کارگر

کارگر

FHA özel- Suriye’de Suriye ulusal Konseyi Katar-ABD ve Ankara ekseninde bir yönetim oluşturulmak isteniyor.

Beyan Eğitim ve Yardımlaşma Derneğinin hazırlamış olduğu “Ortadoğu” konulu seminerde konuşmacı olarak yazar Alptekin Dursunoğlu katıldı. “Arap Baharı, Suriye Olayları ve Türkiye” konulu seminerinde çok sayıda dinleyici katıldı. Ortadoğu ve İsrail ilişkileri üzerine yayınlanmış “Stratejik İttifak” ve “Dördüncü Dünya Savaşı” “Suriye’de elde var sıfır” ve Ortadoğu” kitapları olan Alptekin Dursunoğlu, son dönemde ulusal medyada Suriye Olayları konusunda yaptığı yorumlar ve yazdığı yazılarla dikkat çekmektedir. İşte Seminerde Arap Baharı ve Suriye Olayları ekseninde siyasal analiz yönteminin temelleri üzerinde yoğunlaşan Alptekin Dursunoğlu’nun dikkat çeken konuşması:

İsrail Filistin’i vurduğu zaman Arap baharı toplanmayı başaramadı

Alptekin Dursunoğlu, “Arap birliği dediğimiz örgüt sözde Filistin meselesi için kurulan bir örgüttür. Ama şimdiye kadar Arap birliğinin girişimine tanık olmuş değiliz diyerek, 2008 yılında İsrail Gazze’yi 22 gün mezbahaya çevirdiği dönemde Arap birliği toplanmayı başaramadı. İsrail’in en son sekiz günlük Filistin saldırısında Arap birliği dört gün sonra dışişleri düzeyinde toplandı. Ama bu Arap birliği Suriye konusunda aslan kesildi” dedi.

Arap baharı Suriye üzerinden insanların duygularına hitap ediyor

Alptekin Dursunoğlu, seminerine genelde Arap Baharı özelde Suriye olayları üzerinde yapılan eksik siyasal analizlerin akla değil duygulara hitap ettiğini, kitlesel olarak kamplaşmaya yol açtığını ifade etti. Bu noktada siyasal analizin temel basamaklarını ifade eden Dursunoğlu, siyasal analizin birinci aşamada nesnel veri toplama aşamasıyla başladığını, bu aşamanın anlama aşaması olarak isimlendirildiğini ifade etti. İkinci aşamada anlaşılan olgunun çeşitli parametrelerle yorumlanmasına dayalı açıklama aşamasının olduğu ifade edildi. Son aşamada ise anlaşılan ve açıklanan olgu üzerinden propagandanın yapıldığı yönlendirme aşamasının geldiği vurgulandı.

Türkiye’deki Arap baharı bir kısır döngüdür

Dursunoğlu, Türkiye’de son dönemde Arap Baharı ve Suriye Olayları üzerinde yapılan siyasi analizlerin ilk iki aşamadan yoksun bir şekilde yapıldığını ya da bu iki aşamanın çok zayıf bırakıldığını ifade etti. Dolayısıyla nesnel verilerin azlığı, yanlılığı ile değerlendirme kullanılacak parametrelerin sınırlılığının siyasal analizleri bir kısır döngüye sürüklediğini belirtti.

Dursunoğlu, Arap Baharı tanımlamasını mercek altına alıp, bu tanımlamanın kendi içinde bir yönlendirme barındırdığından bahsetti. “Bu tanımlamanın ilk bölümünde nesnel bir veri sunulurken, ikinci bölümünde ise, sübjektif bir yorumlamada bulunulmaktadır” dedi. İkinci bölümde verilen bahar kavramının henüz sonuçlanmamış üç ülkedeki isyanları da içine alan olumlu bir sonuç duygusunu oluşturduğunu ve yönlendirme barındırdığını belirtti. Dursunoğlu, seminerinin bundan sonraki kısmında batı kavramsallaştırması olarak belirttiği bu tanımlama yerine “Arap İsyanları” kavramını kullandı.

Türkiye isyancıları destekledi

Dursunoğlu, Türkiye’nin Suriye olayları bu hale gelmemişken, İran ile birlikte hareket ettiğinde Beşşar Esad’ı rahatlıkla reform hareketleri için ikna edebilecek durumda olduğunu ifade eden Dursunoğlu, Türkiye’nin mevcut konumunun avantajını kullanamadığını ve isyancıları desteklemeyi tercih ettiğini, belirtti. Bu durumunda Suriye yönetimi ile Ankara’nın arasını tamiri zor bir biçimde bozduğunu belirtti.

Ankara’nın İsrail karşıtı söylemleriyle Arap sokaklarını hedef alırken, İsrail’le fiili ilişkilerini hiç aksatmadığını ifade etti. Askeri ticaretle ilgili anlaşmaların durdurulmasının bir anlam ifade etmediğini çünkü F-16’lar dahil olmak üzere ordudaki pek çok modernizasyon anlaşmalarının bu tarihten öncesinde bitirilmiş olduğunu ifade ederek hükümetin bu noktada bir göz boyama hamlesi yaptığını savundu.

Suriye’de ABD- Katar ve Ankara eksenli bir yönetim oluşturulmak isteniyor

Libya isyancıları bir halk tabanına hitap etmedikleri için tamamen dış müdahale desteği ile Libya Kaddafi yönetimi, devrilmek istenmişti. ABD ve Batı Tunus ve Mısır’da kontrol edemedikleri, kendilerinden bağımsız başlayan isyan hareketlerini Libya ile kontrol altına almış olacaklardı. Bununla birlikte, Bahreyn’de sadece meşruti monarşi isteyen el-vifak hareketinin taleplerine karşı, Suudi Arabistan destekli olarak bastırılmaya çalışıldığı görüldü. Suriye’de ise Libya’dakine benzer bir model uygulanmaya çalışıldı. Suriye ulusal Konseyi Katar-ABD ve Ankara ekseninde oluşturuldu.

 İran Dışişleri Bakanı, Amerikalıların görüşmeyi gündeme getirmekle aslında İran’a baskı yollarını aradıklarını belirtip “Onların söylediklerine güven olamıyacağını tecrübeyle öğrendik” dedi.

Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton dahil Amerikalı yetkilillerden kimilerinin ABD’nin İran’la nükleer konusunu direkt görüşmeye hazır olduğuna dair açıklamaları ve dolaysıyla ABD’nin İran’a yönelik tavrında değişiklik olup olmadığına ilişkin sorulan bir soru üzerine şöyle konuştu:

“Dışişleri Bakanlığındaki arkadaşlarım ABD’nin ilan ettiği ve fiilen gösterdiği tavırlarını dakik ve sürekli bir şekilde değerlendiriyorlar. Fakat henüz ABD’nin İran halkına karşı düşmanca politikalarında hiçbir değişikliğe rastlanmamıştır. ABD’deki muhtelif yetkili ve hükümetler genelde ilan ettikleri tavırlarının tersini sergilemişlerdir.”

Dışişleri Bakanı Salihi daha sonra ABD’nin bugünkü Başkanı Barack Obama’nın politikalarını değerlendirirken “ABD’nin bugünkü Başkanı da bir yandan nükleer silahsızlanmadan söz ederken, diğer taraftan ülkesinin nükleer silahlarının modernizasyonu için 70 milyar dolar ayırıyor ve aynı zamanda nükleer testler yapıyor” ifadesini kullandı.

Bakan Salihi ayrıca “Biz bugüne kadar, Amerikalı yetkililerin söylediklerine güven olamıyacağını tecrübeler üzerine öğrendik. İran, ABD politikalarının bu ülke Hükümetinin fiilen sergilediği tavırları üzerine değerlendirilmesi gerektiğine inanıyor” dedi.

 İran'dan uyarı: Türkiye'ye Patriot yerleştirilmesi kışkırtıcı

Ali Ekber Salihi, Türkiye'ye Patriot füze savunma sistemlerinin konuşlandırılmasının, 'Beklenmedik sonuçlar doğurabilecek kışkırtıcı bir eylem' olduğunu iddia etti

NATO tarafından Türkiye-Suriye sınırına yerleştirilecek Patriot füze savunma sistemine bir tepki de İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi'den geldi. Salihi, Patriotların Türkiye'ye yerleştirilmesini, "Beklenmedik sonuçlar doğurabilecek kışkırtıcı bir eylem" olarak değerlendirdi. 

İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi, Türkiye'ye Patriot füze savunma sistemlerinin konuşlandırılmasının, ''Beklenmedik sonuçlar doğurabilecek kışkırtıcı bir eylem'' olduğunu iddia etti.

İran'ın resmi haber ajansı IRNA'nın haberine göre, İran Dışişleri Bakanı Salihi, Patriot füzelerinin Türkiye'ye yerleştirilmesinin hiçbir olumlu sonucu olmayacağını ve bunun provokasyon olduğunu ileri sürdü.

İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi, füzelerin yerleştirilmesinin caydırıcılıktan çok kışkırtıcı etkisi olacağını belirterek, füzelerin bölgede güvenliğin sağlanmasına yardım etmeyeceğini vurguladı.

'Dünya savaşına zemin hazırlar'

İran Genelkurmay Başkanı Hasan Firuzabadi de geçtiğimiz Cumartesi günü yaptığı açıklamada, Türkiye-Suriye sınırına yerleştirilmesi planlanan NATO'ya ait Patriotların dünya savaşına zemin hazırladığını ileri sürmüştü.

İran Genelkurmay Başkanı Firuzabadi, "Söz konusu Patritoların her biri, dünya haritası üzerinde kara bir leke ve bunlar dünya savaşına zemin hazırlar" demişti.

Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrullah, “Seyyidi Şuheda Üniversitesi” öğrencilerinin mezuniyet töreninde konuşma yaptı.

Al Manar Kanalından canlı yayınlanan konuşmasında Seyyid Hasan Nasrullah Suriye konusuna da önemli noktalara değindi.

Nasrullah Suriye hakkında şöyle dedi:

“Suriye’de durum her geçen gün biraz daha karmaşık hale geliyor. Muhaliflerin ülke kontrolünü ele geçireceklerini düşünenler yanılıyorlar. Çünkü sorun hükümet ve halk arasında değil.

Ben azıcık dahi olsa ahlaktan nasibini almış insanlara şunu soruyorum; Silahlı muhalifler okuldan, işten evlerine dönen çocuk ve adamların yoluna bomba bırakıyor, kamera karşısında insanları çatıdan aşağı atıyor. Suriyeli olduklarını iddia eden bu insanlar vatandaşlarını hangi bahaneyle katledebiliyorlar?

Silahlı muhalifler neden siyasi anlaşmayı reddediyorlar?

Silahlı muhaliflerin anlaşma teklifini reddetmeleri, bu cinayetlere devam etmek istemelerinden kaynaklanmaktadır.

Ben buradan silahlı muhaliflere sesleniyorum: 

Bazı Müslüman ülkeler ve batılı ülkeler siz Suriye halkına tuzak kurup, birbirinize düşürdü!

Kazanan hangi taraf olursa olsun yaşanan bu çatışmaların bedelini Suriye halkı ödüyor.

Amerika Suriye’deki sorunun çözülmesini istemiyor. Amerika Suriye’yi milli ve uluslar arası alanda yok etmeye çalışıyor. Bunun için de daha çok insanın katledilmesini istiyor.

Suriye’de ölen her insan için üzüldüğünü iddia eden her kes, siyasi çözüm yolu taraftarı olmalıdır. Herkim buna engel olursa canidir ve bütün bu katliamın sorumlusu da odur.”

 

Çarşamba, 19 Aralık 2012 05:10

İran devasa gaz kaynağı buldu

 İran petrol araştırma merkezi yetkililerinden Nasır Keşaverz, İran'ın Umman Denizi karasularında devasa gaz hidratı kaynağı bulunduğunu açıkladı.

Bir basın toplantısında konuşan Keşaverz, Umman Denizi'nde, Fars Körfezi'nin batısından İran'ın doğusuna kadar uzanan karasularında yapılan araştırmalarda devasa bir gaz hidratı kaynağı bulunduğunu belirtti.

Keşaverz, ilk belirlemelere göre yeni keşfedilen gaz hidratı kaynağının İran'ın şimdiye kadar keşfettiği petrol ve doğalgaz kaynaklarına eşdeğerde olduğunu kaydetti.

Keşaverz, gaz hidratı şeklinde denizin 600 metre derinliğinde bulunan bu kaynağı yeryüzüne çıkarma maliyetinin fazla olduğunu, ancak gelecekte fosil yakıtların tamamının yerine geçebileceğini vurguladı.

Dünyada fosil yakıt tüketiminin azaldığını belirten Keşaverz, buna karşın fosil yakıtların gerekliliği kaçınılmaz olduğunu vurguladı.

 

Pazartesi, 17 Aralık 2012 05:56

Velayet-i fakih - 1. Bölüm: Tarihi Geçmişi

Velayet-i fakihin Tarihi Geçmişi

İslami toplumun fıkıhta içtihat makamına ulaşmış biri tarafından idaresi anlamında olan velayet-i fakih meselesi bazılarına göre İslami düşünce tarihinde yepyeni bir olaydır. Ve iki asırdan az tarihi bir geçmişe sahiptir. Bu kimselerin iddiasına göre Şii ve Sünni fakihlerden hiç birisi bu konuyu incelememiştir. Fakihin fetva ve hüküm verme görevinin yanı sıra fakih olduğu hasebiyle İslami ülke veya ülkeler üzerinde hakimiyet hakkı olduğunu dile getirmemiştir ama iki asırdan az bir zamandır ilk defa Kacar Şahı Fethali’nin çağdaşı olan ve Fazıl Kaşani diye tanınan merhum Mola Ahmed Neraki tarafından dile getirilmiştir. Bu iddiaya göre merhum Neraki velayet-i fakih meselesini dönemin padişahını savunma amacıyla dile getirmiştir[1]

Elbette eğer merhum Neraki dönemin padişahını teyit etmek isteseydi önceki bazı alimler gibi, “sultan Allah’ın gölgesidir”‌‌[2] rivayetine sarılır, bunu dönemin padişahına uyarlar ve ona itaatin şer’i ve ilahi bir farz olduğunu dile getirirdi.”‌‌[3]

Bu esas üzere fakihi hakim ve idareci göstermesine gerek kalmazdı. Zira şah hakkında bunun doğruluk ihtimali bile mevcut değildi.

Bazıları şöyle demiştir: “Merhum Neraki ilk önce bu makamı fakih için sabit kılmış ve daha sonra kendisi bir fakih olarak şahın saltanatını teyit ederek ona şer’i bir boyut getirmiştir.”‌‌

Merhum Neraki bu dönemeçli yolu neden kat etsin ki? Neden direkt olarak şahı Allah’ın gölgesi olarak tanıtmamış ve ona itaati farz kılmamıştır? Eğer onun riyaset düşkünü olduğu ve kendi asi duygularını tatmin etmek için bu efsaneyi İslam’a isnat ettiği ihtimali söz konusu edilecek olursa bilmek gerekir ki o takvalı, ahlak üstadı, arif ve şair insanın hayatı ve metodu bu tür iftiralardan ve sade yorumlardan münezzehtir. Bu tür isnatlar daha çok kendisine bu tür isnatları eden kimselerin geçmişteki ve şimdiki durumlarıyla uyum içindedir; o büyük insanın durumuyla hiç bir ilgisi yoktur.

Şimdi ilmi bir araştırmadan çok bir hikayeyi andıran bu hüzünlü öyküyü bir tarafa bırakalım ve bu konudaki İslami düşüncenin geçmişini bir göz atalım. Şüphesiz Şia kültüründe gaybet çağında toplumun idaresinin Allah-u Teala tarafından adil fakihlere bırakıldığı husus hiç şüphesiz ve kesin bir gerçektir. Bu yüzden bu konunun aslı hakkında konuşmaktan çok bu konunun getirdiklerini ve gereklerini ele almışlar ve onu incelemişlerdir.

Merhum Şeyh Mufid (H. 333, 338, 413) Şia tarihinin H. 4. ve 5. asırlarda yaşayan büyük fakihlerden biridir. Şeyh Mufid el-Meknaa kitabında iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak babında, iyiliği emretmenin ve kötülükten sakındırmanın aşamalarını beyan ettikten sonra en üst derecesine yani öldürmeye ve zarar verme noktasına geldiğinde şöyle demektedir:

“Mükellef olan şahıs iyiliği emretmek veya kötülükten sakındırmak noktasında insanların işlerini idare etmek için tayine edilen zamanın yönetici ve sultanının emri olmaksızın öldürme veya yaralama hakkına sahip değildir...”‌‌Daha sonra bu konunun devamında şöyle buyurmuştur: “İlahi hadleri icra meselesi Allah-u Tela tarafında tayin edilen hakim ve yöneticiye aittir. Bunlar Al-i Muhammed’den olan hidayet imamları ve bu imamların emir veya hakim olarak tayin ettiği kimselerdir. Tahir imamlar imkanı olduğu taktirde bu konuyu Şii fakihlere ve takipçilerine bırakmışlarıdır.[4]

Zalimlerin hükümetinden kaynaklanan bir korkunun aşikar olduğu bu ifadelerde şeyh Mufid (r.a) ilk önce Allah tarafından tayine dilen bir yöneticiyi ele almakta ve iyiliği emredip kötülükten sakındırma ile öldürme ve yaralama hususunda karar alma hususunda da kendisini yetkili kabule etmektedir. Daha sonra ilahi hadleri uygulama meselesini iyiliği emretme ve kötülükten sakındırmanın örneklerinden biri olarak kabul etmektedir.[5] Bu önemli işin yapılmasının Allah tarafından tayin edilen İslam yöneticisinin görevi olduğunu tekrar ederek bir işaretle onları şöyle tanıtmaktadır:

1-Allah tarafından İslam toplumunu idare etmek ve ilahi hadleri uygulamak üzere direkt olarak tayine dilen Masum İmamlar (a.s).

2-Masum İmamlar’ın (a.s) İslam toplumunu idare etmek ve siyasi yöneticilik için tayin ettiği emir ve hakimler.

3-Masum imamlar (a.s) tarafından bu yöneticilik ve ilahi hadleri ikame etmek için tayin edilen Şii fakihler.

Bu esas üzere merhum Şeyh Mufid (r.a) Masum İmamlar’ın (s.a) Şii kültüründe çok açık olan yöneticilik ve hükümet meselesinin yanı sıra müşahhas olarak ve siyasi işleri idare edecek olan bir fert olarak Hz. Ali (a.s) döneminde Malik Eşter’e veya İmam-ı Zaman’ın (a.f) gaybeti döneminde, dört naip gibi masum imamlar (s.a) tarafından tayin edilen has naipler ile tümel olarak bu iş için tayin edilen genel naiplere, yani Şii fakihlerine işaret etmektedir.

Elbette Şeyh Mufid (r.a) Şii fakihleri için bu görevi yerine getirmenin pek mümkün olmayacağına da teveccüh etmiş ve bu yüzden “imkan dahilinde”‌ kaydını zikrederek buna işaret etmiştir. Ardından devamla bu imkan ihtimalinin daha fazla olduğu konuları ele almakta ve şöyle demektedir: “Eğer bir fakih kendi çocuklar ve köleleri hakkında ilahi haddi uygulayabilme imkanını elde eder ve bu konuda zalim sultan ve hakimden bir zarar korkusu da olmazsa bunu icra etmelidir.”‌[6] Bu sözler insanın gözlerini yaşartmakta ve İslam tarihinin bir çok döneminde Şia’nın güçlü ama mazlum düşüncesini ortaya koymaktadır. Aynı zamanda velayet-i fakih meselesinin Ehl-i Beyt mektebinin düşünce ve kültüründeki açık yerini göstermektedir.

Şeyh Mufid daha sonra ilahi hadleri uygulamanın başka bir imkanına işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Bu açık ve farz olan iş –ilahi hadleri uygulama- hakim gücün kendisini bu iş için tayin ettiği veya bir grup halkının yöneticiliğini kendisine havale ettiği kimse –fakih- için geçerlidir. O halde bu fakih ilahi hadleri ikame etmeli, yürürlüğe koymalı, şeri hükümleri infaz etmeli, iyiliği emretmeli, kötülükten sakındırmalı ve kafirlerle cihada koyulmalıdır.”‌[7]

Yani eğer zalim sultan ve hakim bir fakihi bir makama tayin eder o da bu makamda ilahi hadleri uygulayıp zarar görecek bir durumu da olmazsa bu işi yapmalıdır. Bu ifadeler de merhum Şeyh Mufid dört meseleye işaret etmektedir:

1-İlahi hadleri ikame etmek, yani İslami bir hakimin yetkilerinden olan İslami cezayı icra etmek.

2-Bütün ilahi hükümlerin özeti olan, mutlak şekliyle bütün şer’i görevleri kapsayan hükümleri icra ve infaz etmelidir. Fakih bu esas üzere çalışmalı ve tüm toplum ve işlere İslami hakim kılmaya çalışmalıdır.

3-Yüce mertebesi İslami hakime özgü olan iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak görevini de yapmalıdır. Nitekim Şeyh Mufid daha önce de buna işaret etmişti.

4-Savunma ve hatta saldırıyı da kapsayacak bir şekilde kafirlerle cihad etmek ve savaşmak.[8]

Ardından yeniden Şeyh Mufid bu konuyu ele almakta ve belki de makbul olmayan her yorumu ve makul olmayan her açıklamayı reddetmeye çalışmakta ve şöyle demektedir: “Al-i Muhammed’in takipçisi olan fakihler imkan elde ettikleri ve fesat ehlinin eziyetinden güvende oldukları Cuma, bayram, yağmur, ay tutulması ve güneş tutulması namazlarında bir araya gelmeli kardeşleri arasında hak üzere hakemlik etmeli, hiç birinin iddiası için bir şahidinin olmadığı ihtilaflı hususlarda aralarını ıslah etmeye çalışmalıdır. İslam’da kadılar için karar kılınan bütün görevleri yerine getirmelidir. Zira kendilerinden ulaşan ve akıl sahipleri nezdinde sahih ve muteber kabul edilen rivayetlere istinad ederek imkan olduğu taktirde bu işi onlara –fakihlere- havale etmiştir.[9]

Şeyh Mufid burada iki önemli konuya işaret etmektedir:

1-Cuma namazı, Fıtır Bayramı namazı, Kurban bayramı namazı, yağmur namazı ve korku namazı gibi namazları ikame etmek.

2-Hakemlik ve yargılama

Her iki hususu da fakihin görevlerinden saymakta ve onların bu konuda Ehl-i Beyt (A.s) tarafından tayin edildiğini kabul etmektedir. Bu konuda da delil olarak bir takım rivayetleri ortaya koymaktadır. Biz de ileride velayet-i fakihe delalet eden rivayetlere geniş bir şekilde işaret edeceğiz. Ama burada şu önemli konuyu beyan etmekle yetiniyoruz ki muteber rivayetlerde Fıtır bayramı namazı ve Kurban bayramı namazı hakkında açıkça[10], cuma namazı hakkında ise işaretle[11] adil bir imamın var olması gerektiği şartı söz konusu edilmiştir. Bu yüzden fakihlerden bazısı adil imamı, Masum İmam (a.s) diye tefsir ederek bu namazı gaybet asrında farz saymamışlardır. Ama Şeyh Mufid bu namazları Şii fakihlerin görevinden sayarak gerçekte onları “adil imam”‌ın açık bir örneği saymıştır. Şeyh Mufid’in bu sözü, kafirlerle cihadı fakihlerin görevinden sayan önceki sözüyle uyum içindedir. Zira o söz en azından mutlak şekliyle iptidai cihadı da kapsamaktadır. Rivayetlerde yer aldığı üzere cihat itaat edilmesi farz olan İmam’ın varlığı koşuluna bağlıdır.[12] Bazı fakihler ise sadece Masum İmam’ı (a.s) bir örnek olarak kabul etmiş ve dolayısıyla fakihin emriyle yapılan iptidai cihadı caiz görmemişlerdir. Ama Şeyh Mufid gaybet döneminde Masum İmamlar (a.s) tarafından yöneticiliğe tayin edilen Şii fakihi de itaati farz olan imamın bir örneği saymış ve kafirlerle iptidai cihadı emredebileceğini kabul etmiştir.

İslam dünyasının bu büyük fakihinin tüm sözleri velayet-i fakih ilkesini ve gaybet döneminde Masum İmamlar (a.s) tarafından İslam toplumunun işlerini yönetmek üzere fakihlerin görevlendirildiği gerçeğini kabul ettiğini göstermektedir. Bu değerli sözler her ne kadar bazıları tarafından görülmese veya görülmek istenmese de yaklaşık bin yıl önce söylenmiş, henüz mü henüz geçerliliğini koruyan nurlu sözlerdir.

Şeyh Mufid “enfal”‌ konusunda, enfalin Allah Resulü’nün (s.a.a) ve onun yerine geçen kimselerin –yani Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s)- hakkı olduğunu beyan ettikten sonra şöyle demektedir: “Adil bir imamın izni olmadan hiç kimse bu saydığımız enfal hususunda tasarrufta bulunamaz ve herhangi bir şekilde kullanamaz”‌[13]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Bak. Mehdi Hairi Yezdi, Hikmet ve Hükümet, s. 178

[2] Bak. Meclisi, Bihar’ul Envar, c. 72, s. 354 (Kitab’ul İşret, Bab-u Ehval’ul Mulük vel Umera , 69. hadis, Elbette Hz. İmam Humeyni R(r.a) bu rivayetleri veli-i Fakihe veya masum imama uyarlanacak bir şekilde tefsir etmiştir.

[3] Dikkat etmek gerekir ki bu tür rivayetleri iki şekilde tefsir etmişlerdir:

1-Sulta ve hükümeti elinde bulunduran kimse Allah’ın gölgesidir, ona itaat gereklidir. Bu esas üzere hakimin hususiyetlerinin ve hükümeti elde ediş şeklinin ona itaatin gerekliliği hususunda hiç bir etkinliği yoktur. Şüphesiz böyle bir yorum sultanların ve meliklerin zevkine uygundur ve mevcut hali yorumlamaktan ibarettir.

b- Sultan ve hükümeti elde eden kimse Allah’ın gölgesidir. yani onun hükümeti bir şekilde hasıl olmuş ve hakimin kendisi Allah ve şeriatın teyit edip kabul ettiği birtakım özelliklere sahiptir. Bu tefsir esasına göre İslam’ın kabul ettiği yöneticinin özelliklerine sahip olan ve İslam’ın kabul ettiği bir metotla hükümeti elde eden kimseye itaat şeriata göre gereklidir. Velayet-i fakih teorisi bu şartlara sahip olan fakihi bu tür özelliklere sahip olan biri olarak tanıtmaktadır.

[4] Bak. Şeyh Mufid el Maknaa, s. 810

[5] Bazıları şöyle sanmaktadırlar İlahi hadleri ve İslami cezaları uygulamak fakihteki yargı makamıyla ilgilidir. Oysa yargı fıkhi terminolojide sadece hakemlik ve şahıslar arasındaki düşmanlığı giderme hususuyla ilgilidir. İslami cezaları suçlulara uygulamak ise velayet-i fakihin işlerindendir. Burada velayet-i fakih toplum işlerini yönetmek anlamında gelmektedir.

[6] Şeyh Mufid (r.a) el-Maknaa, s. 810

[7] a. g. e

[8] Bu ifadeden fakihin ibtidai (bizzat savunma amaçlı olmayan) cihad ilan etme yetkisinin olduğunu da istifade etmek mümkündür. Elbette bunu burada araştırmak mümkün değildir ve biz ilerideki sayfalarda buna özet olarak işaret etmeye çalışacağız.

[9] Şeyh mufid el-Meknaa, s. 811

[10] Şeyh Hürr-i Amuli, Vesail’uş Şia, c. 5, s. 95-96 (Kitab’us Selat, Ebvab-u Selat’il Abd, 2. Bölüm 1. hadis

[11] a. g. e. s. 12- 13 (Kitab’us Selat, Ebvab-u Selat’il Cumaa ve adabuha, 5. Bölüm)

[12] bak. El-Hurr’ul-Amili, Vesail’uş-Şia, c. 11, s. 32-35 (Kitab’ul-Cihad, Ebvab’ul-Cihad’il-Eduvv, 12. bab)

[13] Şeyh Mufid, el-Makna’, s. 279

İslami İran dışişleri bakanı Ali Ekber Salihi, İran'ın, Suriye'de yönetimin batılıların senaryolarıyla düşürülmesine asla izin vermeyeceğini söyledi.

Arap Pres haber sitesine demeç veren Salihi, Suriye'ye yönelik her türlü askeri girişimi ve bu ülkenin yönetimi aleyhinde silahlı çatışmayı sürdüren isyancılara silah veren ülkelerin tutumlarını kınayarak, bu isyancıların batılı ülkeler ile onların bölgedeki bazı müttefikleri tarafından silahlandırıldığı ve programlandırıldığını kaydederek, bu durumun açık bir şekilde anlaşmalara aykırı ve insani değerlere aykırı olduğunu ve aynı zamanda Suriye halkı ve devletine yönelik tek yanlı düşmanlık olduğunu söyledi.

Salihi, bu ülkede savunmasız sivillere yönelik silahlı grupların cinayetlerinin durdurulması gerektiğini belirterek, BMT'nın Suriye özel temsilcisi ve Mısır ile Arabistan’la Suriye konusunda görüşmelerin sürdüğünü kaydetti ve İran'ın bu doğrultuda 6 maddelik öneride bulunduğunu dile getirdi.

İran dışişleri bakanı Salihi, uluslar arası çevrelerin Suriye aleyhinde yayınladıkları bildirileri de kınayarak, bundan amacın Suriye yönetimi ve halkı aleyhinde baskıyı arttırmak olduğunu söyledi.

Salihi, Suriye'nin siyonist İsrail karşısındaki direnişine temasla, Suriye halkının kendi cumhurbaşkanını seçme hakkına sahip olduğunu ve dış güçlerin bu konuda Suriye halkına dayatmada bulunamayacaklarını söyledi.

 

 

Lübnan Hizbullah hareketi lideri Seyyid Hasan Nasrullah, Amerika'nın Suriye krizinin çözülmesini istemediğini, Suriye'yi savaşa sürüklemek istediğini söyledi.

Mehr haber ajansının bildirdiğine göre; Lübnan Hizbullah hareketi lideri Seyyid Hasan Nasrullah, Suriye meselesinin çok karmaşık bir konu olduğunu, Suriye'de muhaliflerin başarılı olacağının sananların da büyük bir yanılgı içerisine olduklarını belirterek, halkın yönetime desteklerini sürdüreceğini söyledi. 

Direnişin İsrail'i yenmeyi başardığını ve her komploya karşı da güçlü olduğunu belirten Seyyid Hasan Nasrullah, fars körfezi ülkelerindeki kitle iletişim araçlarını da eleştirerek, " fars körfezindeki bazı kitle iletişim araçları, doğrudan direnişi hedef almaktadırlar. Şehit Hariri'nin kanını direnişe karşı saldırı için kullanmaktadırlar" diye konuştu.

Mevcut siyasi şartları da dikkate alınması gerektiğini belirten Seyyid Hasan Nasrullah , Lübnan'da bazı siyasi grupların, Suriye'deki yönetimi devirmek amacıyla çalışmalarına temasla da, "Suriye'nin konumunu dikkate alan herkes, Suriye'de yönetimin mevcut şartlarda devrilmeyeceğini çok iyi görür" hatırlatmasında bulundu. 

İlk başlarda Suriye'de yönetimin kısa sürede devrileceğini söylüyorlardı. Fakat, geçen zaman içerisinde görüldüğü ki, Suriye'de yönetim kolay kolay devrilmiyor. Çünkü, bütün bilgiler ve değerlendirmeleri yanlıştı diyen Seyyid Hasan Nasrullah, Suriye'deki gelişmelere temasla, "Amerika Suriye krizinin çözülmesini istemiyor. Suriye'yi savaşa sürüklemek ve etkisiz hale getirmek istemektedir diye konuştu. 

Lübnan Hizbullah Hareketi lideri Seyyid Hasan Nasrullah konuşmasında, silahlı çatışmaların sürmesini isteyenler, halkın kanının akıtılmasına yardımcı olduklarını da belirterek, bazı bölge güçleri, Suriye'deki çatışmada çıkar sağlamaya çalışıyor dedi.

Suriye'de siyasi görüşmeleri engelleyenlerin işlenen cinayetlere ve halkın öldürülmesine de ortak olduklarını belirten Nasrullah, sorumluluk taşıyan herkesin Suriye'deki krizin çözümü için görüşmelerin yapılmasına katkı sağlamaları gerektiğini söyledi.

İrib

 

İran Dışişleri Bakanlığı, Suriye sorunun için yeni bir çözüm önerisi sundu.

6 madde içeren çözüm önerisi şimdiye kadar diğer ülkeler tarafından sunulan çözüm önerilerini de kapsamaktadır.

“Kaderlerini belirleme ve ülke sorunlarını çözme hakkı yalnızca Suriye vatandaşına aittir” diyen İran Dışişleri Bakanlığı, 6 maddelik şu çözüm önerisini sundu;

1- Ülkede her türlü şiddet içeren davranışlara BM denetimi altında son verilmeli. Ülkeye huzurun geri dönmesi için muhalifler ve hükümet karşı tarafı şiddete teşvik edecek davranış ve söylemlere uzak durmalıdır.

2- Ülkede barış ve huzur ortamı sağlandıktan sonra, halka acil olarak insanı yardım ulaştırılmalıdır. Bunun için de Suriye’ye uygulanan ambargoların kaldırılıp, mültecilerin geri dönmesinin sağlanması gerekmektedir.

3- Suriye’de bulunan her türlü siyasi ve sosyal gurup ve kesimlerin temsilcilerinin katıldığı barış komitesinin oluşturulması gerekmektedir. Komite geçiş hükümetini kurmalıdır. Geçiş hükümeti ise ülkede barış içinde seçimlerin gerçekleştirilmesini sağlamalıdır.

4- Hükümet ve muhalefet tarafından, yalnızca barışçıl siyasi hareketlerden dolayı tutuklanan ve esir alınan bütün siyasi tutuklular ve esirlerin serbest bırakılması gerekiyor. Cinayete karışanların ise adil hakim karşısına çıkarıp yargılanması gerekmektedir.

5- Ülkede gelişen olaylar hakkında yapılan yanlış haberlere bir an önce son verilmeli, haberler tarafsızca yapılmalıdır. Sokak ve caddelerde yaşanları halka ulaştırabilmeleri için medya mensuplarına güvenli ortam oluşturulmalıdır.

6- Hasar tespit komitesi oluşturulmalıdır. Bu komite ülkenin maddi hasar ve kayıplarının bir an önce telafisi için yeni girişimlerde bulunmalı ve dost dış ülkelerden maddi yardım alınmalıdır.

İran Dışişleri Bakanlığı, bildirinin sonunda bu önerilerin yalnızca Suriye halkının bir an önce barış ve huzura ulaşması için yayınladıklarını yineledi.

Ayrıca bu önerilerin hayata geçmesi için, Suriye’yi etkileyen bütün iç ve dış güçleri de barış istemi konusunda kararlı olmaları gerektiğini hatırlattı.

 

Pazar, 16 Aralık 2012 05:29

Nehc ul Belağa yı Tanıyalım 1

Nehc"ul Belağa Hz. Ali (a.s)"ın kısa hilafeti döneminde buyurmuş olduğu 239 hutbe, 79 mektup ve 480 hikmetli kısa sözden oluşan bir kitaptır.

 Seyyid Razi [1] adıyla meşhur olan ve büyük Şii alimlerinden biri sayılan Muhammed b. Hasan Musevi (359-406) söz konusu hutbe, mektup ve kısa sözleri biraraya toplayarak değerli bir eser oluşturmuş ve bu eseri Nehc"ul Belağa olarak adlandırmıştır. O bu değerli kitabı H. 400 yı­lında kaleme almıştır. Nehc"ül-Belağa yazarı Seyyid Razi, bu eseri oluşturma hedefi hususunda kitabın ön­sözünde şöyle demektedir: “Ömrümün baharındayken ve ömür dalım henüz ta­zeyken İmamların (a.s) özellikleri ve hususiyetleri hak­kında bir kitap yazmaya başladım. (Hasais"ul Eimme kitabı) Bu kitapta o zatların güzel ve değerli sözleri vardı. Elbette bu kitabın başında da belirttiğim gibi bu işe belli bir hedef ve niyetle giriş­tim. Ama Hz. Ali"nin özgün hususiyetlerini yazdıktan sonra bu kitabı devam ettirmeyecek bölümlere ve kısımlara ayırdım. Son bölümünde uzun hutbeler ye­rine, öğütlerini hikmetlerini, örneklemelerini ve kısa edebi sözlerini bir araya topladım.

Bazı dostlarım bu kitabı okuyunca çok beğenip öv­dü­ler, fesahat ve belagatı ile eşsizlik ve özgünlüğüne hayran oldular. Bu nedenle benden Hz. Ali (a.s)"ın çeşitli dallarda ve konulardaki öğüt, yazı, hutbe ve hik­metli sözlerini toplayarak derlememi istediler. Onlar Hz. Ali (a.s)"ın bu sözleri­nin fesahat ve belagatını, Arapça"nın incileri, dini-dün­yevi sözlerin nuru olduğunu çok iyi biliyorlardı; çünkü böylesi özellikler hiçbir beşeri söz ve kitapta bir araya gelmemiştir. Hz. Ali, fesahatin kapısı, belagatın temeli ko­numundadır. Fesahat ve belagatın gizlilikleri onun sözle­rinde tecelli etmiş ve onunla bir düzene girmiştir. Her ha­tip onun örneklendirmelerini almış, her vaiz onun sözle­rinden yararlanmıştır. Buna rağmen o herkesten iler­dedir ve onlar Hz. Ali"den geri kalmışlardır. Zira onun sözlerinde ilahi ilmin izi ve Peygamberin kokusu vardır. Ben de bu isteklerine icabet ettim ve telif ettiğim bu eserin adını da Nehc"ul-Belağa koydum.” [2]

Nehc"ül-Belağa kitabı 1000 yıl boyunca sürekli ilim, edep ve ilahi öğretiler semasında nurlu bir güneş gibi parlamış; ışık saçmış; İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça, Orduca ve Türkçe dillerine tercüme edilip, basıl­mıştır. İslam bilginleri bu kitap için sayısız şerhler, talika­ler, lügat açıklamaları, lafız beyanları, seçmeler, özetler, Nehc"ül Belağa"da gezintiler ve Nehc"ül Belağa"dan dersler adı altında sayısız kitaplar kaleme al­mışlardır.

“Merhum Muhaddis Nuri, Seyyit Razi"nin Hesais"ul Eimme” bir nüshasının Şeyh Hadi Al-i Kaşif"ul Gıta kütüphanesinde ve bir nüshasının da Hindistan Rambor kütüphanesinde bulunduğunu söylemiştir. Aynı zamanda H. 1369 yı­lında da Necef-i Eşref"te de basılmıştır. [3]

Yazıldığı ilk yıllarda bir kitap hakkında doğru dürüst bir hüküm vermek mümkün değildir. Şahsi sevgi ve kinler, aceleden kaynaklanan hükümler, zayıf ve güçlü noktaların gizli kalması ve benzeri sebepler kitabın gerçeğinin gizli kalmasına veya değişik gösterilmesine sebep olabi­lir. Ama bin yıldır bilginlerin fikirlerini üzerinde yoğunlaştırdıkları, ince görüşlü dü­şünürlerin bilgisine ve basiretli insanların görüşüne su­nulan bir kitapta bu tür ihtimaller düşünülemez. Bütün bunlara rağmen bir kitap, değerini korumuş ve dikkatleri kendi üzerinde odaklandırmışsa bu o kitabın önem ve yüksek değerini gösterir.

İki Büyük Kitap

Bugün Şianın en önemli kaynaklarından sayılan bir eser de merhum Şerif Razi'nin yaklaşık 1000 yıl önce, Hz. Ali'nin (a.s) "hutbeler, mektuplar ve vecizeler" şeklinde üç ana başlıkta derleyip tanzim ettiği "Nehc-ul Belağa" adlı eseridir. Hem anlam, hem edebî çarpıcılığı açısından eşsiz bir şaheser olan bu kitabı okuyup da etkilenmemek mümkün değildir.

Müslümanlar bir tarafa, Müslüman olmayanların da bu kitabı incelemesi halinde İslam'ın Allah, tevhid, ahiret, yaratılış, siyaset, ahlak ve sosyal konulardaki muazzam beyan ve görüşleriyle tanışmaması ve neticede bu yüce dine hayranlık duymaması mümkün değildir.

Şia'ya ulaşan bu büyük miraslardan biri de Sahife-i Seccadiye'dir ki en güzel ve en içerikli dualardan müteşekkil muazzam bir külliyattır. Son decere yüce ve ulvî anlamlar içeren ve fevkâlede eğitici ve öğretici olan bu eşsiz dualar demeti, gerçekte Nehc-ul Belağa'nın bıraktığı tesiri bırakmakta, ancak, bunu daha değişik bir yolla (dua ve

Allah'a yakarıp O'na tazarruda bulunma yoluyla) gerçekleştirmektedir. Bu duaların her cümlesi insana yepyeni bir ders öğretmekte ve gerçek bir kulun, sevgili Yaratıcısı'na nasıl yönelmesi gerektiğini en mükemmel haliyle göstermekte, insanın ruhunu ve canını nurla boğarak bütün varlığıyla Rabbine yönelmesini sağlamaktadır.

Adından da anlaşılacağı üzere bu muazzam dualar demeti, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ikinci göbektan torunu ve Ehl-i Beyt'in dördüncü imamı olan "Seccad" adıyla maruf İmam Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib'e (a.s) aittir; duanın bütün ruhumuza işlemesini, Yüce Yaratıcımız'ın zâtının aşkıyla varlığımızın kavrulmasını ve O Yüceler Yücesi'nin dergahına elimizle birlikte kalbimiz ve bütünüyle ruhumuzun da açılmasını istediğimiz anlarda bu muhteşem duayla kucaklaşmakta ve bahar yağmurlarıyla taptaze bir teravete ve can bulan taze filizler gibi bu duanın doyumsuz pınarından kana kana içmekteyiz.

Şia'nın onbinlerceye varan hadislerinin en önemli kısmı Ehl-i Beyt-i Resulullah'ın (s.a.a) beşinci ve altıncı imamları olan İmam Muhammed Bâkır b. Ali ile İmam Cafer Sâdık b. Muhammed (aleyhimâ selâm)den (Allah'ın selamı üzerlerine olsun) rivayet edilmiş ve yine önemli bir bölümü de sekizinci imam Ali Rıza b. Musa hazretlerinden (a.s) naklolunmuştur.Bu üç imam döneminde Emevilerle Abbasilerin Ehl-i Beyt (a.s) taraftarları üzerindeki baskısı kısmen de olsa azaldığından, sözkonusu üç imam; İslam fıkıh ve maarifinin bütün dallarıyla ilgili çok önemli ve açıklayıcı hadisleri, babaları vasıtasıyla dedeleri Hz. Resulullah'tan (s.a.a) Müslümanlara aktarabilme fırsatı bulmuş ve böylece İslam dünyasına muazzam bir defineyi miras bırakmışlardır.

Bugün Şia mezhebinin Caferî mezhebi adıyla anılmasının nedeni Şia'nın en fazla rivayetinin altıncı İmam Cafer Sadık b. Muhammed (a.s) hazretlerinden ulaşmış bulunmasıdır. Emevilerin çöküş devrini yaşadığı,

Abbasilerin de halka baskıda bulunabilecek kadar iktidara henüz musallat olmadığı bir geçiş döneminde yaşadığı için eğitim ve tebliğ faaliyetlerini yürütme imkanı bulan İmam Cafer Sadık (a.s) hazretlerinin hadis, maarif ve fıkıh dallarında 4000'i aşkın öğrenci yetiştirdiği bilinmektedir.

Hanefi mezhebinin reisi Ebu Hanife İmam Cafer Sadık'la (a.s) ilgili olarak şöyle diyor: Şu kısa: "Cafer b. Muhammed (a.s) hazretlerinden daha fakih kimse görmedim!"[4]

Malikî mezhebinin imamı Malik b. Enes bir konuşmasında şöyle der: "Cafer b. Muhammed'in (a.s) yanına bir süre gidip geldim, bu müddet zarfında onu daima şu üç halden birinde gördüm: Ya namazdaydı, ya oruçluydu, ya da Kur'an tilavet etmedeydi. Bence ilim ve ibadette Cafer Sadık b. Muhammed'den (a.s) daha faziletli birini kimse ne duymuş, ne de görmüş değildir!"[5]

--------------------------------------------------------------------------------

[4]- Tezkiret-ul Huffaz, Zehebî, c.1, s.166.

[5] Tehzib-ut Tehzib, c.2, s.104; Esed Haydar'ın "Kitab-ul İmam Sadık"ından naklen, c.1, s, 53.