کارگر

کارگر

 Türkiye’nin en çok izlenen dizisi olan ve bazı komşu ülkelerde de izlenen Kurtlar Vadisi de Türkiye’deki siyasi çizgi dönüşümünden nasibini alarak Türkiye halkını İran’a düşman etmede kullanıldı.

 Kurtlar Vadisi Irak” filmi ve önceleri İsrail karşıtı sahne ve söylemleriyle İran’da da sempati toplayan Kurtlar Vadisi adlı ünlü dizinin İran düşmanlığına alet edilmesi şaşkınlık yarattı.

Geçtiğimiz hafta 175. bölümü yayınlanan ve bu hafata da (dün) tekrarlanan Kurtlar Vadisi’nde beklenmedik bir şekilde İran düşmanlığı yapılması herkesi şaşırttı. Son zamanlarda Türkiye medyasında Suriye ve Irak aleyhine başlatılan soğuk savaş şimdi de açıkça İran’a karşı nefret yaratma çabasına dönüştü.

Önceleri İsrail ve ABD karşıtı söylem ve temaları işleyerek halktan sempati toplamayı başaran dizi, -yeterli sempati topladığından olacak- birdenbire İran ve Suriye aleyhtarlığının propaganda malzemesine dönüştürülerek Türkiye’nin Müslüman halkında İran ve Suriye düşmanlığı yaratmayı hedefleyen sahneler kurmaya başladı. 

Dün tekrarı verilen dizinin 175. bölümünde İran, Türkiye’ye karşı casusluk faaliyeti yapan bir ülke olarak gösteriliyor ve İstanbul’daki İran konsolosluğunu basan Türk görevliler İran devletini aşağılayarak konsolosu yumrukluyor. Türkiye’de yaşayan İran asıllı vatandaşları ve çoğu Türk vatandaşını da rencide eden bu sahnelerin böylesine “milli” tandanslı bir dizide işlenmesi, Türkiye-İran ilişkilerini dinamitlemekten başka şeye yaramıyor. Daha önce de bazı dizi ve filmlerde İran devleti ve halkı aşağılanmıştı. Türkiye’nin Müslüman halkında İran’a karşı nefret yaratma girişiminin arkasında İsrail ve ABD’nin parmağı olduğu biliniyor. Bu dizi, hükümete yakın bilinen bir televizyon kanalında yayınlanıyor. Bu diziyi gerçekten İsrail karşıtı zanneden İran ise, geçtiğimiz yıl bu diziye İsrail ve ABD karşıtı bir filmin ortak yapımı için teklifte bulunmuştu.

Farsnews

 

 

Pazar, 13 Ocak 2013 06:12

İrancı olmak

Bu günlerde sıklıkla birileri hakkında bu ithamı duyuyorum: 'İrancı!'

Bir kişinin başka bir ülkeci olarak tanımlanmasına ne içerik, ne de dilin kullanımı açısından mana veremiyorum. Amaç bir başka ülke adına çalışmayı ima etmek ise eğer, bu kişiler 'bir şeyci' olmayı değil daha başka tanımlamaları hak ediyor. İşin ilginç tarafı bu ithamı birbirine karşı kullananlar, bir zamanlar toptan 'İrancı' olmakla suçlanan, aynı mahallenin şimdi farklı sokaklarda kalmış çocukları. Uluslararası ilişkilerde eleştirel bakış açısına sahip birisine (eğer bu kişi dindarsa) 'ama o İrancı' dedirten saikların neler olduğunu doğrusu çok merak ediyorum.

Bu kavramı 12 Eylül sonrasında ve 90'larda, 28 Şubat'ı kurgulayan ortamın içinde çok sık duyardık. 1979'da yapılan İran devrimi dünyaya Batının yönetmediği bir formülün mümkün olabildiğini göstermişti. Birçoğumuzun İran'a olan ilgisi bu yerleşik ve dünyayı sömüren uluslararası sisteme karşı bir çıkışın mümkün olabildiğini göstermesi açısından önemliydi. İran devrimi bizim için Batıya bir başkaldırı ve yerel olanın kazanmasıydı, imaj ve içerik olarak. İran'ın dini hüviyeti ikinci planda kalıyordu. Sosyolog Ali Şeriati'nin kitapları o yıllarda birçoğumuzun başucundaydı. Bize batının kavramları ve kültürü ile taarruzuna karşı duruşun dilini anlatıyordu. Özgürlüğü bizim kavramlarımızla tanımlıyordu.

O yıllarda 'İrancılık' ithamı laiklik düzenini tehdit eden, kontrol edilemeyen İslamcılar için kullanılırdı. Türkiye'deki yeni bir öcüleştirmenin arka planında en iyi argümanlar bu tanımla oluşuyor ve gelişiyordu. İran hakkında bir bölümü düzmece haberler ile 'Türkiye İran olacak' paranoyası oluşturuldu. Bu ülkenin kendi vatandaşlarını ötekileştiren, iç düşman olarak ilan eden koşullarda İrancılık oldukça etkili bir şifre oldu. Oysa bu mahallenin içinde birçok kişi gibi biz de daha devrimin ilk yıllarında İran'daki mezhepçi bakışı, farklı dini kültürlerin taşıyıcıları olduğumuzu fark edip kendi özgün yolumuzu çizmemiz gerektiğini anlamıştık. Elbette İran'ın kendi devrimini ihraç etme hayalleri, etkileme girişimleri hep oldu. Ama Türk Müslümanlığı içinde buna itibar eden kesimler hep çok marjinal kaldı. Onlar Şii ve Fars, biz Sünni ve Türk olduğumuz sürece bu etkilenmenin olamayacağı daha o yıllarda belliydi. Ayrıca o yıllarda Batı'nın İran'ı düşmanlaştıran enformasyonuna da itibar etmiyorduk.

İran'daki İslam devrimi pratiği hepimize çok şey öğretti. Ne düşmanı olduk, ne de 'fan'ı… 'Selamün aleyküm' diyenlerin, başörtü takanların fişlendiği, düşman ilan edildiği bir toplum mühendisliğinin de en gözde argümanının 'İrancılık' olduğunu daha o yıllarda çok iyi gördük. Aradan geçen zamanda Türkiye'de büyük değişimler yaşandı. Buna rağmen aynı mahallenin çocuklarının bugün birbirleri hakkında 'İrancı' suçlaması yapmaları, 'n'oldu?' sorusu ile birlikte beni çok şaşırtıyor. Bu kelimeyi her duyduğumda yeni bir mühendislik projesi ile karşı karşıyayız duygusuna kapılıyorum. Kendi geçmişlerinde İrancı genellemesi içinde hedefe koyulan insanlar neden, hangi amaçla bu tanımı yaklaşım farkı olan 'arkadaşları' için kullanıyorlar?

YAZININ DEVAMI İÇİN..

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AyseBohurler/iranci-olmak/35810

 Ayşe Böhürler  12/01/2013 

 

Ülkeden kaçan Müslümanlar Malezya, Bangladeş, Taylang gibi ülkelerde akrabalarına gitmek isterken insan tacirlerinin eline düşüyor. Gerekçe ise çok basit parasız kalan Arakanlı Müslümanlar para karşılığında satılıyor.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) yeni yılın ilk haftasında 2 binden fazla Arakanlı Müslüman'ın botlarla ülkeden kaçmak zorunda kaldığını belirterek, trajedinin her geçen gün büyüdüğünü bildirdi.

Trajedi hergün artıyor

BMMYK Sözcüsü Adrian Edwards, Cenevre'de düzenlenen basın toplantısında Myanmar'dan botlarla hayatını riske ederek kaçan Rohingya Müslümanlarının sayısının her geçen gün arttığını söyledi.

Hazırlanan rapora göre, yeni yılın ilk haftasında 2 binden fazla Rohingya'nın kaçakçıların botlarıyla ülkeden ayrıldığını anlatan Edwards, bu mültecilerin Güneydoğu Asya ülkelerine doğru kaçtıklarını ama son varış noktalarının net olmadığını kaydetti.

13 Bin Rohingya botlarla kaçtı

Geçen yıl 13 bin Rohingya Müslümanı Bangladeşlinin kaçakçıların botlarıyla Bengal Körfezi'ne açılarak tehlikeli bir yolculuğa çıktığının tahmin edildiğini dile getiren Edwards, bu kişilerden en az 485'inin 4 ayrı bot kazasında hayatını kaybettiğinin belirlendiğini ancak ölü sayısının çok daha fazla olabileceğini ifade etti.

İnsan tacirlerinin eline düşüyorlar

Mültecilerin kaçakçılar tarafından Tayland-Malezya sınırında tutularak Bangladeş'teki akrabalarını aramaları ve yolculuğun tamamlanabilmesi için para talep etmelerinin istendiğini anlatan Edwards, paranın ödenmemesi durumunda ise insan kaçakçılarına satılma riskiyle karşı karşıya kaldıklarını söyledi.

Edwards, kaç mültecinin yolculuğu tamamlayabildiğinin bilinmediğini belirterek, bu insanların vardıkları yerde de yakalanma ve geri gönderilme korkusuyla yaşadıklarını, BMMYK olarak geri gönderilmelerini engellemeye çalıştıklarını dile getirdi.

115 bin kişi yerinden edildi

Adrian Edwards, geçen yıl haziran ayında başlayan olaylar sonucu 115 bin kişinin yerinden edildiğini kaydederek, Bangladeş'e sığınan Arakanlı mülteciler arasında da umutsuzluğun arttığına işaret etti.

Yenişafak

 

 

Suikastın yapıldığı gün Yeni Şafak gazetesi manşetten “İsrail ve İran yakın takipte” başlıklı bir haber yayınladı. Haber kısaca İmralı ile görüşme sürecinin İran ve İsrail’i hareketlendirdiği ve Tahran’ın Kandil ile görüşme talep ettiği ileri sürülüyor ve İsrail ve İran’ın görüşmelerden rahatsız olduğu görüşü işleniyordu. Bu haber suikasttan bir gün önce hazırlanmış ve suikastın olduğu gün yayınlanması tesadüf olabilir.

Ancak Hükümetin has gazetesi olan Yeni Şafak’ın bu haberi suikasttan de bağımsız olarak Kürt hareketinin Ortadoğu’daki saflaşmada mevcut konumlanışına karşı “İran’ın içinde yer aldığı ittifak çözüm istemiyor. PKK İran’la işbirliği halinde” propagandasını derinleştirerek Kürt halkı, PKK’nın bu mevzilenmesine karşı çıkması için kışkırtılıyor.

 SUİKAST ile ilgili olarak hükümet yandaşı Bugün Gazetesinin Ankara Temsilcisi Adem Yavuz Twitter’da “Paris’teki infazlar nedense bana bir körfez ülkesinde ki infazları hatırlattı. Niyeyse artık” şeklinde yorumladı. Taraf Gazetesinin cemaatçi polis yazarı Emre Uslu ise İran istihbaratını adres göstererek “Bu infaz örgüt içi bir infaz gibi görünmekle birlikte özellikle Paris’te daha önce de benzer infazlar yapmış İran istihbaratının işi olma olasılığı da vardır” diyor. Uslu’nun bahsettiği İran istihbaratının benzer operasyonlarının en bilineni İran Kürdistan Demokrat Partisi Lideri Qasimlo’nun Avrupa’da bir evde infaz edilmesidir.

 Özellikle Zaman Gazetesinin Kürt hareketine karşı yürüttüğü psikolojik harpte gönüllü görev almasıyla tanıdığımız İbrahim Güçlü, CİHAN’a verdiği ve Zaman sitesinde yayınlanan demecinde “PKK şu an bölgede bir ittifak cephesi içinde yer alıyor. İran, Irak ve Suriye bu cephe içinde. Rusya’ya kadar uzanan bir cephe mevcut. Bu cepheden bağımsız Türkiye ile uzlaşması mümkün mü? Bu hem Kandil’in hem de İran ve Suriye’nin çıkarlarına aykırı. Çünkü Türkiye’yi yıpratmak istiyorlar” diyerek hem İran işidir, hem de örgüt içi infaz diyenlere akıl verircesine “İran’ın olduğu blokla ittifak halindeki Kandil, onların yardımıyla bu suikastı gerçekleştirdi tezini işleyin” demeye getiriyor.

 Suikastı İran’a yıkma çabası önümüzdeki günlerde yandaş medyada daha sık işlenebilir. Kürt hareketinin Ortadoğu’daki saflaşmada, Batı Kürdistan’da yönetimi ele alma kazanımı, Botan- Behdinan bölgesinde özellikle 2012 yaz aylarındaki askeri ve moral üstünlük sağlayan mevcut pozisyonu Kürt halkı ve Kürt hareketi içerisinde sorgulatılmak, aslında müzakere sürecini dayatan bu pozisyonun değişmesi için daha fazla çaba harcanacağı anlaşılıyor.

Tahahaber

 

 Medyada, daha önce de altını çizdiğim bir ‘çaba’ ya dikkatinizi çekmek istiyorum.

Eskiden PKK’ya destek veren ülkeler olarak ABD’nin, İsrail’in, Almanya’nın, Fransa’nın, Suriye’nin, Irak’ın ve az da olsa İran’ın adı birlikte telaffuz edilirdi.

Fakat son zamanlarda yazı ve haberlerin malzemesi olarak yalnızca İran kaldı.

Özellikle de ABD ve İsrail’in bölgeye dönük planları ile bu iki ülkenin PKK’ya verdiği destek ustaca bir manevrayla gündemimizden çıkarıldı.

“İran PKK’ya destek veriyor” tezi analizlerin, yorumların ana teması haline geldi.

Bir kampanya var adeta.

İran gerçekten PKK’yı destekliyor mu? Bu soruya ne ‘hayır’, ne de ‘evet’ diyecek durumdayım.

Peki destekleyebilir mi? Elbette.

“Elbette” diyorum ama bu görüşüm bir tahminden, yorumdan, kanaatten öteye geçmez. Çünkü bu konudaki fikrimizi netleştirecek bir bilgi yok.

Zaten bu konuda fikir beyan edenler de görüşlerini bir bilgiye dayandırmıyor.

İran’ın PKK’yı destekleyebileceğine ihtimal veriyorum, çünkü devletlerarası ilişkilerde ahlakın, dinin değil, çıkarın esas olduğunu artık hepimiz gördük.

Böyle olunca da ‘devlet çıkarı’ için herkes her türlü pespayeliği yapabilir.

Benim dikkatimi çeken sözünü ettiğim kampanyayı yürütenlerin ağırlıklı olarak muhafazakar çevreden insanlar olması.

Siz “İran’ın PKK’ya destek verdiğini” ileri sürenlerden herhangi birinin tek bir delil veyahut bir istihbarat bilgisi ortaya koyduğunu gördünüz mü?

Devlet kurumlarının kevgire döndüğü bir ortamda İran’ın PKK’yı desteklediğine dair bir belge niçin sızmıyor?

Üstelik tersi bir durum var. Geçtiğimiz aylarda Başbakan Erdoğan’a defalarca soruldu: İran PKK’yı destekliyor mu?

Başbakanın “elimizde bunu kanıtlayacak bir belge yok” demesi bile bu arkadaşları durdurmaya yetmiyor.

Ortaya ‘dişe dokunur’ bir bilgi koyamadıkları halde her gün “İran PKK’ya destek veriyor” görüşünü bir kampanyaya dönüştürenlerin derdi ne? Bu işe niçin bu kadar coşkuyla girişmişler?

Niçin bütün iş geldi o kadar ülke arasından sadece İran’ın üzerine kaldı?

Niçin Türk halkını ‘İran düşmanı’ yapmak için bu kadar büyük bir gayret içerisindeler?

Haftada iki kez “İran PKK’ya destek veriyor” yazısı yazanlar, niçin ayda bir kez de dünyaya nizam-intizam veren ABD ve İsrail’in hesaplarına dikkat çekecek yazı yazmıyorlar?

Bu çabalarıyla bilinçli bir perdeleme yaptıklarını bile düşünüyorum.

İran’ı o kadar çok gündemde tutuyorlar ki artık kimsenin aklına ABD, İsrail, Almanya gibi ülkeler gelmez oldu.

Bir olay olduğunda bu ülkeleri aklımıza getirmeyi resmen unutturdular bize.

Birkaç gün önce medyanın ‘mümtaz’ bir şahsiyeti, “Alparslan Türkeş bir konferansta dedi ki bizim gerçek düşmanımız Sovyetler Birliği değil İran’dır” diye yazdı.

Bakar mısınız bu cümleye.

Alparslan Türkeş öncelikle kendi adı etrafında dolaşan tartışmalara bir açıklık getirseydi daha iyi olmaz mıydı?

Bu arkadaş bir zahmet bize İran’ın değil, Alpaslan Türkeş’in nerede, kimin yanında durduğunu anlatabilir mi?

Alparslan Türkeş bu işlere şahitlik edecek de Türkeş’e kim şahitlik edecek? Öyle değil mi?

Abdullah Öcalan da PKK’ya haber göndermiş: “Aman İran’ın provokasyonlarına dikkat edin” diye.

Bir tarafta Türkeş, diğer tarafta Öcalan. Ne muhteşem ikili değil mi?

Neyse devam edeyim.

Irak, Afganistan, Suriye’den sonra sıranın İran’a geldiği konusunda herkes neredeyse hemfikir.

Dünya sistemi İran’ı hedefe koymuş.

İsrail’in güvenliği için harabeye dönüştürülmemiş bölgede bir tek İran kaldı.

Tam da böyle bir dönemde İsrail’in değirmenine su taşımak hangi hesabın ürünüdür?

Üstelik “İran” diyenlerin neredeyse hepsinin aynı çevrenin insanları olmaları bir tesadüf mü?

Durmadan, yorulmadan, bıkmadan analiz ve yorum adı altında İran aleyhtarlığı pompalıyorlar.

İstiyorlar ki İsrail İran’a saldırdığında bu milletten bir ses çıkmasın.

Bu meselenin bir yönü. Bir başka yönü daha var.

“İran’ın PKK’yı desteklediğini" söyleyenlerin tek bir gün Türkiye’nin Suriye’yi yakıp yıkan, on binlerce insanın ölümüne neden olan silahlı harekete verdiği desteği eleştirdiklerini gördünüz mü?

Eğer mesele ahlakiyse, o zaman bunu da eleştirmeleri gerekmez mi?

‘Türkiye’nin çıkarları’ Suriye’de silahlı muhalefeti desteklemeyi gerektiriyorsa, o zaman İran’ın çıkarları da PKK’yı desteklemeyi gerektirebilir. Ne diyeceğiz buna?

Namuslu bir aydına yakışan her ikisini de eleştirmek değil midir?

İran’ın PKK’yı desteklediği gerçek olsa bile, bu durum bu arkadaşları içine girdikleri çabayı kirliliğinden kurtarmayacaktır .

Levent GÜLTEKİN  11/01/2013

 

Cuma, 11 Ocak 2013 19:36

Velayet Eksenli İslami Uyanış

Bugün ümmetin içinde bulunduğu dramın ve kanamakta olan yaranın tedavisi de ancak Veli-y-ül Emrin etrafında birlik ve vahdeti sağlamakla mümkün olabilir.

’Hiç Allah’ın, göğsünü İslam’a açması sebebiyle, Rabbi tarafından nura kavuşan kimse, kötü tercihinden ötürü fıtratını değiştiren, kalbi katılaşan, göğsü daralan kimse gibi olur mu? Yazıklar olsun, kalpleri Allah’ı anmak hususunda katılaşmış olanlara! İşte onlar besbelli bir sapıklık içindedirler.’’ 39/22

Evet!. Yirmi birinci yüzyılın insanının kalbini İslam’a açmasıyla tekvini olarak (kainat kitabından) tenzili olarak (Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinden) damla damla akan ilahi nurun gerçekleştirmiş olduğu uyanışla İmam Humeyni’nin kıyadetinde büyük İslam Devrimini gerçekleştirmiştir. Tarihin karanlık kapısına kilit vuran ve aydınlatıcı kapısından ilham alarak gerçekleşmiş olan “İslam İnkilabı” tarihe yeni bir sayfa açarak, “İslami Uyanışın” başlangıç tarihini, asrın tarihinin baş sayfasına yeniden yazmıştır.

İslam ümmetine karanlık bir dönem yaşatan müstekbir ve sömürgeci Batılı devletler ve zalim sultanların tarihe bırakmış oldukları kirli izler, insanlığa karşı işlenmiş bir cinayettir. Miras olarak tarihten günümüze bırakılmış bu cinayet şebekesi hala ecdatlarının işlemiş olduğu cinayeti sürdürerek necip bir milletin torunları olduklarının iftiharını yaşarlar. O gün ve bugün işlemiş oldukları cinayetlerin ve dökmüş oldukları kanları ve gasbettikleri İslam ümmetinin milli servetlerinin hesabını sormak için uyanmış mü’min ve muvvahitler korku perdesini yırtarak, izzetli bir duruşla İslami motifli Batı yanlısı olan zalimler karşısında durarak hak cephesinde yer almışlardır.

Bu uyanışın doğru bir çizgi üzerinde hedefine gidebilmesi için, devrim lideri İmam Humeyni’nin (r.a) tesis ettiği “Velayet-i Fakih” çizgisinde hareket ederek “Veli-y-ül Emr’e” itaat etmekle ancak varılabilinir.Ümmet cami-u şerait olan bir lider ekseninde toplanmadıkça şer güçlerin aldatıcı ve oyalayıcı şeytani oyunlarından kurtulması mümkün olamaz; zira tarih bize tanıklık etmektedir; tarihte bağımsızlık ve istiklal savaşını veren Türkiye, Cezayir, Libya, Tunus, Mısır vs. devletler her ne kadar bağımsız birer devlet olduklarını iddia etmiş olsalar da İngilizlerin, Fransızların ve Amerika’nın esaret zincirinden hala kurtulamamışlardır; zira tek ümmet, tek lider, tek siyaset ve tek ekonomi olmadıkça insanları parça parça ederler ve lokma lokma yutarlar; bu nedenledir ki yüce Allah tefrikanın ve ayrılığın bir ateş çukuru olduğunu beyan ederek kullarını uyarır.

‘’Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve o’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.’’ 2/103

Ayetin nüzul sebebi:

İslam’dan önce Medine’de yaşayan iki büyük kabile olan Evs ve Hazreç kabileleri arasında Yahudiler tarafından yapılan fitne ve yaktıkları tefrika ateşi sebebiyle tam 120 yıl Yahudiler bu iki kabileyi savaştırmış ve kendilerine hizmet ettirmişlerdir; ancak yüce İslam peygamberi Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra bu iki kabile arasında imanın gereği olan kardeşliği İslam bağıyla birbirine kenetleyerek aradaki adaveti ve husumeti kaldırmıştır. Artık dünün düşmanları bugünün kardeşleri olmuştur; peygamberin ilahi emirle gerçekleştirmiş olduğu bu kardeşlik bağı Yahudilerin yüzündeki maskeyi düşürerek onların fitneci yüzlerini onlara tanıtmıştı. Ne var ki Müslüman olduktan sonra cahil ve bilgisiz dostlar tekrar bilgili ve şeytan olan Yahudilerin oyununa gelerek savaş kıvılcımlarını yeniden başlatırlar; bunu duyan peygamber süratle savaşacakları mahale gider ve iki kabile arasında durarak nazil olan yukarıdaki ayeti iki kabileye okur ve onların birbirinin kardeşleri olduğunu onlara hatırlatır ve Yahudilerin hazırlamış olduğu fitne ve tefrika tezgahı oyununa gelmemelerinin uyarısını yapar.

Bu eylemiyle yüce İslam peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) ümmetine yol haritası çizerek gidiş yolu üzerindeki düşman tarafından hazırlanmış ama üstü örtülü ateş çukurlarına düşmemelerinin uyarısını yapar ve dikkatli olmalarını ister. Bu ateş çukurlarından en tehlikelisi olan kabilevi, ırki ve milliyetçi faşizan duygular ve taasuplardır. Siyonist ve emperyalist güçler İslam ümmetine en çok bu kanaldan yaklaşarak ümmet birliğini bozarak onlar arasında kin, husumet ve hatta savaş bile çıkarırlar. Bu nedenle yüce Allah (va’tesimu biheblillah) emrini vererek “Veli-y-ül Emr’in” etrafında Allah’ın ipine sımsıkı sarılarak birliği ve vahdeti sağlamalarını ister.

İkinci tehlikenin tefrika olduğunun uyarısını yapar (Vela teferreku) diyerek ateşin kenarında olduğunun ikazını yapar; bilindiği gibi Firavunun siyasi planlarından biri olan toplumları parça parça yaparak tefrika ateşinin çukurunda cayır-cayır yakarak kendi ilahlığını ilan etmiştir. Firavun’un bu planı hala sömürgeci siyonist müstekbirler tarafından kullanılarak bilinçsiz ve geri kalmış toplumları sac kavurması gibi tefrika ateşinde kavurmaktadır. Buna binaen Cenab-ı Allah (Vela teferreku) emrini vererek, İslam ümmetini birliğe davet eder.

Üçüncü tehlike şeytanın vasıflarından biri olan kibir, kendini beğenme ve üstünlük taslama; bu hastalık ümmetin devamlı kanayan yarası olmuştur. Bunun tedavisi ise iman ve takvaya davet eder ve şöyle buyurur: (Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin) diyerek tefrikaya düşmemelerini ister. Tüm bunlar Allah’ın elçisi veya onun canı olan imamın veya naibinin etrafında birleşmekle mümkün olabilir. İşte İslami uyanış bu ilkeler üzerinde gerçekleştiği zaman İslami uyanış olduğu kanıtlanabilinir. Şu bir gerçektir ki velayet eksenli olmayan uyanışlar yine müstekbirlerin siyasi çarklarının dişlileri arasında ezilerek yok olur. Yakın tarihimizde bağımsızlık mücadelesi veren ülkeler velayet eksenli olmadığından yine müstekbirlerin açmış oldukları kuyuya düşerek sömürülmüşlerdir. Ancak uyanmış İran halkının” Velayet” ekseninde gerçekleştirmiş oldukları bağımsızlık payidar kalmış ve İslam düşmanlarına korkulu rüyalar ve anlar yaşatmaktadır.

Milletlerin bekasında birlik ve vahdetin rolü:

‘’Allah’ın dinine sımsıkı sarılın’’Emri; bir millette serbülent, başı dik, özgür ve şahsiyetli bir yaşamın sütunlarını oluşturur. Bu sütunlar tevhidin, nübuvvetin, imametin ve velayetin ekseninde birliğin, beraber oluşun ve kardeşliğin kimliğini ortaya koyarak ümmet olmanın zevkini insana yaşatarak o milletin bekasının garantisi olur. Zira ulvi duyguları geliştirmenin, olumsuz duyguları yönlendirme ve terbiye etmenin esaslarını vahiy belirlemiştir. Vahiy de peygamberler vasıtasıyla gelir. İnsanlığın ferdi, sosyal, hukuki hatta teknolojik kalkınmasını, kısaca maddi ve manevi yükselmesi, Cenab-ı Hakk’ın peygamberleri aracılığıyla göndermiş olduğu hakikatler sayesindedir. Çünkü medeniyeti, nezaketi, nezaheti ve diyaloğu insanlığa ilk olarak peygamberler öğretir. Yaradılışın sebebi, hayatın sırrı, kainatın manasını ve muamması ancak peygamberlerin sayesinde çözülür ve hayat ancak onların sayesinde boşluktan kurtulur ve değer kazanır.

Can yakıcı tefrika ateşinin kuyusundan insanı kurtaracak olan ilahi elçiler ve onları günümüzde temsil eden “Veli-yyi Fekih” ümmet birliğinde ve İslami uyanışın hedefine doğru ilahi çizgi üzerinde hareket etmesinde temel sütundur; zira günümüzün mozaik ve oldukça karanlık siyasetleri arasında hedefi pürüzsüz tesbit etmede ve yol güzergahını çok iyi seçebilmede velayet makamındaki rehberin yol göstericiliği çok önemlidir. Bugün ümmetin içinde bulunduğu dramın ve kanamakta olan yaranın tedavisi de ancak Veli-y-ül Emrin etrafında birlik ve vahdeti sağlamakla mümkün olabilir. Allah’ın ipi olan din-i mübini İslama bağlanmayı emreden ayetin metninde var olan gerçek de budur.

Tefrika beşeriyetin hayatını olumsuz yönde etkilediği gibi, insanın ulvi değerlerini de hayvani değerlere tebdil ederek adata vahşi bir hayvan gibi saldırgan ve kan dökmekten zevk alır. Buna binaen yüce Allah (vela teferreku) emriyle ümmeti İslamın uyanmasını ve evvel emirde ilmi, ahlaki ve cesur bir kimliğe sahip olan bir liderin etrafında birleşmeye davet eder. Çünkü günümüz dünyasında şer güçlerin kin ve nefret tohumlarını ekerek İslam ümmeti üzerinden sermaye yaparak onların kanlarını döktükleri gibi, onların tabii kaynaklarını da yağma ederek ülkelerine götürmekteler. Bu acı manzarayı İslam ümmetine yaşatan ümmetin tefrika içinde birbirleriyle soğuk ve sıcak savaş yapmalarından ileri gelmektedir.

Her ne kadar İslam ümmetinin uyandığı iddia edilmekte ise de, düşmanlar yeni siyasetlerle yeşil ışık yakarak yeni tefrika kapılarını oluşturmaktadır ve ümmet tekrar düşmanın oyununa gelerek ılıman islam’ın temellerini biraz daha muhkemleştirerek batının nüfuzunu artırmaktalar. Açık bir örnek verecek olursak; NATO’nun füze rampalarının ve patriotlarının askerleriyle birlikte İslam beldelerine yerleştirerek İsrail’in güvencesini sağlamak ve Müslümanları da tehdit altında tutmaları ve Türkiye Müslümanlarının da bunu çok rahatlıkla kabul etmeleri, hangi İslami gelişmenin veya uyanışın delili olabilir?..Milliyetçi duygularla necip bir millet ve ulus bir devlet olduklarını iddia edenler Batı’ya köle ve İsrail’in koruyuculuğunu üstlenmiş bir hükümete alkış tutanlar, nasıl bir İslami gelişmeden veya uyanıştan bahsedebilirler?...

İslami uyanış ancak cami’u şerait olan ilmiyle, takvasıyla ve cesaretiyle zalim ve şer güçlerin el ve ayaklarını İslam beldelerinden keserek (la şerkiyye ve la garbiye!.. el islamiyye islamiyye!...) diyen yiğit liderin etrafında birleşenler İslami uyanışa imza atmış kimseler kabul edilirler. Batıya sonuna kadar kapılarını açan ve onlarla beraber olmanın iftiharını yaşayanlar, değil islami uyanıştan belki İslam’dan dahi nasibini almamış olan kimselerdir.Amerika’nın ve Batı’nın kabul ettiği bir İslam’la şahinleşenler, velayet nuruyla aydınlanmış Hz. Huseyn’in mektebinin mü’min ve muvvahit müslümanlarını aldatacaklarını sanmasınlar, zira iman nuruyla velayet gölgesinde onların çirkin emellerini görmekteler. Velev ki cami yapsalar ve hutbe irad etseler dahi Amerikancı bir islamı ve laik bir sistemi korudukları müddetçe ve velayeti fakihe bağlanmadıkça mü’min ve muvvahitler onlara dostluk elini uzatmayacaklar; İşte bunun adı islami uyanıştır!..

Zulmün ve küfrün karşısında Huseyn-i bir duruş!..

Zalimlerin ve saltanatçı zihniyetlerin ok, kılıç ve mızraklarıyla dökmüş oldukları temiz ve mübarek kanların, sulamış oldukları yer küresi üzerinde yeşeren asrımızın yiğit müslümanları günümüz Yezit’lerine ve onları sömüren müstekbirlere korkulu rüyalar yaşatmaktalar. İlmi gelişmelerle, bilimsel çalışmalar neticesinde elde etmiş oldukları teknik ve teknolojide baş döndürücü ilerlemelerle, düşmanı yenilgiye uğratacaklarının korkusunu yaşatmaktalar.

Velayet ekseninde gelişmekte olan bu ilmi çalışmalar, sömürülmekte olan ülkelerin halklarının uyanışına sebep olmuştur. Zira sömürgeci ülkeler İslam ümmetinin birşeyler yapamayacağının ve ilim ve teknolojiden asla ve asla anlayabilmeyeceklerini onlara kabul ettirerek, zeki ve başarılı çocuklarını da satın alarak ve onlara imkanlar vermek suretiyle okutmuş ve kirli emellerine hizmet ettirmişlerdir; ancak İslam Devrimiyle gerçekleşen göz kamaştırıcı teknolojik büyüme, mü’min kalplere akan damla damla ilahi nurla korku perdesini yırtarak, sömürgecilere karşı özgürlük meş’alesini yakarak, karşı durma cesaretini kendilerinde bulmuşlardır.

Müslüman gençleri; İslam’dan uzaklaştırmak için geri kalmışlığı İslam’a mal eden şer ve zalim güçlerin, İslam devrimiyle yüzlerindeki maske düşerek ne kadar yalancı, aldatıcı ve hain oldukları gün yüzüne çıkmıştır.

İslami uyanışın temel sütununun “Velayet” olduğunu bilin ve sımsıkı ona sarılın inancıyla hoşça kalın.

Muhammed Avcı  10/01/2013

TAHA HABER

 

Pakistan'da dün Şiileri hedef alan saldırılarda 117 kişinin öldüğü bildirildi. Pakistan'ı kan gölüne çeviren saldırılar sonrası karşılaşılan tabloyu anlatan bir polis yetkilisi, "Kıyamet günü gibiydi. Her yerde cesetler vardı" ifadesini kullandı.

Pakistan bombalı saldırılarla sarsıldı. Quetta ve Mingora'da düzenlenen saldırıda toplam 117 kişi şehid oldu. Patlamalarda 270 kişi de yaralandı.

Quetta şehrindeki ilk saldırı pazar yerinde gerçekleşti 12 kişi şehid oldu. 40'tan fazla kişi de yaralandı. İkinci saldırı ise bir bilardo salonunda gerçekleşti. Bir intihar bombacısının üzerindeki düzeneği patlaması üzerine 83 kişi şehid oldu. Olayda 120 den fazla da yaralı var. Saldırıları Birleşik Beluç Ordusu ve Leşker-i Cengavi isimli örgütler üstlendi.

 Polis yetkilisi Zubair Mehmood, saldırıda hayatını kaybedenlerin çoğunluğunun Şii Hazaralar olduğuna dikkati çekti. Saldırılarda hayatını kaybedenler arasında dokuz polisin bulunduğu belirtiliyor.

Son saldırı ise Mingora'da bir camiye düzenlendi. 22 kişi şehid oldu, 70'ten fazla kişi de yaralandı.

Bu arada, Pakistan hükümeti saldırıyı ağır bir dille kınadı, hükümet eyalet genelinde üç gün yas ilan etti.

 

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine işaret eden İslam İnkılâbı Rehberi, emperyalizmin İran milletini bıktırmak niyetinde olduğunu bildirdi.

 Mehr haber ajansının İslam İnkılâbı Rehberi’nin internet sitesine dayandırdığı habere göre, h.ş 19 Dey 1356 (8 Ocak 1979) kıyamı yıldönümü dolaysıyla Kum halkını kabul eden İslam İnkılâbı Rehberi İmam Hamanei, konuşmasında önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerini değerlendirdi.

İslam İnkılâbı Rehberi İmam Hamanei, düşman komplolarından bir diğerinin de, seçimlerin coşkulu ortamda gerçekleşmesini önlemek olduğunu ve bundan dolayı İran milletinin sağduyulu olması gerektiğini söyledi.

"Ülkede serbest seçimler yapılmalı" diyen bazı kesimlerin beyanatlarına işaret eden İmam Hamanei, düşmana yardım edecek söylemlerden uzak durmak gerektiğini, zira İran’da bugüne kadar özgürce 34 kez seçim gerçekleştiğini hatırlattı.

Seçim arenasına adım atacak olan kişilerin taşıması gereken sorumlulukların önemini anlatan İslam İnkılâbı Rehberi, bu kişilerin Anayasayı icra ederek Koruyucular Konseyi tarafından incelenecek yetkilere dikkat etmeleri gerektiğinin altını çizdi.

İslam İnkılâbı Rehberi, emperyalizmin İran milletini bıktırarak yetkililerin kararlarını etkilemek peşinde olduklarını ancak İran milletinin gün geçtikçe İslam ilkelerine daha da yakınlaştığını ve dimdik ayakta durduğunu kaydetti.

 

Çarşamba, 09 Ocak 2013 11:17

Uyanış ve Birikimlerin Saptırılması

Bismillah

İslam dünyası üç yüzyıldan beri Batı istikbarının (istikbar=üstünlük taslamak, başkaları üzerinde sulta kurmayı hakkı olarak görmek) kültürel, siyasal, bilimsel ve askeri üstünlüğü altında eziklik hissetmektedir. İslam dünyasına asırlar boyunca tahakküm eden Abbasiler, Osmanlılar ve Safeviler gibi şahlık ve padişahlıkların hakkaniyete, meşruiyete sahip olmadıkları, İslam’ın temel ilkelerinden uzak oldukları ve içeride nice zulümlere imza attıkları şüphe götürmez bir gerçektir. Ancak kendi iktidarlarını sürdürme uğruna da olsa Doğu ve Batı müstekbirlerinin her türlü hücumlarına karşı müslümanları korudukları, hakim oldukları ülkelerde güvenliği sağladıkları ve bugün insanlığın yararlandığı ilimlerin gelişmesine hükümranlıkları boyunca uygun ortam hazırladıkları inkar edilemez.

Osmanlı Devletinin yıkılmaya yüz tutması ve bir çok İslam ülkesinin Batılı müstekbirler arasında işgal edilerek paylaşılmasıyla müslümanlar arasındaki bu yenilgi, eziklik ve aşağılanma duygusu gün be gün daha da artmış ve 20.yüzyılın ilk yarısında en üst seviyeye çıkmıştır. Bu eziklik ve moral yıkımına paralel olarak İslam dünyasının çeşitli yerlerinde hal çareleri arayan düşünür ve alimlere de az da olsa rastlanmaktadır. Ehl-i Sünnet uleması ve düşünürleri Hint Yarımadası ve Mısır’da, Şia uleması ve düşünürleri İran ve Irak’ta bu yeni durum karşısında bir yüzyıldan beri bir takım tepkiler ortaya koymaya başlamışlardır. Her birinin düşünce ve faaliyetlerinin ayrıca ele alınması gereken Muhammed İkbal Lahori, Muhammed Abduh, Cemaleddin Esedabadi(Afgani), Ayetullah Kaşif’ul Gıta, Ayetullah Mirza Şirazi gibi alim ve düşünürler bu yeni düşünce akımının veya İslami uyanış hareketinin öncülerine örnek olarak gösterilebilir. Müslüman alim ve düşünürler bir yandan Batı’nın sultasına karşı durarken bir yandan da bu çok yanlı sultaya son vermenin tek çaresi olarak öze dönüş ve İslamcılığı kurtuluş yolu olarak görmüşlerdir.

Müslümanların izzet ve her alanda bağımsızlığına kavuşması yönünde devam edegelen bu uyanış hareketi yirminci yüzyılın üçüncü çeyreğinde(1963) İmam Humeyni’nin(ra) liderliğinde İran’da başlatılan ve son çeyreğinde(1979) zafere ulaşan İslam inkılabıyla birlikte yeni bir ivme kazanmıştır. Bugün Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde müşahade edilen hareketler –adına ne denilirse denilsin- Batı müstekbirliğinin her türlü sultasına karşı bir yüzyıldan fazla bir zamandan beri başlatılmış uyanış hareketinin bir devamıdır.

Türkiye’de ise Merhum Erbakan’ın çabalarıyla “ Milli Görüş” adı altında siyasal gündeme getirilen ve daha çok yerel İslamcılık olarak tanımlanabilecek uyanış akımı, Mısırlı ve Pakistanlı düşünürlerin eserlerinin tercüme edilmesi ve akabinde İslam İnkılabının İran’da zafere ulaşmasıyla yeni bir içerik kazanmaya başlamıştır.

Ancak asırlardır İslam dünyası da dahil dünya üzerinde üstünlük kurmuş ve bu sultasını sürdürmeye kararlı olan Batılı müstekbirler bu uyanış hareketi karşısında hiç bir zaman kayıtsız kalmamış ve fikri hareketleri durdurmanın ve ortadan kaldırmanın imkansızlığı gerçeğinin farkında olarak bu hareketi hedefinden saptırma ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme yöntemine başvurmuşlardır.

İslam dünyasında yeni nesillerin, asırlardır devamedegelen sulta ve oyunun idrakine varmış olarak bilendiklerini, kendi varlıklarına karşı müthiş bir enerji birikiminin oluştuğunun farkında olan Batı müstekbirliği bu enerjiyi kendi çıkarlarına dönüştürmek için oldukça komplike yöntemler uygulamış ve uygulamaktadır. Örnek vermek gerekirse; Afganistan’ da Sovyet işgaline karşı direnişin İslam’ı referans alarak sürdüren grup ve partileri kontrolü altına alamayınca buna paralel olarak Taliban adlı başka bir cihad grubu oluşturmuş ve Sovyetlere karşı yıllarca mücadele veren cihad gruplarının zaferi ardından -ve elbette bunların iç çekişmeleri ve ilkesel zaaflarından da yararlanarak- kendi kontrolündeki Taliban’ı harekete geçirmiş ve ülkeyi baştan başa kontrolüne almıştır. Taliban ise iktidara gelir gelmez beslendiği Selefilik inancının gereği olarak ilk iş olarak Sünni Şii demeden cihad gruplarını düşman ilan etmiş ve müthiş bir katlaim başlatmıştır. Aynı yanlış akımın öğretileri doğrultusunda birtakım çağ dışı uygulamalara başvurmak suretiyle İslam’la terörizmi, şekilciliği, bağnazcılığı vb özdeşliştrimiştir. Bu tutumdan en fazla da Batı İslam aleyhine yararlanmıştır. Bir yandan İslam’ı terörizmin kaynağı olarak tanıtmış ve tanıtmaya devam etmektedir, bir yandan da kendi yetiştirdiği teröristleri etkisiz hale getirmek bahanesiyle Afganistan’ı yeniden işgal etmiştir. Gel gör ki, teröristler etkisiz hale getirilmediği gibi 2001 yılından beri Afganistan dünyaya terörist ihraç eden ülke olmaya başlamıştır. ABD, Taliban akımı içinde yetiştirip büyüttüğü El-Kaide ve benzeri terörist grupları hala da istediği yerde kullanmakta ve kontrol edemediği durumlarda ise acımasızca öldürmekte veya ölüme göndermektedir.

Ülkemizde de yukarıda değindiğimiz faktörlerin etkisiyle İslami uyanışın yükselişini gören Batı istikbarı, halkın inançlarına saygı duymayan geleneksel müttefikleri olan katı laiklerin miadının dolduğunu farkeder farketmez yeni alternatifler aramaya koyulmuştur. Yeni bir İran örneği ile karşılaşmamak için doksanlı yılların başından itibaren bazı İslami kesimler ve kişilerle ilişkilerini artıran Batı ve özellikle de Batı’nın başını çeken ABD , dindar kesimlerde biriken Batı karşıtı enerjiyi boşaltmayı planlamıştır.

Ayrı bir ifadeyle “Dine Karşı Din” taktiği ile halkı oyalayacak ve geleneksel laik kadrolara oranla özgürlükçü söylemler ileri süren muhafazakar kadroların iş başına gelmelerine önceleri göz yummuş ve din referansını kullanan kesimlerin güçlendiğini görünce de iktidarı ele geçirmelerini ve sürdürmelerini desteklemiştir. Bugün Türkiye’de sadece iktidar el değiştirmiş, eski ortodoks laik kadroların yerini yeni muhafazakar laik kadrolar almıştır. Bugün gelinen noktada ABD’nin başını çektiği Batı istikbarı ülkede eskisinden daha çok nüfuzlu hale gelmiştir. Mevcut iktidarın bölgesel siyasetlerde izlediği çizgi bu iddiamızın en belirgin ispatıdır.

Bu gibi örnekler çoğaltılabilir. Peki Batı müstekbirliğinin İslam dünyasına yönelik asırlardır devam edegelen sultalarının devam etmesinde, uğursuz planlarının hayata geçirilmesinde İslami hareketlerin, önderlerin, etkin alim ve aydınların hiç mi suçu yok? Bu konunun herkesçe yeniden araştırılması, irdelenmesi ve sorgulanması gerekir. Nerede yanlış yapılmaktadır? Bunca yenilgide hangi kesimler ne kadar sorumlu ve suçludur? Geniş halk kitlelerinin bunca fedakarlıklarına, desteklerine rağmen İslami hareketler niçin ilk hedeflerinden sapmakta veya saptırılmaktadır? Her kesim tarafından üzerinde ciddi olarak durulması gereken bu hususa başlangıç oluşturması bakımından bir iki kriteri hatırlatmak yerinde olur:

- Başarıyı yanlış tanımlama

Nihai hedefi Allah’ın rızasını kazanmak ve insanlar arasında adaleti yerleştirmek olması gereken ilahi herhangi bir hareketin çıkış noktasından itibaren her aşaması bir başarı olarak telakki edilmelidir. Her hak üzere hareketin belirlenen sonuca, nihai hedefine ulaşması gerekir diye bir kaide yoktur. Nice haklı hareketler vardır ki haktan, ilkelerden taviz veremedikleri için bazıları nütfede boğulmuş, bazıları geçici olarak durdurulmuş, bazlarının liderleri ortada kaldırılmış, neferleri hak yolda şehid edilmişlerdir. Sonuca ulaşmadığı için bu hareketlerin başarısız olduğu söylenemez. Enbiyanın ve vasilerinin hareketleri buna en güzel örnektir. Ne yazık ki, İslam dünyasında başarı denince gücü ele geçirmek, ekonomik ve askeri olarak güçlü olmak anlaşılmakta, ilkesek davrananlar ise akılsızlık ve siyaset bilmezlikle suçlanmaktadır.

- İlkesizlik, kural tanımazlık

Tarih boyunca nice toplumsal ve halk hareketleri vardır ki, hak ve adalet talebiyle ortaya çıkmalarına rağmen hedefinden sapmıştır. Çıkış noktası haklı sebeplere dayanmasına rağmen çeşitli aşamalarda tavizler ve değişikliklerle karşılaşmıştır. Hatta ortadan kaldırmaya çalıştıkları zalimlerden daha zalimce davranabilmiş, bazen sonuca ulaşabilmek için cinayet işlemekten geri durmamıştır. İslam topraklarını işgalcilerden kurtarma, zalim rejimleri yıkıp yerine halkın talepleri doğrultusunda bir yönetim tarzı kurma, İslam ülkelerinde ilahi değerleri hakim kılma adına ortaya çıkan bazı toplumsal ve siyasal hareketlerde görülen sapmalar buna açık bir örnektir.

Bu sapmalarla ilk defa karşılaşmıyoruz. Kökleri İslam’ın ilk asrına kadar uzanmaktadır. Bugün bütün müslümanların hüzünle yad ettikleri ve hatta bazen inanmadıkları halde model olarak gördüklerini iddia ettikleri Kerbela olayı hedeften ve ilkelerden sapmanın belirgin bir sonucudur. Halbuki İmam Hüseyin(as) açıkca ilan ettiği üzere ilkeleri ihya etmek, yarım asırlık sürede ortaya çıkan sapmaları düzeltmek için kıyam etmiştir. Batıl yöntemlerle, düşmanlarla işbirliği içine girmekle, zulmü ortadan kaldırmak için yeni zulümler işlemekle adalet ikame edilemez. Bu sünnetullaha ve sünnet-i nebeviye aykırıdır.

- İktidar düşkünlüğü

Bazı kesimler iktidarı ele geçirince her şeyin düzeleceğini sanırlar. Bunun için iktidarı ele geçirmek için her zillete katlanır, her türlü gayri meşru yönteme başvurur, gerekirse dış güçlerle işbirliğini mubah sayarlar. Bunu fırsat bilen müstekbir güçler bugün komşu Suriye’de görüldüğü üzere rejim muhaliflerini desteklemekte, silhlandırmakta , bu ülkede iç savaşı teşvik ederek kardeşi kardeşe kırdırmakta ve yeni planlarını uygulamak için daha uygun ortamlar hazırlamakta iken bazı komşu ülkeler de yeni nüfuz alanları hayaliyle bunlara yardımcı olmaktadır. Bazı planları hayata geçirmek için iktidarın ele geçirilmesi gereklidir, ancak meşruiyetten ve halkın makbuliyetinden/genel desteğinden yoksun iktidarların insani ve ilahi değerleri hayata geçirmeleri imkansızdır. Hatta bazen halkın desteğini alsa bile meşru kriterlere dayalı olmayan veya bunu gerekli görmeyen iktidarların düştüğü duruma en açık örnek şimdiki AKP iktidarıdır. Oy aldığı kesimlerin çoğunluğunun karşı olduğu değerleri savunduğu yetmiyormuş gibi bu değerleri başka ülkelere de tavsiye etmektedir.

- Haset, taassup.

Bazı kesimler başarıyı maddi ölçülerle değerlendirdikleri için başkalarının sabırla, sıkıntılara/baskılara tahammülle, zahmetlere katlanarak ve ilkesel davranarak halklar nezdinde elde ettikleri başarıları ve kalplere nüfuz etmelerini bir oldu bittiyle, dezenformasyonla, yalan iddialarla kazanacaklarını sanırlar. Bunun için gerçeğini andıran sahte sloganlarla amaçlarına ulaşacaklarını hayal ederler. Mesela bir yandan işgalciyle işbirliği yaparken ülkesi işgal edilenleri savunduğunu iddia etmek ne büyük bir yalandır! Adaleti yerleştirmek, insan haklarına saygılı düzenler kurmak gibi ilahi referanslı söylemler söz konusu olduğunda herşeyden önce insanın kendisi buna inanmalı ve hayatında uygulamalıdır. Çünkü adaleti ancak adil olanlar yerleştirebilir, insan haklarını ancak insana saygılı olanlar yayabilir. İlahi değerlerden habersizlerin, ilahi bir nimet olan adaleti halk arasında tesis etmeleri mümkün müdür? Başkalarına haset etmek yerine insanın kendisini ıslah etmesi, adil davrananlara yardımcı olması, zalimlerle işbirliği yerine İslam’ın ve müslümanların maslahatını gözleyenlerle el ele vermesi gerekmez mi? İslam düşmanları bazı iktidar düşkünlerinin bu hasedinden yararlanarak bu çevreleri daha üstün oldukları, İslam dünyasına model olabilecekleri yalanına inandırmaya çalışırlar. İşin içine ulusal, bölgesel ve mezhebi tassupları da katınca artık dönüşü olmayan uçurumlara sürüklenmaya hazırdırlar.

İslam düşmanları örnek olarak saydığımız bu vesilelerden yararlanarak azimli müslüman çevrelerde oluşan istikbar karşıtı nefret ve enerjiyi yanlış yerlere yönlendirmekteler. Suriye’deki rejimin meşruiyetini savunmak gibi bir niyetimiz yoktur. Ancak bugün bu ülkede iç savaş çıkarmak ve kardeşi kardeşe kırdırmak için gönderilen genç kadrolar müslümanların baş düşmanı ABD ve İsrail’e karşı savaştıklarını sanmaktadırlar. İçlerinde tekfirci ve kalpleri körelmiş kesimlerin olduğunu inkar etmemekle birlikte bu gençlerin büyük bir çoğunluğunun İslam’ın ve müslümanların yüceliği için adam öldürdüklerine inandıkları maalesef bir gerçektir. Ayrı bir ifadeyle ABD ve İslam dünyasındaki müttefikleri bu ABD ve Batı sultası karşıtı birikimi kendi lehlerine çevirmiş ve yine müslümanlar aleyhinde harekete geçirmişlerdir. Bu enerji birikimi yüz yıllık bir uyanışın sonucu olup gerektiği gibi yönlendirelemediği ve saydığımız etkenlerden dolayı saptırıldığı için maalesef bugün kısmen İslam düşmanlarının hizmetine sokulmuş bulunuyor.

 

Y. ZİYA T.YILMAZ  03/01/2013

 

Çözümün İkinci Sürecinde Ulusal Bir Misaka Ulaştıracak Kapsamlı Bir Diyalog Konferansı Düzenlenmelidir 

Krizin çözümü için ikinci sürecin ilk aşamasında mevcut hükümetin kapsamlı ulusal bir diyalog konferansı düzenlenmesine çağrı yapması gerektiğini belirten Cumhurbaşkanı el-Esad; bu konferans sonucunda Suriye'nin ulusal egemenlik, bağımsızlığına, toprak bütünlüğü ve selametine ve bağımsız kararına sımsıkı tutunacak, Suriye'nin içişlerine her türlü müdahalenin yanında her türlü terör ve şiddeti reddedecek ulusal bir misakın hazırlanması gerektiğinin altını çizdi.

Cumhurbaşkanı el-Esad; bu ulusal misakın Suriye'nin siyasi geleceğini resmedeceğini, anayasa ve yargı sistemini öne koyacağını, siyasi ve ekonomik belirtileri ortaya koyacağını, siyasi partiler, seçimler ve yerel yönetimler ve daha başka konulara ilişkin yeni kanunlara anlaşmayı sağlayacağını belirtti.

İkinci aşamada ise söz konusu ulusal misakın halkın oylamasına sunulacağını belirten Cumhurbaşkanı el-Esad; üçüncü aşamada ise; Suriye toplumunun tüm bileşenlerinin temsil olacağı genişletilmiş bir hükümetin kurulacağını ve ulusal misak bentlerinin hayata geçirilmesiyle görevlendirileceğini söyledi.

Cumhurbaşkanı el-Esad; dördüncü aşamada ise; anayasanın halkın oylamasına sunulacağını ifade ederek, kabul edilmesi ardından genişletilmiş hükümetin yeni anayasa doğrultusunda diyalog konferansında kabul edilen kanunları üstleneceğini söyledi. Bu kanunların arasında seçim kanununun da yer alacağına işaret eden el-Esad; böylelikle yeni parlamento seçimlerinin yapılacağını kaydetti.

Üçüncü Süreçte Yeni Bir Hükümet Kurulacak, Ulusal Uzlaşma Genel Konferansı Düzenlenecek ve Genel Af İlan Edilecek

 Çözümün üçüncü sürecinin ilk aşamasında o zaman içinde geçerli anayasa kapsamında yeni bir hükümetin kurulacağını söyleyen Cumhurbaşkanı el-Esad; ikinci aşamasında ise ulusal uzlaşma için genel bir konferansın düzenleneceğini belirtti.

Cumhurbaşkanı el-Esad; ardından olaylar nedeniyle tutuklananlar için genel af ilan edileceğini ifade ederken, sivil hak sahiplerinin bu haklarının korunacağını ekledi.

Sözlerine devam eden el-Esad; tüm bunlardan sonra altyapının onarılacağını, yeniden yapılanma çalışmalarının başlatılacağını ve olaylardan zarar gören vatandaşlara tazminatların ödeneceğini vurguladı. Genel Af konusunda Cumhurbaşkanı el-Esad; vatandaşların haklarının korunacağını belirtirken, devletin kamu hakkı olarak bilinen kendi hakkını affedebileceğini, fakat vatandaşların haklarını affetme hakkına sahip olmadığına dikkat çekti.

Cumhurbaşkanı el-Esad; böyle bir sürece ulaşılması halinde herkesin devletle birlikte müsamahakar olacağına inandığını ve böylelikle kapsamlı bir ulusal uzlaşmanın sağlanabileceğini söyledi.

Tüm Bunlar Ana Başlıklar Olmasıyla Ayrıntılara İhtiyacı Vardır

 Sözlerine devam eden Cumhurbaşkanı el-Esad; tüm bunların, ayrıntılara ihtiyaç duyan ana başlıklar olduğuna dikkat çekerek, hükümetin bu konuları idare etmekle görevlendirileceğini söyledi.

El-Esad; gerekli çalışmaların yapılması ardından önümüzdeki bir kaç gün içinde bu vizyonun bir girişim olarak takdim edileceğini, ardından da söz edilen bentler doğrultusunda süreçlerin takip edileceğini açıkladı.

Çarpıtma Dezenformasyon ve Yanlış Yorumlama Dönemindeyiz

 Çarpıtma, dezenformasyon ve yanlış yorumlama çağında yaşadığımızı söyleyen Cumhurbaşkanı el-Esad; tüm bunların arkalarındaki kasıt ve hedefleri yansıttığını söyledi. El-Esad; Suriye'nin böyle bir şey yapmadığını, dolayısıyla konuların doğru yere konulması, öne koyulan düşünce ve terimlerin düzeltilmesi gerektiğini belirtti.

Çözüme ilişkin vizyonu konusunda bazılarının endişe yada korkuları olabileceğine, güvenlik durumlarında gerileme olarak görebileceklerine işaret eden el-Esad; Suriye'de bir terörist bile kaldığı sürece terörle mücadelenin kesinlikle durmayacağı konusunda herkesin temin olması gerektiğini belirtti. Terörler mücadelede atılan adımlardan kesinlikle geri dönülmeyeceğini belirten el-Esad; tam aksine bu konuda ne kadar ilerleme kaydedilirse çözüm girişiminin başarılı olma şansının da bir o kadar yüksek olacağını ekledi.

Vizyon Herkese Yönelik Değildir

 Cumhurbaşkanı el-Esad; gerek girişim, gerek vizyon, gerekse düşünce olarak adlandırılabilecek bu çözüm vizyonunun diyalog isteyen, Suriye'de yakın bir süreç içinde siyasi çözüm temenni eden herkese açık olduğunun altını çizdi. Bu vizyonun diyalog istemeyenlere yöneltilmemiş olduğunu belirten el-Esad; belirli kimselerin derhal bu vizyonu reddettiklerine ilişkin çok sayıda sözlerin duyulabileceğini söyledi.

Bu tarafların artık herkes tarafından bilindiklerine işaret eden el-Esad; herhangi bir açıklamada bulunmalarından önce, zamanlarını kaybetmemeleri için bu vizyonun onlara yönelik olmadığını, dolayısıyla onu reddetmelerine gerek olmadığını söylemek istediğini ekledi.

Sunulacak Herhangi Bir Girişim Kesinlikle Suriye Vizyonuna Dayanmalıdır

Cumhurbaşkanı el-Esad; her hangi bir şahıs, taraf yada devlet tarafından öne koyulacak her hangi bir girişimin kesinlikle Suriye vizyonuna dayanması gerektiğinin altını çizdi.

Suriye'nin vizyonu haricinde ülkedeki krizi çözebilecek başka bir girişimin bulunmadığını belirten el-Esad; başka bir değişle her hangi bir girişimin Suriyelilerin vizyonunun yerini almaması gerektiğini, bu vizyonun hayata geçirilmesine yardımcı olması gerektiğini ifade etti.

Cumhurbaşkanı el-Esad; bu düşüncelerin Suriye hükümeti tarafından ortaya koyulmaları ardından dışarıdan gelecek her hangi bir girişimin bu düşüncelere dayanması ve yardımcı olması gerektiğini söyledi. El-Esad; ‘bunun haricinde ne bizim, nede başkalarının zamanlarını kaybetmenin gereği yoktur..” dedi.

Dışarıdan Çalışan Herkese Bir Mesaj

 Dışarıdan gelecek girişimlerin nasıl yardımcı olacağı konusunda bunun iki ekseni olduğuna dikkat çeken el-Esad; ilk eksenin siyasi, ikinci eksenin ise terörle mücadele olduğunu vurguladı.

Cumhurbaşkanı el-Esad; ilk eksende Suriyelilerin yardıma ihtiyaçları olmadığını, Suriyelilerin bütünsel bir siyasi süreç yürütme güçlerine kadir olduklarını belirtti.

Suriye'ye fiili, pratik ve dürüst bir şekilde yardım etmek isteyen, çözümün başarılı olmasını gerçekten temenni edenlerin Suriye'ye silah, silahlı ve finansın girmesini engellemeye odaklanma gücüne sahip olduğunu belirten el-Esad; bunun dışarıdan çalışan herkes için nereye odaklanmasını bilmesi için bir mesaj olduğunu vurguladı.

Cumhurbaşkanı el-Esad; siyasi süreçte ne yapılması gerektiğini söylemek için kimsenin Suriye'ye gelmesini istemediğine işaret ederek, binlerce yıllık geçmişi olan bir ülkenin kendi durumlarını nasıl yöneteceğini iyi bildiğine dikkat çekti.

Sözlerine devam eden el-Esad; Suriye'nin dışarıdan gelen girişimleri onaylamasının hiç bir şekilde bu girişimlere ilişkin yorumları kendi vizyonuyla uyuşmadığı takdirde kabul ettiği anlamına gelmediğini belirtti. Cumhurbaşkanı el-Esad; Suriye'nin bu girişimlere ilişkin yorumları ancak ve ancak ulusal çıkarlarına hizmet ettiği sürece kabul edeceğini ifade etti.

Geçiş Sürecinden’ Kastin Netlik Kazanması Gerekiyor

 Bu çerçeve altında Suriye'nin onayladığı ‘Cenevre Girişimine’ değinen el-Esad; bu girişimde geçiş sürecine ilişkin kapalı olan bir bendin yer aldığına dikkat çekti. El-Esad; bu bendin basit bir nedenden dolayı yorumlanmamış olduğunu söylerken, geçiş sürecinden söz edildiği zamanda nereden nereye yada neyden neye geçişten söz edildiğini açıklama gereğinin altını çizdi.

Cumhurbaşkanı el-Esad; bu bağlamda bağımsız ve hür bir devletten hegemonya yada işgal altında bir devlete, devletin yer aldığı bir ülkeden devletin olmadığı ve mutlak kaosun hüküm sürdüğü bir ülkeye geçişten söz etme örneğini dile getirdi. El-Esad; geçiş sürecinden neyin kastedildiğini net bir şekilde belirlemek gerektiğine dikkat çekerek, geçiş ürecinin ulusal bağımsız bir karardan bu kararı yabancılara teslim etme yorumu taşıyabileceğini de ekledi.

Düşmanların şüphesiz yukarda sayılan üç geçiş sürecini birlikte istediklerine işaret eden Cumhurbaşkanı el-Esad; bu koşullar içinde Suriye açısından geçiş sürecinin istikrarsızlıktan istikrara geçiş anlamına geldiğinin altını çizdi. El-Esad; geçiş sürecine ilişkin bunun haricinde herhangi bir yorumun Suriye'yi hiç bir şekilde ilgilendirmediğini belirtti. Başka koşullar altında yada krizin olmaması halinde geçiş sürecinin daha iyi bir duruma geçiş anlamına geldiğine işaret eden el-Esad; bunun kalkınma çerçevesinde geldiğini söyledi.

Cumhurbaşkanı el-Esad; herhangi bir geçiş sürecinin kesinlikle anayasal yöntemlerle olması gerektiğini belirtirken, Suriye'nin bu süreç içinde yaptıkları ve öne koyduğu düşüncelerin Suriye açısından geçiş süreci olduğunu ifade etti.

Her Hangi Bir Karar Yada Girişim Mutlaka Halkın Oylamasından Geçecek

 Şua ana kadar öne koyulup da Suriye'nin onayladığı tüm girişimlerin egemenlik ve halkın kararlarına odaklandığına işaret eden el-Esad; dolayısıyla Suriye'nin içinde yada dışında üstüne anlaşılacak şeylerin kesinlikle halkın kararıyla olması gerektiğine vurgu yaptı.

Cumhurbaşkanı el-Esad; bu amaçla kampsalı ulusal diyalog konferansında üstüne anlaşılacak ulusal misakın halkın oylamasına sunulacağını söyledi. Özellikle ülkenin tanık olduğu bu zor koşullar içinde her şeyin halkın kararı ve onayıyla olması gerektiğine dikkat çeken el-Esad; bu çerçeve altında dışarıdan yada içerden gelen her hangi bir girişim yada kararın Cumhurbaşkanı, hükümet, diyalog yada benzeri herhangi bir taraf aracılığıyla değil de mutlaka halk tarafından onaylanması gereğinin altını çizdi.

Cumhurbaşkanı el-Esad; böyle bir şeyin gerçekten halkın onayını, ulusal çıkarları ve gerçek reformları ifade edeceğini söyledi.

Bu açık ve basit sözlerin anlaşılmasıyla Suriye'ye gelecek ve gidecek herkesin önemli bir noktayı idrak ettiğini belirten Cumhurbaşkanı el-Esad; Suriye'nin nasihati kabul edeceğini fakat dayatmayı kesinlikle kabul etmeyeceğini; yardımı kabul edeceğini fakat diktayı yada boyunduruğu kabul etmeyeceğini bildiklerini söyledi.

Daha Önce Duyulanların Tümü Suriye'yi İlgilendirmiyor 

Sözlerine devam eden Cumhurbaşkanı el-Esad; bunlara dayalı olarak daha önce medya yada yetkililer aracılığı ile öne koyulan girişimler, terimler, düşünceler, görüşler yada açıklamalara ilişkin tüm duyulan ve duyulacak olanların ‘bahar’ kaynaklı olması halinde kesinlikle Suriye'yi ilgilendirmediğini söyledi. El-Esad; ‘bahar’ kaynaklı tüm bunların sabun köpüğü gibi kaybolacaklarına işaret etti.

Cumhurbaşkanı el-Esad; vatanın her şeyin üstünde olduğunu ve Suriye'nin herkesten önce geldiğini belirtirken; Suriye'nin siyasi girişimlerle güçlendirileceğini ve onu savunmakla korunacağını vurguladı.

Suriyelilerin Damarlarında Onur ve Vatan Sevgisi Akıyor

 Suriyelilerin damarlarının müsamahakarlıkla attığını, bu damarlarda onur ve vatan sevgisinin aktığını söyleyen el-Esad; Suriye halkının büyük çoğunluğunun teröre karşı mücadele için ayaklandığına işaret etti. El-Esad; herkesin vatan için elinden geldiğini yapmaya çalıştığını, bazılarının bilgilerle bazılarının da teröre karşı intifadalarıyla Suriye'yi korumaya çalıştıklarını söyledi.

Cumhurbaşkanı el-Esad; halkın muhtelif şekillerde terör ve çetelerine kahramanlıkla karşı koyduğuna dikkat çekerken, bir çok bölgede silahlıların çıkmalarını talep eden kitlesel gösterilerin düzenlendiğine işaret etti. El-Esad, bazı vatandaşların kendi bölgelerinde, bazılarının da başka bölgelerde terörle mücadelede silahlı kuvvetlerimizle gönüllü olarak omuz omuza savaştıklarına dikkat çekti.

Terörü destekleyen çevrenin ciddi bir şekilde daraldığına işaret eden el-Esad; vatandaşların vatanı hedef alan dış planların tamamen bilincinde olduklarını ekledi.

Ras el-Ayn Bir Örnek Teşkil Ediyor 

Vatandaşların vatanı, altyapısını ve kurumlarını savunmada oynadıkları rolde aklına gelen bir örnek olarak Haseke kırsalına düşen Ras el-Ayn Köyünü örnek veren Cumhurbaşkanı el-Esad; Türkiye sınırlarında düşen bu köydeki yiğit gençlerin bir kaç gün boyunca terör saldırılarına karşı koyduklarına dikkat çekti.

Cumhurbaşkanı el-Esad; bu yiğitlerin Türkiye'den gelen teröristlere kahramanca karşı koymayı başardıklarını söylerken, Ras el-Ayn Köyü ve gençlerini selamladı.

Cumhurbaşkanı el-Esad; bazı vatandaşların yerel düzeyde gerçekleştirilen ulusal uzlaşma çabaları kapsamında kayda değer başarılar kaydettiğine işaret etti.

Vatanın kendisini koruyan ve korumaya çalışan herkesin olduğunu belirten el-Esad; herkesin mevcut olduğu konum yada mekandan vatanı için bir şeyler yapabileceğini söyledi.

Batının zorbalık ve despotlukla ‘Arap Baharı’ olarak adlandırdıkları olayların bir çok masum insanın kanını akıttığına dikkat çeken el-Esad; bu olayların herkesi kavurup yakan kızgın bir ateşe dönüştüğünü söyledi. El-Esad; akıtılan şehit kanlarının vatan için bir kalkan oluşturduğunu, bir çok kimsenin dış planların gerçeğini idrak etmesine yardımcı olduğunu vurguladı.

Cumhurbaşkanı el-Esad; vatanı savunmada yüksek bir sorumluluk ve duyarlılık sergileyen ve en büyük fedakarlıklarda bulunan kahraman silahlı kuvvetlerimizi takdirle selamlarken, silahlı kuvvetlerimizin en küçük rütbeden en büyük rütbeye kadar eşi görülmemiş bir kahramanlık sergilediklerini belirtti.

Vatan için her bir şekilde çaba harcayan herkesi selamlayan Cumhurbaşkanı el-Esad; Suriye halkının bir ferdi olarak kendisinin de yaşananlardan acı duyduğuna, her vatandaşın acısını içtenlikle paylaştığına vurgu yaptı.

Hiç Bir İlkeden Ödün Vermeyeceğiz 

Cumhurbaşkanı el-Esad; Suriye'nin her zaman olduğu gibi, bağımsız, egemen ve onurlu kalacağının altını çizerken, ulusal bağımsız karara sahip olan Suriye'nin daha da güçleneceğini belirtti.

Suriye'nin hiç bir şekilde ilkeli ve onurlu tutumlarından caymayacağını vurgulayan el-Esad; Suriye'yi içerden çökertme bahsine oynayanların kaybedeceklerini söyledi.

Cumhurbaşkanı el-Esad; Suriye'nin İsrail işgali altındaki Golan topraklarını unutması için çaba harcayanların hayal peşinde olduklarını belirterek, Golan’ın Suriye toprakları olduğunun altını çizdi.

Filistin’i Unutmak Mümkün Değil

 Filistin davası konusunda ise Cumhurbaşkanı el-Esad; Suriye'nin uğruna büyük fedakarlıklarda bulunduğu Filistin davasını unutmasının mümkün olmadığını belirtti. Suriye'nin tek düşmana karşı her daim olduğu gibi direnişi desteklemeye devam edeceğini söyleyen el-Esad; direnişin şahıs yada taraf değil de, bir yöntem olduğuna dikkat çekti.

El-Esad direnişin, ödün verme ve fırsatları değerlendirme değil de, bir düşünce ve pratik yöntemi olduğunu vurguladı.

Her türlü baskı ve dayatmalara ilaveten ödenen ağır bedellere rağmen Suriye'nin devlet ve halk olarak haklı davasında Filistin halkının yanında olacağını belirten el-Esad; Suriye halkının hiç bir koşul yada nedenden dolayı Filistinli kardeşlerinden vazgeçmesinin mümkün olmadığını söyledi.

Filistinlileri Krize Dahletme Çabaları Pusulayı Saptırma Hedefi Taşıyor 

Filistinlilerin Suriye'nin tanık olduğu krize dahletme çabalarına değinen Cumhurbaşkanı el-Esad; bu bağlamda harcanacak herhangi bir çabanın pusulayı gerçek yönden saptırma amacı taşıdığını belirtti.

El-Esad bu çabaların pusulayı gerçek düşmandan çevirmeye yönelik başarısız çabalar olarak nitelendiren el-Esad; Suriye'de yaşayan Filistinlilerin ikinci atanları olan Suriye'den yana Suriyeliler gibi üstlerine düşen sorumlulukları üstlendiklerini söyledi.

Cumhurbaşkanı el-Esad; Suriye'nin de devlet ve halk olarak bu kardeşlere sorumluluklarını yerine getirdiğini ifade ederek Suriye'de yaşayan ve vefakar bir tutum sergileyen onurlu her Filistinliği selamladı.