık olduklarını belirterek, bu çirkef girişimlerin Amerika ve siyonistlerin İslam alemine düşmanlıkları ve bölgenin güvensizliğe çekilmesi amacıyla yapıldığını bildirdi.
Yine aynı bölgede yer alan Geşt şehri din medresesi müftülerinden Mevlana Halit Dehvari de Hz. Resulullah sav.in sahabesinin kabrine yönelik saygısızlık ve hakarette bulunanların gerçekte müslüman olmadıklarını ve imansız kimseler olduklarını bildirdi.
irib
Washington'un İran’a karş şeytani planı
Washington'un , İran’a karşı koymak amacıyla “radar ve füze savar teknolojilerine erişimi” konusunda paylaşıma gidilmesini öngören “4+1” girişimiyle İsrail, Türkiye ve üç Arap devleti arasında işbirliğinin yapılmasının öngörüldüğü öne sürülüyor.
İngiltere’de Pazar günlerinde yayınlanan Sunday Times gazetesi, İsrail ile Türkiye, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün’ün katımlıyla gerçekleşmesi planlanan işbirliği anlaşması ile bölgede İran, Irak, Suriye ve Hizbullah’dan oluşan “köktendinci hilal”in yerine “ılımlı bir hilal”i tesis etmeyi amaçladığını kaydetti.
İsrailli Jerusalem Post gazetesince yansıtılan habere göre, “Girişimin kapsamında İsrailli teknisiyenlerin, Suudi Arabistan ve BAE’nde radar teknolojilerinden elde edilen verilere erişmelerinin karşılığında ortaklarının uzmanlarının Kudüs’ün füze savar ve ileri radar savunma sistemlerinden yararlanabilecek”.
Bu arada, Sunday Times, haberinde Washington’un “4+1” planına ilişkin bir İsrailli yetkilinin “Amerikalılar, Tahran’ı caydırmak ve yayılmasını önlemek amacıyla bölgesel bir ittifak üzerinde çalışıyorlar” sözlerini de yansıttı.
Kaynak: Gazetevatan
Kur’an Okumanın Fazilet ve Adabı
Resulullah’ın (s.a.a) vasiyetlerinden biri de Kur’an tilavet etmektir. Kur’an tilavet etmenin, hıfzının, taşınmasının, kavranmasının, öğrenmesinin, sürekli okunmasının, anlam ve sırları hakkında tefekkür etmenin fazileti, kısır aklımızın alacağından çok daha fazladır. Bu hususta Ehl-i Beyt’ten nakledilen hadisler bu sayfalara sığmayacak kadar çoktur. Dolayısıyla bir kaçını aktarmakla yetiniyoruz.
Kafi’de yer alan bir hadiste İmam Sadık’a şöyle buyurmuştur: “Kur’an Allah’ın, kuluna bir ahdidir (anlaşmasıdır) ve Müslüman insanın her gün bu ahdine bakması ve günde en az elli ayet okuması yakışır.”
Hz. Seccad ise şöyle buyurmuştur: “Kur’an ayetleri hazinelerdir. O halde hazinelerden her biri açıldığında ona bakman yakışır.”
Bu iki hadis, zahiren, ayetler üzerinde tefekkür edilmesinin ve anlamlarının düşünülmesinin güzel olduğunu ifade etmektedir. İlahî muhkem ayetler üzerinde tefekkür etmek ve tevhid, hikmet ve marifetlerini anlamaya çalışmak; ilahi kelamın muhatabı olan vahy Ehl-i Beyt’ine sarılmadan, kendi şahsi görüş ve bozuk heveslerine uyanlar hususunda nehy edilmiş olan kendi reyine göre tefsirden apayrı bir şeydir. Bu husus, kendi yerinde ispatlanmıştır ve dolayısıyla da bu makamda detaylara yer vermek gereksizdir. Sadece Allah-u Teala’nın şu ayeti bile yeterlidir: “Onlar Kur’an üzerinde tefekkür etmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?”
Kur’an’a müracaat etmek ve manasına teveccühte bulunmak hadislerde oldukça tavsiye edilmiştir. Hatta Emir’ul Müminin (a.s) şöyle buyurmuştur: “Tefekkür üzere olmayan bir kıraatin hiç bir hayrı yoktur.”
Bu hususta Ebi Ca’fer’den (a.s) naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bir gecede on ayet okuyan kimse gafillerden yazılmaz. Elli ayet okuyan ise zikredenlerden yazılır. Yüz ayet okuyan itaat edenlerden yazılır. İkiyüz ayet okuyan boyun eğenlerden yazılır. Üçyüz ayet okuyan, kurtuluşa erenlerden yazılır. Beşyüz ayet okuyan, ibadette çaba gösterenlerden yazılır. Bin ayet okuyana, en küçüğü Uhud dağı kadar, en büyüğü ise, yer ile gök arası kadar olan bir kıntar iyilik yazılır ki bir kıntar, onbeş bin (veya ellibin) miskal altın ve bir miskal da yirmidört kırat değerindedir”
Bir çok hadislerde, Kur’an’ın güzel bir surette tecessüm edeceği ve ehli ile kıraat edenlere şefaatte bulunacağı yer almıştır ki biz bunların naklinden vazgeçtik.
Bir hadiste ise şöyle yer almıştır: “Eğer mümin genç, Kur’an’ı tilavet ederse, Kur’an, onun et ve kanına karışır. Allah-u Teala onu değerli ve iyi elçileriyle birlikte kılar. Kıyamette Kur’an onun sığınağı olur. Allah’ın huzurunda (Kur’an) şöyle der: “Ey Allahım! Benimle amel edenler dışında her amel eden kimse mükafatını aldı. O halde beni okuyanlara, en iyi mükafatını ver.” Böylece Allah-u Teala ona (Kur’an ile amel edenlere) cennet elbiselerinden iki elbise giydirir ve başına keramet tacını koyar ve (Kur’an’a), “Acaba razı oldun mu?” diye hitab edilir. Kur’an, “Ben daha fazlasını ümit ediyordum.” diye arz eder. Böyle olunca da eman ve güven sağ eline, cennette ebedi kalmak ise sol eline verilir, böylece cennete girer ve kendisine, “Oku ve yücel.” denir. Daha sonra da Kur’an’a şöyle hitap edilir: “Biz onu bir çok makamlara ulaştırdık, acaba razı oldun mu?” Kur’an o zaman “Evet” der.”
Hakeza Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim Kur’an’ı çok okur ve ezberlemede zorluklara katlanarak ahdini yenilerse, kendisine iki mükafat verilir.” Bu hadisten anlaşıldığı üzere Kur’an-ı Şerif’i tilavet etmekten maksat; insanın kalbine tesir etmesi, insanın batınının, ilahî kelamın sureti haline gelmesi ve meleke/yeti (aptitude)) mertebesinden tahakkuk (aktüel/edimsel) mertebesine ulaşmasıdır. Nitekim “Eğer mümin genç, Kur’an’ı tilavet ederse, Kur’an, onun et ve kanına karışır” sözü de buna işaret etmektedir. Bu da, Kur’an’ın suretinin kalpte yer etmesinden kinayedir. Öyle ki artık insanın batını liyakat ve kabiliyeti miktarınca Kelamullah-ı Mecid ve Kur’an-ı Hamid haline gelir. Kur’an’ı yüklenen kimselerin batını ise, her şeyi ihata eden ilahi kelamın tüm hakikati haline gelir. Bizzat Kur’an’ın kendisi, her şeyi kuşatan kesin bir kanıttır. Hz. Ali ve onun neslinden gelen masum imamlar ise tümüyle ilahî temiz ayetlerin tecessümüdür. Onlar Allah’ın büyük ayetleri ve tam Kur’an’dırlar. Hatta tüm ibadetlerde bu anlam amaçlanmıştır. İbadetlerde ve ibadetlerin tekrarındaki en büyük sırlarından birisi de, bu ibadetlerin hakikatinin aktüel hale getirilmesi, kalp ve zat batınının ibadetin suretiyle tecessüm etmesidir. Nitekim bir hadiste “Hz. Ali’nin (a.s) müminlerin namazı ve orucu olduğu” yer almıştır.
İbadetin Gençleri Etkilediğinin Beyanı Hakkında
Bu kalbî etkilenme ve batınî tecessüm, gençlik çağında daha iyi hasıl olur. Zira gencin kalbi latif ve tazedir, sefası daha çoktur. Meşguliyetleri, çatışmaları ve yoğunlukları ise daha azdır. Dolayısıyla tepkisi az, kabulü ise daha çoktur. Tüm güzel ve çirkin huylar, gencin kalbinde daha iyi, çabuk ve şiddetli şekilde etki eder. Bir çok gencin ehliyle muaşeret ettiği takdirde hak ve batılı, veya güzel ve çirkini hiç bir delil ve kanıt olmaksızın kabul ettiği görülmüştür. O halde gençler, kalplerinde güçlü bir iman da olsa kimlerle muaşeret ettiğinde iyi bakmalı ve kötülerle oturup kalkmaktan sakınmalıdır. Kötü kimselerle oturup kalkmak her sınıftan insan için zararlıdır. Hiç kimse kendine güvenmemeli, güzel ahlak ve ameline aldanmamalıdır. Nitekim hadislerde de kötü kimselerle muaşeret etmek yasaklanmıştır.
Kıraatin Adabı Hususunda
Özetle Kur’an-ı Kerim’in kıraatinden istenilen husus kalpte Kur’an'ın suretinin tecessüm etmesi, emir ve yasaklarının kalbi etkilemesi ve davetlerinin yerleşmesidir. Bunlar sadece kıraat adabına riayet edildiği zaman söz konusudur. Kıraat adabından maksadımız ise Kur’an kurrâları nezdinde mütedavil olan sadece tüm gücünü lafızların mahreci ile harfleri eda etmede tüketmesi türünden şeyler değildir. Aksi takdirde Kur’an ve anlamı hususunda tümüyle gaflete düşmekle beraber tecvit de bozulur, bir çok defa kelimeler aslî suretinden çıkar, madde ve suretiyle değişikliğe uğrar. Zaten şeytani hilelerinden biri de ibadet eden bir insanı ömrünün sonuna kadar Kur’an-ı Kerim’in lafızlarıyla meşgul etmesi; Kur’an’ın nüzul sırlarından, emir ve yasakları ile hak inançlara ve güzel ahlaka davetinin hakikatinden bütünüyle gafil kılmasıdır. Ancak elli yıllık kıraatten sonra, aşırı kalın ve şiddetli okuma sebebiyle kelam suretinden tamamıyla çıktığı ve ilginç bir hale geldiği anlaşılmaktadır! Dolayısıyla adaptan maksat, tertemiz şeriatta göz önünde bulundurulan adaptır ve bunların en büyüğü ve başlıcası da ayetler üzerinde tefekkür etmek ve ibret almaktır. Nitekim buna daha önce de işaret edilmişti.
Kafi’de yer alan bir hadiste İmam Sadık şöyle buyurmuştur. “Bu Kur’an’da hidayet meşaleleri ve karanlık gecenin kandilleri vardır. O halde görüş sahibi insan gözleriyle Kur’an’ı taramalı ve nurundan istifade etmek için gözlerini açmalıdır. Zira Kur’an’da tefekkür etmek basiretli kalbin hayatıdır. Karanlıklarda aydınlanan kimse nurdan istifade ettiği gibi (cehalet ve delalet karanlıklarında da Kur’an’dan istifade edilir).”
Hz. Ali ise uzun bir konuşmasında takva sahiplerinin sıfatı hakkında şöyle buyurmuştur: “Takva sahibi kimseler, Kur’an’da korkutucu bir ayete rastladıklarında gözlerini ve kalp kulaklarını açarlar. Bütün bedenleri titremeye başlar, kalpleri korkar, adeta cehennemin korkunç sesinin ve feci bir inilti ve solumasının kulaklarının dibinde olduğunu sanırlar. Teşvik eden bir ayete rastladıklarında ise hırsla ona itimat ederler ve kalpleri şevkten adeta uçar hale gelir. Adeta o vaatlerin hazır olduğunu sanırlar”
Açıkça bilindiği gibi Kur’an’ın manaları üzerinde tefekkür eden bir insanın kalbi etkilenir ve yavaş yavaş takva sahiplerinin mertebesine erer. Eğer ilahî yardıma mazhar olursa o makamdan da geçer ve tüm kuvve ve organları ilahî ayetlerden bir ayet haline gelir. Dolayısıyla ilahî hitapların cezbeleri onu kendinden geçirir, “oku ve yücel” hakikatini bu alemde elde eder, sonunda kelamı vasıtasız bir şekilde bizzat söyleyenden işitir ve böylece benim ve senin gibilerin hayaline bile gelmeyen şeyler olur.
Kıraatte İhlasın Beyanı Hakkında
Kur’an kıraatinin kalbi etkileme hususunda temel bir konumu bulunan ve yokluğu durumunda da hiç bir amelin kabul görmediği, hatta zayi ve batıl hale geldiği ve de Allah’ın gazabına neden olduğu olmazsa olmaz adaplarından biri de, uhrevi makamların sermayesi ve ahiret ticaretinin anamalı olan ihlastır.
Bu hususta da Ehl-i Beyt’ten bir çok rivayet nakledilmiştir. Örneğin İmam Bakır şöyle buyurmaktadır: “Kur’an kârileri üç kısımdır. Onlardan birisi Kur’an okur, kıraatini geçim vasıtası kılar, bu vasıtayla hükümdarlardan maaş alır ve insanlardan öne geçmeye çalışırlar. Birisi de Kur’an okur, harfleri ezber, Kur’an'ın sınırlarını zayi eder ve kasenin arkaya atıldığı gibi Kur’an’ı arkaya atarlar. Allah-u Teala bu tür Kur’an yüklenicilerini çoğaltmasın. Başka bir grup ise Kur’an’ı kıraat eder, Kur’an'ın devalarıyla kalp dertlerini ilaç etmeye çalışır. Onun vasıtasıyla geceleri (ibadet ile) sabahlar, gündüzleri (oruç tutarak) susuz geçirirler. Onunla camilerde namaz kılar ve gece (ibadet için) yatağından kalkarlar. Aziz ve cebbar olan Allah onlar vasıtasıyla belaları def eder, onlarla düşmanlara üstün gelir ve onlarla göklerden yağmur yağdırır. Allah’a andolsun ki Kur’an’ın bu kârileri simyadan daha değerlidir.”
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Halktan istifade etmek için Kur’an tilavet eden insan kıyamet gününde yüzünde hiç bir et olmaksızın kemik olduğu halde haşrolur.”
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kur’an’ı öğrenen, onunla amel etmeyen ve dünya sevgisiyle ziynetini Kur’an’a tercih eden insan, Allah’ın gazabını hak eder ve hakikatte Allah’ın kitabını artlarına atan Hıristiyan ve Yahudilerin derecesindedir.
Kur’an’ı kıraat eden, ama bununla kendini beğenen ve dünyayı talep eden insan, kıyamet gününde yüzünde hiç et olmaksızın kemikli bir halde Allah’ın huzuruna çıkar, ateşe girinceye kadar Kur’an ensesine vurur ve sonunda cehenneme düşenlerle birlikte cehenneme düşer.”
Allah Kur’an’ı kıraat eden, ama amel etmeyen kimseyi kıyamet gününde kör olarak haşr eder ve o şöyle der: “Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim” der. Allah, “Böyledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun” der” Daha sonra onu ateşe atarlar.
Kur’an’ı Allah için ve sadece dinin öğretilerini öğrenmek için kıraat edenin sevabı, bütün meleklerin, nebilerin ve resullerin tümüne verilen sevap gibidir.”
Kur’an’ı riya, kendini beğenmek, cahillerle mücadele etmek, alimlere karşı kibirlenmek veya dünyayı elde etmek için öğrenen kimsenin Allah-u Teala kıyamette kemiklerini dağıtır ve ateşte hiç kimse onun kadar azap görmez. Allah-u Teala ona şiddetli gazap ettiği için de onu her türlü azapla cezalandırır.
Kur’an öğrenen, ilimde tevazu gösteren, bu ilmi Allah’ın kullarına öğreten ve sadece Allah nezdinde olanı taleb eden kimseye gelince, cennette hiç kimsenin sevabı ve derecesi, ondan daha büyük değildir ve cennetteki bütün yüce ve nefis makamlarda, nasibi en fazla ve derecesi en değerli kimsedir.”
Tertilin Manasının Beyanı Hakkında
Kur’an'ın nefiste etkili olmasına sebep olan ve Kur’an’ı kıraat eden kimsenin dikkat etmesi gereken hususlardan biri de kıraatte tertildir ve hadis-i şeriflerde yer aldığı üzere tertil; sürat ve acele ile kelimelerin birbirinden kopmasına ve dağılmasına neden olan aşırı yavaşlık ve gevşeme arasındaki orta yoldur.
Nitekim Kafi kendi senediyle Abdullah b. Süleyman’dan şöyle dediğini aktarmaktadır: Hz. İmam Sadık’a (a.s) “Kur’an’ı tertille okuyunuz.” ayeti sorunca şöyle buyurdu: “Hz Emir’ül Müminin Ali (a.s) şöyle buyurdu “Yani, Kur’an'ın harflerini kamil bir şekilde izhar et ve şiir okurken acele ettiğin gibi acele etme. Hakeza harfleri dağınık çakıl taşları gibi de dağıtma. Kalbi etkileyecek ve duygulandıracak bir şekilde okuyun ve derdiniz süreyi bitirmek olmamalıdır.”
O halde Allah’ın kelamını okumak, ilahî ayetlerle kendi kasvetli kalbini tedavi etmek, her şeyi ihata eden ilahi kelamla kalbi hastalıklarını iyileştirmek; bu gaybi ve nurlu meşalenin ve semavi “nur üstüne nur”un ışığından istifade ederek uhrevi makamlara ve kemal merhalelerine ulaşma yoluna ermek isteyen insan, bunun zahirî ve batınî araçlarını temin etmeli, zahirî ve manevi adaplarına riayet etmelidir; bizim gibi değil. Bizler Kur’an’ı okurken mana, maksat, emir, nehy, vaaz ve sakındırmalarından tümüyle gaflet ettiğimiz gibi, cehennemin sıfatları, şiddetli azabı ile cennet ve nimetlerinin niteliklerinin de bizimle hiç bir ilgisinin olmadığını sanıyoruz. Hatta Allah korusun bir roman okurken kalp huzurumuz daha çok ve duygularımız daha hassas iken, Allah-u Teala’nın kitabını okurken zahirî adaplarından bile gaflet ediyoruz.
Hadis-i şerifte yer aldığı üzere “Kur’an’ı hüzünlü bir şekilde ve güzel bir sesle okuyunuz.” Hz. Ali bin Hüseyin Kur’an’ı güzel bir şekilde tilavet ediyordu. Öyle ki oradan geçen kimseler duruyor, onun Kur’an okuyuşunu dinliyor ve kendinden geçiyorlardı. Ama biz Kur’an’ı okurken daha çok kendi güzel sesimizi insanlara duyurmaya çalışıyoruz. Kur’an veya ezanı bir vasıta kılıyoruz. Maksadımız Kur’an’ı tilavet etmek ve bu müstahap amelle amel etmek değildir. Özetle şeytanın ve nefs-i emmarenin hileleri çoktur ve genellikle batılı hakka benzetmekte, çirkin ve güzeli birbirine karıştırmaktadır. Dolayısıyla bunların şerrinden ve hilelerinden Allah’a sığınmak gerekir.
İmam Humeyni (k.s)
ABNA.İR
Şia’nın Fıkıh Kaynakları Nelerdir
Şia Allah’ın kitabına ve Peygamber’in (s.a.a) sünnetine uyarak şer’i hükümleri istinbat etmek için aşağıdaki şu dört temel kaynaktan istifade etmektedir:
1- Allah’ın Kitabı
2- Sünnet
3- İcma
4- Akıl
Bu adı geçen kaynaklar arasında da Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünneti şia fıkhının en temel kaynağı konumundadır ve bu ikisi hakkında kısaca bir söz etmek istiyoruz:
Allah’ın Kitabı; Kur’an
Şia mektenin takipçileri Kur’an’ı kendi fıkıhlarının en temel ve sağlam kaynağı ve ilahi hükümleri tanıma ölçüsü olarak kabul etmektedirler. Zira şia imamları İslam’ın semavi kitabı olan Kur’an’ı fıkhi hükümlerini elde etmek için en yüce kaynak olarak tanıtmışlardır. Böylece her görüş Kur’an’ın sözüyle değerlendirilmeli ve Kur’an ile örtüştüğü ve uyuştuğu taktirde kabul edilmelidir. Aksi taktirde de ondan yüz çevrilmelidir.
Şianın altıncı önderi olan İmam Sadık (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kur’an ile uyumlu olmayan her söz temelsiz bir sözdür” [1]
Hakeza İmam Sadık (a.s) da Peygamber-i Ekrem’den şöyle nakletmektedir: “Ey insanlar! Bana isnat ettikleri her söz eğer Allah’ın kitabıyla uyum içindeyse bendendir ve eğer onunla uyum içinde değilse benden değildir.” [2]
Bu iki hadis de Müslümanların semavi kitabının şia önderleri nezdinde şer’i hükümleri istinbat için en temel kaynak sayıldığını ortaya koymaktadır.
Sünnet
Sünnet de Allah Resulü’nün (s.a.a) sözleri, davranışları ve teyidi anlamında şia fıkhının ikinci berrak kaynağı mesabesindedir ve Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’i olan imamlar bağımsız olarak Peygamber’in sünnetini ve ilim hazinesini nakleden kimseler olarak gösterilmektedir. Elbette Peygamber-i Ekrem’in sözleri de diğer muteber yollardan elde edildiği taktirde yine de şia tarafından kabul görmektedir.
Burada iki alanda tartışmak ve incelemek gerekir:
Peygamber’in (s.a.a) Sünnetine Sarılmanın Delilleri
Şia İmamları, takipçilerine Kur’an’ı tavsiye etmenin yanısıra onlara Peygamber’in (s.a.a) sünnetini de tavsiye etmişlerdir. Kitap ve sünnetini birlikte övmüşlerdir. Nitekim İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Size bir söz ulaştığında, eğer Allah’ın kitabında ve Peygamber’in sözlerinde onun bir kanıtını bulursanız kabul edin. Aksi taktirde o söz getiren kimseye daha layıktır.” [3]
Hakeza İmam Muhammed-i Bakır (a.s) da Peygamber’in sünnetine sarılmayı, tüm şartları haiz bir fakihin temel şartı saymış ve şöyle buyurmuştur: “Gerçek fakih, dünyadan yüz çeviren, ahirete rağbet eden ve Peygamber’in (s.a.a) sünnetine sarılan kimsedir.” [4]
Şianın büyük önderleri, Peygamber’in sünneti hakkında öyle bir dereceye erişmişlerdir ki Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünnetine muhalefeti küfür sebebi olarak kabul etmişlerdir. İmam Sadık (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Herkim Allah’ın kitabına ve Muhammed’in (s.a.a) sünnetine muhalefet ederse şüphesiz kafirdir” [5]
Bu beyan üzere açıkça anlaşıldığı gibi şia diğer islami gruplardan daha çok Peygamber-i Ekrem’in sünnetine değer vermiştir ve böylece de Şia’yı Peygamber’in sünnetine itina göstermemekle itham eden kimselerin sözlerinin temelsiz olduğu ispat edilmiş olmaktadır.
Ehl-i Beytin (a.s) Hadislerine Sarılmanın Delilleri
Şia’nın, Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’in (a.s) hadisleri hakkındaki sözünün açıklığa kavuşması için şu iki konuyu incelememiz gerekir:
a-Masum önderlerin hadislerinin mahiyeti
b-Peygamber’in Ehl-i Beytine sarılmanın lüzumunun ve itibarının delilleri
Şimdi de apaçık deliller ışığında sözü fazla uzatmadan her iki konuyu incelemeye geçelim.
Allah Resulü’nün (s.a.a) hadislerinin mahiyeti
Şia açısından sadece alemlerin rabbi olan Allah insanlık toplumu için kanun koyma ve yasama hakkına sahiptir. Allah mukaddes şeriatın hüküm ve kanunlarını Peygamberi vesilesiyle tüm insanlara ulaştırmıştır. Açıkça bilindiği gibi Allah Resulü insanlar ile Allah arasında yegane vahiy ve yasama aracıdır. Bu beyan üzere anlaşıldığı gibi eğer şia Ehl-i Beyt’in hadislerini de kendi fıkhının kaynaklarından biri kabul etmişse bu Peygamber-i Ekrem’in sünneti karşısında onlara bir asalet ve bağımsız bir değer atfettiği anlamında değildir. Ehl-i Beyt’in hadislerinin itibarı da Allah Resulü’nün (s.a.a) sünnetini beyan ettiği sebebiyledir.
O halde şianın masum imamları da kendiliğinden bir söze sahip değildir ve dedikleri her şey Peygamber-i Ekrem’in sünnetinin ta kendisidir.
Burada bu sözü ispat etmek için Ehl-i Beyt’in bazı rivayetlerini aktarmayı uygun görüyoruz:
1- İmam Sadık (a.s) kendisine soru soran birine şöyle buyurmuştur: “Sana vereceğim her cevap Peygamber-i Ekrem’dendir ve biz kendi görüşümüz üzere konuşmayız.”[6]
Başka bir yerde ise şöyle buyurmuştur: “Benim sözüm babamın (İmam Bakır’ın), babamın sözü ise dedemin (İmam Ali b. Hüseyin’in) sözüdür. Dedemin sözü de Hüseyin b. Ali’nin ve Hüseyin’in sözü de Hasan b. Ali’nin ve İmam Hasan’ın sözü de Müminlerin Emiri’nin ve onun sözü de Allah Resulü’nün ve Allah Resulünün sözü de Aziz ve celil olan Allah’ın sözüdür.” [7]
İmam Muhammed Bakır (a.s) Cabir’e şöyle buyurmuştur: “Babam dedemden, o da Allah Resulü’nden (s.a.a) o da Cebrail’den (a.s), o da aziz ve celil olan Allah’dan bana nakletmiştir. Benim sana rivayet ettiğim de bu isnat iledir.” [8]
Söz konusu rivayetler ışığında Peygamber-i Ekrem’in sünnetinden ibaret olan şia imamlarının hadislerinin mahiyeti de açılığa kavuşmuş oldu.
Peygamber’in Ehl-i Beytine Sarılmanın Lüzumunun ve İtibarının Delilleri
Şii ve Sünni muhaddisler kendinden sonra iki değerli mirası emanet olarak bıraktığına, bütün Müslümanları bu iki emanete uymaya davet ettiğine ve insanların hidayet ve saadetinin sadece bu iki emanete sarılmalarıyla mümkün olduğuna ve bu iki emanetten birinin Allah’ın kitabı Kur’an, diğeri de Peygamber’in Ehl-i Beyti ve itreti olduğuna inanmaktadırlar.
Burada örnek olarak bu rivayetlerden bazılarını nakledelim.
1- Tirmizi Kendi Sahih’inde Cabir b. Abdullah Ensari’den ve o da Allah Resulü’nden şöyle rivayet etmiştir: “Ey insanlar, şüphesiz ben sizlere sarıldığınız müddetçe asla sapmayacağınız bir şey bırakıyorum. Bu Allah’ın kitabı ve benim itretim olan Ehl-i Beytimdir.” [9]
2- Hakeza Tirmizi adı geçen kitabında şöyle yazmaktadır: “Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ben sizlere, benden sonra sarıldığınız müddetçe asla sapmayacağınız bir şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyük olan ve gök ile yer arasında sarkıtılmış bir ip olan Allah’ın kitabıdır ve diğeri ise itretim olan Ehl-i Beytimdir. Bunlar havuzda yanıma gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar. Benden sonra bu ikisine nasıl davrandığınıza iyi bakın.” [10]
3- Müslim b. Haccac Sahih’inde Peygamber-i Ekrem’in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Ey insanlar! Ben de bir beşerim. Yakında Allah’ın elçisi (Azrail) bana da gelecek ve ben ona icabet edeceğim. Ben sizlere iki değerli şey bırakıyorum. Onların birincisi Allah’ın kitabıdır. Onda hidayet ve nur vardır. O halde Allah’ın kitabına sarılın.” Peygamber daha sonra insanları Kur’an’a teşvik etti ve şöyle buyurdu: “ve Ehl-i Beytim! Ben Ehl-i Beyt’im hakkında sizlere Allah’ı hatırlatıyorum, ben Ehl-i Beyt’im hakkında sizlere Allah’ı hatırlatıyorum, ben Ehl-i Beyt’im hakkında sizlere Allah’ı hatırlatıyorum.” [11]
4- Bir grup Muhaddis Peygamber-i Ekrem’den şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Şüphesiz ben sizlere iki değerli emanet bırakıyorum. Bunlar Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytimdir. Şüphesiz onlar havuzda yanıma gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar.” [12]
Hatırlatmak gerekir ki bu konudaki hadisler burada zikredilemeyecek kadar çoktur. Büyük araştırmacı Seyyid Mir Hamid Hüseyin, bu hadisin senetlerini Abakat’ul-Envar adlı altı ciltlik kitabında bir araya toplamıştır.
Allah’ın kitabı ve Peygamber-i Ekrem’in sünnetinin yanısıra adı geçen rivayetler ışığında açıkça anlaşıldığı üzere Peygamber’in Ehl-i Beytine sarılmak ve onlara uymak İslam’ın zaruri hükümlerinden biridir. Onların sözlerini terk etmek ise insanın sapmasına ve delalete düşmesine sebep olur.
Burada ortaya çıkan soru şudur: İtaatleri Allah Resulü’nün emriyle bizlere farz olan Peygamber’in Ehl-i Beyti kimlerdir. Bu konunun anlaşılması için rivayetlere istinat ederek Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beytinin anlamını incelemeye çalışalım:
Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’i Kimlerdir?
Adı geçen rivayetlerden açıkça anlaşıldığı üzere Peygamber-i Ekrem bütün Müslümanları Ehl-i Beytine uymaya davet etmiş ve onları Allah’ın kitabının yanısıra kendisinden sonra insanların baş vuracağı kaynak olarak göstermiş ve büyük bir açıklıkla şöyle buyurmuştur: “Kur’an ve itret asla birbirinden ayrılmazlar.” Bu esas üzere Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyti Allah Resulü’nün kendilerini Kur’an’ın dengi olarak tanıttığı hükmünce ismet makamına sahip olan ve İslami öğretilerin berrak çeşmesinden içen kimselerdir. Zira aksi taktirde onlar da Allah’ın kitabının ayrılmış olurlardı. Oysa Peygamber-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Kur’an ve Ehl-i Beyt, havuzda yanıma gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmayacaktır.
Böylece Ehl-i Beyti dakik olarak tanımanın zarureti ve sadece tümü Peygamber’in itretinden olan şia İmamlara uyarlanabilen sıfatları tanımanın gereği ispat edilmiş olmaktadır.
Şimdi de büyük İslam muhaddislerinin rivayetleri ışığında bu konudaki delillerimizi beyan edelim:
1- Müslim b. Haccac Sakaleyn hadisini beyan ettikten sonra şöyle demiştir: “Yezid b. Heyyan, Zeyd b. Erkam’a şöyle sordu: “Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyti kimlerdir? Onlar Peygamber’in eşleri midir?” Zeyd b. Erkam cevap olarak şöyle dedi: “Hayır (böyle değildir)! Allah’a yemin olsun ki kadın belli bir zaman erkek ile birliktedir. Daha sonra o şahıs babasının evine geri dönsün diye karısını boşar. Peygamber’in Ehl-i Beytinden maksat Peygamber’in aslı ve bağlısı olduğu kimselerdir. Yani aralarında derin bir yakınlık ilişkisi bulunan ve Peygamber’den sonra kendilerine sadakanın haram olduğu kimselerdir.” Bu rivayet de açık bir şekilde kendilerine sarılmanın tıpkı Allah’ın kitabına sarılmak gibi farz olduğu, Peygamber’in Ehl-i Beytinden maksadın Peygamber’in eşleri olmadığına tanıklık etmektedir. Aksine Peygamber’in Ehl-i Beyti cismani isnadın yanısıra Peygamber’e manevi bağlılık hususunda da özel bir liyakate sahip olan kimseler olmalıdır ki böylece onları Allah’ın kitabının yanısıra dünya Müslümanları için bir kaynak olarak göstermek mümkün olsun.
2- Peygamber-i Ekrem Ehl-i Beyt’in sadece sıfatlarını beyan etmekle kalmamış, onların sayısının da on iki kişi olduğunu beyan etmiştir. Nitekim Müslim, Cabir b. Semere’den şöyle rivayet etmektedir: “Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu işittim: “İslam, on iki halifeyle aziz kalacaktır.” Daha sonra bir şey söyledi ki ben anlamadım. Babama Peygamber’in ne buyurduğunu sordum. Bana Peygamber’in şöyle buyurduğunu cevap verdi: “Onların tümü Kureyş’tendir.” [13]
Müslim b. Haccac aynı şekilde Allah Resulü’nden (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “İnsanların işleri kendilerine on iki imam hakim olduğu müddetçe bir düzen içinde olacaktır.” Bu iki rivayet şianın, “Şianın on iki imamı Peygamber-i Ekrem’den sonra insanların gerçek önderleridir” sözünün apaçık bir kanıtıdır. Zira İslam’da Allah Resulü’nden hemen sonra Müslümanların işlerinin merkezi konumunda olan ve İslam’ın izzet ve şevket sebebi bulunan on iki halife Peygamber’in Ehl-i Beytinden olan on iki imam dışında bir anlam ifade etmemektedir. Zira Müslümanların literatüründe raşit halifeler diye bilinen dört halifeden geçecek olursak Ümeyye oğulları ve Abbas oğullarından olan diğer yöneticiler tarihin de tanıklık ettiği kötü davranışlarıyla İslam ve Müslümanlar için bir utanç sebebi olmuştur.
Bu esas üzere Peygamber-i Ekrem’in Kur’an’ın dengi ve dünya Müslümanlarının merci makamı olarak tanıttığı Ehl-i Beytten maksat Peygamber’in itretinden olan on iki imamların bizzat kendisidir ve bu İmamlar Allah Resulü’nün sünnetinin koruyucusu ve ilminin taşıyıcılarıdır.
3- Müminlerin Emiri Ali b. Ebi Talib (a.s) da Müslümanların önderlerinin Haşimoğullarından olduğunu söylemiştir. Bu da şianın Ehl-i Beyti tanıma hususunda söylemiş olduğu sözün doğruluğunun apaçık bir kanıtıdır. Nitekim Hz. Ali şöyle buyurmuştur: “İmamlar Kureyş’ten, Kureyş’in Haşimi soyundandır. Onlardan başkasına rehberlik yakışmaz, velayete onlardan başkası layık değildir.” [14]
Sonuç:
Bütün bu sözü edilen rivayetlerin genelinden şu iki hakikat ortaya çıkmaktadır:
1- Peygamber’in Ehl-i Beytine sarılmak ve onlara tabi olmak Allah’ın kitabına itaat gibi farzdır.
2- Kur’an’ı Kerim’in dengi ve dünya Müslümanlarının merci makamı olarak tanıtılan Allah Resulü’nün Ehl-i Beyti aşağıdaki özelliklere sahiptir:
a-Hepsi de Kureyş’ten ve Haşim oğulları boyundandır.
b-Onların hepsi de Allah Resulü ile öyle bir yakınlığa sahiptir ki onlara sadaka haramdır.
c-Ehl-i Beyt imamlarının tümü ismet makamına sahiptir. Aksi taktirde pratik olarak Kur’an-ı Kerim’den ayrı olmaları gerekirdi. Oysa Peygamber-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Bu Kur’an ve itretim Kevser havuzunun kenarında yanıma gelinceye kadar birbirinden asla ayrılmazlar.”
d-Ehl-i Beyt imamları on iki kişidir ve Allah Resulünden sonra birbiri ardında Müslümanların önderi ve velisi konumundadır.
e-Peygamberin (s.a.a) bu on iki halifesi İslam’ın gittikçe artan izzet ve şevketinin sebebidir.
Rivayetlerden elde edilen bu sıfatlar göz önünde bulundurulduğu taktirde, Peygamber’in Müslümanlara uymaya tavsiye ettiği Ehl-i Beyt imamlarından maksadının şianın fıkhi hükümlerini tanımada kendilerine uymak ve tabi olmakla övündüğü Peygamber-i Ekrem’in itretinden olan on iki İmam olduğu gerçeği gün gibi ortaya çıkacaktır.
Ayetullah Cafer Subhani
ABNA.İR
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Usul-i Kafi, c. 1, Kitab-u Fezl’il-İlm, Bab’ul-Ehz bi’l-Sünneti ve Şevahid’il-Kitap, 3. hadis
[2] a. g. e. 5. hadis
[3] Usul-i Kafi, c. 1, Kitab-u Fezl’il-İlm, Bab’ul-Ehz bi’l-Sünne ve Şevahid’il-Kitap, 3. hadis
[4] a. g. e. 8. hadis
[5] a. g. e. 6. hadis
[6] Cami-u Ehadis’iş-Şia, c. 1, s. 129
[7] a. g. e. s. 127
[8] a. g. e. s. 128
[9] Sahih-i Tirmizi, Kitab’ul-Menakıb, Bab-u Menakıb-ı Ehl-i Beyt’in-Nebi, c. 5, Beyrut baskısı, s. 662, 3786. hadis
[10] a. g. e. s. 63, 3788. hadis
[11] Sahih-i Müslim, c. 7, Bab-u Fezail-i Ali b. Ebi Talib, Mısır Baskısı, s. 122 ve 123
[12] Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 148; Es-Sevaik’ul-Muhrika, 11. bab, 1. fasıl, s. 149. Aşağıda zikredilen kitaplarda da buna yakın sözler yer almıştır: Müsned-i Ahmet, c. 5, s. 182 ve 189; Kenz’ul-Ummal, c. 1, Bab’ul-İ’tisam bi’l-Kitab-i ve’s-Sünne, s. 44
[13] Sahih-i Müslim, c. 6, s. 3, Mısır Baskısı
[14] Nehc’ül-Belağa, 144. hutbe
Özgür Suriye Ordusu: Şialara Ait Tüm Kabirleri Yıkacağız
Şehit Hz. Hucr b. Adiyy’nin (r.a) kabrini açıp, cesedini bilinmeyen yere götürenlere ait resimler internette yayınlanmıştı. Ancak fotoğrafları yayınlayan Özgür Suriye Ordusu mensupları Facebook hesaplarından fotoğrafların altında bazı açıklamalarda bulundular. O açıklamaların birinde şunları yazdılar: “Bakanız, Rafızilerin (Şiaların) kabirlerinin başına ne belalar getirdik. Humeyni’nin çocukları ve İranlılar şu anda ne haldeler? Ama bilmiyorlar ki yakında bunun aynısını onların başka kabirlerine de yapacağız. Ve en kısa zamanda Seyyide Zeyneb ve Rukayye’nin de kabirlerine doğru gideceğiz. Onların cesetlerini topraktan çıkarıp, onların putlarının başını parçalayacak ve ortadan kaldıracağız.”
Başka bir fotoğrafın altına ise şunları yazılmakta: “Bizler şu ana kadar Ayşe’yi savunmaktan bile korkuyorduk, ancak bugünlerde o kadar güçlendik ki artık onların mezarlarını bile yıkıyor ve onların tağutlarının kabirlerini ortadan kaldırıyoruz. Ve görüyorsunuz ki bize de hiçbir şey olmuyor.”
Üçüncü fotoğrafın açıklamasında ise şunları yazılmakta: “Burası (Hz. Hucr b. Adiyy’nin türbesini kast ediyor) Şiaların mekânı olmuştu. Buraya gelirler baş ve sinelerine vururlardı. Bu kabrin sahibinden Allah’tan daha çok çekinirler! Ve Allah yerine ona ibadet ederlerdi!”
“Ne Suriye devleti Şii …”
Allah’ın adıyla
Uluslar arası, bölgesel ve yerel odakların, İslam Cumhuriyeti ve İslam İnkılâbını Bölgede gelişen İslami uyanışlar ve özellikle Suriye’deki yıkıcı savaşı Müslümanlar nezdinde “Mezhebi ve Ulusal” argümanlarla itibarsızlaştırmak için sürdürdükleri yoğun propagandaların yaşandığı şu günlerde;
Veliy-i Emr-i Müslimin İmam Seyyid Ali Hamanei’nin “İslami Uyanış ve Ulema Konferansı”nda yaptığı açılış konuşmasında bazı bölümleri siz değerli okuyucular için seçtim.
Umarım işitip icabet ederiz.
Uzak Olmayan gelecek
”…İslami uyanış, Allah'ın izniyle sağlıklı olarak devam ettiği takdirde uzak olmayan bir gelecekte İslam uygarlığının İslam ümmeti ve ardından da beşeriyet dünyası için ihyasını sağlayacak şaşırtıcı bir fenomendir…”
Müjde!
“…inkılapçı olaylar gelecekte kendini gösterecek olan daha büyük hakikatlerin müjdecisidir…”
Büyük Vaadler yakın
“…İlahi vaadlerin daima mucizevi bir biçimde gerçekleşmesi, daha büyük vaadlerin tahakkuku yolunda ümit verici simgeler içermektedir…”
Yeni fetihler hikmet ehlinde
“…İbret ve hikmet ehli olan insanlar, eğer sabır ve basiretle hareket edildiği takdirde yeni fetihlerin birbiri ardı sıra gelip çatacağını algıladılar…”
Şüpheye yer yok!”
“…‘Mutlaka bize yetişecekler' diye söylenip duran zayıf insanların vesveseleri karşısında ‘hayır, şüphe yok ki Rabbim bana yol gösterecek' diye haykırmıştır…”
Yeni kutuplar!
“…Onlar bu yüzden bu fikri öncüleri dini merkezlerden koparmak ve onların yerine yeni kutuplar yerleştirmek istemektedirler…”
En büyük afet
“…Dünya metaının rengarenk sofrasına oturmak, en büyük afetlerden biridir. Servet ve kudret sahiplerinin ihsan ve ayrıcalıklarına bulaşmak ve şehvet ve kudret tağutları karşısında borçlu duruma düşmek, halktan kopma ve onların güveni ve samimiyetini yitirme bağlamındaki en tehlikeli faktördür…”
Kur’an uygarlığı
“…İslam ümmeti milletler ve ülkeler bazında tüm farklılıklarına rağmen, Kur'an'ın benimsediği uygarlık konumuna erişebilmelidir..”
Yaratılış sünneti
“…Öz becerilerimize kötümserlikle yaklaşmak ilahi nimetin küfranı, ilahi yardımlar karşısında gaflete düşmek ve yaratılış sünnetlerini göz ardı etmek ve Allah'a sui zanla yaklaşmak vartasına yuvarlanmak demektir…”
Tahakkümden inkılaba dönüş
”..Şu anda Amerika ve bölgedeki bazı yardakçılarının tahakkümü, müdaheleleri ve zorbalıklarını uyanış rüzgarının başkaldırı tufanına ve inkılaba dönüştüğü ülkelerde gözlemlemekteyiz…”
Doğal ve teorik fark “fitne” değildir
”…İslam ümmeti içerisindeki ihtilafları körüklemeyi şeytani amaçları için en kolay yol olarak görmüşler ve fıkıh, kelam, tarih ve hadisteki doğal ve kaçınılmaz teorik farklılıkları tekfir, kan dökümü, fitne ve fesadları için bir vasıta kılmışlardır…”
Ateşin üzerine benzin döekn siyasi elitler
“…Bu gaddar el, hiç kuşkusuz toplumlarımız arasındaki cehaletler, asabiyetler ve yüzeyselliklerden yararlanmakta ve mevcut ateş üzerine benzin dökmektedir. Dini ve siyasi elitler ve ıslahatçı şahsiyetlerin bu bağlamdaki görevi oldukça ağırdır…”
Şii- Sünni “devlet” değil
“…Batılı propagandalar ve onların bölgedeki uşak medyaları, Suriye'deki yıkıcı savaşı bir Şii ve Sünni çatışması olarak göstermekte ve Suriye ve Lübnan'daki direnişin düşmanları ile siyonistler için güvenli bir ortam oluşturmaktalar. Oysa Suriye'deki kavganın her iki tarafı da Sünni veya Şii olmayıp, anti-siyonist direnişin taraftarları ya da onların muhalifleridir. Ne Suriye devleti Şii bir devlettir ve ne de bu devletin laik ve İslam karşıtı muhalifleri Sünni bir gruptur. Bu faciaya yol açan senaryoyu yönetenlerin tek hüneri, mevcut yıkıcı savaşta kimi safdillerin mezhebi duygularından yararlanmalarıdır…”
Kavganın aslı
“…Mazlum çoğunluk Şii ve laik devlet de Sünni görünümlü olduğu için, bu çatışmaya Şii ve Sünni kavgası denilebilir mi ?...”
Uyanış hareketi:Filistin sorunu
“..İslami uyanış hareketlerinin izlediği çizginin ne denli doğru olup olmadığını anlamak için onların Filistin sorunu karşısındaki tavırlarını değerlendirmek yerinde olur…”
İlke: savunma ve sahne
“…Onların hilelerini suya düşüren şey, aslında iki temel unsurdur: İslami ilkeleri ısrarla savunmak ve halkın daima sahnede olması…”
YAVUZ KAYA
İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın “Uluslararası Din Âlimleri Ve İslami Uyanış Konferansı Konuşması
Yücelik ve kemal yolunda olmayan bir kimse insanlığı kurtaramaz.”
İslami İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedi Nejad, “Uluslar arası Din Âlimleri ve İslami Uyanış Konferansı”nın kapanış töreninde bir konuşma yaptı.
Konuşmasında İslami uyanışın gerçek manada İslam hakikatine dönüş olduğunu vurgulayan Ahmedi Nejad, “İslami uyanış tabirini telaffuz ettiğimizde, onda İslam hakikatine dönüş, İslam hakikatine doğru hareket manasını bulabiliriz. Çünkü İslam Medeniyeti gerçekte İslam‟ın insanlık âleminde yerleşmesi için bu yönde hareket etmek demektir. İslam hakikatine dönmemiz ve İslam Medeniyetini yeniden diriltmemiz gerekiyorsa, uyanış ve İslam medeniyeti kavramlarını daha çok anlayabilmek için İslam‟ı yeniden tanımamız gerekir… İslam hakikati büyük İslam Peygamberi‟nin (s) varlığında kendini göstermektedir. Öyleyse bizler İslam hakikatinin idrakine varmak için O’nun neyin peşinde olduğuna bakmamız gerekir.” dedi.
Bugün Irak, Afganistan, Pakistan ve diğer bölgelerde Müslümanların durumunun iyi olmadığını, dünyanın maddi servetlerinin hatırı sayılır bir bölümünü ellerinde bulundurmalarına rağmen Müslümanların itibar bulamadıklarını ifade eden Ahmedi Nejad “ Müslümanların yaşadığı bölgelerde her gün yabancı güçlerin müdahalesiyle girişilen katliamlara, bombardımanlara, zulüm ve yağmacılığa tanık oluyoruz. Üstelik uluslar arası sahnede de emperyalistlerin hâkimiyeti var.” şeklinde konuştu. Ahmedi Nejad, konuşmasında dünyadaki ekonomik düzensizliğe de dikkat çekerek, yedi milyar olan dünya nüfusunun çoğunluğunun yoksulluk içinde yaşadığını, geriye kalan azınlığın ise zenginlik ve servet içinde yüzdüklerini ve ulusların servetini sistemli olarak yağmaladıklarını ve bu kaynaklara hükmetmek için savaş çıkarıp katliamlara giriştiğini ifade etti.
Mevcut sorunlardan kurtulmak için üç önemli adımı gündeme almak gerektiğine değinen İran Cumhurbaşkanı Ahmadi Nejad konuşmasını şöyle sürdürdü: “ Bizim öncelikli ve en önemli görevimiz, İslam hakikatini doğru ve tam olarak anlamaktır. Ben İslam‟ın hatta Müslümanlar arasında bile gerektiği şekliyle anlaşılmadığı kanaatindeyim. Çünkü bizler İslam‟ı gerektiği şekilde anlasaydık, Müslümanlar arasında bu kadar görüş ayrılığı olmazdı. Kur‟an okuduğu halde bedenine bomba takıp, camiye giren ve camideki namaz kılıp Kur‟an okuyan insanların çoğunun, patlattığı bombayla ölmesine neden olan bir kişi nasıl Hz. Peygamber‟in (s) takipçisi olduğunu iddia edebilir!? İslam‟ı Peygamber Efendimiz‟in (s) anladığı gibi anlasaydık, hiçbir çekişme ve ihtilaf olmayacaktı. Eğer böyle olsaydı, artık kim Şia kim Sünni gibi sözler anlamsız kalacak emperyalistler bu güne kadar Şia-Sünni bahanesiyle Müslümanlar arasında katliam yapamayacaklardı.”
Mevcut sorunlardan kurtulmak için atılması gereken adımlardan ikincisinin hedeflerde vahdet ve birlik olduğunu belirten Ahmedi Nejad: “ Hedefimiz bir olmalı. Çünkü bugün Müslüman gruplardan her biri bir amaç peşinde. Bu gruplardan bir kısmı diğer grubu kendi mezhebine çekmeye; Şia bir kişiyi Sünni veya Sünni bir kişiyi Şia yapmaya çalışırken, bir kısmı da kendi ülkelerinde ne pahasına olursa olsun iktidara ulaşmayı istiyor. Hâlbuki bizim ortak hedefler tanımlamamız gerekmektedir. Hedef ortak olursa, vahdet, uyum ve yenilmezlik de olacaktır. Ayrı hedefler, nihayetinde ümmet için ayrılığı beraberinde getirecektir.” şeklinde konuştu. “Hedef ne kadar büyük olursa vahdet yaratma kapasitesi de o kadar çok olacak; hedef ne kadar küçük olursa tefrika kapasitesi de o kadar çok olacak” diyen Cumhurbaşkanı Ahmedi Nejad: “Bir Müslümanın hedefi öncelikle kendisini arındırmak, kemale ermek ve Allah‟a ulaşmaktır. Toplumsal boyutta ise Müslümanın amacı, büyük İslam Peygamberi‟nin (s) izinden gitmektir.” dedi.
Hegomonya sisteminin planlarının küresel olduğunu vurgulayan İran Cumhurbaşkanı şöyle konuştu: “ Onlar, özgürlük, demokrasi ve insan hakları gibi güzel sözcüklerle küresel düşünüyorlar. Bizler Müslüman olarak emperyalistlerin komplosuna karşı koymak istiyoruz, ama bu iş etnik ve kavmi dar bakışlarla yenilmeye mahkûmdur. Küçük hedefler bizi hakir gösterecek, düşmanları insanlığa musallat edecektir. Bizler dünyada tevhidin ve adaletin sağlanması peşinde olmalıyız. Çünkü bu yüksek hedeflerdir ki vahdeti yaratacaktır. Dünyanın kurtuluşu ve yönetimi için Hz. Peygamber‟in yolunu izlemeliyiz. Aksi takdirde emperyalizm sürekli olarak saldırı halinde olacak, bizler ise pasif halde kalacağız.” İşlerin Allah’ın rızasını kazanmak için yapılmasının mevcut sorunlardan kurtulmak amacıyla atılması gereken üçüncü adım olarak niteleyen Ahmadinejad, “ Yapılan iş Allah için olmazsa, o işte hiçbir kemal ve ilerleme sağlanamayacaktır; zira yücelik ve kemal yolunda olmayan bir kimse insanlığı kurtaramaz.” dedi.
İslami İran Cumhurbaşkanı Ahmedi Nejad, Suriye’deki duruma da değinerek, “Günümüz emperyalistleri Suriye‟yi yıkıp viran etmek istiyorlar.Oysa ki çatışmalarda taraflardan kim ölürse, bu sadece emperyalistlerin yararına olacaktır.” ifadesini kullandı. Ahmedi Nejad, bugün bölgede ulusların servetlerinin ve petrol gelirlerinin Müslümanların katliamı için harcandığına da değinerek konuşmasını şöyle sürdürdü: “ Elbette ben bazı devlet başkanlarını uyardım ve onlara, „sultacı güçler sizi kullandıktan ve emellerine ulaştıktan sonra, Saddam‟a nasıl davranmışlarsa, size de aynı şekilde davranacaklar‟ dedim. Ancak maalesef bugün Müslümanlardan ve dünya halklarından yoksulluğu gidermek için harcanması gereken servetin, katliam için silaha dönüştüğünü görüyoruz. Şuna eminim ki, emperyalizm, yağmacılık, cinayet ve siyonizm dönemi sona erecektir. Onlar çıkmaz bir sokakta hareket ediyorlar ve sorunlarını kendi toplumları dışındaki milletlere yıkma çabasındalar.”
Muhalifler Hucr b. Adiyy'nin cesedini kabrinden çıkardılar
Hz. Peygamber (s.a.a) sahabelerinden ve Hz. Ali (a.s)'ın dostlarından Hucr b. Adiyy'nin cesedini kabrinden çıkardılar.
Hz. Peygamber Efendimizin sahabelerinden ve Hz. Ali’nin has yaranlarından olan Hucr b. Adiyy, Hz. Ali’nin katıldığı Sıffın, Nehrevan ve Cemel savaşlarının her üçüne de katılarak İmamının yanından bir kez dahi olsun ayrılmamıştı. Hicri 51 yılında Muaviye’nin emriyle şehit edildi. Suriyeli teröristler ve hainler tarafından mübarek kabri şerifleri açılarak bilinmeyen yere götürüldü.
Lübnanlı bir haber kaynağının bildirdiğine göre kabri açan teröristler Hucr b. Adiyy’nin mübarek cesedinin sağlam olduğunu görünce onu bilinmeyen bir yere götürdüler. Hucr b. Adiyy’nin mukaddes türbesi Şam’ın Adra bölgesinde bulunuyor.
İran'dan Suriye başbakanına yönelik suikast girişimine tepki
İran dışişleri bakanlığı sözcüsü Ramin Mihmanperest, Suriye başbakanına yönelik düzenlenen başarısız suikast girişimini kınadı.
Mihmanperest, Suriye başbakanının kurtulduğu ama 6 kişinin ölümüne neden olan terör saldırısını kınadığı açıklamasında, sözkonusu terör girişiminde ölenlerin ailelerine taziyelerini bildirdi.
İran dışişleri bakanlığı sözcüsü, teröristlerin Suriye'de gerçek mahiyetlerinin bir daha ortaya çıktığını belirterek; bu girişimin sorumluluğunun Suriye'de teröristlere destek veren uluslar arası güçler ile onların bölgedeki işbirlikçileri olduğunu söyledi.
Mihmanperest, uluslar arası kuruluşlar ve insani alanda faaliyet gösteren kuruluşlar ve ülkeleri; Suriye sorununun siyasi yolla çözümü konusunda faal olmaya davet ederken, Suriye'de şiddetin durdurulması için herkese görev düştüğünü ve herkesin sorumlulukları çerçevesinde Suriye sorununun çözümü için çaba göstermeleri çağrısında bulundu.
Suriye SANA ajansının bildirdiğine göre, Suriye başbakanının konvoyuna düzenlenen terör saldırısında Suriye başbakanı saldırıdan kurtulurken 6 muhafızı hayatını kaybetti ve 15 kişi de yaralandı.
İmam Hamenei: Ne Suriye Devleti Şiidir, Ne de bu devletin laik ve İslam karşıtı muhalifleri Sünnidir
İslam Devrimi Rehberi’nin İslami Uyanış ve Ulema Konferansı’nda dün yaptığı ve önemli noktalar içeren konuşması... Batılı propagandalar ve onların bölgedeki uşak medyaları, Suriye'deki yıkıcı savaşı bir Şii ve Sünni çatışması olarak göstermekte ve Suriye ve Lübnan'daki direnişin düşmanları ile siyonistler için güvenli bir ortam oluşturmaktalar. Oysa Suriye'deki kavganın her iki tarafı da Sünni veya Şii olmayıp, anti-siyonist direnişin taraftarları ya da onların muhalifleridir. Ne Suriye devleti Şii bir devlettir ve ne de bu devletin laik ve İslam karşıtı muhalifleri Sünni bir gruptur. Bu faciaya yol açan senaryoyu yönetenlerin tek hüneri, mevcut yıkıcı savaşta kimi safdillerin mezhebi duygularından yararlanmalarıdır. Sahneye ve çeşitli düzeylerdeki icracılarına bakıldığında, mesele her insaflı insan tarafından anlaşılacaktır.
Bismillahirrahmanirrahim Hamd Allah'ındır, Salat ve Selam Muhammed Mustafa'ya, Pak Âline ve seçkin sahabelerine ve taa kıyamete dek onları güzellikle takip edenlerin üzerine olsun
Siz değerli misafirlere ‘hoşgeldiniz' diyorum ve Aziz ve Rahim olan Allah'tan bu toplu çalışmaya bereket kazandırmasını ve onu müslümanların daha iyi yaşaması yolunda etkin bir adım kılmasını istiyorum.‘Muhakkak ki O, işitip icabet edendir.'
Sizlerin bu konferansta üzerinde çalışacağınız İslami uyanış konusu, günümüzde İslam dünyası ve İslam ümmetinin gündeminin başında yer almaktadır. İslami uyanış, Allah'ın izniyle sağlıklı olarak devam ettiği takdirde uzak olmayan bir gelecekte İslam uygarlığının İslam ümmeti ve ardından da beşeriyet dünyası için ihyasını sağlayacak şaşırtıcı bir fenomendir.
Bugün gözlerimizin önünde olan ve akıl ve bilinç sahibi hiç bir insanın inkar edemeyeceği gerçek şudur ki, İslam şu anda dünyanın sosyal ve siyasal denklemlerinin kenarından çıkarak dünya olaylarını belirleyen faktörlerin merkezinde seçkin ve gösterişli bir konuma yükselmiş olup hayat, siyaset, devlet ve sosyal gelişmeler alanında yepyeni bir bakış sunmaktadır. Bu durum, komünizm ve liberalizmin, çöküşlerinden sonra derin bir fikri ve teorik boşluğa yuvarlandığı günümüz dünyasında kendini gösteren önemli ve anlamlı bir fenomendir.
Kuzey Afrika ve Arap bölgesinde meydana gelen siyasal ve inkılapçı olaylar ilk kez dünya çapında böylesine büyük yankılar uyandırmıştır ve gelecekte kendini gösterecek olan daha büyük hakikatlerin müjdecisidir.
Emperyalistler ve bağnazların oluşturduğu cephenin sözcülerinin hatta ismini dile getirmekten bile kaçınıp korktukları İslami uyanış, artık yaklaşık olarak İslam dünyasının her yanında etkilerinin görüldüğü önemli bir hakikattir. Bunun en açık örneği, kamuoyu ve özellikle de genç kuşakların İslam'ın azameti ve yüceliğinin yeniden ihyasına olan ilgileri, uluslararası sulta düzeninin mahiyetini algılamaları, iki yüz yılı aşkın bir süredir İslami ve gayri İslami doğuyu kanlı pençeleri altında hırpalayan ve kültür ve uygarlık maskesi altında milletlerin varlığını acımasızca kudret ve tecavüz sevdalarına kurban eden odaklar ve devletlerin zalim, alçak ve müstekbir çehrelerini açığa çıkartma çabalarıdır.
Bu kutlu uyanışın boyutları çok geniş olup, esrarengiz bir biçimde yayılıp durmaktadır. Ancak, bir kaç Afrika ülkesinde bu hareketin sergilediği peşin kazanımlar, büyük ve engin sonuçları açısından gönüllere güven kazandırabilir. İlahi vaadlerin daima mucizevi bir biçimde gerçekleşmesi, daha büyük vaadlerin tahakkuku yolunda ümit verici simgeler içermektedir. Allah'ın Musa'nın annesine verdiği iki vaadi içeren Kur'ani kıssa, rububiyete dayalı bir taktikten izler sunar.
Çocuğun bir sandık içerisinde suya atılmasının buyrulduğu o çetin anda, ilahi hitabda şu vaadlerde bulunuldu: ‘Şüphe yok ki biz, onu sana tekrar veririz ve onu peygamberlere katar, peygamber yaparız.' Daha küçük olan ve anneyi sevindiren ilk vaadin tahakkuku, risalet vaadinin gerçekleşeceğine bir delil oluşturdu. Bu vaad daha büyük ve elbette uzun süreli sabır, çile ve mücahedeyi gerektiren bir vaaddi: ‘Derken, gözü aydın olsun, ışıklansın ve mahzun olmasın ve Allah'ın vaadettiği şeyin, şüphesiz gerçek ve hak olduğunu bilsin diye tekrar anasına verdik onu..' İşte bu gerçek ve hak olan vaad, bir kaç yıl sonra tahakkuk bulan ve tarihin çizgisini değiştiren büyük risalettir.
Bir başka örnek, üstün ilahi gücün Beyt-i Şerif'e saldıranların mahvedilişini hatırlatmasıdır ki Allah yüce peygamberi vasıtasıyla muhatablarını teşvik için ‘Artık kulluk edin bu evin Rabbine..' ifadesini kullanıyor ve ‘düzenlerini boşa çıkarmadı mı' diye buyuruyor. Ya da sevgili peygamberinin moralini yükseltmek için ‘Rabbin seni ne terketti, ne de darıldı sana' dedikten sonra, ‘Seni bir yetim olarak bulup da yer-yurt vermedi mi sana ? Ve seni, yol yitirmiş bulup da yol göstermedi mi sana ? 'ifadesiyle mucizevi nimetini hatırlatmaktadır. İşte böyle örnekler Kur'an'da çoktur.
İslam'ın İran'da zafere erdiği ve çok hassas olan bu bölgenin yine en hassas ülkelerinden birinde Amerika ve siyonizmin kalesini fethettiği gün, ibret ve hikmet ehli olan insanlar, eğer sabır ve basiretle hareket edildiği takdirde yeni fetihlerin birbiri ardı sıra gelip çatacağını algıladılar.
Düşmanlarımızın itiraf ettiği gibi İslam Cumhuriyeti'nde kendini gösteren parlak gerçeklerin tümü ilahi vaadlere olan güven, sabır, direniş ve Allah'tan yardım umma sayesinde kazanılmıştır. Halkımız, ızdıraplı zaman kesitlerinde ‘mutlaka bize yetişecekler' diye söylenip duran zayıf insanların vesveseleri karşısında ‘hayır, şüphe yok ki Rabbim bana yol gösterecek' diye haykırmıştır.
Bugün bu değerli tecrübe, emperyalizm ve despotluklar karşısında başkaldırmış ve Amerika'ya bağımlı, kokuşmuş uşak rejimleri devirmiş ya da sarsmış olan milletlerin erişebileceği bir noktadadır. ‘Allah kendisine yardım edene mutlaka yardım eder; şüphe yok ki Allah, kuvvetlidir, üstündür' vaadine güvenerek sabırla dikiliş, bu onurlu yolu İslam uygarlığının zirvesine dek İslam ümmetinin önüne serecektir.
Işte şimdi çeşitli İslam ülkeleri ve mezheblerine mensup ümmet ulemasının bir kısmının yer aldığı bu önemli toplantıda İslami uyanışla ilgili meseleler hakkında bir kaç noktaya değinmenin yerinde olacağına inanmaktayım:
İlk konu şudur ki, sömürgecilerin öncülerinin bu ülkelere girişiyle birlikte yükselen ilk uyanış dalgaları, genellikle din ve dini müceddidler tarafından şekillendirilmiştir. İran, Mısır, Hind ve Irak gibi ülkelere mensup Seyyid Cemaleddin, Muhammed Abduh, Mirza Şirazi, Ahund Horasani, Mahmud El-Hasan, Muhammed Ali, Şeyh Fazlullah, Hac Aga Nurullah, Ebul Ala El-Mevdudi ve daha nice büyük, meşhur, seçkin ve mücahid alim, seçkin şahsiyetler ve liderlerin adları, tarih sayfalarında kaydolunmuştur. Çağdaş dönemlerde ise ulu İmam Humeyni'nin yaldızlı ismi, İslam İnkılabı tarihinin karanlıklarında nurani bir yıldız olarak parlamaktadır. Bu arada yüzlerce tanınmış alimlerin yanısıra binlerce fazla meşhur olmayan alimler de dün ve bugün çeşitli ülkelerde büyük ve küçük reform hareketlerinde rol oynamışlardır. Ulema dışında Hasan El-Benna ve İkbal Lahori gibi dini muslihlerin oluşturduğu fihrist de bir hayli uzun ve ilginçtir.
Hemen hemen her yerde âlimler ve din uzmanı kişiler, halkın fikri mercisi ve ruhi sabır taşları olagelmiş ve büyük gelişmeler sırasında öncü ve yönlendirici olarak halkın saflarının önünde tehlikeler karşısında yürümesini bilmişlerdir. Onlar ve halk arasındaki fikri bağlılık giderek yükselmiş ve parmaklarıyla halka doğru yolu göstermede etkili olmuşlardır. Bu durum, İslami uyanış hareketi için yararlı ve bereketli olduğu kadar, ümmet düşmanları ve İslam'a nefretle bakanlar ile İslami değerlerin hakimiyetine muhalif olanlar için istenmeyen, kaygı verici bir vaziyettir. Onlar bu yüzden bu fikri öncüleri dini merkezlerden koparmak ve onların yerine yeni kutuplar yerleştirmek istemektedirler. Bu tür şahıslarla prensipler ve milli değerleri rahatlıkla harcayabileceklerini daha önce tecrübe etmişlerdir. Oysa takvalı alimler ve sorumluluk duygusu taşıyan dini şahsiyetler hakkında asla böyle bir durum söz konusu değildir.
Bu, din alimlerinin görevini daha da ağırlaştırmaktadır. Onlar büyük bir dikkat içerisinde düşmanın aldatıcı yöntemlerini tanımalı, nüfuz kanallarını tıkamalı ve düşmanın tuzaklarını tersyüz etmelidirler. Dünya metaının rengarenk sofrasına oturmak, en büyük afetlerden biridir. Servet ve kudret sahiplerinin ihsan ve ayrıcalıklarına bulaşmak ve şehvet ve kudret tağutları karşısında borçlu duruma düşmek, halktan kopma ve onların güveni ve samimiyetini yitirme bağlamındaki en tehlikeli faktördür. Gevşek insanları güç kutuplarına yönelişe çağıran kudret düşkünlüğü ve egoizm, fesad ve sapıklığa bulanışa yataklık eder. ‘İşte ahiret yurdu; biz onu, yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemiyenlere veririz ve sonuç, takva sahiplerinindir.'
Bugün ümit verici İslami uyanış hareketleri döneminde, bazen öylesine sahneler görülmektedir ki Amerika ve siyonizmin uşaklarının bir yandan güvenilmez fikri liderler oluşturma çabalarını gözler önüne sermekte ve diğer yandan da şehvet düşkünü Karun'ların din ve takva ehlini zehirli ve bulanık sofralarına sürükleme uğraşlarını yansıtmaktadır.
Din uleması ve dindar şahsiyetler, dikkatli davranmak zorundadırlar.
İkinci nokta, müslüman ülkelerdeki İslami uyanış için uzun erimli bir hedef belirlemektir. Milletlerin uyanışına yön veren ve onları o noktaya ulaştıran yüce bir çizgi... Bu noktayı tanıma durumunda bir yol haritasının belirlenmesi de mümkün olacak ve orta ve yakın hedefler somutlaştırılabilecektir. Bu son hedef, ‘parlak İslam uygarlığının oluşumu'ndan daha az olamaz. İslam ümmeti milletler ve ülkeler bazında tüm farklılıklarına rağmen, Kur'an'ın benimsediği uygarlık konumuna erişebilmelidir. Bu uygarlığın genel ve temel göstergesi, insanların, Allah tarafından beşerin saadet ve yücelişi için tabiat aleminde ve onların varlıklarında meydana getirdiği maddi ve manevi kapasitelerin tümünden yararlanmaktır. Bu uygarlığın dış görünümünü halka dayalı devlette, Kur'an'dan yükselen kanunlarda, içtihad ve beşerin yepyeni ihtiyaçlarına cevap yeteneğinde, bağnazlık, bid'at ve sentezcilikten kaçınmada, kamu refahı ve servetinin oluşumunda, adaletin ikame edilmesinde, ayrıcalık sahipleri, faiz yiyicileri ve mal üstüne mal ekleyen unsurlara dayalı ekonomiden kurtuluşta, insani ahlakın yayılmasında, dünya mazlumlarının savunulmasında, çaba, uğraş ve çalışmada görmek mümkündür ve görülmelidir de... Beşeri bilimlerden resmi eğitim ve öğretime, ekonomi ve bankacılıktan teknik üretim ve teknolojiye ve modern medyalardan sanat, sinema, uluslararası ilişkiler ve daha nice dallara kadar çeşitli alanlara ilim ve içtihada dayalı bir bakış bu yeni uygarlığın gereksinimlerindendir.
Tecrübe bütün bunların, olması mümkün ve toplumlarımızın becerebileceği işler olduğunu göstermiştir. Bu manzaraya alelacele ya da kötümserlikle bakmamak gerekir. Öz becerilerimize kötümserlikle yaklaşmak ilahi nimetin küfranı, ilahi yardımlar karşısında gaflete düşmek ve yaratılış sünnetlerini göz ardı etmek ve Allah'a sui zanla yaklaşmak vartasına yuvarlanmak demektir.
Bizler, sultacı güçlerin bilimsel, siyasal ve ekonomik tekellerini kırabilir ve İslam ümmetini, şu anda azınlıktaki emperyalistlerin kölesi durumundaki dünya halklarının çoğunluğunun haklarının geri alınması eylemine öncü kılabiliriz.
İslam uygarlığı iman, bilim, sürekli cihad, ileri düşünce ve yüce ahlak gibi unsurları İslam ümmetine ve tüm beşeriyete hediye edebilir ve günümüz Batı uygarlığının temellerini oluşturan materyalist ve zalim dünya görüşü ile çirkin ahlak anlayışından kurtuluş noktası olabilir.
Üçüncü konu ise İslami uyanış hareketlerinde Batılı siyaset, ahlak, davranış ve yaşama tarzına tabi olmak gibi acı ve dehşet verici bir tecrübeye sürekli olarak dikkat edilmesi gerektiğidir.
Müslüman ülkeler bir asrı aşkın bir süredir emperyalist devletlerin kültür ve siyasetlerine uyarak bağımlılık, siyasi alçalış, ekonomik felaket ve yoksulluk, erdem ve ahlakta düşüş ve utanç verici bilimsel geri kalmışlığa düçar oldular. Oysa, İslam ümmeti bir zamanlar bütün bu alanlarda onurlu bir geçmişe sahipti.
Bu sözleri, Batı'ya düşmanlık olarak algılamamak gerekir. Biz, insanlardan hiç bir grupla coğrafi farklılık nedeniyle düşmanlığa sahip değiliz. Biz, Ali aleyhisselam'dan insanlar hakkında şunu öğrendik: ‘İnsanlar iki gruptur: Ya senin din kardeşlerindir ya da yaratılışta sana eşit olan insanlardır.'
Bizim iddianamemiz, sömürücü ve müstekbir güçlerin halklarımıza dayattığı emperyalizm, tahakküm, tecavüz, ahlaki kokuşma ve düşüş ile bilimsel geri kalmışlık aleyhindedir. Şu anda Amerika ve bölgedeki bazı yardakçılarının tahakkümü, müdaheleleri ve zorbalıklarını uyanış rüzgarının başkaldırı tufanına ve inkılaba dönüştüğü ülkelerde gözlemlemekteyiz. Onların verdikleri vaadler ve sözler, siyasal elitlerin karar ve eylemleri ile büyük halk hareketlerinde etki uyandırmamalıdır. Burada da tecrübelerden ders almalıyız; yıllar boyunca Amerikanın verdiği sözlere kanıp, zalim önünde eğilmeyi politikalarının temeline oturtanlar, milletin sorunlarındaki hiç bir düğümü çözemedi ya da kendileri ve başkaları üzerindeki zulümleri ortadan kaldıramadılar. Onlar Amerika'ya teslimiyetle Filistinlilere ait olan topraklardaki hatta bir evin viran edilmesini bile önleyemediler. Emperyalist cephenin gösterdiği çıkarlara aldanan ya da onların tehditlerinden korkuya kapılarak İslami uyanışın getirdiği büyük fırsatı kaçıran elitler ve politikacılar, şu ilahi tehditten korku duymalıdırlar: ‘Görmedin mi Allah'ın nimetini küfre değişenleri ve kavimlerini de sürükleyip helak yurduna konduranları, cehenneme sokanları ? Hepsi de oraya gider ve orası, karar edilecek ne kötü yerdir.'
Dördüncü noktaya gelince... Bugün İslami uyanış hareketini tehdit etmekte olan en büyük tehlikelerden biri ihtilaflara yol açılması ve bu hareketlerin fırkalar, mezhepler, kavimler ve uluslararası kanlı çatışmalara dönüşmesidir.
Bu entrika şu anda Batılı casusluk servisleri ve siyonizm tarafından petro-dolarlar ve satılmış politikacılar vasıtasıyla Asya'nın doğusundan Afrika'nın kuzeyine kadar ve özellikle de Arap bölgesinde ciddi olarak izlenmektedir. Allah'ın yarattığı halkların hizmetinde olabilecek olan bunca para tehdit, tekfir, terör, patlamalar ve Müslümanların kanlarının dökülmesi ve uzun süreli kin ateşinin tutuşturulması yolunda harcanmaktadır. Bir bütün halindeki İslami gücü, çirkin hedefleri önünde bir engel olarak görenler, İslam ümmeti içerisindeki ihtilafları körüklemeyi şeytani amaçları için en kolay yol olarak görmüşler ve fıkıh, kelam, tarih ve hadisteki doğal ve kaçınılmaz teorik farklılıkları tekfir, kan dökümü, fitne ve fesadları için bir vasıta kılmışlardır.
İç çatışmalar sahnesine dikkatle bakıldığında, düşmanın bu facialar ardındaki eli görülecektir. Bu gaddar el, hiç kuşkusuz toplumlarımız arasındaki cehaletler, asabiyetler ve yüzeyselliklerden yararlanmakta ve mevcut ateş üzerine benzin dökmektedir. Dini ve siyasi elitler ve ıslahatçı şahsiyetlerin bu bağlamdaki görevi oldukça ağırdır.
Şu anda Libya, Mısır, Tunus, Suriye, Pakistan, Irak ve Lübnan çeşitli şekillerde bu tehlikeli alevlerle karşı karşıya bulunmaktadır. Özenle dikkat edilmesi ve gereken ilacın bulunması zorunludur. Bütün bunları ideolojik ya da kavmi amaçlar ve araçlara bağlamak safdillik olur. Batılı propagandalar ve onların bölgedeki uşak medyaları, Suriye'deki yıkıcı savaşı bir Şii ve Sünni çatışması olarak göstermekte ve Suriye ve Lübnan'daki direnişin düşmanları ile siyonistler için güvenli bir ortam oluşturmaktalar. Oysa Suriye'deki kavganın her iki tarafı da Sünni veya Şii olmayıp, anti-siyonist direnişin taraftarları ya da onların muhalifleridir. Ne Suriye devleti Şii bir devlettir ve ne de bu devletin laik ve İslam karşıtı muhalifleri Sünni bir gruptur. Bu faciaya yol açan senaryoyu yönetenlerin tek hüneri, mevcut yıkıcı savaşta kimi safdillerin mezhebi duygularından yararlanmalarıdır. Sahneye ve çeşitli düzeylerdeki icracılarına bakıldığında, mesele her insaflı insan tarafından anlaşılacaktır.
Sürmekte olan propaganda dalgası Bahreyn hakkında da bir başka şekilde yalan ve dolanlarla iç içedir. Bahreyn'de yıllar boyunca oy kullanma hakkı ve bir milletin sahip olması gereken diğer temel haklarından yoksun olan mazlum çoğunluk, haklarını talep için başkaldırmış bulunmaktadır.
Mazlum çoğunluk Şii ve laik devlet de Sünni görünümlü olduğu için, bu çatışmaya Şii ve Sünni kavgası denilebilir mi ?
Avrupa ve Amerikalı sömürücüler ile onların bölgedeki kadeh arkadaşları elbette durumu böyle yansıtmak istemekteler. Ancak, hakikat bu mudur ?
Din uleması ve insaflı muslih insanları düşünmeye, dikkate ve sorumluluk duymaya çağıran ve düşmanların mezhebler, kavimler ve partiler arasındaki ihtilafları büyütme hedeflerini algılamayı herkese farz kılan faktörler, işte bunlardır.
Beşinci nokta ise şudur ki, İslami uyanış hareketlerinin izlediği çizginin ne denli doğru olup olmadığını anlamak için onların Filistin sorunu karşısındaki tavırlarını değerlendirmek yerinde olur. 60 yıldan beri İslam ümmetinin gönlünü Filistin'in gaspı gibi böylesine yaralayan daha büyük bir başka problem yoktur.
Filistin sorunu ilk günden bu yana katliam, terör, yıkım, gasp ve İslami mukaddesata saldırı üzerinde yükselmiştir. Bu gasıp düşman karşısında dikilip mücadele etmenin gerekliliği tüm İslam mezheplerinin ittifak noktası ve sadakatli ve sağlıklı milli akımların da ortak paydasıdır. İslam ülkelerinde bu dini ve milli görevi Amerika'nın tahakkümü yüzünden ya da mantıksız bahanelerle unutulmuşluğa sevk eden her türlü akım, kendisine İslam'a vefalı kaldığına ya da yurtseverlik iddiasında sadakatli davrandığına inanılmasını beklememelidir.
Bu, bir kriterdir. Şerefli Kudüs'ün ve Filistin milleti ile topraklarının kurtarılması ilkesini kabullenmeyen, ya da bu davayı marjinalleştiren ve direniş cephesine sırt çeviren herkes, itham altındadır.
İslam ümmeti her zaman ve her yerde bu açık ve temel kriter ve göstergeyi dikkate almalıdır.
Değerli misafirler ! Kardeşler !
Düşmanın hile ve tuzağını asla unutmayınız. Gafletimiz, düşmanlarımız için fırsatlar oluşturmaktadır. Ali aleyhisselam'ın bize bu bağlamdaki dersi şöyledir: ‘Uyuyan herkes, düşmanın uyumadığını bilmelidir.' Bizim bu konuda İslam Cumhuriyeti'ndeki tecrübemiz de ibret vericidir.
Batılı emperyalist devletler ile Amerika uzun yıllardır İranlı tağutları avuçlarının içine almış olup, ülkemizin siyasal, kültürel ve ekonomik kaderini belirlemekteydiler. Bunlar, toplum içindeki İslami imanın taşıdığı dev gücü hafife alarak, İslam ve Kur'an'ın yönlendirici dinamikleri algılayamamış ve İslam İnkılabı'nın zafere ermesiyle birlikte ansızın gafil avlanmışlardı. Onların istihbarat servisleri, egemenlik mekanizmaları ve kumanda odaları bu yüzden büyük mağlubiyetlerini telafi etmek telaşına kapılmışlardı.
Şu son otuzu aşkın yıldır onların nice komplolarıyla karşılaştık. Onların hilelerini suya düşüren şey, aslında iki temel unsurdur: İslami ilkeleri ısrarla savunmak ve halkın daima sahnede olması.
Bu iki unsur her yerde fetih ve kurtuluşun anahtarıdır. İlk unsur, ilahi vaadlere sadakatle iman ve ikincisi ise ihlaslı çaba ve sadık beyanlarla garanti edilir. Öncülerinin sadakat ve samimiyetine inanan bir millet, sahneyi verimli bir katılımla doldurur. Milletin yılmaz azimle sahnede kalması durumunda hiç bir güç onları mağlup edemez. Bu, katılımlarıyla İslami uyanışı sürdüren tüm müslüman milletler için başarılı bir tecrübe olmuştur.
Allahu tealadan sizlere ve tüm milletlere hidayet, yardım ve rahmetini esirgememesini niyaz etmekteyim.
Allah'ın selam ve rahmeti üzerinize olsun...
KHAMANEİ.İR