
کارگر
''İsrail için asıl sorun İran’ın Filistin konusundaki pozisyonudur.''
Prof. Dr. Eric Hooglund, İsveç Lund Üniversitesi’nde Ortadoğu Çalışmaları Merkezi’nde, Ortadoğu ve İran üzerine çalışıyor. Üniversite eğitimi sırasında ABD Başkanı John F. Kennedy döneminde uygulanan Barış Gönüllüleri’ne katılıp, İran’a gittiğinde Ortadoğu ile tanışmış. Barış Gönüllüleri, Başkan John F. Kennedy döneminde ABD’nin Vietnam savaşı ile ortaya çıkan kötü imajını düzeltmek amacıyla başlattığı bir program. Binlerce ABD’li dünyanın her kıtasında çeşitli ülkelere gönüllü olarak gittiler, gittikleri ülkelerde adeta toplumların kılcal damarlarına kadar girdiler. Bu insanların çoğu gittikleri yerlerle ilgili uzmanlaşıp gerek diplomat gerek akademisyen olarak bu ülkelerle ilgili önemli çalışmalar yürüttüler. Prof. Hooglund da onlardan biri. İran’a gidecek Barış Gönüllüleri eğitim grubunda, Teksas Üniversitesi’nde 12 hafta Farsça dil kursu ve kültür eğitimi almasının ardından İran’a gitmiş. İran’da iki yıl bir ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapmış. Döndükten sonra da akademik kariyerine devam etmiş, İran üzerinde uzmanlaşmış dünyanın sayılı akademisyenlerinden. Prof. Dr. Eric Hooglund ile İran’ı ve bölgeyi konuştuk.
*İran'daki Şiiler ile İran dışındaki Şiiler arasında nasıl bir ilişki var?
Ortadoğu'yu İran aracılığıyla tanıdım. İran bir Şii toplumu. Nüfusun en az yüzde 91-92'si Şii. Azınlıklar da var, Orta Doğu'daki en büyük Ermeni azınlığı İran'da. Ayrıca Orta Doğu'daki en büyük Yahudi azınlığı da İran'da. Bahailer de vardı. İranlılar'ın büyük çoğunluğu Şii ama "Şii Müslümanız" demiyor, "Müslümanız" diyorlar. İran'da asla Sünni veya Şii nitelemesi kullanılmaz, "Amerikan İslamı ve Otantik İslam" kavramları kullanılıyor. İran 1979'dan beri Suudi Arabistan'ı "Amerikan İslamı - Amerikancı İslam'ın temsilcisi" olarak tasvir etmekte. Bana kalırsa Amerikan İslamcılığı bir şifre dili. İran, Suriye'deki Müslüman Kardeşler oluşumunu da Amerikan İslamı'nın bir versiyonu olarak tasvir ediyor.
İRAN SAYGI GÖSTERİYOR
*İran'ın Suriye rejimine verdiği destek "Şiilik" eksenli bir destek mi?
İran ve Suriye, "Orta Doğu bölgesinde asıl tehdidin Amerikan politikaları olduğu" ortak düşüncesine dayalı stratejik ilişkilere sahipler, din çok önemli bir role sahip değil. Suriye laik olduğu konusunda ısrarcıdır ve İran buna saygı gösterir. Suriye, İran'ın Şii mekanlarını onarmasına izin vermiştir. Hz. Hüseyin'in kız kardeşinin türbesi Şam'ın dışındadır. İranlılar buranın onarımı için çok para harcamıştır ve burası Şii ziyaret yeri haline gelmiştir.
*Radikal İslam'a karşı olduğunu söyleyen ABD'nin İran'la değil mesela Suudi Arabistan'la ilişkilerinin kötü olduğunu söylemesi gerekmez mi?
Radikal İslam, çok farklı şekillerde tanımlanıyor ve bence Amerika'nın radikal İslam anlayışı anti-Amerikancılık. İran'ı da Taliban'ı da radikal İslam olarak görüyorlar.
*Suriye'de ne olursa İran'ın politikası değişir?
Suriye'de ne olursa olsun İran uluslararası politikasını asla değiştirmeyecektir. İran'ın politikasını değiştirebilecek tek gelişme ABD'nin samimi barış elini İran'a uzatmasıdır ve böyle bir şeyin gerçekleşmesi de yakın zamanda görünmüyor.
*İsrail- İran gerilimi sürekli dünyanın gündeminde, gerçekten bütün mesele İran'ın nükleer girişimleri mi?
Şah döneminde İsrail'in Tahran'da büyükelçiliği vardı. Büyükelçilik, ticaret misyonu olarak anılıyordu, devasa büyüklükteydi. İlişkilerin bu noktaya gelmesinin sebepleri var. İran'da büyük bir Yahudi nüfusu vardı. Bugün eskisi kadar çok değiller. Bir çoğu İsrail'e değil, Birleşik Devletler'e gitti. Bence bugün Beverly Hills ve California'da Tahran'da olduğundan daha fazla İranlı Yahudi var. California Beverly Hills belediye başkanı da İranlı bir Yahudi. Birçok İranlı Yahudi burada yaşıyor ve Beverly Hills nüfusunun dörtte birini Yahudi İranlılar oluşturuyor. Beverly Hills, hemen Hollywood'un yanı başında gerçekten bir İran şehri. Hollywood bir şehir değil, Los Angeles'a bağlı fakat Beverly Hills bağımsız bir şehir. Yani, İsrail'in İran'la ilgilenmesinin sebepleri vardı. Yahudi toplumu ve ticaret.
İSRAİL ÜSTE NÜKLEER SİLAH VERİR
*Filistin meselesi nasıl bir rol oynuyor?
İranlılar için sorunun kaynağı her şeyden çok Filistin sorunudur. Bence İran İsrail'e karşı her zaman sert bir tutum sergilemiştir fakat aynı zamanda açık kapı da bırakmıştır. İsrail açısından en büyük sorun nükleer sorun değil, İran'ın Filistin konusundaki pozisyonudur. İsrail, kendisini Filistin konusunda eleştiren kimseyi kabul etmiyor. Eğer İran bugün, "İsrail ile barış yapmaya hazırız, Filistinliler'e ne yaparsanız yapın, umurumuzda değil" dese, İsrail muhtemelen "Üç yüz nükleer silahımızın bir kısmını size verelim hatta bir ücret de ödemeyin" diyecektir. Bu biraz gülünç gelebilir ama bence asıl sorun bu.
Amerika baskısıyla kabul etmediler
*Nasıl ortaya çıkıyor bu nükleer sorun?
Aslında şu an elektrik sağlayan nükleer tesisin yapımı Şah döneminde başlamıştır. Yani İran’ın nükleer programı ABD yardımı ile 1975 yılında başlamıştır. ABD tesisin yapımını onaylamış ve Almanya da inşa etmiştir. Devrim zamanında, Basra Körfezi kıyısındaki Buşehr’de iki reaktör olması zaten planlanmıştı. Devrim sırasında, reaktörlerden birinin inşasının yüzde 85’i diğerinin de yüzde 50’si tamamlanmıştı. Devrim Şubat 1979’da iyice tırmanmadan önce Almanlar çalışmayı durdurmuştu. Ardından Irak geldi ve tesis inşaatını bombaladı. Savaştan sonra İran savaş hasarını onarmak için toplumdaki her şeyi kapsayan büyük çaplı bir inşa programına başladı. Tamamlamaları gerektiğine inandıkları projelerden biri de nükleer tesisti çünkü buraya çok büyük mali yatırım yapılmıştı. Önce Almanlar ile iletişime geçtiler ama ABD’nin baskısıyla Almanlar kabul etmedi. Sonra Japonlar birtakım onarım çalışmaları yaptılar ama Amerikalılar onlara da baskı uyguladılar. Bu 1995’e kadar böyle sürdü. Ocak 1995’te Rusya ile görüşmelere başladılar ve Ruslar inşaatı tamamlamayı kabul etti. O tarihten bu yana İran’ın tezine göre, bu yeni bir nükleer tesis değil, halihazırda var olan nükleer tesisin eksikleri gideriliyor.
Bize ‘Genç Türkler’ deniliyordu
*İran’da mesela bugün bile unutamadığınız ne öğrendiniz?
İranlılar bana CIA hakkında bazı şeyler anlattılar. Daha önce CIA’i duymamıştım. Birçok Amerikalı Washington’da yaşamıyorsa CIA hakkında bir şey bilmez. İran’da bana CIA’in başbakanı nasıl devirdiğini anlattılar. Bu insanların delirmiş olduğunu düşündüm, söylediklerinin hiçbirisine inanmadım çünkü benim ülkem böyle bir şeyi asla yapmazdı.
*Size İran’da söylenenlerin doğru olup olmadığını araştırdınız mı sonra?
Sonra CIA hakkında birçok şey okudum ve bu insanların yalan söylemediklerini anladım. İslam hakkında kitaplar okumaya başladım. Bu toplum içinde tam iki yıl yaşadım ve bu yazılanlar onların dini değildi, bu kitapların hiçbiri benim bulunduğum ülkeyi anlatmıyordu. Ortadoğu alanında verilen eğitimin tamamen hatalı olduğunu düşündüm. Barış Gönüllüleri programına katılmış birçok kişinin kafasında ABD’nin dış politikası, Ortadoğu’ya nasıl ihanet edildiği konusunda sorular vardı. Sonunda Ortadoğu Bilgi Araştırma Projesi’nde beraber çalışacağım birçok gençle bir araya geldim. Bu proje Edward Said demekti. Kendisine yakındık ve hepimizin sevdiği oryantalizm üzerine çalışacaktık. Bize “Genç Türkler” diyorlardı. Genç Türkler, var olan sistemde değişiklik yapmak isteyen kişiler anlamına gelir. Bizler Ortadoğu çalışmalarında sistemde değişiklik yapmak isteyen, stereotiplere karşı duran kişiler olarak görülüyorduk.
Rejim değişikliği olacaktı ama plan işlemedi
*Galiba İran’ın “yeni bir nükleer tesis değil, varolanın eksikleri giderildi” tezine kimse inanmıyor.
Hatemi 1998’de seçildiğinde bu sorunu çözme zamanı geldiğini söyledi. Ben, 1998’de İngiltere’de Oxford Üniversitesi’ndeydim. Washington’dan genç bir adam beni aradı. İran masasında görevliydi. Arayan Chris Stephens’dı. Kendisi sonra Libya Büyükelçisi oldu ve yaklaşık iki ay önce hayatını kaybetti. O zaman, dışişlerinde göreve en alt seviyede yeni başlamıştı, İran masasında bir çalışandı. İran misyonundan birisi sorunun çözülmesi için uluslararası saygı gören bir grup nükleer bilim insanının İran’a gelmesi önerisiyle bir Amerikalı nükleer bilim insanı ile irtibata geçmiş. O bilim insanı da dışişleri ile irtabata geçmiş. İran misyonu, istedikleri sayıda kişinin gelebileceğini, kimi isterlerse onu seçebileceklerini, bütün masraflarının karşılanacağını ve istedikleri her yeri ziyaret edebileceklerini söylemiş. Hiçbir engel olmayacaktı. Dışişleri Bakanlığı, çoğu Amerikalı ama bazı yabancıların da aralarında olduğu bir grup nükleer bilim insanıyla çalışmaya başladı. Ben o çalışmaya dahil olmadım ama kendisini bu konuda teşvik ettim, bunun iyi bir fikir olduğunu düşünüyordum. Bildiğim kadarıyla, içlerinde Nobel Ödülü almış olan bir nükleer fizikçinin de yer aldığı sanırım 20 kişiden oluşan bu delegasyon, İran’a gitmeyi planlıyordu. Dışişleri Bakanlığı onlara yetki vermedi ve Savunma Bakanlığı’ndan izin almalarını istedi. Savunma Bakanlığı da buna yetki veremeyeceklerini söyleyerek, gitmelerine itiraz etti. Bu girişim, Clinton yönetimi tarafından böylelikle sonlandırıldı.
*Bir daha herhangi bir girişimde bulunulmadı mı?
Sonra Şubat 2003’te başka bir girişimleri daha oldu. Bu seferki girişim, Tahran’da Birleşik Devletler’in tüm işlerini yürüten İsveç misyonu tarafından iletilmişti. Dışişleri Bakanlığı’nda bunu destekleyenler vardı ama Başkan Yardımcısı Cheney, yakında Irak’a, ardından İran ve Suriye’ye girileceği gerekçesiyle karşı çıktı. Iraklılar ve İranlılar bizi coşkuyla karşılayacaklardı. Bir rejim değişikliği olacaktı. Tabii ki bu plan işlemedi. ABD, Irak’ta adeta bir sisin içine girmiş gibiydi, ne İran’a ne de Suriye’ye gidebildi.
ABD’nin 16 istihbarat örgütü kanıt bulamadı
*İsrail İran’ın nükleer programı sebebiyle İran’ı vurabileceğini açıklıyor, ABD ise İsrail’i ikna etmeye çalışıyor.
İsrail’in İran konusundaki pozisyonunda nükleer silahlar bir bahane gibi. ABD’de 17 istihbarat örgütü var, CIA bunlardan sadece biri. Bu on yedi örgüt, aldıkları istihbarata dayanarak ulusal güvenlik desteği dedikleri şeyi yapmak için beraber çalışmak zorunda. Bunlar, 2005 yılında İran’ın nükleer programına dair bir kanıt olmadığını, daha önce belki bir tane olmuş olabileceğini ama 2003 yılından önce sona erdirildiğini ve bu konuda emin olduklarını belirten bir rapor yayınladılar. Bush yönetimi bunu göz ardı etti ama ulusal istihbarat kaynakları aynı şeyi söylemeye devam etti. Bu 2011 yılının sonuna kadar da böyle devam etti. ABD’nin ve İsrail’in en üst seviyelerinde bu biliniyor. CIA’in sunduğu kanıtın ne olduğunu bilmiyorum ama milyonlarca dolar ödenekleri olduğuna göre çok iyi bir kanıta sahip olmalılar.
Bugün
" Siyonist İsrail rejim hızla çöküyor!.."
İran Ordusu Silahlı kuvvetler Genelkurmay başkanlığı lojistik ve sanayi tahkikat karargahı komutan yardımcısı General Hicazi Siyonist İsrail rejiminin yokuş aşağı hızla çökmekte olduğunu ve Filistin direnişinin darbelerini tahammül gücüne sahip olamadığını bildirdi.
İRNA'ya yaptığı açıklamada bu konuyu belirten İran Ordusu Silahlı Kuvvetler Genelkurmay Başkanlığı lojistik ve sanayi tahkikat karargahı komutan yardımcısı Tuğgeneral "Seyyid Muhammed Hicazi", bugün Siyonist rejimin tüm siyasetlerinin akamete uğradığını ve mevcut durumun bunun açık bir delili olduğunu belirtti.
Siyonist İsrail rejiminin 33 ve 22 günlük savaşlar sırasında da eli boş silahsız mazlum Lübnan ve Gazze halkı karşısındaki savaşta ta uğradığı yenilgiye temas ederek, bu savaşlarda Siyonist İsrail rejiminin dünyanın en modern silahlarından yararlandığını bildirdi.
Siyonist rejim savaş bakanının istifa etmesinin onların Filistin direnişi karşısındaki yenilgisini ortaya koyduğunu belirten İran Ordusu Silahlı kuvvetler genel kurmay başkanlığı lojistik ve sanayi tahkikat karargahı komutan yardımcısı, "Siyonist İsrail rejimi kendi cinayet ve saldırganlıklardan vaz geçmemekte ve direniş karşısında almış olduğu yenilgiyi telafi etmeye çalışmakta. Ancak Filistin direnişi bugün artık kendi yolunu bulmuş ve isar, fedakarlık, direniş ve şehadetle en az imkanlarla bile düşman karşısında galebe elde edeceğini fark etmiştir" dedi.
İran sınırında Azerbaycan ve İsrailli casuslar
Azerbaycan ve Siyonist rejimin, casus uçaklarıyla, İran üzerinde casusluk çalışmaları konusunda işbirliği yaptığına dair yeni bulgular ortaya çıktı.
Abna'nın PRESSTV'den aktardığı habere göre; Azerbaycan cumhuriyeti ile İsrail'in, insansız casus uçaklarıyla, İran ve Karabağ sınır bölgesinde casusluk yaptığı belirtildi. Konuyla ilgili haberde, Azerbaycan'daki Siyonist rejim askeri danışmanlarının Azerbaycan'ın Astara Rayon bölgesinde Amerikan radarlarının faaliyetlerinde artış görüldüğü, söz konusu Siyonist rejim askeri danışmanlarının, insansız casus uçakların İran ile Karabağ sınır bölgelerinde uçuş yaptığı belirtiliyor.
İran askeri uzmanları, Azerbaycan cumhuriyetinin, sınır bölgelerinin güvenliği ve kontrolü iddiasıyla UAV tipi insansız casus uçaklarını kullandığını belirtiyor. İsrail, 2009 ve 2012 tarihleri arasında Azerbaycan'a 10 Adet UAV tipi insansız casus uçağı satmıştı.
İsrail'in İranl'la asıl derdi ne?
Türkiye'nin komşularıyla iyi ilişkiler kurması sadece bu ülkeler için değil, bölgenin de menfaatine. Ancak varlıklarını bölgedeki ülkelerin çatışma ve kavgalarına bağlayan ülkeler de var. Ne zaman barış havası yayılsa bu ülkeler rahatsız oluyor ve aradaki ihtilâfları körüklemeye çalışıyorlar.
'Şehir efsanesi' olarak görülen bazı bilgilerin gerçeğin ta kendisi olduğunu İran üzerinde uzmanlaşmış dünyanın sayılı akademisyenlerinden biri olduğu ifade edilen Prof. Dr. Eric Hooglund'un beyanlarından da öğreniyoruz. (Konuşan: Seda Şimşek, Bugün g., 3 Aralık 2012)
Prof. Dr. Eric Hooglund, üniversite eğitimi sırasında İran'a gitmiş. İran'da iki yıl bir ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapıp, ülkesine döndükten sonra da akademik kariyerine devam eden Prof. Dr. Eric Hooglund'ın İran ve Ortadoğu konusundaki tesbitlerinin bir kısmını özetlemekte fayda var:
* Ortadoğu'yu İran aracılığıyla tanıdım. İran bir Şiî toplumu. Nüfusun en az yüzde 91-92'si Şiî. Azınlıklar da var, Orta Doğu'daki en büyük Ermeni azınlığı İran'da. Ayrıca Orta Doğu'daki en büyük Yahudi azınlığı da İran'da. İran'da asla Sünnî veya Şiî nitelemesi kullanılmaz.
* (Soru: ABD'nin İran'la değil meselâ Suudi Arabistan'la ilişkilerinin kötü olduğunu söylemesi gerekmez mi?)
Radikal İslâm, çok farklı şekillerde tanımlanıyor ve bence Amerika'nın radikal İslâm anlayışı anti-Amerikancılık.
* (Soru: İsrail-İran gerilimi sürekli dünyanın gündeminde, gerçekten bütün mesele İran'ın nükleer girişimleri mi?)
Şah döneminde İsrail'in Tahran'da büyükelçiliği vardı. Büyükelçilik, devasa büyüklükteydi. İlişkilerin bu noktaya gelmesinin sebepleri var. İran'da büyük bir Yahudi nüfusu vardı. Bugün eskisi kadar çok değiller. Bir çoğu İsrail'e değil, Birleşik Devletler'e gitti. Bence bugün Beverly Hills ve California'da Tahran'da olduğundan daha fazla İranlı Yahudi var. California Beverly Hills belediye başkanı da İranlı bir Yahudi.
* İsrail açısından en büyük sorun nükleer sorun değil, İran'ın Filistin konusundaki pozisyonudur. İsrail, kendisini Filistin konusunda eleştiren kimseyi kabul etmiyor. Eğer İran bugün, "İsrail ile barış yapmaya hazırız, Filistinlilere ne yaparsanız yapın, umurumuzda değil" dese, İsrail muhtemelen "Üç yüz nükleer silâhımızın bir kısmını size verelim, hatta bir ücret de ödemeyin" diyecektir. Bu biraz gülünç gelebilir, ama bence asıl sorun bu.
* Aslında şu an elektrik sağlayan nükleer tesisin yapımı Şah döneminde başlamıştır. Yani İran'ın nükleer programı ABD yardımı ile 1975 yılında başlamıştır. ABD tesisin yapımını onaylamış ve Almanya'da inşa etmiştir. Devrim Şubat 1979'da iyice tırmanmadan önce Almanlar çalışmayı durdurmuştu. Ardından Irak geldi ve tesis inşaatını bombaladı. Ocak 1995'te Rusya ile görüşmelere başladılar ve Ruslar inşaatı tamamlamayı kabul etti. O tarihten bu yana İran'ın tezine göre, bu yeni bir nükleer tesis değil, halihazırda var olan nükleer tesisin eksikleri gideriliyor.
* (Soru: İran'da meselâ bugün bile unutamadığınız ne öğrendiniz?) İranlılar bana CIA hakkında bazı şeyler anlattılar. Daha önce CIA'yı duymamıştım. Birçok Amerikalı Washington'da yaşamıyorsa CIA hakkında bir şey bilmez. İran'da bana CIA'nın başbakanı nasıl devirdiğini anlattılar. Bu insanların delirmiş olduğunu düşündüm, söylediklerinin hiçbirisine inanmadım, çünkü benim ülkem böyle bir şeyi asla yapmazdı. Sonra CIA hakkında birçok şey okudum ve bu insanların yalan söylemediklerini anladım. İslâm hakkında kitaplar okumaya başladım. Bu toplum içinde tam iki yıl yaşadım ve bu yazılanlar onların dini değildi, bu kitapların hiçbiri benim bulunduğum ülkeyi anlatmıyordu. Ortadoğu alanında verilen eğitimin tamamen hatalı olduğunu düşündüm.
* İsrail'in İran konusundaki pozisyonunda nükleer silâhlar bir bahane gibi. ABD'de 17 istihbarat örgütü var, CIA bunlardan sadece biri. Bu on yedi örgüt, (...) 2005 yılında İran'ın nükleer programına dair bir kanıt olmadığını, (...) belirten bir rapor yayınladılar. Bush yönetimi bunu göz ardı etti, ama ulusal istihbarat kaynakları aynı şeyi söylemeye devam etti.
Prof. Dr. Eric Hooglund, Türkiye tarihiyle ilgili olarak az bilinen bazı bilgileri de paylaşmış: "1639'dan beri İran ve Osmanlı arasında savaşların olmadığını söylemek doğru değil. Osmanlı ve İran arasındaki en son savaş 1821-23 arasında olmuştu. İran, Doğu Anadolu'ya saldırdı ve Erzurum'u iki yıl boyunca işgal etti, iki ülke arasındaki sınırların 1821 yılındaki duruma göre çizildiği Erzurum Antlaşması ile son buldu."
Prof. Dr. Eric Hooglund'un iki yılda anladığını, dünya liderleri ne zaman anlayacak?
Faruk Çakır 08/12/2012
YENİASYA
Putin’in ziyareti
Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin, beklenen Türkiye ziyaretini gerçekleştirdi.
Arap Baharı’nın başından itibaren Çin ile beraber, ABD’nin Ortadoğu’daki işgal harekâtına karşı çıkan Putin’in Türkiye temasları bölge dengeleri için çok önemli idi.
Görüşmelerden sonra yapılan basın açıklamalarında bugüne kadar izlediği ABD’ye karşı olan tavrını değiştirmeyen Rusya’nın verdiği en dikkat çekici mesaj, “Türkiye’nin Suriye muhalefetini ikna etmesi gerektiği” yönündeydi.
Esad’ın avukatı olmadıklarını belirten Putin’in konuşmalarından Rusya için Suriye’deki liderin değil, Suriye’nin misyonu ile şekillenecek Ortadoğu’nun önemli olduğunu anlıyoruz.
Arap Baharı’nın estirilmeye başlandığı günden beri bizim de altını çizdiğimiz gerçek, bölgedeki devletlerde başlayan suni kaos ortamının sebebinin ABD yanlısı olmak veya olmamak; Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) karşı durmak veya ram olmak kıstası ile ilerlediği idi ve “Esad’ın bugün koltuğundan indirilmesinin gerekçesi, BOP’a ve işgale karşı dik duruşudur” diyorduk. Yani mesele, demokrasiden yoksun bir diktatör değil, olaylara muhalif olmaktı.
Libya’da muhalefetin çeşitli rejimlerce desteklendiğini ancak daha sonra ABD engeli ile karşılaştığını ifade eden Putin’in, Suriye’deki rejimin “avukatı değiliz” çıkışı Suriye meselesini halen anlayamayan Türk basınına ve siyasetine güzel bir cevaptır.
Malum Türkiye, NATO’dan Patriot füzelerini, Suriye’den gelecek muhtemel bir saldırı için talep ettiğini açıkladı. Ancak Sayın Putin, kati bir şekilde Suriye’nin nükleer silah konusunda adım atacak teknolojiye sahip olmadığını ve Türkiye’ye saldırmayacağını belirtti.
Bu söylemler, Türkiye’de estirilen Suriye gündemi ile dışarıda yaşananların farklı olduğunu gösterdiği gibi Türkiye’deki bazı yetkilileri ve yanlı basını da yalanlamıştır.
Rusya, Suriye konusunu sadece kendi ülkesi yönüyle değerlendirmemektedir.
Bu konuşmalardan bir kez daha anladık ki, Esad’a sahip çıkarken veya iki yıllık işgal sürecinde BM’de gösterdiği red tavrında Rusya’nın hesabı Ortadoğu’nun geleceğidir.
BOP kapsamında Türkiye’ye yerleştirmek istenen Patriotlar, Rusya’nın Ortadoğu’da geleceğini ilgilendirmesi açısından stratejik önemdedir. Rusya için tehdit olan bu anlayışın rahatlıkla Türkiye tarafından kabulü, Rusya’nın onay vereceği bir gerçek değildir.
Türk basınında Rusya, “Esad’ın gitmesini kabullendi” diye yapılan yorumlar tamamen yersiz ve gidişatı anlamaktan uzaktır. “Esad’ın gitmesine Rusya razı oldu” diyenler, aslında Rusya’nın geleceği için Ortadoğu dengelerinin korunması gerektiği vurgulamaktadır.
Elbette ki, Esad’ın gitmesi veya kalması Rusya’yı ilgilendirmez. Ama şu an ki tabloda Ortadoğu dengeleri için nirengi noktasıdır.
Türkiye’nin de artık bu meseleyi geniş bir perspektiften görme vakti gelmiştir.
Zira Putin’in “geçmiş bir nesil” olarak ifade ettiği Patriotlar ile yapılmak istenen, kargaşa ortamı yaratmaktır. Putin’in “duvarda silah varsa bu mutlaka patlar” benzetmesi ile dikkat çektiği konu, Suriye’den gelecek bir tehlikeyi değil, Ortadoğu’da başlatılmak istenen ateşin ilk kıvılcımıdır ve böyle bir riske girecek Türkiye bizce karşısında Rusya’yı bulacaktır.
İki ülke arasında 11 maddelik anlaşma ile neticelenen Putin ziyareti, Patriotlar, Suriye gündemi ile gelişse de, verilen asıl mesaj “Sakın ABD’ye uyarak Suriye ile savaşa kalkışmayın” olmuştur.
Ne acıdır ki, kişilere ve olaylara göre farklılık göstermeyen bir dış politika çizgisine sahip olamayan Türkiye, ülkemize gelen her temsilciden izlememiz gereken dış siyasetle ilgili görüşleri dinlemek zorunda kalıyor.
Prof. Dr. Haydar Baş 5 Aralık 2012
"ABD elektronik savaşta İran’a yenildi!.."
Lübnan Genelkurmay Başkanlığından emekli Tuğgeneral Hatit “ABD, daha önce pilotsuz bir uçağının İran tarafından düşürülmesinin tesadüf olduğunu zannetti, ama bu son olayla İran’a yenilmiş oldu” dedi
Lübnan Genelkurmay Başkanlığından emekli Tuğgeneral Emin Hatit, Beyrut muhabirimizle konuşurken, Amerika’nın 2. pilotsuz casus uçağının İran tarafından avlanması olayıyla ilgili olarak “Amerika’nın bu son pilotsuz uçağının da İran’ın eline geçmesi konusunda birkaç meseleyi yan yana düşünmek lazım. İlk önce şu ki, Amerika, İran gibi bir ülkenin Amerika’nın gelişmiş bir uçağı avlayabileceğini ve elektronik savaşta İran karşısında mağlup düşebileceğini aklından bile geçirmiyordu çünkü 1. hadiseyi de tesadüf olarak değerlendirmişti” dedi.
Emekli Tuğgeneral Emin Halit daha sonra “ABD her zaman istihbarat toplamak için pilotsuz uçakları kullanırdı. Dolaysıyla bugün büyük bir sorunla karşı karşıya kaldı. Çünkü süper güç konumunda olan bu ülkenin istihbarat ve elektronik sistemlerine nüfuz edilmiştir” diye vurguladı.
Hatit ayrıca “Amerika’nın 2. pilotsuz casus uçağının İran tarafından avlanması ABD’nin o dev imajının yıkılmasına sebep oldu. Bunun da stratejik boyutları var. Bu hadise İran açısından da çok önemlidir. İran 2. kez olarak Amerika’nın bir uçağını düşürebilmiştir. Birinci hadiseden sonra Amerika, kendi elektronik sistemindeki sorunları giderebilirdi. Ama ikinci hadiseyle bu konuda zayıf kaldığına şahit olduk” dedi.
Şia Açısından Kur’an’ın Kalıcılığı ve Tahriften Korunmuşluğu
Ehlibeyt mektebi düşmanı bazı kendini bilmezler Şia mezhebini karalamak ve kendilerince öz Muhammedi İslam’ın hakkaniyetini örtmek için akla ziyan iftiralar atmaktadırlar. Bu iftiralardan en meşhuru Şia’nın Kur’anın tahrif olduğuna inandığı iftirasıdır. İftiralarını ispatlamak için diyorlar ki: bir Şia alimi olan “Muhaddis Nuri, Kur’an’ın tahrif olduğuna inanmaktadır. Eğer bir alim buna inanıyorsa mutlaka başkaları da bu konuda aynı düşünceye sahip olmalıdır!!”
Cevap
Tahrifle itham etmek, Hıristiyanların Kur’an’ın itibarını sarsmak için bir bahanedir. Bununla Kur’an’ın da İncil gibi tahrife uğradığı ve farklılaştığını söylemek istemektedirler. Böylelikle bazıları bilmeden bu yolda onların aracı olmakta ve her fırka ve mezhep karşı grubu tahrifle suçlamaktadır. Vahabilik ve aynı düşüncedekilerin içlerindeki gizli Hıristiyan faktörler, Şia’yı tahrifle suçlamakta ve Şiaların içindeki onların gizli faktörleri de karşı tarafı tahrifle suçlamaktadırlar. Doğrusu ise tüm Müslümanlar sadece bozuk bir grup dışında Kur’an’ın tahrif edilemeyeceğine ve kalıcılığına inanmaktadırlar.
Birinci olarak: Bu konuyu Kur’an’a sunalım, Kur’an’ın kendisi bu konuda en üstün hakemdir. Kur’an ayetleri açıkça şahitlik etmektedir ki Allah’ın kesin iradesi, Hz. Peygamberin (s.a.a) kalbine inen bu son kitabın, sonsuza kadar her türlü tahriften korunması yönündedir. Ve bu korumayı Allah kendisi bizzat üstlenmiştir. Bu konuda şöyle buyurmaktadır:
{إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ إِنَّا لَهُ لَحافِظُونَ};
“Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız. (Hicr, 9)”
Başka bir ayette şöyle buyurmaktadır:
{لا يَأْتِيهِ الْباطِلُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَ لا مِنْ خَلْفِهِ تَنْزِيلٌ مِنْ حَكِيمٍ حَمِيدٍ}
“Ona ne önünden ne de ardından batıl gelemez. O, hüküm ve hikmet sahibi, övülmeye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir. (Fussilet, 42)”
Gerçekte bu ayet, bir önceki ayetin başka bir ifadesi sayılmaktadır. Anlamı ise hatta onun bir kelimesinin bile eksilmeyeceği ve ona bir şey ona eklenmeyeceği ve tahrif edicilerin elleri ona tahrif etmek için ulaşmadığı ve ulaşamayacağıdır.
{مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَ لا مِنْ خَلْفِهِ};
“Ona ne önünden ne de ardından” cümlesi tüm yönlerden olduğuna kinayedir. Yani, hiçbir yön ve taraftan bu kitaba batıl ve fesat bulaşmadı ve bulaşmayacaktır.
Kur’an, yalnızca Müslümanların anayasası olmayıp, onların her şeyini teşkil etmektedir. özellikle İslam’ın ilk günlerinde ondan başka bir kitapları bulunmamaktaydı. Kıraat, hıfz, eğitim ve öğretim Kur’an’a mahsustu. Böyle bir kitap asla tahrife uğramaz.
Kur’an’ın nesilden nesle aktarılmasının sıhhati o kadar açık ve nettir ki hiç kimse bunda şek ve şüpheye düşmemektedir. Örneğin bizim dünyanın büyük kentleri ve önemli tarihsel olaylar hakkındaki bilgilerimiz; acaba birisi Mekke, Medine, Londra ve Paris kentlerinin varlığı hakkında kuşkuya kapılabilir mi? her ne kadar bu kentlere yolculuk yapmamış olsa bile. Veya Moğolların İran’a saldırısını veya büyük Fransa imparatorluğunu veya birinci ve ikinci dünya savaşlarını inkar edebilir mi? neden inkar edemez? Çünkü bunların tamamı tevatür haddinde bizlere ulaşmıştır. Kur’an ayetleri de bu şekildedir.
Hz. Ali’nin (a.s) Kur’an Hakkındaki Sözleri
Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) “Nehcü’l Belağa”daki sözleri, Kur’an’ın kalıcılığı ve tahrif olmadığına dair en üstün tanıktır. 133. Hutbede şöyle buyurmaktadır:
وَ كِتَابُ اللهِ بَيْنَ أَظْهُرِكُمْ نَاطِقٌ لا يَعْيَا لِسَانُهُ وَ بَيْتٌ لا تُهْدَمُ أَرْكَانُهُ وَ عِزٌّ لا تُهْزَمُ أَعْوَانُه
Allah’ın kitabı; aranızda dili durmayan bir hatip, temelleri yıkılmaz bir bina, mensuplarının yenilemeyeceği bir azizdir.
Acaba tahrif olunmuş –bu sözden Allah’a sığınırız- bir kitap böyle bir şekilde vasıflandırılabilir mi? 176. Hutbesinde şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ اللهَ سُبْحَانَهُ لَمْ يَعِظْ أَحَداً بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ فَإِنَّهُ حَبْلُ اللهِ الْمَتِينُ وَ سَبَبُهُ الأَمِينُ
Hiç kuşkusuz münezzeh olan Allah hiç kimseye Kur’an’ın benzeri bir şeyle öğüt vermemiştir. Çünkü O, “Allah’ın sağlam ipi” emin sebebidir.
Muhaddis Nuri’nin “Faslu’l Hitap” kitabı, itikat kitabı değil rivayi bir kitaptır. Tahrif hakkında naklettiği rivayetler ise birkaç kategoriye ayrılmaktadır:
1. Bu rivayetlerin bir kısmı Kur’an’ı gözden düşürmek ve güvensiz kılmak için uydurma ve sahte rivayetlerdir. Örneğin “Ahmed bin Muhammed Seyyari”nin naklettiği 188 rivayet. “Seyyari” bizim rical kitaplarımızda “Mezhebi bozuk”, “güvenilmez” ve “itimat edilmez” biri olarak tanıtılmıştır.
2. Bazı rivayetlerin tefsir ve yorumsal yönleri vardır. Örneğin “İhdina sırata’l mustakim” tefsirinde “Ali sırattır” cümlesi gelmiştir. Bunun anlamı (Ali) kelimesinin ayetin bir cüzü olduğu anlamında değildir, anlamı ayetin açıklama ve tefsiri bu şekilde yapılmış anlamındadır.
3. Rivayetlerinin bir çoğu “mürsel”dir. (senetsiz, belgesiz)
4. Bazı rivayetler o kadar gülünçtür ki bu rivayetleri uyduranların aklından şüphe edilmelidir. örneğin diyor ki: Nisa Suresinin 3. Ayetinin şu kısmıyla {وَ إِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ تُقْسِطُوا فِي الْيَتامي} (Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız.)
{فَانْكِحُوا ما طابَ لَكُمْ مِنَ النِّساءِ} (bu durumda, (onlarla değil) size helal olan (başka) kadınlardan olmak üzere nikahlayın.) bu kısmı arasında Kur’an’ın üçte biri düşmüştür!
Bu iddia o kadar gülünçtür ki Kur’an’ın o kadar yazar, vahiy katibi, kari, hafızı olmasına rağmen on cüzü ortadan kaybolacak ve hiç kimsenin bundan haberi olmayacak!
Ayrıca Şia uleması, bu kitap yayınlandıktan sonra, kitabın yazarı hayattayken ve sonrasında olmak üzere bu kitaba reddiyeler yazmıştır. Bu reddiyelerden en iyisi büyük taklit mercisi merhum Ayetullah Hoi’nin yazdığı “El-Beyan Fi Tefsiri’l Kur’an” kitabıdır. Konu hakkında geniş açıklamalarda bulunmuştur. Ondan önce büyük muhakkik Şeyh Muhammed Cevad Belaği (1352) “Alau’r Rahman” tefsirinin mukaddimesinde ve son zamanlarda kaybettiğimiz değerli dost Ayetullah Marifet, sırf bu konu üzerine “Siyanetu’l Kur’an ani’t Tahrif” adlı kitabı kaleme almıştır ve ayrıca başkaları da bu konu hakkında kitaplar yazmıştır.
Ancak bizler, düşmanların eline bahane vermemek için “sahiheyn” (Sahihi Buhari ve Sahihi Müslim) kitaplarında gelen tahrifle ilgili rivayetleri burada yansıtmıyoruz. Eğer mukabile yapma gereksinimi duysaydık Sahihi Buhari ve Sahihi Müslim kitaplarında ve aynı şekilde “Taberi Tefsiri” ve “Suyuti’nin Durru’l Mensur” tefsirleri başta olmak üzere tefsir kitaplarında bir çok tahrif rivayetleri göze çarpmaktadır.
Kur’an’ın tahrif olduğunu imamiye (12 imam Şia’sı) ulemasına nispet verenler, yalancılardan başka bir şey değillerdir. Şimdi Kur’an’ın tahrif olmadığına dair görüş belirten önceden yaşamış bazı ulemaların görüşlerini burada sunuyoruz:
Elbette hepsinin adını burada anmak ve bu konudaki sözlerini getirmek kitaba sığmaz.
1. Şeyhu’l Muhaddisin, Muhammed bin Ali bin Babavey (Şeyh Saduk, 381) Akaid risalesinde şöyle demektedir:
اعتقادنا أنّ القرآن الذي أنزله الله تعالی علی نبيّه محمد هو ما بين الدّفتين ومن نسب إلينا أنّا نقول إنّه أكثر من ذلك فهو كاذب
“Bizim Kur’an hakkındaki inancımız, iki cilt arsında olan bu Kur’an’dır ki Allah Teala onu peygamberine nazil etmiştir ve her kim bize Kur’an’ın bundan daha çok olduğu nispetini verirse o yalancıdır.” [1]
2. Şeyh Mufid Muhammed bin Muhammed bin Numan (413) şu iki kitabında:
a) Evailu’l Makalat, s. 54;
b) El-Mesailu’s Surviyye, s. 206.
Açıkça belirtmektedir ki Kur’an’dan hiçbir şey azalmadı.
3. Seyyid Murtaza Alemu’l Huda Ali bin El- Hüseyin (436) “El-Mesailu’t Trablusiyat” kitabının cevabında Kur’an’ın tahrif olmadığına dair sözleri bulunmaktadır. Tabersi onları “Mecmeu’l Beyan” tefsirinde nakletmiştir.
4. Şeyh Tusi (460) kendi tefsirinin mukaddimesinde şöyle yazmaktadır:
Kur’an’da çoğalma ve eksilme olduğuna dair sözler, bu kitabın şanına yakışmaz. Zira herkes bilmektedir ki Kur’an’da çoğalma ve eksilme batıldır. Seyyid Murtaza’da bunu teyit etmiş ve şöyle demiştir: Şia ve Ehlisünnetin yanında bulunan güya Kur’an’ın bir bölümünün eksildiği veya bir yerinin başka bir yere aktarıldığı yönündeki bazı rivayetler “vahit haber”dir ve ne ilim için ve ne de amel etmek için faydalı değildir. Güzel olan onları gündeme getirmemek ve onları nazara almamaktır. Zira onları rahatlıkla yorumlayıp tevil edebiliriz. [2]
5. Ebu Ali Fazıl bin Hasan Tabersi (548) tefsirin mukaddimesinde şöyle yazmaktadır:
Kur’an’ın eksildiği veya çoğaldığı yönündeki sözlerin, müfessirlerin nazarında kesinlikle bir yeri yoktur. Zira herkes bilmektedir ki hiçbir şey Kur’an’a izafe olmamıştır ve eksilmesi yönünde de gerçi haşviye (zahirciler) grubundan Şii ve Sünniler Kur’an’ın eksildiği veya arttığı yönünde rivayetler zikretmişlerdir, ancak bizim mezhebimizin Seyyid Murtaza’nın da belirttiği gibi itimat edip güvendiği ve sahih bildiği; Kur’an’da hiçbir değişiklik ve eksilme olmadığı yönündedir. Seyyid Murtaza bu konu hakkında tam ve geniş bir açıklama yapmıştır. [3]
6. Allame Hilli (726) Seyyid Muhenna’nın sorduğu soruya verdiği cevabında “Ecvibetu’l Mesailu’l Mihneviyye” kitabında şöyle yazmıştır:
Seyyid Muhenna: “Efendimiz! Allah’ın kitabı konusunda ne buyurursunuz: acaba yaranlarımızın yanında Kur’an’ın eksildiği, arttığı veya tertibinde değişiklikler yapıldığı yönünde sahih rivayetler bulunmakta mıdır? Yoksa doğru ve güvenilir bir şey yok mudur?...
Cevap: “Hak o dur ki onda hiçbir değişiklik ve aktarım olmamıştır ve hiçbir eksilme ve artma onda yol bulmamıştır. Birisinin böyle bir inanca kapılmasından Allah’a sığınırız, zira bunun anlamı tevatür haddinde naklolunan peygamberin (s.a.a) mucizesine el sürmektir. [4]
7. Muhakkiki Erdebili (993) şöyle yazmaktadır:
Kur’an unvanıyla okuduğumuz bu kitabı tevatür haddinde bilmemiz ve adil bir kişiden duymayı da yeterli bilmemiz gerekir … ve eğer onun tevatürü sabit olursa, artık her türlü yanlışlıktan güvendedir… bundan ayrı olarak kitaplarda yazılmıştır ki onu harf harf ve tüm harekelerini saymışlar, yazı tipini ve başka konularını dikkatlice tanzim etmişlerdir. Öyle ki güçlü bir zan, hatta yakini bir ilimle onda hiçbir eksilme ve çoğalmanın yol bulmadığı sabit olmuştur. [5]
8. Şeyh Cafer Kaşifu’l Gıta (1228) şöyle yazmaktadır:
Kur’an’ın sureler ve ayetlerinde ister “bismillah”ında isterse de başka kelime ve harflerinde olsun hiçbir fazlalaşma olmamıştır… aynı şekilde artmadan da mahfuzdur, zira Allah, onun koruyucu ve bekçisidir. Kur’an ve ulamanın tüm zamanlardaki açık ‘icma’sı da bu yöndedir… Kur’an’ın eksildiği yönündeki birkaç rivayetin doğru olmadığı bedihi ve açıktır. Ona amel edilmesi söz konusu değildir… onları tevil etmek ve yorumlamak gerekir. [6]
Burada bu sekiz büyük alimin sözleriyle yetiniyoruz. Bu konuda detaylara girmek ve ilk dönemlerden çağımıza kadarki büyük ulemaların sözlerini aktarmak ayrı bir kitabı yazmayı gerektirmektedir.
Ayetullah Cafer Subhani
ABNA.İR
--------------------------------------------------------------------------------
[1] -El-İtikadat, s. 93 ve 94.
[2] -Tibyan, c. 1, s. 3, Necef baskısı.
[3] -Mecmeu’l Beyan, c. 1, s. 15, Fenn-u Hamis (Tefsirin mukaddimesi).
[4] -Ecvibetu’l Mesailu’l Mihneviyye, Mesele. 13, s. 121.
[5] -Mecmeu’l Kaide, c. 2, s. 218.
[6] -Keşfu’l Gıta, Kitabu’l Kur’an min kitab-i salat, el-Mebhesu’s Sabi ve’s Samin, s. 298 ve 299.
İslam Cumhuriyeti Bölgesel Hedeflerine Yaklaştı Yazdır
İslam İnkılabı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamenei bugün İslam Cumhuriyeti Deniz Kuvvetleri komutanı ve yüksek düzeydeki yetkililerini kabulü sırasında yaptığı konuşmada İran İslam Cumhuriyeti'nin uzun erimdeki hedefleri ve İslam nizamının bu hedefler yolunda birbiri ardı sıra elde ettiği başarılara işaretle bölgede ve dünya çapındaki gelişmelere bakıldığında İslam Cumhuriyeti'nin bu olaylardaki üstün elinin açıkça görüldüğünü söyledi.
İslam Cumhuriyeti aleyhindeki sansasyonların, kazanılan bu başarılar yüzünden oluştuğunu hatırlatan İmam Hamenei şöyle konuştu: ‘Batı'lılar ve İslam Cumhuriyeti'nin Ortadoğu'daki siyasetleri kıyaslandığında, İslam Cumhuriyeti'nin bölgesel hedeflerine daha bir yaklaşmış olduğu gözlemlenecektir. Allah'ın izni ve coşku, çaba ve inançlı davranışlar sayesinde engeller aşılacak ve gereken ilerleme sağlanacaktır.'
İslam İnkılabı Rehberi, Deniz Kuvvetleri Günü münasebetiyle gerçekleştirilen bu görüşmede ayrıca İran sahilleri ve özellikle de Umman Denizi sahillerinin büyük bir milli servet olduğunu belirtti ve hükümet ile diğer ilgili yetkililerin deniz bölgelerine stratejik bakışı sayesinde bu bölgelerin İslam Cumhuriyeti için büyük bir potansiyel oluşturacağını ifade etti.
İmam Hamaney’in açıklamalarında kame vurmanın şeriata aykırılığı
Haram ve sakıncalı işlerden sakınmanın zamanı gelmedi mi?
İmam Hamaney’in açıklamalarında kame vurmanın şeriata aykırılığı
Son üç dört yıl içinde Muharrem ayı yas merasimleriyle ilgili olarak bazı gizli eller hatalı ve yanlış şeyleri toplumumuzda yaydılar, bu durumdan dolayı ben çok üzgünüm... Örneğin önceki yıllarda sıradan halk arasından bazıları yas ve matem günleri bedenlerini kilitliyorlardı! Elbette bir müddet sonra ulema ve kanaat önderleri bu işi yasakladılar ve bu yanlış gelenek ortadan kaldırıldı… Kame vurmak (kılıç, hançer ve benzeri şeylerle başın üst kısmına vurarak yaralamak) olayı da bu işlerdendir. Hilaf ve aykırı işlerdendir.[1]
İmam Hamaney’in açıklamalarında kame vurmanın şeriata aykırılığı
1. Kame vurmanın mahiyeti
a) Uydurma ve birileri tarafından icat edilen bir şey
Kame vurma, uydurma geleneklerdendir. Dinle alakası olmayan işlerdendir ve hiç şek yok ki Allah bu işin yapılmasından razı değildir.[1]
b) Bu işin bidat olması
Ben gerçekten çok düşündüm ve gördüm ki kesinlikle hilaf ve bidat olan bu konuyu –Kame vurmayı- değerli halkıma söylemeliyim ki ben bu işten razı değilim.[2]
c) Şia mezhebinin aşağılanma ve hakarete uğrama sembolü
Ben halkın şehitlerin efendisi Hz. Ebu Abdullah Hüseyin’e (a.s) olan ihlâs ve muhabbetinin dünya halkları arasındaki konuşmalarda nasıl cefa edildiğini görmekteyim… Hiçbir dini temeli olmayan bazı amellerin kötü niyetli düşmanların ellerine nasıl bahane verildiğini ve bunun vesilesiyle – Allah’a sığınırım- İslam ve Şia mektebini hurafe bir mektep olarak tanıttıklarına şahit olmaktayım.[3]
d) Yas meclislerinin mısdak ve sembolü olmayan kame vurmanın hurafe olması
Bir grup kişinin ellerine kame alarak başlarına vurması ve kanlarını akıtması çok yanlış bir iştir. Bu işleri ne için yapmaktadırlar? Bu hareketin neresinde yas ve matem var? Elbette ellerle başlara vurmak bir çeşit yastır. Sizler defalarca görmüşsünüzdür ki bir kimsenin başına bir musibet gelirse başına ve sinesine vurur. Bu normal bir yas meclisinin nişanesidir. Ama sizler şu ana kadar bir kimsenin en yakınının başına gelen bir musibetten dolayı eline kılıç alıp başına vurarak başından kanlar akıttığını gördünüz mü? Bu işin neresi yastır?![4]
2- Kame vurmanın eser ve kötü yansımaları
a) Şia çehresinin karalanması
İslam toplumunun seçkin fertleri yani; Ehl-i Beyt (a.s) muhipleri toplumu ki Veliyi Asr İmam Zaman (ruhlarımız ona feda olsun) adıyla, İmam Hüseyin (a.s) adıyla ve Emire’l Mümininin (a.s) adıyla iftihar eden bizler, dünya Müslümanları ve gayri Müslimler arasında karalanmamıza, mantıksız hurafe sahibi kişiler olarak tanıtılmamıza sebep olan işlerden kaçınmalıyız.[5]
b) Kame vurmanın düşmanlar tarafından Şia aleyhindeki propagandalarda kullanılması
Hz. Zehra’nın (s.a) ciğer paresi için yapılan yas meclislerinin mutaassıp, sömürgeci şeytani düşmanlar tarafından nasıl kötü bir tebliğinin yapıldığını görmekteyim. Hiçbir dini temeli olmayan bazı amellerin kötü niyetli düşmanların ellerine nasıl bahane verildiğini ve bunun vesilesiyle – Allah’a sığınırım- İslam ve Şia mektebini hurafe bir mektep olarak tanıttıklarına ve aynı şekilde İran İslam Cumhuriyetine olan kin ve düşmanlıklarını bu şekilde aşikâr ettiklerini müşahede etmekteyim.[6]
Komünist Rusların alt kademelerde bulunan ellerinin altındakilere emirleri; Müslümanların namaz kılmamaları, cemaat namazı teşkile etmemeleri, Kur’an okumamaları, yas meclisleri tutmamaları ve hiçbir dini faaliyetlerde bulunmamalarıydı, sadece kame vurmalarına izin verilmişti! Neden? Çünkü kame vurmak onlar için din ve Şia’nın aleyhine kullanacakları güzel bir araçtı. Her nerede hurafe olursa orada halis din kötü nam sahibi olur.[7]
c) Şia mektebinin korunması için geçmişteki büyüklerin fedakârlıklarının zayi olması
Muhip ve halis Şii ki Aşura günü başına ve yüzüne kamelerle vurmaktalar, hatta en küçük çocuklarını bile kanlara bulamaktadırlar, acaba bu kişiler bu amellerinden dolayı İslam ve Şia mektebini karalamak için can atan ayıp peşinde koşan binlerce kötü amaçlı kişilerin ellerine düşmanlıklar için bahane verdiklerinden dolayı razı olurlar mı? Acaba bu amelleriyle on binlerce gönüllü âşığın İslam ve Şia mektebine izzet kazandırmak için akıttıkları kanlarını zayi mi etmek istiyorlar?[8]
3- Kame vurmakla mücadelenin zorunluluğu
Biliyorum ki bir grup çıkıp şöyle diyecek: “Falan kişinin (yani rehber) kame adını anmaması haktı.” Ve “Neden kame vuranlara karışıyorsunuz? Birileri vuruyor, bırakın vursunlar.” Hayır, bu yanlış iş karşısında sessiz kalınamaz. Eğer savaştan (İran- Irak savaşı kastedilmektedir) üç dört yıl sonra toplumda yaygınlaştırılan bu kame vurmayı imam Humeyni döneminde yaygınlaştırsaydılar kesinlikle imam onların karşısında dururdu.[9]
a) Kame vurmanın yayılmasına sebep olan etkenlere teveccüh
Bu iş kesinlikle aykırı bir iştir. İmam Hüseyin (a.s) buna razı değildir. Bilmiyorum hangi yöntemle ve nereden bu şaşırtıcı ve aykırı bidatları İslam toplumuna sokmaktalar?[10]
b) Geçmiş ulemaların bu işe karşı çıkmamalarının sebebi
Geçmiş ulemaların elleri bağlıydı. bu işin yanlış ve aykırı bir iş olduğunu diyemiyorlardı. Bugün İslam’ın hâkimiyeti ve İslam’ın şahlanışının günüdür.[11]
c) Kame vurmanın sosyal zararlarının önceliği vardır
Geçmiş ulemaların bazılarından nakledilen şey; eğer bu işin zararı olmazsa yapılabilir olduğudur. Acaba dünya insanlarının düşüncesinde Şia’yı küçük düşürmek zarar değil midir? Acaba Şiaların Peygamberin (s.a.a) mazlum ailesine karşı besledikleri aşk ve muhabbeti ve özellikle onların şehitlerin efendisi olan İmam Hüseyin’e olan hadsiz hesapsız ilgilerini kötü göstermek zarar değil midir? Hangi zarar bundan daha büyüktür?[12]
d) Kame vurmanın Günümüzde tezahür bulması ve umumileşmesi
Eğer bir kimse kame vurmak için tezahür ederse ben kalben ondan razı değilim!!![13]
Eğer kame vurmak kapalı kapılar ardında gizli bir şekilde ferdi olarak gerçekleşse, haram olan zarar ölçüsü sadece bedene zarar vermesiyle sınırlı kalır, (yani bedene zarar verildiği için haramdır aleni yapılmasa bile.) ancak bu işi gözler önünde, kameralar karşısında, düşman ve yabancıların karşısında ve hatta kendi gençlerimizin gözleri önünde yaptığımız da işte o vakit haram olan zarar ölçüsü sadece cismi ve ferdi olarak sınırlı kalmaz bilakis İslam ve Şia’nın yüzünün suyunu dökmekle ilintili olarak büyük propaganda zararıyla da karşı karşıya kalınmış olunur. Bugün bu zarar çok büyük ve kırıcıdır, bundan dolayı aleni bir biçimde tezahür ederek kame vurmak haram ve yasaktır. (yani iki haram söz konusudur; bir bedene zarar verme, iki aleni yapıldığından dolayı mektebe ve İslam’a zarar verme haramı -tabi ki ikincisi son derece tehlikeli ve sakıncalıdır-)[14]
Bir zamanlar aleni bir biçimde kame vurma hakkında bazı açıklamalar yapmıştım. Köşe bucaktan bazı sesler yükselmiş bunun İmam Hüseyin’in (a.s) yas ve matemine muhalif olduğu açıklamalarında bulunmuşlardı. Hayır asla! Bu yas ve matemin hilafına bir durum değildir, bilakis İmam Hüseyin’in (a.s) yas meclislerinin zayi olmasına muhalefettir.
5. Kame vurmanın tezahür edilmesinin haram olmasının ilan edilmesine tepkiler
Bize göre kame vurmak kesin olarak şeriata aykırıydı ve aykırıdır. Bunu biz ilan ettik ve büyüklerde bunu himaye ettiler...[15]
ABNA.İR
[1] - Aynı toplantıdaki açıklamaları
[2] - Aynı toplantıdaki açıklamaları
[3] - Erdebil Cuma imamı hüccetü’l İslam ve’l Müslim’in Meruc’un yazdığı mektuba cevabı. 03.27.1378 (1999)
[4] - “Kehgiluye ve buvey Ahmet” şehri ulemasını kabul ettiğinde yaptığı açıklamalar Muharrem ayı öncesi 3.17.1373 (1994)
[5] - Aynı toplantıdaki açıklamaları
[6] - Erdebil Cuma imamı hüccetü’l İslam ve’l Müslim’in Meruc’un yazdığı mektuba cevabı. 03.27.1378 (1999)
[7] - Mukaddes Meşhed kentinde İmam Rıza’nın (a.s) türbesinin imam Humeyni sehninde büyük bir halk kitlesine yaptığı konuşmada. 01.01.1376 (1997)
[8] - “Kehgiluye ve buvey Ahmet” şehri ulemasını kabul ettiğinde yaptığı açıklamalar Muharrem ayı öncesi 3.17.1373 (1994)
[9] - Kehgiluye ve buvey Ahmet” şehri ulemasını kabul ettiğinde yaptığı açıklamalar Muharrem ayı öncesi 3.17.1373 (1994)
[10] - Aynı toplantıdaki açıklamaları
[11] - Aynı toplantıdaki açıklamaları
[12] - İmam Hamaney’in Erdebil Cuma imamı hüccetü’l İslam ve’l Müslim’in Meruc’un yazdığı mektuba cevabı. 03.27.1378 (1999)
[13] -“Kehgiluye ve buvey Ahmet” şehri ulemasını kabul ettiğinde yaptığı açıklamalar Muharrem ayı öncesi 3.17.1373 (1994)
[14] - Aynı toplantıdaki açıklamaları
[15] - Kum halkını kabul ettiğinde yaptığı konuşmalar. 10.19.1386 (2007)
"Müslümanlar arasında stratejik birlik ve dayanışma sağlanması çabasındayız"
İran İslami Şura Meclisi Başkanı Ali Laricani, İslami İran'ın dünya Müslümanları içerisinde stratejik birlik ve dayanışma sağlanması yönünde çaba harcadığını bildirdi.
Dün Irak'ta Yüksek İslam Meclisi üyeleri grubuna hitaben konuşan İran İslami Şura Meclisi Başkanı Ali Laricani, Şii ve Sünniler arasında çıkacak anlaşmazlık ve ihtilafın İslam alemi için hiçbir yararının olmadığını ve Siyonistlerin menfaatine tamamlandığını söyledi.
İran İslami Şura Meclisi Başkanı bölgedeki son gelişmelerin demokrasi doğrultusunda müsbet gelişmeler niteleyerek, bölgedeki mücahit güçlerin güçlü bir kapasiteye sahip olduklarını ve özellikle Lübnan, Filistin ve Irak'ta bu kapasitenin açık bir şekilde müşahede edilmekte olduğunu söyledi.
Siyonist İsrail rejiminin 8 günlük savaşta yenilgiye uğramasına da değinen Laricani, münzevi edilmiş bu rejimin artık kendi varlığını kaybetmek üzere olduğunu, nitekim ona böyle bir ortamdan kendini kurtarma fırsatının artık verilmemesi gerektiğini söyledi.
RAST HABER