کارگر

کارگر

Bismihi Teala

Sayın Ahmet Şahin!

Selamun aleykum,

21.11.2012 tarihli Muharrem ayı aşure tatlısı ve orucu üzerine… Zaman Gazetesindenki yazınızı okudum. Yazınızın son bölümünde Hz. Hüseyin’in şehit edilişinden dolayı kalben acı duymakla birlikte matem tutmadığınızı ve bu olayları yeniden gündeme getirmeği uygun bulmadığınızı ifade etmişsiniz ve şöyle demişsiniz:

Hazret-i Resulullah’ın aziz Ehl-i Beyti’nin yetmiş iki eşsiz mensubu da Aşure Günü’nde Kerbela’da şehit edilmiştir. Bu elim olay da mübarek Aşure Günü’nü, gönül yakıcı, vicdan sızlatıcı ıstırap günümüz haline dönüştürmüştür.

Biz matem tutmayız ama bu can yakıp ciğer sızlatan olayın acısını da vicdanımızın derinliklerinde olanca acılığıyla hep hissederiz.. İslam büyükleri, tarihte sahabeler arasında yaşanmış Cemel, Sıffin ve Kerbela gibi elem ve ızdırap verici olayları enine boyuna yeniden gündeme taşıyıp da zihinlerde bir kargaşa meydana getirmeyi uygun bulmamışlar…

İlk müceddit Ömer bin Abdulaziz gibi büyük bir zat ise bu konuda hepimize ölçü olan sözünü şöyle söylemiştir:

-Allah bizim elimizi o kanlı olaylardan -Allah bizim elimizi o kanlı olaylardan temiz tuttu, biz de dilimizi temiz tutar, ileri geri konuşarak zihinleri karıştırmaktan uzak kalırız. Takdir, elbette düşünen insanlara aittir.”

Bu yazıyı okuduktan sonra aşağıdaki hususlara dikkatinizi çekmenin yararlı olduğunu düşündüm.

Birincisi, açıktır ki bir mümin, her konunda olduğu gibi bu konuda da Ömer b. Abdu’laziz’in ahlakı tavsiyelerinden önce Resulullah (s.a.a)’ın tavsiye ve emirlerini önem vermesi gerekir.

Resulullah’ın (s.a.a) bu konuda bir tavsiyesi mi var diyeceksiniz? Evet, konu dikkatle incelendiğinde Resulullah’ın bu konuda tavsiyesinin olduğu anlaşılır.

Bu tavsiyeler şu şekilde açıklanır:

Resulullah s.a şöyle buyurdu:

“İman’ın en sağlam kulpu Allah için sevmek ve Allah için düşman olmaktır. Allah için dostluk ve Allah için buğzetmektir.” (Sahih-i Cami’ Hadis: 2539 El-Bani bu hadisin senedinin sahih olduğunu söylemiştir.)

Buna göre imanın bir parçası hatta en sağlam kulpu olan Allah için sevmek ve Allah için düşman olmak ilkesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir, basit ve sıradan bir konu olarak değil.

Ve şu da kesindir ki Allah ve Peygamber’in sevgisinden sonra en çok tavsiye edilen sevgi Hz. Hasan ve Hüseyin ve diğer Ehl-i Beyt’in sevgisidir. Peygamber Ehl-i Beyt’in sevgisini ve onlara buğz edenlerle buğz etmeyi emretmiştir.

Resulullah buyurmuştur ki:

“Hüseyin bendendir ve ben de Hüseyin’denim. Allah Hüseyin’i seveni sever.” (İbn-i Mace: 1: 29 Hakim: 3: 149 hadisi sahih bilmiştir)

Basıt düşünceli bir kimse, bu sözü Peygamber’in akraba hissine kapılarak söylediği düşünebilir ve hislerden kaynaklanan bir istek olduğnu söyleyebilir. Bu tür bir düşünce imanla çelişen bir görüş olduğu ortada olmasının yanı sıra onu çürüten bir çok delil vardır. Bunlar arasında Resulullah’tan gelen şu sahih hadisleri gelir:

“Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridirler.” (Sünen-i Tirmizi Hadis 3768:)

Bu hadis onların Allah katındaki makamlarının ne denli yüksek olduğunu bildirmektetir.

Hz. Hüseyin Ehl-i Beyt’tendir ve bu konuda bir terddüt de söz konusu değildir. Yüce Allah Ehl-i Beyt hakkında buyuruyor ki:

“...Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”

Müslim Sahih'inde, Hâkim Müstedrek'inde, Beyhakî es-Sünenü'l-Kubra'sında ve Taberî, İbn-i Kesir ve Suyutî tefsirlerinde nakletmektedirler ki (metin Sahih-i Müslim'e aittir):

"Bir gün Allah Resulü (s.a.a) sırtında siyah keçi kılından örülmüş, desenli bir aba ile dışarı çıktı. Önce Hasan geldi, onu abasının altına aldı; sonra Hüseyin geldi, onu da abasının altına aldı; daha sonra Fatıma geldi ve abanın altına girdi; daha sonra da Ali geldi, onu da diğerleriyle birlikte abanın altına aldı ve şöyle buyurdu: "Kuşkusuz Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Müslim, Sahih, Ehl-i Beyt'in Faziletleri Babı, c.7, s.130)

Hakim Nişaburi’nin Muslim’in şartına göre sahih bildiği hadiste Resulullah şöyle buyurmuş:

“Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisi gibidir kim o gemiye bindiyse kurtuldu ve kim uzak durduysa helak oldu.” (El-Müstedrek c. 2 s. 373)

Yine Muslim nakleder ki Resulullah şöyle buyurdu:

“Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icabet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunların birincisi Allah'ın Kitabı'dır, onda mutlak hidayet ve nur vardır. Öyleyse sizler Allah'ın kitabına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız, buyurdu. Böylece Allah'ın kitabına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi. Sonra da şöyle dedi. Diğeri de Ehl-i Beytimdir, ben Ehl-i Beytim hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum.” (Sahih-i Muslim, Fadailu's-Sahabe bölümü)

Bütün bunları nakletmekten maksadımız iki şeyin açıklık kazanmasıdır

1- Hz. Hüseyin’i sevmemiz Peygamber’in emriyle sabit olan bir vazifedir.

2- Bu vazife sırf hislerden kaynaklanan geçici bir emir ve tavsiye değildir.

Bu sevginin farz olduğu açıklık kazandıktan sonra şu soru söz konusu olur: Eğer gerçek anlamda Hz. Hüseyin’in sevgisi kalbe yerleşirse nasıl onun susuz halde evlatlarından ve yakınlarından 72 iki kişi ile birlikte şehit edilişi kalbi titretmez ve eğer kalp acırsa nasıl gözden yaşlar akmaz? Nasıl bir mümin bu acıları anarak matem ve yas tutmaz?

Nasıl Resulullah’ın göz nuru şehit edilip ciğeri parelenen böyle bir günde bayram havası yaşanır ve tatlılar sarfedilir, kutlanır?

Bu Emeviler’den kalma bir kutlama değil midir? Emeviler bu işlerini meşru göstermek ve Hüseyin hakkında işledikleri cinayeti unutturmak için elbette hadisler uydurmuş ve bu günü kutlu bir gün olarak göstermeye çalışmışlardır.

Acaba bizim çocuğumuz ve babamız hakkında böyle bir cinayet işlenseydi onu görmezlikten gelir ve haklı ve haksız araştırmasına gitmeden unutmaya mı çalışırdık? Oysa ki Resulullah’ı ve onun Ehl-i Beyt’ini kendi babamızdan ve ailemizden daha fazla sevmekle yükümlüyüz?

Hayatları ve din yolundaki fedakarlıkları gündeme gelmeden ve onların dinin tahrifine karşı çabaları bilinmeden, düşmanlarının kim olduğu açıklanmadan gerçek manada sevilmeleri nasıl mümkün olur? İnsan bilmediği tanımadığı bir şeyi nasıl sevebilir? Ya da körkörüne sevgiden ne fayda umar?

Acaba Hz. Peygamber’in sürekli Hz. Hüseyin’in sevgisi üzerinde durması körkörüne bir sevgi için midir yoksa onların hayatlarının örnek alınması için mi?

Eğer sahabileri korumak onları sevmek de bir emirdir denirse cevabı açıktır. Hiçbir şer’i delil sahabilerin muhabbetini Ehl-i Beyt sevgisi düzeyine çıkarmamış ve onları Kur’an gibi ölçü göstermemiştir. Sahabileri sevmek hakkında eğer bir delil varsa bu sürekli belli şartlar çerçevesindedir mutlak değildir. Oysaki Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt hakkındaki sevgi ve bağlılık onların düşmanlarından uzak durmak mutlak bir emirdir. Yüce Allah buyuruyor ki “Allah, bir kişinin içinde iki kalp var etmemiştir...”

Eğer Allah ifk olayında “O büyük yalanı uyduranlar sizden bir topluluktur.” (Nur: 11)” buyurarak sahibilerden bir kısmını şiddetle kınamış veya “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın.” (Hucurat: 6) buyurarak sahibiler arasında fasık olduğunu bildiryorsa ve fasıklardan uzak durmamızı açıkça emrediyorsa bu emirlere karşı biz sahabilerin tümünü seviyoruz dememiz dini emirlerden uzak durmaktır. Evet, sahabi olmak bir fazilettir ama kötülüklerden uzak durmak kaydıyla. İşte bu Kur’an mantığıdır.

İkincisi Ehl-i Beyt’in Kur’an gibi bir ölçü olduğu yukarıda Muslim’den ve diğer kaynaklardan verdiğimiz sahih hadislerde açıklanmıştır. Bu yüzden Ehl-i Beyt’e karşı zulüm ve ihaneti görmezlikten gelmek ölçülere karşı duyarsızlık ve o ölçülerin bizim hayatımızda ölçü olmaktan çıktığı anlamına gelmez mi? Yani Hz. Hüseyin, hak yolu tanımakta, hak yolu korumakta nasıl davranılması gerektiği konusunda bir örnek olmaktan uzaklaştırılmış olur. Oysa Allah ve Resulü onların bizim hayatımızda bir örnek olmalarını bir ölçü olmalarını istemişlerdir. Ama Hz. Hüseyin’in niçin kıyam ettiğini ve neyin uğrunda şehit olduğunu ve kimler tarafından hangi iğernç dünyevi hedefler uğruna şehit edildiği açıklanırsa bu mümine basiret ve bilinç verir ve ona dine darbe vurmak isteyenlere karşı nasıl direnmesi gerektiğini öğretir.

Son olarak şu noktaya dikkat etmek gerekir ki dini çelişkiler yumağı gibi göstermek yerine Emevi zihniyetle şekillenen ve sağlam temellerle çelişen anlayışlar üzerinde düşünmek ve doğruyu bulmak gerekir.

Murtaza Turabi - Kum İlim Havzası

Muharrem 1434

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

00989127588977

 

 

Pazar, 02 Aralık 2012 10:27

Hüseyni Kıyam: Kerbela

 

Fitne kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.

’Fitne kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık düşmanlık sadece zalimlere karşıdır.’’2/19

 

İmam Huseyin’in kıyamının felsefesini yukarıdaki ayeti celile üç ana ilkede beyan eder: Başta beşeriyetin hayatını felç eden fitnenin kaldırılması ve dinin halisane olarak Allah’a ait olması, ikinci ilke şirk ve putperestliğe son verilmesi, üçüncü ilke zulmün ve sitemin önlenmesi. Bu ilkeler esas alınarak kıyamın felsefesine bu açıdan bakmak gerekir. Zira Yezid bin Muaviye dini mübini İslam adına,şeytani ve nefsani arzuların yönünde zülüm ve sitemle dolu saltanatını korumaya ve yaşatmaya başlar. Hayasızca ve pervasızca dini mübini islamı hedef alan Yezid bin Muaviye; Muhammedi İslam’ın kapısını kapatarak yeni bir saltanat dininin kapısını açar.

 

Yüce İslam peygamberinin vefatından sonra yavaş yavaş renk değiştirmeye başlayan İslam ümmetinin idari mekanizması, fitne ve fesadın Müslümanlar arasında yer etmesine zemin hazırlamaya başlamış olur. Kanser gibi İslam ümmetinin bedenine yayılmaya başlayan fitne ve fesat, Yezid bin Muaviye zamanında çok net ve açık bir şekilde kendini göstermiş olur.

 

Yezid bin Muaviye şirki, zulmü ve fitneyi İslam’la birbirine karıştırarak Muhammed-i (s.a.a) İslam’ın dışında yeni bir İslam’i anlayışı zorla İslam ümmetine kabul ettirmeye başlar; fakat yezidi din anlayışına karşı duracak olan imamet ve velayet ile görevli olan imam Huseyni çok iyi tanıdığı için vakit kayıp etmeden Medine valisine bir mektup yazarak, imamın ya biat etmesini veya öldürülmesini Medine valisinden ister. Medine valisi Yezid bin Muaviye’nin emrini yerine getirmek için imam Huseynin Yezide biat etmesini ister ve dayatır. Valinin bu ısrarlı tutumunun Medine’yi münevvere’de savaşın çıkmasına işaret etmekte olduğunu imam fark eder. Zira hedef Resul-i Ekrem’in isminin ezan ve şahadetten çıkarmaktır. Medine’de savaşın çıkması ile de bu iş kolaylaşacaktır.

 

Bunu çok iyi bilen imam; Medine’yi terk etme ve Mekke’ye gitme kararını alır ve hazırlıklarının yapılmasını ister ve yaranlarıyla birlikte Mekke’ye doğru hareket eder. Nihayet Mekke’ye kavuşur. Mekke’de bir müddet ikamet ettikten sonra Hacc mevsimi gelir, gelen hacılar imamı derin bir saygı, sevgi, muhabbet ve aşkla onu ziyaret etmiş olurlar. İmama duyulan bu ilgi Yezidin avaneleri tarafından Yezid’e haber verilir; Yezid haberi alır almaz Mekke valisine bir mektup yazarak, İmam Huseyn’i biata davet etmesini ister. Yezidin bu mektubu üzerine Mekke valisi imamı biata ve teslim olmaya zorlar, hacılar zalimlerin bu zulmüne karşı sessiz kalırlar. İmam ise Haccı yarıda bırakıp zulmün, fitnenin ve şirkin karşısında kıyam etme ve dini mübini İslam’ı koruma ve savunma kararını alır. Harem bölgesi olan Mekke’de kan dökülmemesi için daha önceden kendisini davet eden Kufe’lilerin mektubu üzere Kufe’ye doğru hareket eder. Ancak imam Kufelilerin verdikleri sözden döndüklerini duyunca Kerbela bölgesine geldiğinde oradan bir arazi satın alır, özgür ve bağımsız bir arazi üzerinde çadırlarını kurar ve ceddi Muhammed’in (s.a.a) dinini burada koruma ve şirk, zulüm ve fitneye karşı buradan mücadele etme kararını alır. İmam Huseyin bu eylemiyle ceddi Muhammed’in (s.a.a) çizmiş olduğu Hakk ve Batılçizgisini yeniden çizerek hakla batılı birbirinden ayırır.Artık Hakk’ın cephesi Huseyin bin Ali’nin durduğu cephe, batılın cephesi ise Yezid bin Muaviye’nin durmuş olduğu cephe net bir şekilde birbirinden ayrılır ve saflar belirlenmiş olur. Artık zulme, şirke ve fitne fesada dayalı bir din anlayışı olan Yezidi din anlayışıyla vahyi ve Muhammedi (s.a.a) bir din anlayışı olan Huseyni çizgi günümüze kadar devam ederek gelmiş olur ve bugün İmam Humeyni’nin yeniden çizdiği Huseyni mektebin çizgisi, İmam Hamaney tarafından devam ettirilmekte ve her iki anlayış da yaşanmakta ve kıyasıya birbiriyle mücadele verdikleri de müşahade edilmektedir.

 

Tarihi bir değerlendirme yapacak olursak imamın Yezid’e karşı kıyamının metninde üç şeyin yazılı olduğu görülmektedir. Fitnenin boy göstermesi, zulmün doruğa çıkması ve dini mübini İslam’ın saltanatın hizmetinde kullanılması; kıyam etmenin metnini tarihe yazmıştır. Tarihin acı hatıralarından biri olan o günde, Emevi hanedanı tüm İslam beldelerini ele geçirmiş ve hakla batılı da birbirine karıştırmış ve saltanatlarını ayakta tutabilmek için satın almış oldukları alimlerin, kabile reislerinin ve arap şeyhlerinin desteğini sağlamışlardır.

 

Bu acı manzara karşısında Hakk’ı batıldan ayıracak ve Hakk’ın bütün değerleriyle batılın karşısında mücadele edebilecek bağımsız ve özgür bir zemin üzerinde olacağını imam bildiği için, Kerbela’da arazi satın almış ve üzerinde çadırlarını kurarak Hakk’ın sesini yükseltmiş ve insanları hakk cephesinde yer almaları için davet ederek hüccetini tamamlamıştır. Artık Velayet ve İmameteksenli bir İslam devletinin olduğu tüm insanlara duyurulmuştu.

 

Ama ne yazık ki dünyaperestler ve zalimlerin zulmüne rıza gösterenler, hakk’ı açıkça gördükleri halde zalim ve cani Yezid’in yanında yer alarak, İmam Huseyn’in Kerbela’da satın aldığı arazi üzerinde kurmuş olduğu çekirdek İslam devletini güçlü bir orduyla muhasara ederler. Yezid bin Muaviye’nin ordu komutanı olan Ömer bin Sâ’d Fırat tarafını kontrol altına alır ve peygamber evlatlarını çölün yakıcı sıcaklığına mahküm eder ve onların Fırat’tansualabilmelerini engeller. Bu acı manzara karşısında imanları aşka dönüşmüş dilaver genç ve ihtiyarlar imamın etrafında yiğitçe bir tavır ortaya koyarak savaş hazırlığı yaparlar. Bu eylemleriyle tarihin sayfalarına yiğitliğin, fedakarlığın, i’sarın kahramanlık destanını yazarak, dini mübini İslam’ı kanlarıyla bize emanet ederler. Bu emaneti asrımızda imam Huseyn’in hedefini yüklenmiş ve omuzlarında taşıyan aziz rehberimiz Ali Hamaney üstlenmektedir ve tüm dünyanın muhasarasına rağmen yiğitçe bir duruş sergilemektedir. Bu duruşuyla dünyayı sömürmekte olan büyük şeytan Amerika’nın ve onun müttefiklerinin karşısında Muhammedi (s.a.a) dini koruyan Huseynin yiğit evladı Ali Hameney; artık şehid düşmeyecektir, belki büyük şeytan Amerika ve müttefiki olan ülkeler onun önünde diz çökecek ve yapmış oldukları muhasaradan dolayı özür dileyecekler. Zira “Ma ehli kufe nistim Ali tenha bemanet” (Biz ehli kufe değiliz ki Ali yalnız kalsın) sloganını tutanlar vardır. Şunu zalimler iyi bilsinler ki, hakikat mektebinin yiğit evlatları kerbela’dan almış oldukları sadakat ve fedakarlık dersiyle, bedenleriyle surlar oluşturarak düşmanın İslam ümmetinin beyni olan aziz rehberimize kem bir gözle bakmasına dahi musade etmiyeceklerdir ve etme cesaretini dahi kendilerinde bulamayacaklardır ve bugüne kadar yapmış olduklarında pişman olarak özür dileyeceklerdir.

 

Tarihe yeniden dönerek İmam Huseyn ve yaranlarından alacağımız ilhamla günümüzün Yezitleri karşısında nasıl bir kimlik ortaya koyacağımızı öğrenmiş olalım; Acaba oturup ağlasak mı? Yoksa sine döverek kendimizi rahatlatsak mı?

 

Yoksa; Kerbela yiğitleri gibi imamın etrafında birbirine kenetlenmiş yiğitler olarak cesurca düşman karşısında birbirine kenetlenmiş velayet ekseninde hareket mi edelim?

 

Yoksa sine dövülerek, Hüseyn’in aşkıyla göz yaşları dökülerek, zalimlere karşı ciddi bir duruşa hazır ve gözyaşlarımızın onların kararmış kalplerine hidayet nuru olabilecek bir hakikatı mı haykırarak hakka davet edelim? Yoksa Aşura’da yaş dökme ve sine dövme merasimlerinden sonra günün Yezitleriyle uyum içinde yaşamaya mı razı olalım? Yoksa Huseyn-i Aşura’yı kalplerde aşk haline getirerek, büyük şeytan Amerika’nın ve onun müttefiki olanların karşısında aziz rehberimizin saffında yer alarak yiğitçe bir duruş mu sergileyelim? Yoksa Huseyni kıyamı bütün değerlerimizden yani kabilevi, ırki ve coğrafi sınırları aşarak ümmet bilinci duygu ve isteği ile el ele tutuşarak mı anmalıyız? Yoksa ümmet bütünlüğünü bozacak söylem ve kavramlarla mı kıyamı anacağız? Yoksa ümmeti birbiriyle kucaklaştıracak ve ümmet bütünlüğünü sağlayacak söylem ve kavramlarla Huseyni aşurayı anacak mıyız? Bu makaleyi okuyacak olan kardeşlerimden bir isteğim var; herhangi bir yazı veya bir makale okunduğu zaman beğenildiğinde teşekkür edilir, beğenilmediğinde güzel ve ahlaklı bir dille yanlışlıklar düzeltilir; doğru, edebi ve edepli bir uslup ve yumuşak bir dille yanlışlığı ispatlayacak delille o yazıya yorum yapılır; zira günümüzde en çok ihtiyaç duyduğumuz konu vahtet ve birliği sağlamaktır.

 

Yeniden Kerbela’ya dönelim; Kerbela tarihinin bırakmış olduğu acı iz ve hatıraların sinemize akıtmış olduğu güçle, günün yezitlerine karşı Velayet-i Fakih çizgisinde hareket ederek, Muhammed-i İslamı (s.a.a) korumak, yaşamak ve yaşatmak için Mehdeviyet ordusunda bir asker olarak, Huseyn-i deftere kayıt yaptırmış bizler “Lebbeyk ya Hameney” feryadıyla aşuranın felsefesini yaşama ve yaşatma kararındayız.

 

Evet! Bizim ilhamımız, yiğitliğin, cesaretin, fedakarlığın, i’sarın, serden geçmenin, sabrın ve metanetin ilham kaynağı olan; Muhammed’in (s.a.a) torunu, Zehra ile Ali’nin oğlu ve cennet efendisi İmam Huseyn’in Kerbela’da kurduğu mektep’tir. İlahi aşkın, muhabbetin sevgi ve itaatın ilham kaynağı olan Ehl-i Beyt’in mektebi, tüm filamaları, ırki taasupları, batının ve bilhassa İngiliz ve Fransızların Lozan’da çizmiş oldukları çoğrafi sınırları kaldırarak mülkün Allah’a ait olduğunu ve hükmünde ilahi olacağını bize öğreten bir mekteptir. İzzet ve şerefle dolu bir mektebin dostlarına kazandırdığı değer bütün evrenden daha değerli ve kıymetlidir. Bu ilahi mektep öyle üstün değerlerle donatılmıştır ki yaratılmış olan evrende ona denk olabilecek hiç bir şey yoktur. Bu mektep öyle bir mekteptir ki, beşeriyetin kurtuluş gemisidir. O geminin kaptan kulesinde maneviyatın ve aşkın menba-ı olan imamı zaman ve onun nayibi olan Ayetullahul uzma Ali Hameney bulunmaktadır. Bu mektepten yapılan davet ise “Ya eyyuhellezine amenu” diyerek reng, ırk ve çoğrafi sınırları kaldırarak iman edenleri bu gemide toplar ve sonra “innemelmuminune ihvetün” diyerek tüm inanmışları Ehl-i Beyt mektebinin çatısı altında kardeş eder. Bugün bu gerçek, iletişim araçlarıyla dünya coğrafyasının üzerinde ve her yerinde Huseyni aşura kutlandığı muşahede edilmektedir; bu nedenle bu ilahi mektep hiç bir surette bir devlete, bir millete tahsis etmek doğru olmaz, zira bu ilahi mektep ilahi rahmet okyanusundan alemlere rahmet olarak gönderilen rahmet peygamberinin mektebidir.

 

Bu mektebi ihya eden ve yeniden gerçek çehresini beşeriyete yansıtan imam Huseyn’in, çizmiş olduğu hakk ve batıl cephesi çok net bir şekilde o gün ve bugün görülmektedir. O gün batıl cephesini temsil eden Yezid bin Muaviye idi, şimdi ise büyük şeytan Amerika ve onun müttefiki ve dostları olan ülkelerdir. Hakk’ın cephesini ise peygamberin soyundan Huseyn-i mektebin öz evladı olan Ayatullahul-uzma ve İslam ümmetinin rehberi Ali Hamaney ve onun müttefikleri ve dostları temsil etmekteler. Artık velayet ekseninde yer almış müminleri, ne düşmana korku vermeyen gözyaşları, ne de giymiş oldukları kara gömleklerle, ne de İslam ümmetinin vahdetini bozacak sözlerle artık aldatamazlar. Çünkü günümüzün Müslümanlarının ilham kaynağı ve beslendikleri yer velayet mektebi olduğu için, kuru kalabalıklara da pek önem vermezler, zira bu mektep aşk mektebidir hakk’a teslim olanlarla beraberdir.

 

Evet! Yine Kerbela’ya dönelim; İmam Huseyin; artık batıl cephesi olan Yezid ordusuna, hakk olan Muhammedi İslam’ı temsil eden Huseyin ve yaranlarının üzerine saldıracaklarını anlar ve atını ileri sürerek hücceti bir daha onlara tamamlamak için kendini tanıtır: “Ey Kufeliler! Ben Hz. Muhammed’in (s.a.a) torunu Zehra ile Ali’nin oğluyum. Ceddimin dinini korumak için sizin davetleriniz üzere buraya geldim, şimdi sizler Yezid’in yanında yer alarak beni öldürmek istiyorsunuz” diyerek uyarıda bulunur; ama ne yazık ki dünyaperestler yapmış oldukları daveti ve yazdıkları mektupları inkar ederler; imam tekrar hücceti tamamlamak için yazmış oldukları mektupları onlara ibraz eder ve sonra mektupları onların görebilecekleri bir şekilde yakar ve “Allah’ın laneti sizin üzerinize olsun” bedduasını yapar ve kendi tarafına geçer.

 

İmam gecenin karanlığı olunca yaranlarını ve dostlarını toplar ve onlara hitap eder, onların gecenin karanlığından istifade ederek gitmeleri için onların üzerindeki hakkını ve biatını kaldırdığını söyler; ama ölümü gözleriyle gördükleri halde imama sadakatlerini ve onu asla ve asla yalınız bırakmayacaklarını ilan ederek bey’atlarını yeniden tazelemiş olurlar.


Evet!Kerbela yiğitlerinin verdikleri bu mesajdan alacağımız ders, günümüzde muhasara edilmiş İslam Devletinin (İran İslam Cumhuriyeti) aziz rehberinin yanında yer alarak, aynı sadakat ile biatımızı yenileyerek saflarımızı sıklaştırmalıyız. Nihai hedefe doğru kışlamızda Veliyülemr’den gelecek emri beklemeliyiz.

 

Evet! Yine Kerbela: Savaş önce birebir yüzleşmeyle başlar. İmam şu ayetin metnine göre hareket eder ”Sevdiğinizi Allah yolunda harcamadıkça fazilet mertebesine ulaşamazsınız. Bununla beraber her ne infak ederseniz, Allah mutlaka onu bilir.”3/92

 

İmam peygambere çok benzeyen ve sevdikleri içinde en sevimli olan oğlu Ali Ekber’i kendi eliyle kuşatır ve düşman birliklerine doğru gönderir, bu dilaver genç ceddi Haydar’ın kullandığı kılıcın aynısını kullanarak düşman saflarına korkulu anlar yaşatır; ama yaralı ve susuzluktan ciğeri yanmış bir şekilde babasının yanına döner ve bir damla su ister, ama ne çare ki zalimler bir damla suyu peygamber evlatlarına reva görmemekte, İmam Huseyin peygambere benzeyen Ali Ekber’e kendisinin de sussuz olduğunu hisettirmek için sussuzluktan kurumuş ve ateş gibi yanan mübarek dudaklarını onun kana boyanmış gül yüzüne koyar ve ceddim sana su verecektir diyerek şehid olma müjdesini verir; Zeyneb çadırlardan hızla gelir kardeşi oğlunun kanlı bedenine sarılır ve ya Resulallah diyerek feryad eder.

 

Bu manzaradan ders alabilmek için imanın aşka dönüşmesi ve kalp aynasının temiz olması gerekir; zira bu sahnede gerçekleşmiş olan fedakarlığı akılla cevaplandırmak oldukça zordur, çünkü insan bu vadiye girerken kirli ayakkabılarını çıkarıp tertemiz bir aşkla yürüdüğü zaman, bu sahnede gerçekleşmiş olan hakikatten verilen dersi alabilir; yoksa gösteri yapmış olur bu zavallı insan, bugün ırkçı söylemlerle yaptıkları gibi !

 

BU DAVA AĞIRDIR

 

Susamış ciğeri yananlar gelsin Aşk ateşiyle yanıp kül olan gelsin

 

Bu dava ağırdır bilenler gelsin Hüseyn’in aşkıyla yananlar gelsin

 

Kur’an’i davayı bilenler gelsin Tevhide susamış aşıklar gelsin

 

Kıyamı izzet bilenler gelsin Hüseyn’in aşkıyla yananlar gelsin

 

Bu dava ağırdır çekenler gelsin Kalbinde hastalık olmayan gelsin

 

Resulü sevip can verenler gelsin Hüseyn’in aşkıyla yananlar gelsin

 

Hüseyn-i davayı bilenler gelsin Riyadan uzak salihler gelsin

 

İtaatı vacib bilenler gelsin Hüseyn’in aşkıyla yananlar gelsin

 

Bu davanın çilesini çekenler gelsin Kibirli olmayan sadıklar gelsin

 

Ateşten gömlek giyenler gelsin Hüseyn’in aşkıyla yananlar gelsin

 

Muhammed Avcı    01/12/2012

TAHA HABER

İran’ın UAEA Temsilcisi, UAEA Yönetim Kuruluna hitaben bir bildiri yayınlayarak “İran karşıtı yaptırımlar uranyumu zenginleştirmeyi etkileyemedi” diye kaydetti.

Uluslararası Atom Enerji Ajansı (UAEA) Temsilcisi Ali Asger Sultaniye dün UAEA Yönetim Kurulu’na hitaben bir bildiri yayınlayarak “İran’ın nükleer tesisleri herhangi bir saldırıya maruz kaldığı takdirde bu ülke “NPT” anlaşmasından çekilecektir” diye uyarıda bulundu.

Reuters haber ajansının bildirdiğine göre, Sultaniye bildirisinde ayrıca “İran, askeri saldırıya maruz kaldığı takdirde, uranyumu zenginleştirme girişimlerini “daha güvenli” bölgelerde yeniden sürdürecektir” diye kaydetti.

Reuters haberinin devamında, Sultaniye’nin yaptığı açıklamanın batılı uzmanlar arasında, İran’a askeri saldırı düzenlenmesi halinde bu ülkenin nükleer faaliyetlerini büsbütün yeraltına taşımasına sebep olabileceği kaygısı yarattığını hatırlattı.

Sultaniye bildirisinde ayrıca “Batının İran karşıtı yaptırımları bu ülkenin uranyumu zenginleştirme faaliyetlerini etkileyememiştir” diye vurguladı.

İslam’ın en büyük iki ekolünden biri olan Ehlibeyt mektebini Ehlisünnet ekolünden ayıran (veya ehli sünnette çok sönük olan) en belirgin özelliklerden biride “Lanet” konusudur. Ehlibeyt mektebinde Allah, Peygamber ve Ehlibeytine düşmanlık güdenler karşısında Müslümanların el, dil ve kalpleriyle karşı durması farzdır. Lanet etmek, dil ile karşı durmanın mısdaklarından biridir. Bu konuda Sünni ve Şia kaynaklarında bir çok hadis bulunmaktadır… Peygamber efendimiz bu konu hakkında şöyle buyurmuştur: “İman’ın en sağlam kulpu Allah için sevmek ve Allah için düşman olmaktır. Allah için dostluk ve Allah için buğzetmektir.” Kur’an-ı Kerim’de de lanet çok sık kullanılan bir argümandır. Bu yazıda özelde Yezit olmak üzere İslam düşmanlarına karşı lanet etmenin hükmü incelenecektir.

 

1. Lanet etmek bir çeşit beddua, karşı taraftan uzak olmak ve iki tarafın (hak ve batılın) birbirlerinden ayrı olması anlamındadır.

Kur’an-ı Kerim’de 25’in üzerinde ayet Allah’ın veya meleklerin veya müminlerin diliyle düşmanlara lanet edilmiştir. Şimdi bunlara değiniyoruz:

1- Gerçekten Allah, kafirleri lanetlemiş ve onlar için 'çılgın bir ateş' hazırlamıştır. (Ahzab, 64)

انَّ اللّٰهَ لَعَنَ الْكَافِرٖينَ وَاَعَدَّ لَهُمْ سَعٖيرًا

2- Biz bir takım yüzleri silip arkalarına çevirmeden, yahut Cumartesi Ashabı'nı lanetlediğimiz gibi onları da lanetlemeden önce… (Nisa, 47)

فَنَرُدَّهَا عَلٰى اَدْبَارِهَا اَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّا اَصْحَابَ السَّبْتِ

3- Sözleşmelerini bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. (Maide, 13)

فَبِمَا نَقْضِهِمْ مٖيثَاقَهُمْ لَعَنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً

4- Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. (Nisa, 93)

(Ayet sanki Yezid’i anlatıyor!)

وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُتَعَمِّدًا فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فٖيهَا وَغَضِبَ اللّٰهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَاَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظٖيمًا

5- Allah onu (şeytanı) lânetlemiş; o da: «Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim» demiştir. (Nisa, 118)

لَعَنَهُ اللّٰهُ وَقَالَ لَاَتَّخِذَنَّ مِنْ عِبَادِكَ نَصٖيبًا مَفْرُوضًا

6- Allah'ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler. (Maide, 60)

مَنْ لَعَنَهُ اللّٰهُ وَغَضِبَ عَلَيْهِ وَجَعَلَ مِنْهُمُ الْقِرَدَةَ وَالْخَنَازٖيرَ وَعَبَدَ الطَّاغُوتَ

7- Hayır öyle değil. Küfürleri yüzünden Allah onları lanetlemiştir. (Bakara, 88)

بَلْ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ بِكُفْرِهِمْ

8- Onlar, Allah’ın lânet ettiği kimselerdir. Allah, kime lânet ederse, artık ona asla bir yardımcı bulamazsın. (Nisa, 52)

اُولٰـئِكَ الَّذٖينَ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ وَمَنْ يَلْعَنِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ نَصٖيرًا

9- fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. (Nisa, 46)

وَلٰـكِنْ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ بِكُفْرِهِمْ

10- Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da kâfirlere de içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini vâdetti. O, onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir! Onlar için devamlı bir azap vardır. (Tövbe, 68)

وَعَدَ اللّٰهُ الْمُنَافِقٖينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْكُفَّارَ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدٖينَ فٖيهَا هِىَ حَسْبُهُمْ وَلَعَنَهُمُ اللّٰهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ مُقٖيمٌ

11- Gerçek şu ki Allah ve Resûlünü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır. (Ahzab, 57) (makalenin sonundaki açıklamalar bu ayetten esinlenerek yazılmıştır.)

اِنَّ الَّذٖينَ يُؤْذُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ فِى الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَاَعَدَّ لَهُمْ عَذَابًا مُهٖينًا

12- Demek, 'iş başına gelip yönetimi ele alırsanız' hemen yeryüzünde fesad (bozgunculuk) çıkaracak ve akrabalık bağlarınızı koparıp parçalayacaksınız, öyle mi? İşte bunlar, Allah'ın kendilerini lânetlediği, sağır kıldığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir. (Muhammed, 22-23)

فَهَلْ عَسَيْتُمْ اِنْ تَوَلَّيْتُمْ اَنْ تُفْسِدُوا فِى الْاَرْضِ وَتُقَطِّعُوا اَرْحَامَكُمْ اُولٰئِكَ الَّذٖينَ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ فَاَصَمَّهُمْ وَاَعْمٰى اَبْصَارَهُمْ

13- Bir de; kötü bir zan ile zanda bulunan münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azablandırması için. O kötülük çemberi, tepelerine insin. Allah, onlara karşı gazablanmış, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları yer ne kötüdür. (Fetih, 6)

وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقٖينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِكٖينَ وَالْمُشْرِكَاتِ الظَّانّٖينَ بِاللّٰهِ ظَنَّ السَّوْءِ عَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ وَغَضِبَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ وَلَعَنَهُمْ وَاَعَدَّ لَهُمْ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصٖيرًا

14- Hepsi de lânetlenmiş olarak nerede ele geçirilirlerse, yakalanır ve mutlaka öldürülürler. (Ahzab, 61)

مَلْعُونٖينَ اَيْنَ مَا ثُقِفُوا اُخِذُوا وَقُتِّلُوا تَقْتٖيلًا15-

 İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyet yolunu -kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder. (Bakara, 159)

(Bu ayetin Peygamber efendimizin Müslümanlara açık emri ve emaneti olan Kur’an ve Ehlibeytini efendimizden sonra ümmetten mahrum bırakarak onları inzivaya itenler hakkında olduğu ne kadarda açıktır)

اِنَّ الَّذٖينَ يَكْتُمُونَ مَا اَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدٰى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِى الْكِتَابِ اُولٰـئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللّٰهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ

16- İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. (Maide, 78)

(Peygamber efendimizin ümmeti bundan istisna değildir. Onlardan da söz dinlemeyen ve sınırı aşan bir çok sahabe ve tabiin vardı. bunlardan biri de Muaviye ve Yezit’ti.)

لُعِنَ الَّذٖينَ كَفَرُوا مِنْ بَنٖى اِسْرَایٖٔلَ عَلٰى لِسَانِ دَاوُدَ وَعٖيسَى ابْنِ مَرْيَمَ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ

17- Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır (sıkıdır) , dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lânet olasılar! (Maide, 64)

وَقَالَتِ الْيَهُودُ يَدُ اللّٰهِ مَغْلُولَةٌ غُلَّتْ اَيْدٖيهِمْ وَلُعِنُوا بِمَا قَالُوا

18- Namus sahibi, bir şeyden habersiz, mü'min kadınlara (zina suçu) atanlar, dünyada ve ahirette lanetlenmişlerdir. Ve onlar için büyük bir azab vardır. (Nur, 239

اِنَّ الَّذٖينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ الْغَافِلَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ لُعِنُوا فِى الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ

19- Bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince onu inkâr ettiler. İşte Allah'ın lâneti böyle inkârcılaradır. (Bakara, 89)

فَلَمَّا جَاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِهٖ فَلَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الْكَافِرٖينَ

20- (Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerinedir. (Bakara, 161)

اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ اُولٰئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّٰهِ وَالْمَلٰئِكَةِ وَالنَّاسِ اَجْمَعٖينَ

21- Aralarından bir çağrıcı, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye bağırır. (A’raf, 44)

فَاَذَّنَ مُؤَذِّنٌ بَيْنَهُمْ اَنْ لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِمٖينَ

22- Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle 'çekişip tartışmalara girişirlerse' de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım." (Al-i İmran, 61)

فَمَنْ حَاجَّكَ فٖيهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَاءَنَا وَاَبْنَاءَكُمْ وَنِسَاءَنَا وَنِسَاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا واَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَتَ اللّٰهِ عَلَى الْكَاذِبٖينَ

23- İşte bunların cezası, Allah'ın meleklerin ve bütün insanların lanetlerinin üzerine olmasıdır. (Al-i İmran, 87)

اُولٰـئِكَ جَزَاؤُهُمْ اَنَّ عَلَيْهِمْ لَعْنَةَ اللّٰهِ وَالْمَلٰئِكَةِ وَالنَّاسِ اَجْمَعٖينَ

24- Bilin ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerinedir! (Hud, 18)

اَلَا لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِمٖينَ

25- Allah'ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar; işte lânet onlar içindir. Ve kötü yurt (cehennem) onlarındır. (R’ad, 25)

(Bu ayet de sanki Peygamber Ehlibeytini anlatmaktadır. Peygamberliğime karşılık sizden tek istediğim Ehlibeytime sevgidir diyen bir peygamber ve buna riayet edilmesini isteyen yüce Allah. Ama Peygamber efendimizden sonra başlayan fesat ve bozgunculuklar…)

مَا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِى الْاَرْضِ اُولٰئِكَ لَهُمُ اللَّعْنَةُ وَلَهُمْ سُوءُ الدَّارِ

Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim (a.s) hakkında şöyle buyrulmaktadır:

“İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına (amcasına): «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır. (Mumtehine, 4)”

قَدْ كَانَتْ لَكُمْ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فٖى اِبْرٰهٖيمَ وَالَّذٖينَ مَعَهُ اِذْ قَالُوا لِقَوْمِهِمْ اِنَّا بُرَءٰؤُا مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ كَفَرْنَا بِكُمْ وَبَدَا بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةُ وَالْبَغْضَاءُ اَبَدًا حَتّٰى تُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ وَحْدَهُ اِلَّا قَوْلَ اِبْرٰهٖيمَ لِاَبٖيهِ لَاَسْتَغْفِرَنَّ لَكَ وَمَا اَمْلِكُ لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ شَیْءٍ رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَاِلَيْكَ اَنَبْنَا وَاِلَيْكَ الْمَصٖيرُ

Allah Teala, Hz. İbrahim ve kavmini Allah düşmanlarından uzak durdukları için övmekte ve onları güzel örnek olarak tanıtmaktadır. (Bizlerinde Peygamber ve Ehlibeytine düşmanlık besleyen, öfke duyan onlara haksızlık yapanlara karşı uzak durmamız onlardan beri olduğumuzu haykırmamız gerekmiyor mu? Hem Allah’ı, Peygamberi ve Ehlibeytini seviyoruz diyeceğiz hem de onlara düşmanlık eden, onlara zulüm eden, onların haklarını gaspedenleri de seviyoruz diyeceğiz! Bu ne yaman çelişkidir böyle…)

Bizler, İslam, Peygamber ve Ehlibeyte (gerçekte üçü birdir, aralarında bir fark yoktur…) düşmanlık güdenlere fesat örnekleri oldukları için lanet edersek ve dilimizle onlardan uzak olduğumuzu haykırırsak tedricen ve yavaş yavaş gidişat ve davranışımız onlardan ayrılacaktır.

2. Yezid’in tövbe ettiğine dair ne Sünni kaynaklarda ne de Şii kaynaklarda bir delil bulunmamaktadır. Bilakis bunun tam tersi olduğu hem Sünni kaynaklarda hem de Şii kaynaklarda bulunmaktadır. Ama maalesef dini açıdan kime sevgi ve muhabbet besleyip kime kin ve buğz etmesi gerektiğini öğrenememiş ehli sünnetten olan bazı basiretsizler “şayet ömrünün son anında tövbe etmiştir” diyerek Yezid’e lanet etmeyi bir şekilde inkar etmeye kalkmışlardır.

3. Yezid’e lanet etmeyi Ehli sünnet ulemalarının çoğu caiz bilmekte ve hatta bazıları farz bilmektedirler. Ehli sünnetin büyük ulemalarından olan İbn Cevzi, bu konuda “Er-Reddu Ale’l Mutaassıbi’l Anidi’l Münker Lile’ni Yezid” ; “Yezid’e lanet edilmesini inkar eden inatçı ve taassupçu kişilere reddiye” adlı bir kitap bile kaleme almıştır.

İbn Cevzi, adı geçen kitabında şöyle yazmaktadır:

ان انكاره على من استجاز ذم المذموم ولعن الملعون من جهل صراح، فقد استجازه كبار العلماء، منهم الامام احمد بن حنبل (رضى اللّه) وقد ذكر احمد فى حق يزيد ما يزيد على اللعنه.

Şüphesiz (İbn Teymiye’nin) bu kötülenmiş ve yerilmişi kınamanın ve meluna lanet okumanın caiz olduğunu inkar etmesi açık bir cehalettir. İmam Ahmed bin Hambel gibi büyük ulemalar ona lanet okumayı caiz bilmiştir. Ahmed bin Hambel, Yezit hakkında lanetten daha öte şeyleri eklemiştir. (Er-Reddu Ale’l Mutaassıbi’l Anidi’l Münker Lile’ni Yezid, s. 13)

Ehli sünnetin büyük alimlerinden Zehebi’nin bu konudaki sözleri de oldukça ilginçtir. Zehebi, Hambeli mezhebinin kurucusu Ahmed bin Hambel’den şöyle bir rivayet nakletmektedir:

وتوقف جماعة في لعنته يعني يزيد مع أنه عندهم ظالم وقد قال تعالى ألا لعنة الله على الظالمين وقد سأل منها أحمد بن حنبل عن يزيد فقال هو الذي فعل ما فعل

وقال له ولده صالح إن قوما ينسبوننا إلى تولي يزيد فقال يا بني وهل يوالي يزيد أحد يؤمن بالله واليوم الآخر فقال لم لا تلعنه قال وكيف لا ألعن من لعنه الله قال تعالى فهل عسيتم إن توليتم أن تفسدوا في الأرض وتقطعوا أرحامكم أولئك الذين لعنهم الله فأصمهم وأعمى أبصارهم فهل يكون فساد أعظم من نهب المدينة وسبي أهلها وقتل سبعمائة من قريش والأنصار وقتل عشرة آلاف ممن لم يعرف من عبد أو حر حتى وصلت الدماء إلى قبررسول الله صلى الله عليه وسلم وامتلأت الروضة ثم ضرب الكعبة بالمنجنيق وهدمها وأحرقها

وقال رسول الله صلى الله عليه وسلم إن قاتل الحسين في تابوت من نار عليه نصف عذاب أهل النار وقد قال صلى الله عليه وسلم إشتد غضب الله وغضبي على من أراق دم أهلي وآذاني في عترتي

فيقال القول في لعنة يزيد كالقول في لعنة أمثاله من الملوك والخلفاء وغيرهم

Bir grup Yezid’e lanet edilmesi konusunda tevakkuf etmişlerdir. Halbuki onu zalim bilmektedirler. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Bilin ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerinedir.” Ahmet bin Hambel’e Yezid’i sorduklarında şöyle demiştir: “O, yaptıkları şeyleri yaptı. (yani günahları o kadar büyüktür ki onları zikretmek bile çirkindir.)

Salih adlı oğlu Ahmed bin Hambel’e şöyle der: “Bir grup bize Yezit sevgisini atfetmekte.”

Ahmed bin Hambel cevaben: Ey oğlum! Allah’a ve ahret gününe iman eden birisi Yezid’i sevebilir mi?

Oğlu dedi ki: “Öyleyse neden ona lanet etmiyorsun?”

Ahmed bin Hambel şöyle cevap verir: “Ey oğlum! nasıl olurda Allah’ın Kur’an’da lanet ettiği birine lanet etmeyeyim?! (Ey münafıklar!) demek, 'iş başına gelip yönetimi ele alırsanız' hemen yeryüzünde fesad (bozgunculuk) çıkaracak ve akrabalık bağlarınızı koparıp parçalayacaksınız, öyle mi? İşte bunlar, Allah'ın kendilerini lânetlediği, sağır kıldığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.” Dolayısıyla Medine’nin yağmalanmasından, halkının esir alınmasından, Kureyş ve Ensar’dan yedi yüz kişinin öldürülmesinden, köle ve hürlerden kim oldukları bilinmeyen binlerce kişinin öldürülmesinden… -öyle ki en sonunda kan Peygamberin kabrine gelip dayanmış ve- sonra Kabe’yi mancınıkla hedef karar kılmasından, onu yakarak tahrip etmesinden daha büyük bir fesat olabilir mi?

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Hüseyin’in katili ateşten bir tabutun içindedir. Ve cehennem ehlinin azabının yarısı onun üzerinedir.” Aynı şekilde efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın ve benim öfke ve gazabım ailemin kanını döken ve Ehlibeytimi incitenlere karşı çok şiddetlidir. (Peygamberimiz vefatından sonra Ehlibeytine zulmetmeyen çok az sayıda kişi vardır. Tarih buna şahittir.)

Dolayısıyla Yezid’e lanet etmek öteki sultan ve padişahlara lanet etmek gibidir (yani sakıncası yoktur). (Minhacu’l İ’tidal, Zehebi, c. 1, s. 289)

İbn İmad Hambeli de şöyle demektedir:

قال التفتازانى فى (شرح العقائد النسفيه): اتفقوا على جواز اللعن على من قتل الحسين، او امر به، او اجازه، او رضى به، والحق ان رضا يزيد بقتل الحسين واستبشاره بذلك واهانته اهل بيت رسول اللّه (ص) مما تواتر معناه وان كان تفصيله آحادا، فنحن لا نتوقف فى شانه، بل فى كفره وايمانه، لعنه اللّه عليه وعلى انصاره واعوانه

Taftazani, “Akaidu’n Nesefiye” adlı kitabın şerhinde şöyle demektedir: “Hüseyin’i öldürene, onu öldürmesi için emredene, buna izin verene, buna razı olana lanet etmenin caiz olduğunda ittifak edilmiştir. doğru olan budur ki Yezit Hüseyin’in (a.s) öldürülmesine razı olmuş, öldürülmesinden mutluluk duymuş ve Resulullah’ın (s.a.a) Ehlibeytine ihanet etmiştir. Bu konu tevatür haddine ulaşmıştır. Gerçi bunun detayları vahit haber olarak ulaşmıştır. Ve dolayısıyla bizler Yezit konusunda sessiz kalmamaktayız. Bilakis onun kafir ve imanında şüphe etmiyoruz. Allah’ın laneti ona, yardımcılarına ve destekleyenlerin üzerine olsun. (Şuzurat-u Zeheb, 1: 68-69)

Bu sözler Ahmed bin Hambel (Hambeli mezhebinin imamı), Zehebi, İbn İmad Hambeli ve İbn Cevzi Hambeli’ye ait sözlerdir. (Hepsi Hambeli mezhebinin en büyük alimleridir) Bu Sünni alimlerin Yezid’e lanet edilmesinin caiz olduğunu ve imam Hüseyin’in katili hakkındaki hadisi Yezid’e atfetmeleri Yezid’in tövbe etmediğine delalet etmektedir. Bu görüş ayrıca tüm ehli sünnetin görüşünü de ihtiva etmektedir. Peygamber Ehlibeytine karşı en katı tutumlu olarak bilinen Hambeli mezhebinin ileri gelenlerinin böyle bir tutum takınması öteki Sünni mezheplerinin Yezid’e karşı daha sert olduğunun göstergesidir…

Buradaki lanet ayetlerinden sadece Yezit değil Yezit gibi Peygamber efendimizin emirlerine uymayan, onu inciten, onu üzen, onun yasakladığı şeyleri yapan, onun vasiyetine karşı çıkan, onun iki emanetinden biri olan Ehlibeytine sırt çeviren, onlara karşı gelen, onları horlayan, onlara hakaret eden, onları ağlatan, onlara el kaldıran, onlarla savaşan, onları inzivaya iten, ümmeti onlardan uzak tutan, İslam’ı onlardan mahrum bırakan, Kur’an’ı onlarsız yetim bırakan, onların hep acı çekmesine sebep olan, onların ömürleri boyunca baskı, zulüm ve muhasara atlında kalmasına sebep olan, onların makamlarını sıradanlaştırmaya çalışan, kendi makamlarını onlarla eşitmiş gibi göstermeye kalkan, insanlığın o mukaddes pak nurlardan yararlanmasının önünü tıkayan, Müslümanların hep ezilmesine, horlanmasına, kafir karşısında ezik olmasına neden olan… herkes bu Kur’andaki bu lanetten nasibini almıştır. Kısacası her kim, hangi zaman ve mekanda, hangi makam ve mevkide olursa olsun, Peygamber ve Ehlibeytini üzmüş, incitmiş ve emir ve yasaklarına uymamışsa Kur’an-ı Kerim’deki bu sayılan lanetlere müstahaktır…

ABNA.İR

Pazargünü Aşura’nın 1373. Yıl dönümüdür.

Aşura, Hz. Muhammed (s.a.a) in yas günüdür.

Aşura, Peygamber çiçeklerinin solduğu gündür.

Aşura, Hz. Peygamberin kalbinin parelendiği, evladının doğrandığı gündür.

Aşura bir yiğitlik destanıdır.

Aşura bir erdem destanıdır.

Aşura bir duruş destanıdır.

Aşura bir ilahi aşk destanıdır.

Aşura bir fedakarlık örneğidir.

Aşura bir izzet dersidir.

Aşura mazlumun zalime, hakkın batıla, kanın kılıca galip oluşunun destanıdır.

Aşura enbiyanın, evliyanın ağladığı gündür.

Bu gün için yer ağlar, gök ağlar, melaiketullah ağlar, Hz. Peygamber (s.a.a) in sadık ümmeti ağlar.

Aziz Ehlibeyt sevdalıları ve Ehlibeyt metemi ile Aşura günü yas ve matemde olanlar; Orta doğu ve İslam coğrafyası yer altı ve yer üstü zenginliklerinin en fazla olduğu bölgelerdir. Petrol, su, verimli topraklar, madenler ve diğer zenginlikler bu bölgelerde çok daha fazladır. Ancak bu zenginliklere rağmen İslam dünyasının bu günkü perişan durumu gözler önündedir. Fakirlik, açlık, savaşlar ve her türlü olumsuzluklar genelde İslam coğrafyasında yaşanmaktadır. Aziz mümünler bu durun sadece bu gün itibarı ile geçerli değildir. Yaklaşık 1400 yıldır İslam dünyasının sırtında bir kambur vardır ve bu kamburdan bir türlü kurtulamıyor. Bu kamburdan dolayı bu coğrafyalardan fakirlik, savaş bir türlü yok olmuyor. Acaba bunların nedenleri nelerdir. Aziz müminler, bu vahim ve olumsuz durumun bir çok nedeni olabilir, ancak kanaatimce bu vahim durumun en önemli nedeni ümmet-i Muhammedin (s.a.a) ilahi nimetler olan Ehlibeyte bilerek, isteyerek nankör olmalarıdır. Evet Ehlibeyt Allah’ın mahlukat ve insanlık üzerindeki nimetleridir. Buna Kuran ayetleri ve hadislerden bir çok kanıt vardır. Bu gün sıradan bir ilim adamını cemaati nimet olarak değerlendiriyor ve Ehlibeytin nimet olmasını reddediyorsa, böyle bir insanın inançlarını gözden geçirmesi gerekir. Hz. Ali gibi bir nimetin İslam dinine olan hizmet ve katkıları gün ışığı gibi ortadadır. Böyle bir nimeti Hz. Peygamber efendimizin vefatından sonra istemediler, reddettiler ve dışladılar. Bundan dolayı bu mazlum imam evine kapandı, çöllerde tarlalarda hurma ağaçları dikme ile meşgul oldu ve dertlerini, sinesindeki ilimleri çöllerdeki su kuyularına boşalttı.

Devlet başkanlığı döneminde sırtında akşam vakitlerinde gözler uykuda olduğu zaman fakirler erzak taşıdı. Dünyadan giderken de borçlu olarak dünyadan gitti. Varın siz düşünün: Dünyadan borçlu olarak giden bir devlet başkanı…

Hz. Fatımanın yaşlı gözlerle, küskün, kaburgası kırılmış, Muhsin adında oğlu düşürülmüş bir halde dünyadan ayrılmasına neden oldular…

İmam Hasan (a.s) ı zehirlediler ve tarihte eşi benzeri görülmemiş bir yalnızlığa mahkûm ettiler ve hatta cenazesinin defni esnasında tabutunu oklayacak kadar ileri gittiler…

İmam Hüseyn (a.s) malumunuz olduğu gibi bu gün onun şehadeti için bir araya toplanmış bulunmaktayız.

İmam Hüseyin (a.s) dan sonraki imamları, imam Hasan Askeri (a.s) a kadar açık hava zindanlarına mahkum etmişler, sürmüşler, yurtlarından derbeder etmişler, onları sevenleri işkencelere tabi tutmuşlar, katletmişler…

Kısacası bu nimetlere şunlar yapıldı:

1- Ehlibeyt ve karşıtları hakkında düzmece rivayetler uydurdular.

2- Ehlibeyte karşı alternatifler ortaya çıkardılar.

3- Ehlibeytin faziletlerini ve Ehlibeyte hizmet edenlerin hizmetlerini konuşturmadılar, konuşanları ise cezalandırdılar.

4- Ehlibeyte ve Ehlibeyt yolundan gidenlere bu gün de olduğu gibi yalan ve iftira kampanyaları başlattılar.

Bu yapılanların neticesinde ilahi nimetlerin tamamı sözde ümmeti Muhammed (s.a.a) adını taşıyanlar tarafından birer birer katledildiler. Hz. Fatıma (s.a), İmam Ali (a.s) İmam Hüseyin (a.s)ın teşyii cenazeleri gece yapılmıştır. Ehlibeyt nimeti ve olgusuna sarılanlar tarih boyunca hep katledilmiş, dışlanmış, itilmiş, zindanlarda çürütülmüşlerdir. Şimdi Allah’ın kelamına bir bakalım. Allah’u Teala kelamında nimetlere nankör olma hakkında ne buyuruyor; “Allah bir örnek getirir, bir şehir var meselâ ahâlisi, emniyet içinde yaşamada, gönülleri rahat, rızıkları, her yandan bol bol gelmede; derken Allah'ın nîmetlerine nankörlük ederler de Allah onları açlık ve korku elbisesine bürür, onlara açlığı ve korkuyu tattırır işledikleri işler yüzünden.” (Nahl-112) “Kim Allah'ın nimetini, ona nail olduktan sonra tebdil ederse yok mu. Şüphesiz ki Allah'ın azâbı ve mihneti pek çetindir.” (Bakara-211)

Görüldüğü gibi bu iki ayete göre ilahi nimetlere nankörlüğün bu dünyadaki cezası sünnetullah kanununa göre açlık-fakirlik ve korkudur. Ahiretteki cezası ise şiddetli azaptır. Bu gün sünnetullaha göre dünya yurdunda bu ceza ile iç içe olduğumuzu söyleyebiliriz. Zira İslam coğrafyasında fakirlikte var, korku da. Allah’u Teâla aslında hastalığı, derdi, devayı her şeyi bir reçete olarak bizlere beyan buyurmuştur. İslam ümmeti 1400 yıllık bu kamburundan kurtulmak istiyorlarsa İmam Hüseyin (a.s) ın türbesine ya fiziki veya kalbi olarak gitmeli, o hazretin türbesi etrafında tavaf etmeli ve o hazretin şahsında ilahi nimetler olan Ehlibeytten af dilemeli ve artık Ehlibeyt gemisinde birleşeceklerini, yekvücut olacaklarını Allah huzurunda Ehlibeyte söz vermelidirler. Bu kamburdan kurtulmanın başka da yolu yoktur.

 

Bizlere çok sual ederler; Neden Ehlibeyt diye?

Evet, dün Ehlibeyt, bu gün Ehlibeyt, yarın Ehlibeyt, kıyamete kadar Ehlibeyt.

Çünkü Ehlibeyt; Allah'ın kelimesi, hücceti, nuru, hicabı ve ayetidir.

Ehlibeyt; Allah'ın göklerdeki ve yerdeki velileridir.

Ehlibeyt; doğruluk, adalet, ismet, imamet, velayet ve hidayettir.

Ehlibeyt; yolcuların delili, hidayet arayanların minaresi ve Allah'a doğru gidenlerin yoludur.

Ehlibeyt; ölümden sonrası için en önemli azıktır ve müminlerin izzetidir.

Ehlibeyt; İslam'ın başı, imanın olgunluğu ve İlahi kanunların sınırıdır.

Ehlibeyt; helali haramdan ayıran ve açıklayandır.

Ehlibeyt; susuzluğa karşı tatlı su ve hidayet kılavuzudur.

Ehlibeyt; varlık üzerine nurlar saçan bir güneştir.

Ehlibeyt; iman dairesinin başı ve varlık âleminin merkezidir.

Ehlibeyt; günahlardan arınan, ayıp ve noksanlıktan uzak olandır.

Ehlibeyt; her biri asrının tek'idir ve Allah'ın hüccetidir.

Ehlibeyt; ilim, hikmet ve irfan kaynağıdır.

Ehlibeyt; tenzilin madeni ve tevilin manasıdır.

Ehlibeyt; nübüvvet ağacının kelimesi ve seçkin bir madendir.

Ehlibeyt; Allah'a giden yoldur ve selsebildir.

Ehlibeyt; sıratı müstakim, güçlü üslup ve hikmetli zikirdir.

Ehlibeyt; Peygamberin halifeleri, Allah'ın ayetleri ve eminleridir.

Ehlibeyt; imanın kapısı ve kabesi, Allah'ın hücceti ve nurudur.

Ehlibeyt; Hz. Fatıma'nın ismet güneşinden parlayan Alevi nurlardır.

Ehlibeyt; Muhammedi azametin semasında ve Ahmedi ağaçta büyümüş olan Nebevi dallardır.

Ehlibeyt; Taha ve Yasin ailesinden hidayet eden Mehdi'lerdir.

MEHDİ AKSU  26/11/2012

 Muharrem'in başı, İmam Hüseyin'in "kerb ve bela" topraklarına ayak bastığı gündür; on ağır günün başlangıcı. Şafağın kapanmaya yüz tuttuğu on gün.

Zifiri karanlığın bastığı tarihin sonu. Kerb zamanlarından sonra belanın gelip çatması.

İmam Ali'nin 'susma' ve İmam Hasan'ın 'suskunluk' dönemlerinden sonra, ağır zulmün 'susturma' zamanlarının başlaması.

Hakikatin 'susturulma' demi.

Gadir-i Hum'da İslam'ın siyasi istikameti gösterildiği halde Hz. Peygamber'in (s) vefatından sonra Sakife toplantısında uygun görülen maslahatla bu talimat ertelendiğinde, İmam Ali (a), İslam'ın varoluşu hatırına susmayı seçti. Vahiy mirasına muhafızlık görevi ve velayet sorumluluğu omuzlarına bizzat Rasulullah (s) tarafından yüklenmiş olan İmam Ali, engin hoşgörüsü, sabrı, uzak görüşlülüğü, metaneti ve tahammülü ile susarak liderlik tartışmasıyla yükselmiş tansiyonun iç çatışmaya dönüşmesini önledi. Eğer İmam Ali (a) itiraz etseydi, kendi taraftarları ve Ensar, Sakife'de öne sürülen maslahata karşı savaşmaya hazırdı.

İmam Ali, Rasulullah'ın (s) vefatının yarattığı travmanın, üstelik bir de liderlik kavgasıyla Müslüman toplumu büyük bir iç karmaşaya sürüklemesinin önüne geçti. O kadar sabırlı davrandı ki, Peygamber'in (s) kızı, sevgili eşi Fatıma'yı hedef alabilen şiddete karşı bile kılıç çekmedi, eşinin kırgınlığına rağmen öfkeyi söndürmeyi tercih etti, hatta buna karşılık vermek isteyen karşı öfkeyi de durdurdu.

Hz. Ali'nin susmasındaki bu büyük öngörüye, tahammül ve metanete minnet duyması gerekenler hiç utanmadan Ali'nin susmasından siyasal tez çıkarabildiler: Ali eğer imamete hakkı olduğunu düşünseydi susmaz, itiraz ederdi. Allah'ın aslanı eşini hedef alan şiddete karşı çıkamayacak kadar korkak mıydı?!

Varsın söylesinler. Onların söyledikleri Ali'den zerre eksiltmez, Ali'nin takipçilerini de zerre kuşkuya düşürmez. Hakikati gören göz, onun ışıltısına bakmaktan kendini alıkoyar mı?

İmam Hasan'ın (a), koşullara bağlayarak kurduğu 'suskunluk' iklimi de babasıyla aynı maslahat ve gerekçelere temellendirilebilir. Sakife krizinden sonra toplumun Cemel'de parçalanması ve nihayet Sıffin'de un ufak hale gelmesindeki akıl almaz gidişatı bir âkilin durdurması gerekiyordu. İmam Hasan (a), vahiy mirasının muhafızı ve velayet yükümlülüğünün mirasçısı olarak bu etkili ve güçlü rolü oynamayı üstlendi.

Tabii ki karacehalet, İmam Hasan'ın 'suskunluk' yönteminden bâtıl teorisine pay çıkarmakta gecikmedi. İmam Hasan'ın (a) Müslüman toplumu biradada tutma amaçlı 'suskunluk' maslahatından, haksız ve geçersiz malum siyasi dayatmaya meşruiyet üretmeye kalktı.

Müslüman toplumun paramparça olmasının önüne geçmeye çalışan 'susma' ve 'suskunluk' aşamaları ne yazık ki gereği gibi anlaşılamadı, icabı yerine getirilmedi, bu bekleme süresinde siyasi zorbalığın ayak sesleri işitilemedi, Medine'ye tecavüz edebilecek ve Kabe'yi mancınıkla dövebilecek fütursuzluk ve cüretkarlığın adım adım geldiği görülemedi.

Kerbela'da başlayan 'susturma' karabasanı, kerb zamanlarının çoraklığına, kuraklığına, hissizliğine, sezgisizliğine, öngörüsüzlüğüne, ürkekliğine ve umursamazlığına çok şey borçludur.

Susma ve suskunluk dönemlerinde bir türlü kendini bulamayan ve karar veremeyen Müslüman toplum, “Yezid” isimli zararlı organizmanın kendisine musallat olmasına direnemedi, karşı koyamadı. Kerbela deminde en aziz bilinen mukaddes çiğnendikten sonra artık Medine'de sahabe kadınlarına tecavüz de edilebilirdi, Kabe mancınıkla da dövülebilirdi.

Bunlardan da vahimi, bizzat Peygamber'in (s) vahiyle ördüğü Müslüman toplumun dokusunun değiştirilmesi için Ümeyye sarayında üretilen din kültürü Müslüman topluma kılıç zoruyla da kabul ettirilebilirdi.

Nitekim tam da böyle oldu.

Bu sebeple bugün, Ümeyye sarayında üretilmiş din kültürünün etkisi altında cahil bırakılmış insanlarımıza, komşumuza, eşimize dostumuza hatırlatmakla mükellefiz: Muharrem şenlik ayı değildir, Peygamber'in evlatlarının katledildiği matem ayıdır.

Ümeyye sarayının din kültürünün etkisi altında Aşura gününü şenlik ve kutlama günü zanneden mümin kardeşlerimizin kapımıza getirdiği aşure tatlısını festival havasında değil, matem hüznüyle kabul ettiğimizi, o aşureyi cenaze evine getirilmiş ikram saydığımızı anlatmalıyız.

Ümeyye sarayının kültürünü "Sünnilik" diye yutturmaya çalışan İbn Teymiyecilik, Ehl-i Sünnet'e Moğol istilası gibi akınlar düzenliyor. Sünniliğin en eski kaynaklarında Gadir Hum ve diğer olaylar tıpkı Şia'daki gibi anlatıldığı halde onları sansürlüyor, örtbas ediyor, gizliyor, açığa çıkmasını engelliyor. Tarih boyunca uyguladığı sansürü bugün de devam ettirmeye çalışıyor. Bütün bunları, Ümeyye sarayında üretilen din kültürünün egemenliğini sürdürebilmesi için yapıyor.

Tarihte Hz.Peygamber ve ailesine karşı mücadelenin bayraktarlığını yapmış olan Ümeyye ailesinin bugünkü sözcülerinin iddiası şudur:

Peygamberimiz Gadir Hum'da binlerce insanı aniden durdurmasına, yüksek bir yere çıkarak kendisini dinlemelerini istemesine, Ali'yi yanına çağırıp, elini tutup havaya kaldırmasına ve oradaki herkese (işitenlerin işitmeyenlere ulaştırmasını da ikaz ederek) "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır" demesine rağmen, yakıcı güneşin altında uzun bir hutbeyle irad edilen böylesine önem verilmiş konuşmaya karşın Peygamberimiz (s) gayet önemsiz bir manayı kasdederek “ben kimin dostuysam, Ali de onun dostudur” demek istedi!...

Yani, Hz. Ali'ye husumetten başka derdi olmayan Ümeyye sarayının bugünkü sözcülerine göre Gadir Hum hadisinde gördüğümüz manzara, sırf Peygamberimizin (s) Ali'nin insanların dostu olduğunu söylemesi için yaşandı!...

Ortalama bir akıl sormaz mı: Binlerce insan aniden sırf Ali'nin onların dostu olduğunu söylemek için mi durduruldu? O binlerce kişilik kalabalık Ali'ye düşman mıydı ki böyle bir hatırlatma yapılmış olsun?

Başta Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer olmak üzere bütün sahabe Peygamberimizin (s) hutbesinden ve duyurusundan sonra koşup Ali'yi sırf Peygamberimiz (s) onu insanların dostu ilan ettiği için mi tebrik etti?

Hem sahih rivayetin metni, manası ve muhtevasıyla, hem tarihsel gerçeklikle, hem de akılla temelden çelişen bu iddianın tek nedeni, Ümeyye ailesinin Peygamber'e ve ailesine olan husumetidir. Tıpkı daha önce İmran ailesine, İbrahim ailesine, Yakup ailesine ve vahyin muhafızı diğer ailelere güdülen husumet gibi.

Gadir Hum olayı Sünni ve Şii rivayetlere göre tam anlamıyla böyle yaşanmışken yüzyıllar sonra bazı mollaların çıkıp “ama Peygamber benden sonra demedi” cılız bahanesiyle aklımızı ve yaşanmış gerçeği iptal ederek Gadir Hum manzarasını inkar etmemizi beklemesi sadece Ümeyye sarayının ürettiği din kültürünün egemenliğini sürdürebilmesi içindir.

Günümüzde de Ümeyye sarayının din kültürünün sözcüsü İbn Teymiyeciliğin Gadir Hum'a itirazı, Bakara 67-71 arasında anlatılan olayda Yahudilerin ardı arkası kesilmeyen bahahelerle yaptığı itiraz gibidir. Aslında Ali'yi reddediyorlar ama sahih rivayeti reddedip bunu açıktan söyleyemediklerinden bahaneler arıyorlar. Sanki çok büyük keşifmişçesine rivayette Peygamberimizin (s) “benden sonra” demediğini dile getiren itirazdaki cılızlık, Bakara suresinde Allah'ın emrini yerine getirmeye niyeti olmayan, ama bunu bu açıklıkla değil de binbir komik bahane öne sürerek yapan Yahudilerin, kesmeleri emredilen sığırla ilgili itirazlarındaki cılızlık gibidir.

Gadir Hum hadisinde geçen “mevla” kelimesinin Kur'an'daki anlamına uygun olarak “velayet" değil de icat edilmiş “dost” manasına geldiğini Rasulullah (s) ima bile etmedi, sahabe böyle söylemedi ve anlamadı. Fakat çok sonra bazı bilginler bu anlamı iddia ederek İslam tarihini geriye doğru yeniden inşa etmeye giriştiler.

Gadir Hum hadisini lafzını kabul etmekle birlikte manasını inkar edenler “Hz. Peygamber'in kendisinden sonra Ali'yi veliaht bıraktığı iddiası” demekle aslında akıllarınca Hz. Ali'yi tahkir ediyorlar. Bunu ilk yapanlar onlar değildir, daha önce de Ümeyye ailesi, onların sarayda ürettiği din kültürü ve bu kültürün memurları aynı şeyi yapmıştı. Fakat dikkatlerinden kaçan önemli detay, Gadir Hum'un manasına “Ali veliaht bırakılmadı” diye hücum ederken Hz. Ebubekir'in kendi yerine Hz. Ömer'i bırakmasına aynı suçlamanın yöneltilmemiş olmasıdır. Dahası, Hz. Ali'nin birinci halife olmasına taşkın öfkeyle bugün bile itiraz edenler, Ümeyye ailesinin babadan oğula devam edegelmiş sultanlarına toz kondurmazlar.

Deniyor ki Ali bütün o yaşananlara rağmen sesini çıkarmadıysa ve ses çıkarmayı maslahata uygun bulmadıysa bizim de onun gibi davranmamız gerekmez mi?

Yöntemsiz veya yanlış yöntemli düşünce asla sahih sonuçlar üretemez.

Bilinmeyen veya anlaşılmayan şudur: İmam Ali'nin taraftarı olan büyük sahebeler, Eyyüp el-Ensari, Ammar, Mikdat, Ebuzer ve diğerleri Hz. Ali'nin Gadir Hum'da Müslüman toplumun velayet sahibi idarecisi olarak ilan edilmesinin Sakife toplantısında maslahat gerekçesiyle ertelenmesine itirazlarına hiç ara vermediler, hiç susmadılar. Müslüman toplumun iç çatışmaya varacak ayrışmalar yaşamasına yolaçmadan eleştirilerini ve itirazlarını yaptılar. Onların ses çıkarması eleştiridir, itirazdır ve tutulan yolun yanlışlığı hakkında müminlerin düşünmesini sağlar. Ama Ali'nin ses çıkarması eleştiri olmaz. O ses çıktıktan sonra müminler o sesin gereğini yapmak zorundadırlar. Ali eğer ses çıkarsaydı üçüncü halife döneminde yaşanan iç çatışma daha Ebubekir b. Ebi Kuhafe zamanında yaşanırdı.

Ali, üçüncü halife zamanında bile sesini yükseltmedi, temsil ettiği makam itibariyle birleştirici olmaya gayret gösterdi ve insanların gerçeği görmeleri için sabırla bekledi. Hz. Ali, müminlerin emiri olduktan sonra yeni, taze ve sahih bir kuruluşun başlangıcını yapmak üzere Kufe günlerinde irad ettiği hutbelerde, konuşmalarında ve sohbetlerinde geriye doğru değerlendirmeler yaparak yaşananları analiz etti, işlenen hataları anlattı, tenkitlerini sıraladı. Nehcu'l-Belağa bu değerlendirmelerin örnekleriyle doludur. İslam tarihinin kriz dönemlerini araştırmaya, incelemeye ve değerlendirmeye kapatmak isteyen ve bu sayede sapma açısının ne kadar büyüdüğünü görmemizi engellemeye çalışan Ümeyye sarayının din kültürü, eleştirel tarih yöntemini Hz. Ali'nin tesis ettiğini gözden kaçırmaya çalışıyor.

Unutulmamalıdır ki Hz. Ali'nin yârânı, ashabın önde gelen isimleri hiçbir zaman susmadı, eleştirilerini hiç kesmedi, itiraz ve isyandan hiç vazgeçmedi. Tarihi kayıtlarda İmam Ali'nin bu eleştiri, itiraz ve isyanların bir tekini bile kınadığına, engellediğine, olmadı o itirazlarla kendisi arasına mesafe koyduğuna dair örnek var mı?

Düşünce gelişimine katkı yapmanın ve insanların meseleler üzerinde düşünmesini sağlamanın yolu, eleştirel tarih disipliniyle olayları incelemek ve oradan siyasi tezler üretmektir. Fikri derinlik olmadığı için pek çok sorunu yaşadığımızı tespit edip bu yönde çaba içinde olanların ihtilafları kışkırttığını propaganda edenler, ne tarihsel gerçekten, ne ilkeden, ne hakikatten haberdardırlar. Hatta belki de mesele bu kadar masum değildir ve Ümeyye sarayında üretilmiş din kültürünün siyasi, iktisadi, toplumsal ve kültürel iktidarını korumak için öyle davranıyorlardır.

İslami kültür içinde ilke, kural, hukuk, prensip ve tek standart yerine sürgit maslahatçılığın ve siyaseten doğrunun yer bulması ve üstün değer görülmesi, analitik ve eleştirel tarih bilimi yapılmaması ve bu çabanın içinde Müslümanları yakınlşatıracak yeni yaklaşımların neşvü nema bulamamasıyla ilgili olmalıdır.

Oysa maslahat eğer ilkeleri bertaraf ediyorsa maslahat kabul edilmemelidir. Maslahatın ilkeleri iptal edebilecek güç kazandığı yöntemin yolaçacağı hasarı, devletin bekası gibi bir menfaat için “kardeş katli”ne fetva dahi verebilen din anlayışından anlamak mümkündür.

Kerbela'da 'susturulma' ile son bulan tarihsel sürecin bugün hala devam etmemesi için bu konuları Sünni ve Şii ulema birlikte ele almalı, Müslümanların mezhep kategorisinden bağımsız olarak birbirine yaklaşacağı vasatı ve zemini kurmalıdır.

Sakife'de öne sürülen maslahatla Hz. Ali'nin vasi tayin edilmesi gerçeğini erteleyen anlayışı entelektüel bir tartışma olmaktan çıkartıp Ali düşmanı siyasi ve dini kültüre dönüştüren Ümeyye ailesinin ve Ümeyye sarayına bağlı memurların husumetini sürdürmek zorunda değiliz. Titiz ve iyiniyetli yeni bir tarih okumasıyla Sakife'de belirlenen maslahatı terkedip bugün yeni bir siyasal kültürün temellerini atabiliriz. Bunu yapmak için mezhep değiştirmek gerekmez, görünüşte Peygamber ailesine muhabbet ama gerçekte ve özünde husumet güden din anlayışı ve kültürün terkedilmesi yeterlidir.

Hz. Ali'nin velayeti tartışmasından tarih yöntemi ve Müslümanların birliği için ilke çıkarmanın peşinde olmalıyız. Fakat Ümeyye sarayında üretilen din kültürünün sözcüleri tekfir ve katille kendilerinden farklı düşünen bütün Müslümanlara husumet derdindedir ve onların canını, malını, ırzını helal gören bir sapkınlığı yaşatmaya çalışmaktadır.

İslam tarihini ve dini anlama yönteminin yürüdüğü mecralar bakımından ya Alevi (Ali taraftarı), ya da Ümeyyeci olunacaktır. İkisinin de dışında kalan sözde tarafsızlık (Haricilik) nefret ve öfke temelli bugünkü terör organizasyonlarının tarihsel köklerini oluşturuyor.

Ümeyyecilik ile Alevilik arasındaki ihtilaf tarihsel bir mesele değildir ve bu konuyu ele almak anakronik (tarihdışı) bir uğraşı olmayacaktır, çünkü Ümeyyecilik siyaseten doğru ve maslahatçılıkla yoluna devam ediyor. Ali'nin mirasına tabi olanlar ile Ümeyyecilerin farkı da buradadır: Biz adalete, ilkeye ve hukuka önem veririz, Ümeyyeciler ise siyaseten doğruya ve maslahata.

Müslümanların birliği, vahdeti ve yakınlaşması çabalarının tek düşmanı Ümeyye sarayında üretilmiş din kültürü ve onun bugünkü sözcüsü olan tekfirciliktir. Tekfirci akımlar ırkçıdır, ayrımcıdır, ayrıştırıcıdır, bölücüdür, tahkir, tezyif, tenkil peşinde koşan tehlikeli nüvelerdir. Nehrevan'da üreyen bu virüsün artık İslam'ın bünyesinden atılması, yolaçtığı hasar ve zararın tedavi edilmesi gerekir. Mutlu ve huzurlu bir geleceğin kurulabilmesi için kan dökerek tatmin bulan hastalıklı tekfirciliğin ve onun doktrini İbn Teymiyeciliğin Sünni ve Alevi şemsiye altındaki tüm mezhep, fikir, eğilim ve meşreplerden dışlanması lazımdır. Bu sebeple son iki yıldır İbn Teymiyeci tekfirciliğin geleneksel ve tarihsel Sünniliği ele geçirmeye çalıştığını anlatıyorum. Bu fitneyi söndürmeliyiz. Alevi-Sünni savaşı çıkarmak isteyen fitne budur ve ondan kurtulmanın yolu, Sünni ve Şii kaynaklardaki ortak bilgiyi elbirliğiyle ortaya çıkarmaktır.

Bugünü anlamak ve yeni bir başlangıç inşa edebilmek için eleştirel tarih disipliniyle işe girişmek gerekirken bizi tarihe dönüp bakmamaya, analiz ve eleştiri yapmamaya çağıran, üstelik bunu Müslümanlar arasında ihtilaf çıkmaması gibi bir gerekçeyle temellendirenlerin davet ettiği birlik, Ümeyye sarayında üretilmiş kültürdür. Bizi Ümeyye sarayında üretilmiş kültürde birleşmeye çağıran vahdetten hayır çıkar mı?

Soru şudur: Hz. Peygamber'in vefatından sonraki ikinci başlangıçta adaleti Ali ailesi mi, yoksa Ümeyye ailesi mi temsil etti?

Eleştirel tarih disipliniyle geçmişe ve bugüne bakanlar, doğru düşünmenin yöntemini keşfedeceklerdir. Ama bize “tarihe bakmayın” diyorlar. "Tarihe bakmayın, fitne çıkmasın" doktrininin sahibi Ümeyye sarayıdır. Ümeyye sarayının fikri ve itikadıyla neden yola devam edelim? Sünniliğin önderi Ebu Hanife'yi katledenler, Ümeyye sarayından devralınmış “tarihe bakmayın” kültürünün Abbasi temsilcileridir. Sünniler önderleri Ebu Hanife'yi mi, yoksa onu katleden “tarihe bakmayın” kültürünün taşıyıcılarını mı tercih edecektir?

Sünnilerin ve Alevilerin ortak noktası Ehl-i Beyt muhabbetidir. Fakat İbn Teymiyeci tekfirciliğin Ehl-i Beyt muhabbetini romantik bir mesele gibi gösterdiğine dikkat edilmelidir. Siyasette, kültürde, dinde ve toplumsal hayatta hiçbir yansıması olmayan soyut bir romantizm. Ehl-i Beyt davası romantik bir mesele değildir; adaletin, özgürlüğün, eşitliğin davasıdır. Irkçılığa, ayrımcılığa, tekfirciliğe itiraz ve isyandır. Aklı, bilgiyi, irfanı, aşkı, hikmeti, araştırmayı, merak etmeyi, eleştiriyi teşvik etmektir.

Vahdet içinde hareket edecek her meslek, mezhep ve meşrepten Müslümanın sömürgeci güçlerin emperyal emellerine ve yerel işbirlikçilerin sömürü, talan ve zulmüne sahici itirazının ocağı Ehl-i Beyt davasıdır.

caferider

Kenan ÇAMURCU  25/11/2012

 Gazze sokakları 4 dilde “İran’a Teşekkürler” yazılı pankartlarla doldu.

Seçim öncesi prestijini artırmayı planlayan Netanyahu, Gazze aleyhine savaş başlatmış ama İran'ın büyük yardımları sayesinde ağır yenilgi alarak savaştan geri çekilmişti.

İran'ın bu büyük ve karşılıksız yardımı mazlum Filistin halkının gönlünü aldı. Gazze halkı İran’ın sözde değil, amelde yardımlarına teşekkürlerini 4 ana dilde sokaklarını “Teşekkürler İran” yazılı pankartlarla gösterdiler.

Filistinli yazar düşüncelerini şöyle dile getirdi:

“Halkımız İran’ın, İslam inkılabı zamanından beri, ramazan ayının son cumasını Filistin Günü ilan ederek, İsrail Konsolosluğunu kapatıp, Filistin konsolosluğu açarak ve Filistin’e daima maddi ve manevi destek verdiğini çok iyi biliyor. Arap ülkeleri bize sırtlarını dönerken, İran bize gerekli konularda yardım etmekten çekinmedi.”

 

 Aşura günü ( Pazar günü) Kerbela müzesinde sergilenen İmam Hüseyin’in (a.s) kabrine ait bir miktar toprak ziyaretçilerin gözleri önünde kana dönüştü.

 

Kanlı Aşura faciasının üzerinden yaklaşık olarak 1400 yıl geçmesine rağmen bu ateş gök ve yeryüzünde halen tazeliğini korumakta ve kainat Peygamber evlatlarına yas tutmaktadır.

Kerbela Müzesinde sergilenmekte olan İmam Hüseyin’in (aleyhi selam) kabrine ait bir miktar toprak dün (25 Kasım 2012) Aşura günü herkesin gözleri önünde kan rengine büründü.

Bu olay, müzeyi ziyaret etmekte olan ziyaretçilerin gözleri önünde gerçekleşti. İmam Hüseyin (a.s) Türbe yetkilileri ve aynı şekilde Hz. Ebu’l Fazl (a.s) Türbesine ait resmi Web sitesi (kefil sitesi) de olayı doğruladı.

Aşağıdaki fotoğraf kan şekline bürünmüş İmam Hüseyin’in (a.s) kabrine ait toprağa aittir:

 

 Şii ve Sünni kitaplarında nakledilen muteber hadislerde Hz. Peygamber efendimiz (s.a.a) bir miktar Kerbela toprağını avucuna alarak değerli eşi Ümmü Seleme’ye vererek şöyle buyurdu: “Her ne zaman bu toprak kan rengine dönüşürse Hüseyin (a.s) evladım Kerbela denilen topraklarda öldürülecektir.”

 

Muharrem'in başı, İmam Hüseyin'in "kerb ve bela" topraklarına ayak bastığı gündür; on ağır günün başlangıcı. Şafağın kapanmaya yüz tuttuğu on gün.

Zifiri karanlığın bastığı tarihin sonu. Kerb zamanlarından sonra belanın gelip çatması.

İmam Ali'nin 'susma' ve İmam Hasan'ın 'suskunluk' dönemlerinden sonra, ağır zulmün 'susturma' zamanlarının başlaması.

Hakikatin 'susturulma' demi.

Gadir-i Hum'da İslam'ın siyasi istikameti gösterildiği halde Hz. Peygamber'in (s) vefatından sonra Sakife toplantısında uygun görülen maslahatla bu talimat ertelendiğinde, İmam Ali (a), İslam'ın varoluşu hatırına susmayı seçti. Vahiy mirasına muhafızlık görevi ve velayet sorumluluğu omuzlarına bizzat Rasulullah (s) tarafından yüklenmiş olan İmam Ali, engin hoşgörüsü, sabrı, uzak görüşlülüğü, metaneti ve tahammülü ile susarak liderlik tartışmasıyla yükselmiş tansiyonun iç çatışmaya dönüşmesini önledi. Eğer İmam Ali (a) itiraz etseydi, kendi taraftarları ve Ensar, Sakife'de öne sürülen maslahata karşı savaşmaya hazırdı.

İmam Ali, Rasulullah'ın (s) vefatının yarattığı travmanın, üstelik bir de liderlik kavgasıyla Müslüman toplumu büyük bir iç karmaşaya sürüklemesinin önüne geçti. O kadar sabırlı davrandı ki, Peygamber'in (s) kızı, sevgili eşi Fatıma'yı hedef alabilen şiddete karşı bile kılıç çekmedi, eşinin kırgınlığına rağmen öfkeyi söndürmeyi tercih etti, hatta buna karşılık vermek isteyen karşı öfkeyi de durdurdu.

Hz. Ali'nin susmasındaki bu büyük öngörüye, tahammül ve metanete minnet duyması gerekenler hiç utanmadan Ali'nin susmasından siyasal tez çıkarabildiler: Ali eğer imamete hakkı olduğunu düşünseydi susmaz, itiraz ederdi. Allah'ın aslanı eşini hedef alan şiddete karşı çıkamayacak kadar korkak mıydı?!

Varsın söylesinler. Onların söyledikleri Ali'den zerre eksiltmez, Ali'nin takipçilerini de zerre kuşkuya düşürmez. Hakikati gören göz, onun ışıltısına bakmaktan kendini alıkoyar mı?

İmam Hasan'ın (a), koşullara bağlayarak kurduğu 'suskunluk' iklimi de babasıyla aynı maslahat ve gerekçelere temellendirilebilir. Sakife krizinden sonra toplumun Cemel'de parçalanması ve nihayet Sıffin'de un ufak hale gelmesindeki akıl almaz gidişatı bir âkilin durdurması gerekiyordu. İmam Hasan (a), vahiy mirasının muhafızı ve velayet yükümlülüğünün mirasçısı olarak bu etkili ve güçlü rolü oynamayı üstlendi.

Tabii ki karacehalet, İmam Hasan'ın 'suskunluk' yönteminden bâtıl teorisine pay çıkarmakta gecikmedi. İmam Hasan'ın (a) Müslüman toplumu biradada tutma amaçlı 'suskunluk' maslahatından, haksız ve geçersiz malum siyasi dayatmaya meşruiyet üretmeye kalktı.

Müslüman toplumun paramparça olmasının önüne geçmeye çalışan 'susma' ve 'suskunluk' aşamaları ne yazık ki gereği gibi anlaşılamadı, icabı yerine getirilmedi, bu bekleme süresinde siyasi zorbalığın ayak sesleri işitilemedi, Medine'ye tecavüz edebilecek ve Kabe'yi mancınıkla dövebilecek fütursuzluk ve cüretkarlığın adım adım geldiği görülemedi.

Kerbela'da başlayan 'susturma' karabasanı, kerb zamanlarının çoraklığına, kuraklığına, hissizliğine, sezgisizliğine, öngörüsüzlüğüne, ürkekliğine ve umursamazlığına çok şey borçludur.

Susma ve suskunluk dönemlerinde bir türlü kendini bulamayan ve karar veremeyen Müslüman toplum, “Yezid” isimli zararlı organizmanın kendisine musallat olmasına direnemedi, karşı koyamadı. Kerbela deminde en aziz bilinen mukaddes çiğnendikten sonra artık Medine'de sahabe kadınlarına tecavüz de edilebilirdi, Kabe mancınıkla da dövülebilirdi.

Bunlardan da vahimi, bizzat Peygamber'in (s) vahiyle ördüğü Müslüman toplumun dokusunun değiştirilmesi için Ümeyye sarayında üretilen din kültürü Müslüman topluma kılıç zoruyla da kabul ettirilebilirdi.

Nitekim tam da böyle oldu.

Bu sebeple bugün, Ümeyye sarayında üretilmiş din kültürünün etkisi altında cahil bırakılmış insanlarımıza, komşumuza, eşimize dostumuza hatırlatmakla mükellefiz: Muharrem şenlik ayı değildir, Peygamber'in evlatlarının katledildiği matem ayıdır.

Ümeyye sarayının din kültürünün etkisi altında Aşura gününü şenlik ve kutlama günü zanneden mümin kardeşlerimizin kapımıza getirdiği aşure tatlısını festival havasında değil, matem hüznüyle kabul ettiğimizi, o aşureyi cenaze evine getirilmiş ikram saydığımızı anlatmalıyız.

Ümeyye sarayının kültürünü "Sünnilik" diye yutturmaya çalışan İbn Teymiyecilik, Ehl-i Sünnet'e Moğol istilası gibi akınlar düzenliyor. Sünniliğin en eski kaynaklarında Gadir Hum ve diğer olaylar tıpkı Şia'daki gibi anlatıldığı halde onları sansürlüyor, örtbas ediyor, gizliyor, açığa çıkmasını engelliyor. Tarih boyunca uyguladığı sansürü bugün de devam ettirmeye çalışıyor. Bütün bunları, Ümeyye sarayında üretilen din kültürünün egemenliğini sürdürebilmesi için yapıyor.

Tarihte Hz.Peygamber ve ailesine karşı mücadelenin bayraktarlığını yapmış olan Ümeyye ailesinin bugünkü sözcülerinin iddiası şudur:

Peygamberimiz Gadir Hum'da binlerce insanı aniden durdurmasına, yüksek bir yere çıkarak kendisini dinlemelerini istemesine, Ali'yi yanına çağırıp, elini tutup havaya kaldırmasına ve oradaki herkese (işitenlerin işitmeyenlere ulaştırmasını da ikaz ederek) "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır" demesine rağmen, yakıcı güneşin altında uzun bir hutbeyle irad edilen böylesine önem verilmiş konuşmaya karşın Peygamberimiz (s) gayet önemsiz bir manayı kasdederek “ben kimin dostuysam, Ali de onun dostudur” demek istedi!...

Yani, Hz. Ali'ye husumetten başka derdi olmayan Ümeyye sarayının bugünkü sözcülerine göre Gadir Hum hadisinde gördüğümüz manzara, sırf Peygamberimizin (s) Ali'nin insanların dostu olduğunu söylemesi için yaşandı!...

Ortalama bir akıl sormaz mı: Binlerce insan aniden sırf Ali'nin onların dostu olduğunu söylemek için mi durduruldu? O binlerce kişilik kalabalık Ali'ye düşman mıydı ki böyle bir hatırlatma yapılmış olsun?

Başta Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer olmak üzere bütün sahabe Peygamberimizin (s) hutbesinden ve duyurusundan sonra koşup Ali'yi sırf Peygamberimiz (s) onu insanların dostu ilan ettiği için mi tebrik etti?

Hem sahih rivayetin metni, manası ve muhtevasıyla, hem tarihsel gerçeklikle, hem de akılla temelden çelişen bu iddianın tek nedeni, Ümeyye ailesinin Peygamber'e ve ailesine olan husumetidir. Tıpkı daha önce İmran ailesine, İbrahim ailesine, Yakup ailesine ve vahyin muhafızı diğer ailelere güdülen husumet gibi.

Gadir Hum olayı Sünni ve Şii rivayetlere göre tam anlamıyla böyle yaşanmışken yüzyıllar sonra bazı mollaların çıkıp “ama Peygamber benden sonra demedi” cılız bahanesiyle aklımızı ve yaşanmış gerçeği iptal ederek Gadir Hum manzarasını inkar etmemizi beklemesi sadece Ümeyye sarayının ürettiği din kültürünün egemenliğini sürdürebilmesi içindir.

Günümüzde de Ümeyye sarayının din kültürünün sözcüsü İbn Teymiyeciliğin Gadir Hum'a itirazı, Bakara 67-71 arasında anlatılan olayda Yahudilerin ardı arkası kesilmeyen bahahelerle yaptığı itiraz gibidir. Aslında Ali'yi reddediyorlar ama sahih rivayeti reddedip bunu açıktan söyleyemediklerinden bahaneler arıyorlar. Sanki çok büyük keşifmişçesine rivayette Peygamberimizin (s) “benden sonra” demediğini dile getiren itirazdaki cılızlık, Bakara suresinde Allah'ın emrini yerine getirmeye niyeti olmayan, ama bunu bu açıklıkla değil de binbir komik bahane öne sürerek yapan Yahudilerin, kesmeleri emredilen sığırla ilgili itirazlarındaki cılızlık gibidir.

Gadir Hum hadisinde geçen “mevla” kelimesinin Kur'an'daki anlamına uygun olarak “velayet" değil de icat edilmiş “dost” manasına geldiğini Rasulullah (s) ima bile etmedi, sahabe böyle söylemedi ve anlamadı. Fakat çok sonra bazı bilginler bu anlamı iddia ederek İslam tarihini geriye doğru yeniden inşa etmeye giriştiler.

Gadir Hum hadisini lafzını kabul etmekle birlikte manasını inkar edenler “Hz. Peygamber'in kendisinden sonra Ali'yi veliaht bıraktığı iddiası” demekle aslında akıllarınca Hz. Ali'yi tahkir ediyorlar. Bunu ilk yapanlar onlar değildir, daha önce de Ümeyye ailesi, onların sarayda ürettiği din kültürü ve bu kültürün memurları aynı şeyi yapmıştı. Fakat dikkatlerinden kaçan önemli detay, Gadir Hum'un manasına “Ali veliaht bırakılmadı” diye hücum ederken Hz. Ebubekir'in kendi yerine Hz. Ömer'i bırakmasına aynı suçlamanın yöneltilmemiş olmasıdır. Dahası, Hz. Ali'nin birinci halife olmasına taşkın öfkeyle bugün bile itiraz edenler, Ümeyye ailesinin babadan oğula devam edegelmiş sultanlarına toz kondurmazlar.

Deniyor ki Ali bütün o yaşananlara rağmen sesini çıkarmadıysa ve ses çıkarmayı maslahata uygun bulmadıysa bizim de onun gibi davranmamız gerekmez mi?

Yöntemsiz veya yanlış yöntemli düşünce asla sahih sonuçlar üretemez.

Bilinmeyen veya anlaşılmayan şudur: İmam Ali'nin taraftarı olan büyük sahebeler, Eyyüp el-Ensari, Ammar, Mikdat, Ebuzer ve diğerleri Hz. Ali'nin Gadir Hum'da Müslüman toplumun velayet sahibi idarecisi olarak ilan edilmesinin Sakife toplantısında maslahat gerekçesiyle ertelenmesine itirazlarına hiç ara vermediler, hiç susmadılar. Müslüman toplumun iç çatışmaya varacak ayrışmalar yaşamasına yolaçmadan eleştirilerini ve itirazlarını yaptılar. Onların ses çıkarması eleştiridir, itirazdır ve tutulan yolun yanlışlığı hakkında müminlerin düşünmesini sağlar. Ama Ali'nin ses çıkarması eleştiri olmaz. O ses çıktıktan sonra müminler o sesin gereğini yapmak zorundadırlar. Ali eğer ses çıkarsaydı üçüncü halife döneminde yaşanan iç çatışma daha Ebubekir b. Ebi Kuhafe zamanında yaşanırdı.

Ali, üçüncü halife zamanında bile sesini yükseltmedi, temsil ettiği makam itibariyle birleştirici olmaya gayret gösterdi ve insanların gerçeği görmeleri için sabırla bekledi. Hz. Ali, müminlerin emiri olduktan sonra yeni, taze ve sahih bir kuruluşun başlangıcını yapmak üzere Kufe günlerinde irad ettiği hutbelerde, konuşmalarında ve sohbetlerinde geriye doğru değerlendirmeler yaparak yaşananları analiz etti, işlenen hataları anlattı, tenkitlerini sıraladı. Nehcu'l-Belağa bu değerlendirmelerin örnekleriyle doludur. İslam tarihinin kriz dönemlerini araştırmaya, incelemeye ve değerlendirmeye kapatmak isteyen ve bu sayede sapma açısının ne kadar büyüdüğünü görmemizi engellemeye çalışan Ümeyye sarayının din kültürü, eleştirel tarih yöntemini Hz. Ali'nin tesis ettiğini gözden kaçırmaya çalışıyor.

Unutulmamalıdır ki Hz. Ali'nin yârânı, ashabın önde gelen isimleri hiçbir zaman susmadı, eleştirilerini hiç kesmedi, itiraz ve isyandan hiç vazgeçmedi. Tarihi kayıtlarda İmam Ali'nin bu eleştiri, itiraz ve isyanların bir tekini bile kınadığına, engellediğine, olmadı o itirazlarla kendisi arasına mesafe koyduğuna dair örnek var mı?

Düşünce gelişimine katkı yapmanın ve insanların meseleler üzerinde düşünmesini sağlamanın yolu, eleştirel tarih disipliniyle olayları incelemek ve oradan siyasi tezler üretmektir. Fikri derinlik olmadığı için pek çok sorunu yaşadığımızı tespit edip bu yönde çaba içinde olanların ihtilafları kışkırttığını propaganda edenler, ne tarihsel gerçekten, ne ilkeden, ne hakikatten haberdardırlar. Hatta belki de mesele bu kadar masum değildir ve Ümeyye sarayında üretilmiş din kültürünün siyasi, iktisadi, toplumsal ve kültürel iktidarını korumak için öyle davranıyorlardır.

İslami kültür içinde ilke, kural, hukuk, prensip ve tek standart yerine sürgit maslahatçılığın ve siyaseten doğrunun yer bulması ve üstün değer görülmesi, analitik ve eleştirel tarih bilimi yapılmaması ve bu çabanın içinde Müslümanları yakınlşatıracak yeni yaklaşımların neşvü nema bulamamasıyla ilgili olmalıdır.

Oysa maslahat eğer ilkeleri bertaraf ediyorsa maslahat kabul edilmemelidir. Maslahatın ilkeleri iptal edebilecek güç kazandığı yöntemin yolaçacağı hasarı, devletin bekası gibi bir menfaat için “kardeş katli”ne fetva dahi verebilen din anlayışından anlamak mümkündür.

Kerbela'da 'susturulma' ile son bulan tarihsel sürecin bugün hala devam etmemesi için bu konuları Sünni ve Şii ulema birlikte ele almalı, Müslümanların mezhep kategorisinden bağımsız olarak birbirine yaklaşacağı vasatı ve zemini kurmalıdır.

Sakife'de öne sürülen maslahatla Hz. Ali'nin vasi tayin edilmesi gerçeğini erteleyen anlayışı entelektüel bir tartışma olmaktan çıkartıp Ali düşmanı siyasi ve dini kültüre dönüştüren Ümeyye ailesinin ve Ümeyye sarayına bağlı memurların husumetini sürdürmek zorunda değiliz. Titiz ve iyiniyetli yeni bir tarih okumasıyla Sakife'de belirlenen maslahatı terkedip bugün yeni bir siyasal kültürün temellerini atabiliriz. Bunu yapmak için mezhep değiştirmek gerekmez, görünüşte Peygamber ailesine muhabbet ama gerçekte ve özünde husumet güden din anlayışı ve kültürün terkedilmesi yeterlidir.

Hz. Ali'nin velayeti tartışmasından tarih yöntemi ve Müslümanların birliği için ilke çıkarmanın peşinde olmalıyız. Fakat Ümeyye sarayında üretilen din kültürünün sözcüleri tekfir ve katille kendilerinden farklı düşünen bütün Müslümanlara husumet derdindedir ve onların canını, malını, ırzını helal gören bir sapkınlığı yaşatmaya çalışmaktadır.

İslam tarihini ve dini anlama yönteminin yürüdüğü mecralar bakımından ya Alevi (Ali taraftarı), ya da Ümeyyeci olunacaktır. İkisinin de dışında kalan sözde tarafsızlık (Haricilik) nefret ve öfke temelli bugünkü terör organizasyonlarının tarihsel köklerini oluşturuyor.

Ümeyyecilik ile Alevilik arasındaki ihtilaf tarihsel bir mesele değildir ve bu konuyu ele almak anakronik (tarihdışı) bir uğraşı olmayacaktır, çünkü Ümeyyecilik siyaseten doğru ve maslahatçılıkla yoluna devam ediyor. Ali'nin mirasına tabi olanlar ile Ümeyyecilerin farkı da buradadır: Biz adalete, ilkeye ve hukuka önem veririz, Ümeyyeciler ise siyaseten doğruya ve maslahata.

Müslümanların birliği, vahdeti ve yakınlaşması çabalarının tek düşmanı Ümeyye sarayında üretilmiş din kültürü ve onun bugünkü sözcüsü olan tekfirciliktir. Tekfirci akımlar ırkçıdır, ayrımcıdır, ayrıştırıcıdır, bölücüdür, tahkir, tezyif, tenkil peşinde koşan tehlikeli nüvelerdir. Nehrevan'da üreyen bu virüsün artık İslam'ın bünyesinden atılması, yolaçtığı hasar ve zararın tedavi edilmesi gerekir. Mutlu ve huzurlu bir geleceğin kurulabilmesi için kan dökerek tatmin bulan hastalıklı tekfirciliğin ve onun doktrini İbn Teymiyeciliğin Sünni ve Alevi şemsiye altındaki tüm mezhep, fikir, eğilim ve meşreplerden dışlanması lazımdır. Bu sebeple son iki yıldır İbn Teymiyeci tekfirciliğin geleneksel ve tarihsel Sünniliği ele geçirmeye çalıştığını anlatıyorum. Bu fitneyi söndürmeliyiz. Alevi-Sünni savaşı çıkarmak isteyen fitne budur ve ondan kurtulmanın yolu, Sünni ve Şii kaynaklardaki ortak bilgiyi elbirliğiyle ortaya çıkarmaktır.

Bugünü anlamak ve yeni bir başlangıç inşa edebilmek için eleştirel tarih disipliniyle işe girişmek gerekirken bizi tarihe dönüp bakmamaya, analiz ve eleştiri yapmamaya çağıran, üstelik bunu Müslümanlar arasında ihtilaf çıkmaması gibi bir gerekçeyle temellendirenlerin davet ettiği birlik, Ümeyye sarayında üretilmiş kültürdür. Bizi Ümeyye sarayında üretilmiş kültürde birleşmeye çağıran vahdetten hayır çıkar mı?

Soru şudur: Hz. Peygamber'in vefatından sonraki ikinci başlangıçta adaleti Ali ailesi mi, yoksa Ümeyye ailesi mi temsil etti?

Eleştirel tarih disipliniyle geçmişe ve bugüne bakanlar, doğru düşünmenin yöntemini keşfedeceklerdir. Ama bize “tarihe bakmayın” diyorlar. "Tarihe bakmayın, fitne çıkmasın" doktrininin sahibi Ümeyye sarayıdır. Ümeyye sarayının fikri ve itikadıyla neden yola devam edelim? Sünniliğin önderi Ebu Hanife'yi katledenler, Ümeyye sarayından devralınmış “tarihe bakmayın” kültürünün Abbasi temsilcileridir. Sünniler önderleri Ebu Hanife'yi mi, yoksa onu katleden “tarihe bakmayın” kültürünün taşıyıcılarını mı tercih edecektir?

Sünnilerin ve Alevilerin ortak noktası Ehl-i Beyt muhabbetidir. Fakat İbn Teymiyeci tekfirciliğin Ehl-i Beyt muhabbetini romantik bir mesele gibi gösterdiğine dikkat edilmelidir. Siyasette, kültürde, dinde ve toplumsal hayatta hiçbir yansıması olmayan soyut bir romantizm. Ehl-i Beyt davası romantik bir mesele değildir; adaletin, özgürlüğün, eşitliğin davasıdır. Irkçılığa, ayrımcılığa, tekfirciliğe itiraz ve isyandır. Aklı, bilgiyi, irfanı, aşkı, hikmeti, araştırmayı, merak etmeyi, eleştiriyi teşvik etmektir.

Vahdet içinde hareket edecek her meslek, mezhep ve meşrepten Müslümanın sömürgeci güçlerin emperyal emellerine ve yerel işbirlikçilerin sömürü, talan ve zulmüne sahici itirazının ocağı Ehl-i Beyt davasıdır.

caferider

Kenan ÇAMURCU  25/11/2012 

 

İran Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Habibullah Seyyari, gelecek günlerde Sina-7 füzeatar fırkateyninin tanıtımının gerçekleşeceğini açıkladı.

Düzenlediği basın toplantısında gazetecilere açıklama yapan Amiral Seyyari, önümüzdeki günlerde yapımının ikinci aşaması tamamlanan Sina-7 füzeatar savaş gemisinin tanıtımını gerçekleştireceklerini belirtti.

Amiral Seyyari 28 Kasım'da düzenlenecek tanıtım programı çerçevesinde ayrıca Sehend kruvazörünün yapımının ikinci aşamasının da tanıtımı gerçekleşeceğini vurguladı.

Amiral Seyyari ayrıca aynı günde iki yeni Kadir denizaltıları donanmaya katılacağını ve yine İranlı uzmanlarca bakım ve onarımı gerçekleşen iki hoverkraftın yeniden göreve çıkacağını ifade etti.