کارگر

کارگر

Çocuk katili İsrail ordusunun Gazze Şeridi'ne 7 Ekim'den bu yana düzenlediği saldırılar 448. gününde artarak sürüyor.


İsrail rejiminin Gazze Şeridi'nde düzenlediği saldırılar 448 gündür devam ediyor.

Filistin Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, İsrail güçlerinin son 24 saatte düzenlediği 3 saldırıda 37 Filistinlinin şehit olduğu, 98 Filistinlinin ise yaralandığı belirtildi.

Gazze Şeridi'ne saldırıların başladığı 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana toplam şehit sayısının 45 bin 436'ya, yaralı sayısının ise 108 bin 38'e yükseldiği aktarıldı.

 

Soykırımcı İsrail ordusunun Gazze Şeridi'nin kuzeyinde yaklaşık 3 aydır düzenlediği saldırılarda, en az 4 bin 800 Filistinlinin şehit olduğu ya da kaybolduğu açıklandı.


Soykırımcı İsrail ordusunun Gazze Şeridi'nin kuzeyinde yaklaşık 3 aydır düzenlediği saldırılarda, en az 4 bin 800 Filistinlinin şehit olduğu ya da kaybolduğu, 12 bin 500 kişinin yaralandığı ve 1900 kişinin de alıkonulduğu bildirildi.

Gazze'deki hükümetin Medya Ofisi Müdürü İsmail es-Sevabite, İsrail ordusunun bölgede yaklaşık 3 aydır "etnik temizlik" yaptığını vurgulayarak, bu süre zarfında en az 4 bin 800 Filistinlinin şehit edildiği veya kaybolduğu, 12 bin 500 kişinin de yaralandığını belirtti.

Sevabite, Gazze Şeridi'ne yönelik süren acımasız saldırılarda 1900 kişinin de İsrail askerleri tarafından alıkonulduğunu ifade ederek, uluslararası topluma, Gazze'nin kuzeyinde Filistinlilere karşı uygulanan "soykırımı durdurmak için acil müdahale" çağrısını yineledi.

"İşgal ordusu, Gazze Şeridi'nin kuzeyinde yürüttüğü etnik temizlik suçları çerçevesinde mahalleler, konutlar ve sivil yaşam alanları açıkça ve özellikle hedef alınıyor." diyen Sevabite, işlenen bu suçların, tüm uluslararası yasa ve normlara aykırı olduğunu; savunmasız sivillere karşı devam eden bu katliamları durdurmak için gerçek ve somut adımlar atamayan uluslararası toplum için de bir utanç teşkil ettiğini vurguladı.

"Uluslararası sessizliğin ve bu suçların sorumluluğunu üstlenmemenin işgalciye örtülü bir destek ve saldırganlığını sürdürmesi için bir teşvik haline geldi." ifadelerini kullanan Sevabite, İsrail işgalinin Gazze Şeridi'ndeki saldırı hedeflerinin, özellikle de Filistin halkına yönelik zorla yerinden edilme planının başarılı olmayacağının altını çizdi.

Cibaliya Mülteci Kampı başta olmak üzere Gazze'nin kuzeyine 5 Ekim'de yoğun hava saldırıları düzenleyen İsrail ordusu, 6 Ekim'de söz konusu bölgelere kara saldırısı başlattı.

Bu adımın, daha önce İsrail basınına yansıyan ve "generallerin planı" olarak bilinen, İsrailliler için yerleşim yeri hazırlığı yapmak amacıyla Filistinlilerin Gazze'nin kuzeyinden tahliye edilmesi adına atıldığı düşünülüyor.

İsrail Ordu Sözcüsü Avichay Adraee, 7 Ekim'de sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Beyt Hanun, Cibaliya ve Beyt Lahiya'daki Filistinlileri tehdit ederek, boşaltılması istenilen bölgelerin haritasını paylaşmıştı.

Filistinlilere Gazze'nin güneyindeki Mevasi bölgesine gitme çağrısı yapan Adraee'nin paylaştığı haritanın, İsrail ordusunda eski Operasyonlar Bölümü Başkanı General Giora Eiland'ın girişimiyle hazırlanıp hükümete sunulan Filistinlilerin zorla göç ettirilmesine ilişkin "generallerin planına" benzerliği dikkati çekmişti.

"Generallerin planı" Filistinlileri, Gazze Şeridi'nin kuzeyinden tehcir etmeyi, ardından bölgenin kuşatılması, gıda, yakıt ve temiz su girmesine izin verilmemesini öngörüyor.

 Suriye’de Beşar Esad yönetimini devirerek iktidarı ele geçiren Heyet Tahrir’uş Şam’ın (HTŞ) başkent Şam’a atadığı vali Mahir Mervan, ABD’nin kamu radyosu NPR’ye konuştu, İsrail’le ilgili sıcak mesajlar verdi.


HTŞ lideri Ahmed Şara (Culani) tarafından Şam’a vali olarak atanan Mervan, yeni Suriye hükümetinin İsrail ile “samimi ilişkiler” geliştirmek istediğini söyledi.

NPR’nin aktardığına göre Mervan ABD radyosu ekibini makamında kabul etti, ekipten sadece erkeklerle tokalaştı.

Mervan verdiği uzun mülakatta İsrail’e ilişkin pozisyonu anlattı. NPR muhabiri Hadeel Al-Shalchi’nin aktardığına göre Mervan yeni Suriye hükümeti iktidarı aldığında İsrail’in endişelenmesinin “anlaşılabilir” olduğunu söyledi, bunun nedenini de “fraksiyonlar”a bağladı.

İsrail Suriye'yi 'biraz' bombalamış

Cihatçıların iktidarı ele geçirdiği saatlerde İsrail Golan Tepeleri’ndeki işgalini genişletip Suriye topraklarında ilerlemeye başlamış ve Suriye’nin askeri ve bilimsel altyapısını yok etmek üzere ülke genelinde hava saldırıları düzenlemişti.

Yeni Şam Valisi Mervan ise bunu NPR’ye “İsrail korku duymuş olabilir. Bu yüzden biraz ilerledi, biraz bombaladı, vb.” diye yorumladı.

İsrail'e güvence: 'Tehdit olabilecek hiçbir şeye karışmayız'

Bu korkuyu “doğal” diye niteleyen Mervan, “Bizim İsrail’e yönelik bir korkumuz yok ve sorunumuz İsrail ile değil” dedi.

Mervan “İsrail’in güvenliğini ya da herhangi bir ülkenin güvenliğini tehdit edecek hiçbir şeye karışmak istemiyoruz” diye ekledi.

NPR muhabiri Şam Valisi Mervan’ın mülakatta ne Filistinlilerden ne de “Gazze’deki savaş”tan söz ettiğini vurguladı.

ABD'den destek istedi, 'İsrail'e karşı olamayız' dedi

HTŞ lideri Ahmed Şara’nın da daha önce İsrail ile çatışma istemediklerine ilişkin sözlerini hatırlatan NPR muhabiri, Şam Valisi Mervan’ın bir adım ileri giderek “ABD’ye İsrail ile daha iyi ilişkileri kolaylaştırma çağrısında bulunduğunu” da aktardı.

Mervan “Bir arada yaşamak isteyen bir halk var. Barış istiyorlar. Anlaşmazlıklar istemiyorlar” dedi.

İsrail medyasında ABD’nin İsrail’i HTŞ ile etkileşime girmeye çağırdığı ancak İsrail’in isteksiz olduğu iddia edilmişti.

NPR’ye konuşan ismi açıklanmayan bir ABD yetkilisi HTŞ’nin mesajını İsrail’e taşıdıklarıını söyledi. Yetkili ABD’nin İsrail’i ya da Suriye’yi herhangi bir doğrultuda hareket etmeye zorlamadığını da söyledi.

Haberde Şam Valisi Mervan’ın bu durumun değişmesini istediği belirtilirken, Mervan’ın şu sözleri aktarıldı: “Biz barış istiyoruz, İsrail’e ya da herhangi birine karşı olamayız.”

Ensarullah güçleri, ABD ve İsrail’e kök söktürüyor. Kızıldeniz’de aylardır geçit vermeyen Yemen, son 9 günde attığı füzelerle İsrail’deki birçok noktayı hedef aldı. Hareketin liderlerinden Hizam el-Esad, ‘İsrail şunu anlamalı: Yemen Colani Suriye'sine benzemez.’ dedi

İsrail'in Yemen'e düzenlediği hava saldırısına cuma sabaha karşı yanıt geldi. Ensarullah güçleri, Tel Aviv bölgesine bir balistik füze daha fırlattı. İsrail ordusu füzeyi engellediğini iddia etti. Ülke basını patlamaların Kudüs'ten Tel Aviv'e kadar duyulduğunu ve “siren sesleriyle birlikte milyonlarca vatandaşın sabaha karşı sığınaklara koştuğunu” yazdı. Çıkan izdihamda 18 kişi yaralandı, şok geçiren iki kişi de tedavi altına alındı.

 
Başkentteki Ben Gurion Havalimanı faaliyetlerini durdurdu.

Bu, Yemen'in son dokuz gün içerisinde İsrail'e düzenlediği yedinci operasyon oldu. Bu süreçte bazıları ağır olmak üzere 90'a yakın İsrailli yaralandı. Ensarullah'ın üst düzey yetkilisi Hizam el-Esad, X platformunda şöyle yazdı: "İsrail düşmanı şunu anlamalı: Yemen Colani Suriye'sine benzemez."

Sana Havalimanı bombalanırken, Dünya Sağlık Örgütü Başkanı Tedros Adhanom Ghebreyesus'ta tesisteydi: “Uçağımızın mürettebatından bir kişi yaralandı. Havaalanında en az iki kişinin öldüğü bildirildi.”, 26 Aralık.


'TIRMANIŞA TIRMANIŞ'
İsrail ordusu perşembe öğleden sonra Ensarullah hareketinin lideri Abdülmelik el-Husi'nin konuşması sırasında Yemen'e 25 savaş uçağının katıldığı hava saldırıları düzenledi. Tel Aviv günlerdir el-Husi ile diğer liderlerin “kellesini almakla” tehdit ediyordu. ABD ve İngiltere'nin izni ve desteğiyle yapılan hava baskınında, altı kişi hayatını kaybetti, 42 kişi de yaralandı.
Hedefler, başkent Sana'daki Uluslararası Havalimanı, Hudeyde Limanı, iki elektrik santrali ve akaryakıt istasyonlarıydı. Hudeyde Limanı'na yapılan saldırıya ABD savaş gemilerinin destek verdiği belirtildi.

Ensarullah, “tırmanışa tırmanışla ve hesap yapmadan” yanıt verileceğini açıkladı.

İsrail'in sivil hedeflere saldırmada “ne kadar ısrarcı olursa olsun, Yemen halkını Gazze'yi desteklemekten alıkoymayacağını" belirtti.

Yemenli kaynaklar, sivil hedeflerin vurulmasının İsrail'in Ensarullah'ın stratejik bölgelerine saldırabilmek için yeterli istihbaratının olmadığını gösterdiğini belirtti.

 

'KAHRAMAN VE ASİL ÜLKE'
Tahran, Hizbullah ve HAMAS Yemen'e düzenlenen saldırıyı kınadı. İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü İsmail Bekayi, "Bu saldırılar uluslararası barış ve güvenliğin açık bir ihlali ayrıca işgal ve soykırıma karşı Filistin halkına destek olmak için elinden gelen her şeyi yapan kahraman ve asil Yemen'e karşı işlenmiş yadsınamaz bir suçtur." açıklamasında bulundu. Amerika, “İsrail'in kendini savunma hakkını destekliyoruz." dedi.

Birleşmiş Milletler ise sivil hedeflerin vurulmasını “endişe verici” bulurken, her iki tarafı da kınamayı tercih etti.

'ÇUKUR'DAN TAKİP ETTİLER
Binyamin Netanyahu ve diğer üst düzey yetkililer operasyonu, Hava Kuvvetlerinin Tel Aviv'de bulunan “Çukur” adındaki yer altı komuta merkezinden takip etti.

Netanyahu, "İran kötülük ekseninin bu terör kolunu kesmeye kararlıyız. İşi tamamlayana kadar vurmaya devam edeceğiz." dedi.

Savunma Bakanı İsrael Katz, son günlerdeki tehditlerini yineledi: “Tüm Husi liderlerini avlayacağız, hiç kimse İsrail'in uzun kolundan kaçamayacak."

EK HEDEF: ABLUKA
Yediot Aharonot gazetesi, son İsrail hava saldırısını “iddialı” ifadesiyle nitelese de yeterli gelmeyeceğini savundu. Gazete, “hedeflere ilişkin yüksek kaliteli istihbarata, gelişmiş operasyonel kabiliyetlere ve yükü paylaşacak etkili bir uluslararası koalisyonun kurulmasına ihtiyaç var.” gözleminde bulundu.

Yediot Aharonot'a göre İsrail'in stratejisi Yemen'i vurmaya devam etmek, Ensarullah'a ait stratejik hedeflere yönelmek ve hareketin liderlerine suikast düzenlemenin dışında “İran'ın kaçakçılık rotasını kesmek için Yemen'e deniz ve hava ablukası uygulamayı” da içeriyor.

Cumartesi, 28 Aralık 2024 03:28

Yemen'den Siyonist İsrail'e Misilleme

  Yemen güçleri tarafından fırlatılan füze nedeniyle işgal altındaki Filistin topraklarının orta ve güney kesimlerinde sirenler çaldı. Füze saldırısında en az 18 Siyonist yaralandı.


Mehr Haber Aajansı’nın haberine göre, Yemen güçleri tarafından fırlatılan füze nedeniyle işgal altındaki Filistin topraklarının orta ve güney kesimlerinde sirenler çaldı.

Haberde füze saldırısında en az 18 Siyonistin yaralandığı belirtildi.

İşgal güçleri, füzenin başarılı bir şekilde etkisiz hale getirildiğini iddia etti.

Siyonist İsrail medyasına göre, Ben Gurion Havaalanı'na inişlerde gecikmeler yaşandı.

Katil İsrail ordusu tarafından dün Yemen'in Sana ve Hudeyde kentlerindeki hedeflere hava saldırıları düzenlenmişti.

Yemen Sağlık Bakanlığı, Siyonist İsrail’in ülkenin batısındaki Sana ve Hudeyde’ye düzenlediği saldırılarda şehit sayısının 6’ya çıktığını duyurmuştu.

 

Yemen'de ABD ve İsrail Protesto Edildi
 
 Yemen'de ABD, İngiltere ve Siyonist İsrail'i protesto amacıyla geniş katılımlı gösteriler düzenlendi.
Yemen'e ait el-Mesire televizyonuna göre ülkenin başkenti Sana ve diğer kentlerde ABD, İngiltere ve Siyonist İsrail'i protesto amacıyla geniş katılımlı gösteriler düzenlendi.

Yemen halkı, cuma namazının ardından ABD ve İsrail'in Yemen'e düzenlediği son hava saldırılarını protesto etti.

Gösterilerde, Siyonist rejimin Gazze Şeridi'ndeki Filistin halkına karşı işlediği soykırım protesto edildi.

İşgalci İsrail dün akşam saatlerinde başkent Sana ve Kızıldeniz kıyısındaki Hudeyde kentine hava saldırıları düzenlemişti.

Yemen Sağlık Bakanlığına göre düşman İsrail'in Uluslararası Sana Havalimanı ile Hudeyde'ye düzenlediği saldırılar sonucu 6 kişi şehit oldu, 40 kişi yaralandı.

İran Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri ile; İran'ın Suriye'deki varlığının felsefesinden, IŞİD fitnesine karşı mücadeleden, Filistin’in durumu ve halkın güvenliğinin korunmasına kadar çok önemli konularda bir röportaj yapıldı.


Suriye hükümetinin silahlı gruplar tarafından düşürülmesiyle birlikte, pek çok soru ve belirsizlik ortaya çıktı. Direniş Ekseninin düşmanları, yıllardır İran'ın Suriye'deki varlığı hakkında sürekli ve yoğun psikolojik ve medya operasyonları yürütüyorlardı ve bu yeni durumu, bu operasyonların bir aşamaya daha girmesi için bir fırsat olarak gördüler.

Direniş Ekseni, İran'ın Suriye'deki varlığı, bu çöküşün nedenleri ve nasıl olduğu gibi konularda her türlü şüphe ve yalanı geniş çapta yaymaya başladılar. 

İran  İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamenei, geçtiğimiz hafta Çarşamba günü, Suriye'deki olaylar hakkında önemli bir konuşma yaparak "gerçekleşen ve belki de gözlerden saklanmaya çalışılanları" açıkladı.

 Bu doğrultuda, KHAMENEI.IR medya organı, Dr. Ali Ekber Ahmediyan ile yaptığı görüşmede, İran'ın Suriye'deki danışmanlık varlığının daha ayrıntılı bir incelemesini yaptı. Bu varlığın mantığı ve önkoşulları, İran'ın IŞİD sonrası Suriye'deki varlığının azaltılma nedenleri, IŞİD ve Suriye'deki silahlı gruplar arasındaki farklar, İran'ın bu silahlı gruplarla geçmiş yıllarda nasıl bir ilişki kurduğu ve onlara bakış açısı, İran'ın son Suriye olaylarına askeri yönden müdahale etmemesinin nedenleri ve son olarak bu olayların direniş eksenine ve ona verilen desteğe etkisi gibi konular bu detaylı görüşmede ele alınmıştır.

Kudüs Gününde yer alan röportajın tamamı:

Soru: İslam Cumhuriyeti'nin bakış açısının ve dolayısıyla ülkenin güvenlik kurumlarının tüm bu kurumların birleşim noktası olan Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreterliği'nin"ulusal güvenlik" konusundaki teorik temeli nedir?

     Dr. Ahmediyan: ‘Bizim görüşümüze göre, halk ulusal güvenliğin temel direğidir. İslam Devrimi halkla kazandı, halkla kuruldu ve halkla kaldı. "Ulusal güvenlik" meselesi etrafında ortaya çıkan tüm teoriler halkın gölgesi altında şekillenir. "Halk" dediğimde, tüm halkı kastediyorum; çünkü tüm halk devrim yaptı. Ülkedeki belirli bir grubun devrim yaptığını düşünmek doğru bir düşünce değildir. Evet, farklı alanlarda paylar farklı olmuştur; bir yerde biri daha fazla katkıda bulunmuş, başka bir yerde başka biri daha fazla katkı sağlamıştır, ancak tüm İran halkı devrim yaptı. 

Bu bakış açısı, devrim liderinin teorik temelleri ve pratik duruşlarıyla da örtüşmektedir. İki üç yıl önce, İslam Cumhuriyeti'nin halk olmadan anlamı olmadığını ve halk olmadan hiçbir şey olmadığını ifade etmişti. (1) Bu devrim başından itibaren halkla hareket etme temeline dayanıyordu, gücünü halkın varlığında görüyordu ve halkın gücünü kendi gücü olarak kabul ediyordu. Ayetullah Hamenei’nin ifadesiyle, "dinî demokrasi" demek, İslam'a göre, "halkın" toplumun ve işlerinin lideri olması demektir (2) ve devrim bu sesi dünyaya duyurdu.

Dolayısıyla, İslam Devrimi nereye gitmişse, özelliği halkın öne çıkmasıdır, tek bir bireyin değil. Suriye ile ilgili olarak yapılan tartışmalara gelince, mesele şu ki, biz Suriye hükümetini iktidara getirmedik; Esed ailesinin hükümeti bizden önce vardı ve güçlüydü. Siyonist rejimle uzlaşmazlık ve Amerika ve İsrail'e karşı direniş konusundaki büyük ortak paydalarından dolayı karşılıklı etkileşim ve destek sağladık

İkinci önemli nokta ise, devrim liderinin "gerçekçi idealizm" teorisidir. Bu teori, yaygın olan "idealizm" ile "realizm" ikilemine karşı geliştirilmiş ve idealizmin gerçekçilik olmadan bir yanılsama, gerçekçiliğin ise idealizmsiz sıradanlık olduğunu vurgulamıştır. (3)    

Son on yılda, bölgede terörist grupların artan gücüyle birlikte, İran İslam Cumhuriyeti, terörizmle mücadele etmek için resmi sınırlarının dışında doğrudan askeri veya danışmanlık operasyonları yapmaya başlamıştır. İran'ın askeri ve danışmanlık varlığı elbette özel bazı ilke ve kurallara tabidir. Bu kurallar nedir?   

  İran'ın her yerdeki varlığı, hatta bu varlık ideolojik bir kökene dayanmış olsa bile, belirli ilkelere dayanmaktadır. İstisnaen, bir yerde hata yapılmış olabilir, ancak temelde her zaman belirttiğim bu ilkelere dayanmaktadır:  Birinci ilke, ülkenin, halkın ve ulusal çıkarların yabancılara karşı kesin savunmasıdır. Bu ilkeye hiçbir zaman şüphe duyulmamıştır. Bu düşman, ister Amerika, ister İsrail, ister küçük bir ülke, isterse bir komşu olsun, bu ilke her zaman temel bir davranış kılavuzu olmuştur.  Bir diğer önemli ilke, hiçbir zaman bir saldırıyı başlatmamış olmaktır. Devrim Lideri, gerçekten bu ilkeye sadık kalmıştır. Çoğu zaman, başkaları bir durumu karar aşamasına getirmiştir, ancak liderlik seviyesine ulaştığında o karar, engellemiş ve zamanla diğer sorumlulara da bunu öğretmiştir. 

Üçüncü ilke, diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etmemektir. İslam Devrimi, ideolojik ve bazen evrenselci söylemleriyle birlikte, hiçbir ülkeye bu idealler nedeniyle ya da ulusal çıkarlar için müdahale etmemiştir  bu da gerçekçilik ilkesinin bir örneğidir . Bunun üç istisnası vardır:  İlk olarak, orada resmi bir hükümetin resmi bir talebi olmalıdır. Hem Suriye’de hem de Irak’ta, biz bu iki ülkenin hükümetlerinin resmi davetini aldık. Örneğin, Şehit Süleymani'nin suikastı ve şehit edilmesi olayında, Irak Başbakanı, kendisinin Süleymani’yi davet ettiğini söylemişti.

IŞİD fitnesine karşı mücadele ederken de, dönemin Irak Başbakanı Nuri el-Maliki, bizden IŞİD’e karşı mücadele için talepte bulunmuştu.

Bu nedenle, resmi bir davet mutlaka gerekli olmuştur.  İkinci olarak, halkla çatışmamaktır. Bize herhangi bir ülke, oraya gidip oradaki halkla çatışmamızı isterse, kesinlikle böyle bir şey yapmayız ve bu, dikkatle uyduğumuz bir ilkedir.  Üçüncü olarak, belirli bir fayda ya da ideal olmalıdır. Orada, ya kesin bir ulusal çıkarımız olmalı ya da kesin bir idealimiz, örneğin "mazlumları savunmak" gibi, bizim ideallerimizden biri olmalıdır. Eğer bir halk zulme uğruyorsa ve daha önce belirttiğim diğer iki şart da sağlanıyorsa, bizim müdahil olmamamız için bir neden yoktur, çünkü dini ve insani bir görevimiz ortaya çıkar. Elbette bazen mazlumları savunmak mümkün olmayabilir, bu durumda hiçbir şey yapamayız ve sadece dille tepki gösteririz; ancak bazen şartlar uygun olduğunda ve halk zulme uğradığında ve hükümeti de yardım istiyorsa, burada yardım etmemenin bir nedeni yoktur, tabii ki yardım prensibini gözeterek, yani o halkın kendi mücadelesine devam etmesi gerekir ve biz de onlara yardımcı oluruz.’ 

Soru: İran ile Suriye arasındaki askeri ve güvenlik ilişkileri son on yılla sınırlı değildir. Bu ilişkilerin felsefesi nedir ve İran’ın Suriye’deki varlığının nedeni ve ardından askeri varlığının azalmasının nedeni nedir? 

Dr. Ahmediyan: ‘Suriye hükümeti, Hafız Esed zamanında, İslam Devrimi’ni samimiyetle destekledi ve savaş sırasında, Baas Partisi aynı zamanda Irak’ta da iktidar olmasına rağmen, yine de bize güçlü bir destek verdi. O zamandan itibaren resmi olarak ve sahada etkileşimlerimizi genişlettik. Suriye'nin İran’a yakın olmasının nedenlerinden biri de, Mısır ve Ürdün’ün siyonist rejimle uzlaşmasıydı. Suriye bu uzlaşmayı kabul etmedi ve bu nedenle bir yalnızlık ve tehlike hissi içindeydi.  Ancak diğer taraftan, Suriye’deki yönetim sistemi, bölgedeki diğer Arap yönetimleri gibi bir sistemdi. Esed ailesinin olumlu ve ayırt edici yönü, gerçekten de uluslararası, bölgesel, dostlar, tanıdıklar ve düşmanlardan gelen tüm baskılara karşı, siyonist rejime karşı direniş ve Filistin halkının haklarını savunma konusunda geri adım atmamış olmasıydı. Eğer birazcık geri adım atsaydılar, bu olaylarla karşılaşmazlardı ve bu nedenle yaşanan her şey, o direnişin bedeliydi. Ancak siyonizm karşıtı olan bir yönetimle birlikte, Suriye’deki mevcut sistemde halkla ilgili hoş olmayan bazı davranışlar da gözlemlenmişti ve bunlar, hükümet ile halkın bazı kesimleri arasında bir çatlak oluşturmuştu. Bazı halk kesimleri gerçekten hükümeti istiyordu, ancak bazı kesimler istemiyordu; kendi görüşleri ve karşıtlıkları vardı, ve bu durum İran İslam Cumhuriyeti’nin Suriye’deki varlığından kaynaklanmıyordu. Ayrıca Hafız Esed’in yönetimi ile İslam dünyasında bazı düşünsel akımlar arasında, özellikle Müslüman Kardeşler (İhvanul Müslimin) arasında çok eski bir çatışma vardı ve aralarındaki tartışmalar devam ediyordu. İran İslam Cumhuriyeti, ilk günden itibaren, Hafız Esed zamanında Suriye’de sürekli olarak sosyal barışın sağlanması yönünde çaba gösterdi. Bunun nedeni, halkın bir ülkenin kaderinde belirleyici olduğuna olan inancımızdır ve bu görüş, İslam Cumhuriyeti’nde her zaman var olmuştur.  Sonra orada üçüncü bir fenomen ortaya çıktı, o da IŞİD'in yükselmesiydi; IŞİD fitnesi. Biz, İran İslam Cumhuriyeti'nin IŞİD dönemiyle, önceki dönemi tamamen ayırmamız gerektiğini düşünüyoruz. Evet, biz IŞİD ile kararlı bir şekilde savaştık, tıpkı Suriye ve Irak'ta IŞİD ile savaştığımız gibi. Bugün de IŞİD, önceki özellikleriyle çevremizde varlık gösterip gelecekte bize saldırma potansiyeli taşıyorsa, elbette yine aynı yerde onları bastırırız; ancak bunu yukarıda belirttiğim şartlara dikkat ederek yaparız. Peki, IŞİD’in bizleri bu sonuca iten özellikleri nelerdi?  İlk olarak, IŞİD bir istihbarat servisinin ürünüydü. Biz bunun farkındaydık ve bunların nerelerde tutuklandığını, kimlerin onlarla çalıştığını, nereye götürüldüklerini, nasıl eğitildiklerini ve onlara çok makul bir imaj verildiğini biliyorduk. Başlangıçta, IŞİD kendisini meşru bir şekilde ve İslam Devrimcisi olarak tanıtmaya çalıştı. Bu nedenle, IŞİD'in kendine ait bir kimliği yoktu.  İkinci olarak, IŞİD’in hiçbir toprağı yoktu; yani çok önemli bir nokta, IŞİD’in hiçbir ülkeye ait olmamış olmasıydı; başka bir deyişle, bu gruptan birinin toprağı veya halkı yoktu. Onlarla savaştığımız her yer, onların toprağı değildi.  Üçüncü olarak, onlar her yeri kendi toprakları olarak kabul ediyorlardı; yani başkalarının topraklarını kendi malı olarak görüyorlardı ve diğer tüm İslam ülkeleri ve bölge ülkeleri de onların malıydı. Bu yüzden, tüm bölge ülkelerinin, İran da dahil, düşmanıydılar.  Dördüncü olarak, IŞİD, tüm İslam fırkalarına karşı tekfirci bir düşünceye sahipti. IŞİD’in temeli, sadece Şii'leri değil, kendileri dışında kalan tüm Müslümanları tekfir etmeye dayalıydı.  Beşinci olarak, kitlesel terörizm uyguluyorlardı. IŞİD, her ölçüte göre teröristti; yani temelde ana silahları terördü, tıpkı bugün olduğu gibi. O terörizm, siyasi veya askeri yetkililere yönelik değildi, halkı hedef alıyordu, halkın geneline karşıydı. Kirman’daki patlama olayını herkes hatırlıyor. IŞİD, bu operasyonların başarılı olduğunu açıklamıştı! Hala her gün aynı tür saldırıları yapmaya devam ediyorlar. Güvenlik birimlerimiz, ülkeye gönderdikleri farklı grupları sürekli yakalayıp tutukluyorlar ve gizli bir savaşı sürekli yürütüyoruz; bazen bu gruplardan yirmisini birden yakalıyoruz.  IŞİD ortaya çıktığında, artık duraksama yoktu. Elbette, bazı Suriye hükümeti karşıtı gruplar, böyle bir hareketin doğmasına bir şekilde yardımcı oldular ya da sonradan onlara katıldılar, bu yüzden onlarla da zorunlu olarak karşı karşıya geldik. Ancak bu süreçte biz , başından itibaren, IŞİD ile diğer muhalifler arasındaki farkı gözettik. (O muhalif grupları, IŞİD ile aynı kefeye koymadık.) Şükürler olsun, IŞİD, ardı ardına yapılan operasyonlarla hem Irak'ta hem de Suriye’de temizlendi; ancak diğer muhalifler ki Halep, Şam, Doğu ve Batı Guta, Deraa ve güneydeki Suveyda gibi yerlerde bulunuyorlardı, İran İslam Cumhuriyeti, hükümet ile bunlar arasında arabuluculuk yapmaya çalıştı. Tabii ki bir yerde bizlere saldıracak olsalar, kendimizi savunuyorduk. IŞİD'e karşı olduğumuz yerlerde, örneğin o dönemde Halep Havaalanı veya Halep-Şam otobanı gibi yerlerde savunma hattımız vardı, biri bize saldıracak olursa, mecburen savunma yapmak zorundaydık, hatta bazen onları biraz geri itiyorduk. Ancak amacımız, bunları IŞİD gibi kökünden yok etmek asla olmadı. Hatta kuşatma altındaydılar ve bulundukları bölgeden tahliye edilmeleri gerektiğinde, onların güvenliğini sağladık ve farklı noktalardan İdlib’e transfer edilmelerini sağladık. Halep’te bazı arkadaşlarımız, bu muhaliflerin ailelerini, Halep’in bazı bölgelerinde yaşayanları, İdlib’e taşımak için canlarını ortaya koydular. Sonrasında, tüm siyasi anlaşmalarda, biz bunların kendilerine ait bir yerleri olmasını ve orada yerleşebilmelerini destekledik, bu bölge bir gerilim azaltma bölgesi olsun ve kimse onlara müdahale etmesin.  IŞİD meselesinin sona ermesinin ardından, bölge Suriye ordusuna teslim edildi ve artık tam anlamıyla bizim bulunmamızın bir anlamı kalmadı. Tabii ki, Beşar Esad hükümeti, İran'ın varlığı nedeniyle ciddi baskılara maruz kaldı; hem Araplardan, hem İsrail'den, hem de Amerika'dan. İran'ın Suriye'yi işgal ettiği gibi iftiralar atılıyordu. Sonuç olarak, kuvvetlerimizin büyük kısmı oradan geri çekildi ve sadece direniş için ya da Suriye ordusuna veya hükümetine yardımcı olmak için gereken kısım kaldı.’ 

Soru: Bazı analizler, Suriye'nin kuzeybatısındaki çeşitli grupların, son saldırıdan önce hareketlendiğini belirtiyor. İran, bu hareketliliklerle ilgili Suriye'ye herhangi bir bilgi vermemiş miydi? 

Dr. Ahmediyan: ‘Bu grupların her birinin farklı talepleri var. Türkiye, Suriye, İran, Şia ve İsrail'e karşı farklı görüşleri bulunuyor; bu yüzden farklı pozisyonları var. Bu açıdan, oldukça karışık bir yapıdalar, ancak birlikte hareket ederek böyle bir adım atmaya karar verdiler. Bu hareketlilik, Suriye hükümetine defalarca bildirildi; onlar da aslında kötü bir istihbarat kapasitesine sahip değillerdi, bunu biliyorlardı. Ancak burada iki nokta vardı. Birincisi, Suriye hükümeti ve ordusu, bunların büyük bir harekete geçebileceklerine inanmadı. İkincisi, kendi ordu ve güvenlik aygıtlarına güveniyorlardı; bu gruplar hareket etse bile, durumun biraz karmaşıklaşacağını düşünüyorlardı, ancak sonunda bunu engelleyeceklerini düşünüyorlardı; bu nedenle, bu tehdit Suriye hükümeti tarafından ciddi şekilde fark edilmedi. Tabii ki, Suriye ordusunun çöküş kapasitesinin bu kadar hızlı olacağını da düşünmemişlerdi!  Sonunda bu grupların operasyonu başladı ve yine Suriye ordusuna, buralarda durabileceklerini ve yollarını engelleyebileceklerini söyledik  çünkü biz, eğer bu gruplarla görüşme yapmak isteseler bile, en azından bir pozisyon belirlemeleri gerektiğini düşündük  ama Suriye ordusunun savaşma iradesi ve direnişe isteği yoktu; dolayısıyla, Suriye'nin bölgeleri birer birer düşmeye başladı ve nihayetinde Şam'a kadar geldi. Bu süre zarfında Beşar Esad ve askerleriyle görüşmeler yaptık, onlara tavsiyelerde bulunduk ve siyasi sürecin etkinleşmesi için çaba göstermeye de devam ettik.

Irakçi'nin Türkiye'ye yaptığı ziyaret de bu amaçla yapılmıştı, Doha ziyareti de aynı şekildeydi ve bazı başarılar elde edildi. "Sekiz ülkenin bildirisi" bana göre iyi bir bildiri oldu ve nihayetinde bölgedeki beş Arap ülkesi de buna katıldı ve endişelerini dile getirdi, siyasi çözüm talep ettiler, ancak çöküşün hızı bu çabalara fırsat vermedi.’ 

Soru:Ülke içinde halk arasında büyük bir belirsizlik var, özellikle de İran'ın doğrudan müdahalesinin olmamasıyla ilgili. Bizim ülkemiz bu konuda, doğrudan müdahale etmeme konusunda bir sonuca mı vardı yoksa başka bir şey mi oldu? 

Dr. Ahmediyan: ‘İran, asla Suriye ordusunun yerine savaşmaya karar vermemişti, hele ki bu hareket, İslam Cumhuriyeti için doğrudan bir tehdit oluşturmadığı sürece. Eğer hazır bir kuvvet olsaydı veya asker ve ekipman göndermeye yönelik bir fırsat olsaydı ve çöküş bu kadar hızlı gerçekleşmeseydi, tabii ki halk ve Suriye ordusu direndiği sürece biz de direnirdik; ayrıca, Suriye hükümeti son günlere kadar bizden böyle bir talepte bulunmamıştı.  Bir diğer önemli nokta ise şu: Biz, IŞİD devletinin sona ermesinin ardından, Suriye hükümetinin isteğiyle kuvvetlerimizi geri çekmiştik ve bölgede operasyonel bir varlığımız yoktu, bu yüzden katılıp katılmama kararını verme durumumuz yoktu. Hızlı bir takviye olma imkânı da yoktu, ancak Suriye ordusu direnirse böyle bir şey yapılabilirdi. Dolayısıyla, İran'ın bu konuda "bölgeyi terk etti" denilmesinin yanlış olduğunu düşünüyoruz, çünkü biz zaten orada değildik ki terk edelim. 

Soru: Bazı karşıt medya organları, İran'ın Suriye'deki varlığının ve maliyetinin geçmişte faydasız olduğunu iddia etmeye çalışıyor. Siz bu iddia hakkında ne düşünüyorsunuz?

  Dr. Ahmediyan: ‘Yaptığımız harcamalardan kesinlikle pişman değiliz. Bunu sadece propaganda amacıyla söylemiyorum; gerçekten pişman değiliz çünkü varlığımız ve harcamalarımız güvenliğimiz içindi ve beklenen kazanımlar elde edildi. Eğer IŞİD Suriye ve Irak'ta yenilmemiş olsaydı, bugün içerde IŞİD'le savaşıyor olacaktık ve buna çok daha fazla maliyetle katlanmamız gerekecekti. Sanırım, IŞİD devleti Irak ve Suriye'de kurulsaydı, bugün İran'ın sınırlarında ve Irak sınırının kenarında savaşmak zorunda olacağımızı kimse inkar edemez. Onlar kendileri de resmen, "Hedefimiz İran" diyordu! Bu hedef, yani IŞİD'in yok edilmesi, gerçekleşti ve bu büyük bir başarıydı. Bu, Amerikan planını tamamen boşa çıkardı ve yıllarca süren yatırımlarını heba etti. Arkadaşlar belki detayları bilmeyebilir. Onlar gerçekten bir ordu kurmuşlardı! Kendi ifadelerine göre, devrim karşısında devlet kurmayı, toplum oluşturmayı başarmışlardı ve işi bitirdiklerini düşünüyorlardı. Ancak İslam Cumhuriyeti'nin müdahalesiyle bu plan sona erdi ve bu tek başına, orada harcadığımız maliyetin karşılığıydı.  Bunun yanı sıra, nihayetinde Filistin ve Hizbullah’ı güçlendirmeyi başardık ve onları, artık bize bağımlı olmamaları için yeterince güçlendirdik. Bugün Hizbullah tamamen bağımsız ve kendi kendine yeten bir grup olmuştur. Gazze'de, örneğin, direnişin kendi tünellerinde roket ve füze üretimi yaptığını görüyoruz. Hizbullah, daha geniş bir alana sahip olduğu için bu konuda daha fazla güce ve donanıma sahip olmuştur. Hizbullah, siyasi ve kültürel güç kazanmış durumda. Bugün, tüm bu yıkımlara rağmen, Lübnan'da Hizbullah'a gösterilen ilgiye bakın! Savaş yüzünden büyük darbeler almış Lübnan halkı, hepsi Hizbullah bayrağı altında yuvalarına geri dönüyorlar. Bunlar, İslam İnkılabı’nın stratejik ve kültürel derinliğinin meyveleridir. Hizbullah, Lübnan’da böyle bir duruma gelmiştir. Kimse Hamas’ı, İslami Cihad’ı, Hizbullah'ı ya da Ensarullah'ı ortadan kaldıramaz. Bu gruplar halk ile özdeşleşmiştir. Bu halklar; kendilerini savunmak için gereken ekipmanları yapmak için bilgi ve teknolojiye sahip, olgunlaşmış ve donanımlı halklardır.’ 

Soru: Mevcut koşullar göz önüne alındığında, direnişi desteklemek daha zor hale geliyor gibi görünüyor; doğru mu? 

Dr. Ahmediyan: ‘Evet, daha zor hale geliyor. Tabii ki birçok dönemde işimiz daha zor oldu, bazı dönemlerde ise daha kolay oldu; bu doğal bir şey, ilk günden bugüne hep böyle oldu. Ama ilk olarak şunu söylemek gerekir ki, bugün Hizbullah, Hamas ve İslami Cihad, doğrudan ve fiziksel desteğimize pek de bağımlı değiller. Bakın! Biz hiç Gazze’de Hamas ile doğrudan bir bağlantı kurabildik mi? Hiçbir zaman kuramadık, her zaman İsrail’in engelleri ve onun müttefikleri durumu kontrol ediyordu. Şu anda bizim Yemen ile doğrudan kara bağlantımız var mı? Deniz yolu da ablukada. Ama Yemen halkı her gün bir şeyler yapıyor ve bin kilometre menzilli füzeler üretiyor! Bu gerçekten bir mucize. Biz bile uzun bir süre boyunca roket üreticisi olabilmek için çok zaman harcadık, ama Yemenliler kısa bir sürede bunu başardılar ki, bu da İslam İnkılabı’nın bereketlerinden ve başarılarından biridir. İslam İnkılabı, inanç temelli olarak gittiği her yerde, o ülkenin halkını geliştiriyor, onları olgunlaştırıyor ve onurlandırıyor; tıpkı Firavun gibi onları bağımlı ve zayıf yapmıyor. Firavun şöyle derdi: *فَاستَخَفَّ قَومَهُ فَاَطاعوه; (4) kavminin aklını çeldi ve ona itaat ettiler; bugün Amerika'nın uydu devletleriyle yaptığı da tam olarak budur. Fakat İslam İnkılabı, Hz. Musa ve diğer peygamberler gibi, başkalarını geliştiriyor (ülkelerin ve toplumların rüşdüne vesile oluyor). Suriye, bizden önce Sovyetler Birliği'yle kaç yıl birlikteydi? Uzun bir süre Sovyetlerle birlikteydi ve fakat hatta bir tank parçası üretme teknolojisini bile Suriye’ye vermemişlerdi! Fakat İslam İnkılabı ile kurulan ilişki sayesinde, Suriye füze üreticisi oldu. Sonuç olarak, direniş, hayatta kalabilmek için bize bağımlı değildir. Bununla birlikte, İran ile Direniş ve Hizbullah arasındaki ilişki asla kesilmeyecektir.  Bunlar düşmanın psikolojik operasyonlarıdır. Şeytanın işi korkutmak: "Şeytan size fakirlik vaad eder ve sizi kötülüklere sevk eder." (5) İsrail’in stratejisi, Müslümanları zayıflatma ve aşağılamak üzerine kuruludur. Maalesef içerde bazıları da bu düşmanın psikolojik operasyonlarına teslim oluyorlar. Yani, dikkat etmeden, sürekli olarak İsrail’in istediği şeyi yapıyorlar; yani zayıflık yaymak; bu da düşmanın stratejisinin gerçekleşmesine yardımcı oluyor.  Bazıları ise kötü niyetle, bazıları da özel hedeflerle sorular soruyorlar, mesela "Sadık Vaat 3 ne oldu, şimdi mi vuracaksınız, yoksa yarın mı vuracaksınız?" Sorun net; bu konuda askeri bir mantık var; ne zaman gerekirse vururuz, ne zaman düşman daha fazla acı çeker ve milli çıkarlarımıza hizmet ederse vururuz. Duygusal bir şekilde hareket edilemez ve edilmemelidir. Sadık Vaat 1 ile 2 arasında ilk darbenin zayıflıkları analiz edildi; düşmanın kapasitesi de değerlendirildi, bu yüzden ikinci sefer daha etkili oldu. Bunlar akıl, tedbir ve mantıkla, yani bahsedilen gerçekçilikle alakalıdır.  Düşmanın psikolojik savaş oyunlarından biri de şudur: "Eğer vurmazsanız, kesinlikle korkuyorsunuzdur!" Ardından, içimizden bazıları, dün şehadet meydanlarında olan, bugün de her gün şehit düşen, peş peşe şehit olan büyüklerimizi suçlamaya başlarlar; "Korkaklar" diye. Bu, talepkârlık değildir; bu, istemeden düşmanın psikolojik operasyonunun tuzağına düşmektir, çünkü sonucunda istenen şey gerçekleşir, yani zayıflık ve korku yaymak. Eğer biz korksaydık, diğerleri gibi İsrail ve Amerika'ya karşı durmaz, halkımızın ideallerini ve çıkarlarını onlara satardık. Her dönemde, koşullar farklıdır, durumlar değişir; bunları görmek ve ona göre karar vermek gerekir.  Bence, bugün psikolojik ve medya operasyonları sahasında, savunmada değil, taarruzda olmamız gerekiyor. Gerçekler gösteriyor ki, bugün bize bir saldırı olursa, hatta "nizama karşı" olduklarını iddia eden veya açıktan karşı duranlar bile, ülkelerini savunmak için sahaya çıkarlar.  İkincisi, stratejik açıdan kim başarısız oldu? Son dört yüz beş yüz gün içerisinde "Aksa Tufanın"dan sonra, siyonist rejimin durumu ne oldu? Dünya çapında resmen tanınan geçici siyonist rejim; bugün işgalci, soykırımcı ve apartheid rejimi olarak tanımlanıyor ve başbakanının tutuklanması talep edildi. Filistin halkı ise, bu toprakların asli sahipleri olarak ve işgale karşı bir özgürlük hareketi olarak tanındı. Küresel kamuoyu ve hatta birçok resmi kurum, Filistin’in Filistinlilere ait olduğunu ve İsrail’in yetmiş yıldır işgal yaptığı savını savunmak zorunda kaldı.  Gerçek şu ki, bugün İsrail çaresiz durumda, yaptığı tüm bu eylemlere rağmen güvenliği yok, meşruiyeti yok, içindeki ayrılıklar oldukça arttı ve ekonomik durumu çok kötü. Bazı Batılılar diyor ki, bu Gazze ve Lübnan’daki çocuklar, Yahya Sinvar veya Seyyid Hasan Nasrallah gibi olacaklar. Yani, genel hareket, Direniş Cephesi’nin ve İslam İnkılabı’nın zaferi yönündedir. İslam İnkılabı güç kazanmıştır. İsrail zayıflamıştır.’ 

Soru: Bu açıklamalarınıza göre, yani İran İslam Cumhuriyeti’nin İsrail rejimiyle mücadelesindeki ana dayanağı, yalnızca askeri mücadele değil, halkları ve İslam dünyasını güçlendirerek bu rejimle mücadele etmektir diyebilir miyiz? 

Dr. Ahmediyan: ‘Evet, aynen öyle. Filistin halkı, kendini savunma gücüne sahip olmalı, kendisine yönelik saldırılara cevap verebilmelidir. İsrail, doğası ve yapısı gereği çöküş potansiyeline sahip bir devlettir. İsrail’in kalıcı olma potansiyeli yok, çünkü sahte bir devlettir. Son bir yılın olayları bu yolu çok iyi bir şekilde gösterdi. İsrail, tüm dünya halklarının gözünde çöküş yaşadı ve küresel düşünceler değişti. Bugün, İsrail’i reddetmeyen kimse yoktur, İsrail’in meşruiyetsizliğini ve Filistin’in haklılığını onaylamayan kimse yoktur. İsrail, sahte meşruiyetini ve kabulünü kaybetti, işgalcilik, soykırım ve apartheid gerçeği açığa çıktı. Genel hareket budur. 

Salı, 24 Aralık 2024 04:04

Ganimet Zamanı!

 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Afganistan ve Irak işgallerinden beri Genişletilmiş Orta Doğu’da Amerikan düzenindeki dikenleri ayıklayan ve İsrail için çevre temizliği yapan muhteşem katkılar sunan manevraları onu Bilad-i Şam’da söz sahibi yaptı. Fakat perde yeni açılıyor. Daha düzen kurulmadı! Kurulursa da nasıl bir düzen olacağı her şeyden daha önemli hale gelecek.


 [Suriye’yi birlikte yıktık, yıkarken Halep sanayi kentini yağmalattık, yeniden inşa ederken de Türkçe bilen fikirdaş, duygudaş ve heveskâr İslamcı kadrolarla fethi temellendireceğiz! Ganimet ya Rasullah…]

Bilad-i Şam’a dair iç sesten sızıntılar…

Ağır mı oldu? Sanmıyorum.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Afganistan ve Irak işgallerinden beri Genişletilmiş Orta Doğu’da Amerikan düzenindeki dikenleri ayıklayan ve İsrail için çevre temizliği yapan muhteşem katkılar sunan manevraları onu Bilad-i Şam’da söz sahibi yaptı. Fakat perde yeni açılıyor. Daha düzen kurulmadı! Kurulursa da nasıl bir düzen olacağı her şeyden daha önemli hale gelecek.

Suriye, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) ve selefi cihatçı ortaklarının elinde kalırsa, “Cehennemin kapıları açıldı” diyerek yakınacağımız, onlarca yılın başındayız demektir.

Elbette yıkılmış bir rejim farklı etnik, dini ve mezhebi bileşenlerin korkularını diriltirken aynı zamanda her tarafa açılabilecek fırsat pencereleri sunuyor. Bu fırsat Suriye’de tüm farklılıkları içine alan demokratik-çoğulcu bir sistemin kurulmasına izin verirse ne ala! Lakin masadaki kumaştan bu elbise çıkmaz!

Azınlıklara “korkuya mahal yok” diyen ılımlı mesajlar, kurulacak rejimin rengine dair kaygıları gidermiyor. Tiyatronun profesyonelce kurgulanıp oynandığını herkes görüyor. Meşruiyet krizini aşmak, yaptırımlardan kurtulmak ve terör örgütleri listelerinden çıkmak için bu mesajları vermek zorundalar. HTŞ, Aleviler “kapı çalacak ve bıçak altına yatırılacağız” diye korkuyla beklerken sağda solda görülen infaz, yağma, darp, tehditler ve kutsallara saldırılar karşısında ‘düzen partisi’ rolünü de iyi oynuyor.

Colani geçen hafta güneyde Süveyde’den Dürzi heyetini kabul edip endişeleri dindirmeye çalıştı. Dün de Lübnan’da İlerici Sosyalist Partisi’nin doğal lideri Velid Canbolat ve Dürzi ruhani liderleri ağırladı. Bakalım bu kapı Alevilere de açılacak mı? O tarafla hesaplaşma arzusu sahile inen selefi cihatçı tayfanın hal, tavır ve kelamından fışkırıyor!

***

MİT Başkanı İbrahim Kalın’dan sonra Dışişleri Bakanı Hakan Fidan dün Şam’daydı. Fidan, Colani ile Halk Sarayı’nda görüşen ilk dışişleri bakanı oldu. Keyfi yerindeydi. “Başardık” der gibiydi. Colani’deki dönüşüm kravat detayıyla tamamlanmıştı. Colani’nin değişim hikayesinde Fidan’ın doğrudan rolü var. Bak bir makyaj nelere kadirmiş “Sayın Colani”. Şam’da ipleri eline alan HTŞ’nin meşrulaştırılması çabalarına bizzat öncülük eden Erdoğan’ın Colani’yi “Sayın” taltifiyle anmaması yakışık almazdı!

“Beni en çok sevindiren şeylerden biri, gerek İslam Dünyası gerekse Batıdan birçok ülkenin artık Sayın Colani ile irtibatlarını geliştiriyor olmasıdır. Bunlar yeni yönetime güvenin işaretidir” dedi.

Ama Colani’ye güvenli gidişi temin eden ilk vuruşun ABD’den geldiğini teslim etmek lazım. ABD Dışişleri Müsteşar Yardımcı Barbara Leaf, Şam’la diplomatik teması kuran ilk Amerikalı yetkili olurken Colani’nin kellesine konulan 10 milyon dolarlık ödül kaldırıldı. Türk-Amerikan-İngiliz ortak yapımı cihatçı hamle, ABD’ye Suriye’de hedeflerinin çoğunu sağladı. İran gitti, Hizbullah’ın ikmal hattı kesildi, işgalci İsrail ‘stratejik derinlik’ kazandı. Lübnan’da direniş nedeniyle ulaşamadığına cihatçılar sayesinde Suriye’de ulaştı.

Erdoğan neden “Sayın Ahmed el Şara” demedi, şaşırdım doğrusu. Acaba ağız alışkanlığı mı yoksa IŞİD, Nusra ve El Kaide ile iltisaklı hale gelmiş; Ebu Musab el Zerkavi ve Ebu Bekir el Bağdadi’nin yanında savaşmış Colani ismini temize çekmek daha mı efdal geldi? Belki de!

***

Colani’yle görüşen her bir heyet gönlündeki Suriye tarifini masaya bırakıp gidiyor. Kalın ve Fidan’ın bıraktığı tarifleri tarife gerek yok. Sakın ha özerklik falan olmasın! SDG’siz Suriye olsun!

Kürtlerin özerklik beklentisine odaklanıyoruz ama Dürzi ruhani lider Hikmet el Hicri de adem-i merkeziyetçi bir sistemi içeren yeni anayasa için tüm kesimlerin katılacağı bir konferans talep etti.

Coşkulu kutlamalardan sonra yavaş yavaş endişeli laikler, hassaten kadınlar kendi hayatlarını zehredecek geleceğe itiraz etmeye başladı. Açılmakta olan karanlık sayfaya karşı baskının gecikmeden kendini göstermesi çok önemli.

Yabancı heyetlerin kendi ajandaları bir kenara Suriyeliler için çoğulcu demokratik sistem önerdiklerini de görüyoruz.

Fakat “Ayinesi iştir insanın lafa bakılmaz” sözü sıra Şam’a gelince suya düşecek değil ya. Ziya Paşa’ya ayıptır yani.

Laftan öteye ilk atamalar Colani’nin Suriye’yi nereye götürmek istediğini gösteriyor. Ayrıca tek adam yetkisi kullanıyor. Vakti zamanında 123 ülkenin Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanıdığı Suriye Ulusal Koalisyonu ve ‘Suriye geçiş hükümeti’ Azez ve Çobanbey’deki ofislerini daha Şam’a bile taşıyamasa da Colani’nin kimseye danışmadan kendi adamlarını sağa sola atamasını ‘ya kritik zamanda kendi güvendiği isimlerle çalışması normaldir’ diyerek kendi kendini teselli edebilir. Fakat insanlığın kaderine hükmetmiş tecrübeler de ‘Nasıl başlarsa öyle gider’ diyor.

Kuşkusuz HTŞ’nin bütün Suriye’yi yönetecek ne kadrosu var ne de silahlı gücü. İllaki en yakınındaki cihatçı örgütlerden başlayarak yetki ve sorumlulukları dağıtacak. Başka şansı yok. Önceki gün silahlı grup lideriyle bir toplantı yapan Colani, Fidan’la basın toplantısında silahlı grupları içine alacak şekilde yeni savunma bakanlığının kuruluşunu yakında ilan edeceklerini söyledi.

***

HTŞ başta olmak üzere İslamcıların ağırlıkta olduğu silahlı grupların yeni Suriye ordusu olarak karşımıza çıkacak olması bir kenara ilk sivil kadrolar Suriye’nin başına örülmekte olan çorabı anlatıyor.

Sukur el Şam’ın lideri Ebu İsa el Şeyh, İdlib Valisi oldu. Sukur’uş Şam, İslami Cephe'nin kurucuları arasındaydı. Bu grup temsili demokrasi ve laikliği reddedip şura meclisini içeren bir şeriat devleti istiyordu.

Ahrar el Şam’ın liderlerinden Emir el Şeyh de Şam Kırsalı Valisi oldu. Ahrar el Şam’ın eski lideri Hasan Sufyan ise Lazkiye Valiliği’ne atandı. Katar-Türkiye ekseninden beslenmiş olan Ahrar el Şam, El Kaide lideri Eymen el Zevahiri'nin Suriye temsilcisi Ebu Halid el Suri tarafından kurulmuştu.

Cephet el Şamiyye’nin komutanı Azzam Garib, Halep Valisi oldu. Garib de yüksek lisansını Türkiye’de tamamladı. Suriye sahnesinde ‘Ebu el İzz Serakib’ takma adını kullanıyordu.

Tartus Valiliği’ne atanan isim Enes Ayrut. HTŞ’nin, şeriatın nasıl pratik bulacağına kafa yoran fetva kurulunda üyeydi.

Colani’nin Dışişleri Bakanlığı’na atadığı kişi Esad Hasan el-Şeybani, HTŞ’nin şura meclisindeydi ve İdlib’deki Kurtuluş Hükümeti’nde siyasi işler dairesi başkanıydı. Haseke doğumlu. Türkiye’de yüksek lisans yaptı. HTŞ’de "Zeyd el Attar” adını kullanıyordu. IŞİD’in Suriye yapılanması Nusra Cephesi saflarındaki kod adı ise ‘Ebu Ayşe’ idi.

Savunma Bakanlığı’na Hamalı Merhef Ebu Kasra atandı. ‘Ebu Hasan’ olarak tanınıyordu. HTŞ’nin üst düzey komutanlarındandı.

Ebu Kasra ilk mesajında Fırat’ın doğusunu hedef aldı. "Kürt halkı ile SDG arasında ayrım yapıyoruz. Kürt halkı, Suriye’nin diğer tüm bileşenleri gibi tam haklarını alacaktır. Ancak bölünme, federalizm veya benzeri projeler olmayacak. Suriye bir olarak birleşik kalacaktır" dedi.

Syria TV'ye göre yeni hükümet iç ve dış politikada hedeflerini belirledi. Birinci hedef, İran'ın Suriye'deki projesini sona erdirmek. İkinci hedef ayrılıkçı projelerle ilgili Türkiye'nin ulusal güvenlik kaygılarını gidermek. Mültecilerin döndürülmesi de hedefler arasında.

***

Hiçbir silahlı grup kalmayacak. Peki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) de Suriye Milli Ordusu gibi sisteme entegre edilecek mi? Fidan’ın yol haritası tam tasfiyeyi içeriyordu. Ayrıca Fidan son mesajlarında ABD’nin yaptırım tehditleri Kobani’ye harekâtın önünü kestiğinden SDG’yi halletme işini yeni Suriye yönetimine bıraktıkları izlenimi veriyordu.

İçeride konuşulan tam olarak nedir? Zorla silahsızlandırma mı, uzlaşarak entegrasyon mu? Eğer uzlaşma olmazsa yeni Suriye ordusu Fırat’ın doğusuna savaş mı ilan edecek? Bunu yapmaları Washington’ın tutumuna bağlı. ABD de Suriye’deki asker sayısını 900’den 2 bine çıkararak ‘Henüz buradayım’ dedi.

Amerikan nihai tutumu Şam’da iktidarın alacağı istikamete bağlı. Leaf’in Colani ile görüşmeden sonra ettiği şu laflar, ABD’nin yeni Suriye’de istediği garantileri aldığı zaman Fırat’ın doğusunda ‘çatışmasız bir sıfırlamaya’ göz yumulabileceğine işaret ediyor:

“Suriye'nin kuzeydoğusundaki Kürtleri örgütlenmeye ve kendilerini savunmaya iten koşullar dramatik bir şekilde değişti.”

Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un "Kürt grupları silahsızlandırılmalı ve ulusal güvenlik yapısına entegre edilmelidir" sözü de AB’deki yeni havayı yansıtıyor.

SDG Komutanı Mazlum Abdi kalıcı ateşkes için peşi sıra birkaç teklifte bulundu.

İlk teklif Süleyman Şah türbesinin eski yerine getirilmesiydi. Karşılık bulmadı.

Sonra Kobani’nin asker ve silahlardan arındırılmış bölgeye dönüştürülmesini teklif etti. Bu teklif ABD’nin Ankara’yı frenlemesine yaradı ama Fırat hattında çatışmasızlığı garantilemedi.

Abdi daha sonra PKK’li kadrolar dahil tüm yabancı savaşların kalıcı ateşkes olduğu zaman Suriye’den ayrılacağını söyledi.

Abdi son olarak France 24 kanalında, silah bırakmadan SDG’nin bazı özelliklerini korumak suretiyle Suriye ulusal ordusunun parçası olabileceklerini ve bunu yeni hükümetle görüşmeye hazır olduklarını vurguladı.

Beri tarafta Kürtler Şam’a ortak heyet göndermek istiyor ama Kürt Ulusal Konseyi (ENKS), PYD’nin olduğu daireye uzak duruyor. Bu konuda Şeyh Mürşid Haznevi de devreye girdi. Kamışlı’da görüşmeler yaptı. Kürt kaynaklara, 2005’de öldürülen babası Şeyh Maşuk Haznevi’nin adını taşıyan camideki hutbesinde ellerinde silah yoksa müzakerelerde başarılı olamayacaklarını belirterek “SDG sizin silahınızdır, vazgeçilmez kırmızı çizginizdir” diye çıkıştı.

SDG zorlu bir dönemece giriyor. Çatışma ya da uzlaşma!

***

Colani’yi yoğurma işinde Türkiye önde gidiyor. Colani, Fidan’ın yanında ilk basın toplantısında “Gerek bizim kontrolümüzdeki gerek PKK/YPG'nin kontrolündeki bölgelerde, hiçbir grubun elinde silah bulunmasını kabul etmemiz mümkün değil" dedi. Bu, Ankara’nın bölge politikasının Şam’a olduğu gibi transferidir. Suriye’nin stratejik denklemdeki yeni yeri, Türkiye’nin Batılı müttefiklerini de memnun ediyor. Ankara buradan yakaladığı manivelayı kullanıyor. Tabii bu işe yeni Osmanlıcılık sosu katmaları potansiyel olarak ters tepecek bir şey. Şam’daki geçici maslahatgüzar Burhan Köroğlu, Erdoğan'ın Şam'a gideceğini müjdelerken "Suriye ile Osmanlı dönemindekine benzer bir ilişkiye sahip olacağımızı da takdir ediyorum" demiş. İslamcı müttefiklerine güvenerek Arap milliyetçiliğinin kalbine paldır küldür gidiyorlar.

Fehim Taştekin

Pazartesi, 23 Aralık 2024 03:59

Tarih Boyunca Kadının Yeri

 İnsanoğlu bu dünyaya ayak basıp toplu olarak yaşadığı günden beri hem tabiî olarak meydana gelişi ve hem de toplumsal yaşamını sürdürmesi açısından kadın cinsine ihtiyaç duymuş, hiçbir zaman yaşam ve bekasında kadından ihtiyaçsız olmamıştır.

İster vahşî, isterse medenî beşer toplumu, yaşam yolunu sürekli örf ve âdetler, adilâne veya zalimane kanunlar gibi birtakım kuralların sayesinde kat etmiştir. İşte bu nedenle kadın cinsi hususunda da her kabile, her kavim, her soy ve her millet arasında özel birtakım kurallar uygulanmıştır.

Bir beşer toplumunda uygulanan bütün âdet ve kurallar; su, hava, bölge, muhit ve yaşam sabıkası şartları vs.nin birtakım tabiî etken ve şartlardan kaynaklandığı gibi, aynı şekilde tabiatta hüküm süren değişim ve tekâmül kanunu da, bir şekilde tabiatın ortaya çıkarmış olduğu toplumsal kurallarda kendini göstermekte ve etki bırakmaktadır. Kadın hakkında uygulanan kurallar da, bu genel hükümden istisna olmamış, insanoğlunun yaşam yolunda ilerlemesiyle değişim ve tekâmül göstermiş, mükemmelliğe doğru -elbette çok yavaş bir şekilde- ilerlemiştir.

Toplumda kadının konumunu, değişim ve tekâmülünü şu maddelerde özetlemek mümkündür:

Birinci Merhale:

Kadın, ilkel insan toplumlarında insan toplumunun bir parçası sayılmıyordu ve hiçbir şekilde toplumsal ağırlığa sahip değildi. Kadına karşı yapılan muamele, bir hayvana yapılan muamelenin aynısı idi.

İnsanoğlu, özel yaşam bölgesinde hedefi olan ve tabiî maksatlarını izleyen vahşî hayvanı istihdam ve istismar saikiyle ve ihtiyaçlarından dolayı istihdam eder ve insanî çıkarları doğrultusunda onu mülkiyetine geçirir, onun etinden, derisinden, yününden, kemiğinden, sütünden, kanından, güç ve kuvvetinden ve hatta dışkısından yararlanır ve onu toplumsal yaşamına sokup beslemesine rağmen ona hiçbir hak tanımaz.

İnsan, mülkiyetindeki evcil hayvanlarının yiyip içmesi ve çiftleşmesini sağlıyorsa ve onların ihtiyaçlarını gideriyorsa, onların da insan gibi şuurlu, iradeli ve canlı varlıklar olup belli bir hukuka sahip oldukları için değil, onlardan beklediği çıkarları içindir.

İnsanın istihdamındaki evcil hayvanlardan birine bir zarar dokundurulacak olur ve sonuçta o zararı veren kişi cezalandırılırsa, o kişinin o hayvanın sahibinin haklarından birini çiğnediği ve bu vesileyle bir suç işlediği içindir, o hayvanın insan toplumunda bir hukuku olduğu için değil.

İnsanoğlu kendi huzur ve rahatlığını temin etmek için her gün kimyasal ilâçlar kullanarak milyarlarca zararlı mikrop ve haşereleri ortadan kaldırmakta, beslenmek ve diğer ihtiyaçlarını gidermek için milyonlarca hayvanı öldürmekte ve bundan dolayı en küçük bir suç işlemiş olmak duygusuna kapılmamaktadır.

Kadın da, ilkel insan toplumlarında bu durumdaydı. Tarihin gösterdiği ve vahşî kavimler ile dünyanın bayındır bölgelerinde yaşayan insanların geriye bıraktıkları eserlerden anlaşıldığı gibi, insanoğlunun tarihinde çok uzun bir zaman -belki de milyonlarca yıl- boyunca kadın, insan toplumunda bir asalak hükmünde olmuş ve insan toplumunda hiçbir hakka sahip olmamıştır. Toplumdaki varlığı ve insanlar arasında korunmasının tek nedeni, toplumun haklarından yararlanmak değil, toplumun birtakım ihtiyaçlarını gidermek olmuştur. Yayla veya kışlağa göçtüklerinde eşyaları taşımak, yakacak toplamak, balık avlamak, erkeklerin evlerine hizmet, çocukları yetiştirmek ve hasta bakıcılığı yapmak gibi alçak ve değersiz işler kadının yapması gereken görevler olmuştur.

Kadın, babasının veya velilerinden birinin evinde olduğu müddetçe erkeğin malı sayılır, hiçbir şeye sahip olamazdı. Hatta özel elbisesi ve ziynet gereçleri bile ev reisine aitti. Hakkında ön görülen her türlü siyaset uygulanabiliyor, her türlü cezaya, hatta ölüm cezasına bile çarptırılabiliyordu. Bağış, hediye, borç ve ödünç olarak diğerlerine verilebiliyordu. Kocasının evine intikal ettiğinde de -ki elbette alış veriş şeklinde intikal ederdi ve bu gidişatın kalıntılarından biri de, günümüzde bazı yerlerde devam eden başlık veya süt parasıdır- babasının evinde kendisinden edilen yoğun istifadelere ilâveten erkeğin şehvetini gidermesi için bir alet oluyor, erkeğin cinsel ihtiyaçlarını gideriyordu. (Ne yazık ki hâlihazırda bile günümüz medenî toplumlarının köşe-bucağından, medenî şehirlerde tuvalet sorununu gidermek için umumî tuvaletlere ihtiyaç olduğu gibi cinsel ihtiyaçların giderilmesi için ve yine aile kurma gücüne sahip olmayanların veya gurbette olmaları ya da başka nedenlerden dolayı geçici olarak mahrumiyet yaşayanların vücutlarında toplanan şehvet maddesini defetmeleri için genel evlerine ihtiyaç olduğunu söyledikleri duyulmaktadır.)

Eski toplumlarda, erkek istediği kadar kadınla evlenebilir, kadının tam aksine bu konuda hiçbir sınırlamaya tâbi tutulmazdı. Boşama hakkı da kadının elinde değil, erkeğin elindeydi. Kadın her zaman erkeğin emri altında yaşar, mutlak surette erkeğin eğilimlerine feda olur, hatta umumî kıtlıklarda ve özel misafirliklerde kadının etinden yararlanılır, onun etlerinden rengarenk yemekler hazırlanır, misafirlere sunulurdu.

Kısacası, ilkel toplumlarda kadın insan şeklindeki hayvan gibiydi.

İkinci Merhale:

Kadının toplumdaki yaşamında, medenî milletler arasında medenî kanun ve kuralların ortaya çıktığı bir merhale vardır; medenî kanunlarla benzerliği olan Babil’deki Samurabi kuralı, eski Roma, eski Yunan kanunu, eski İran, Çin ve Mısır kuralları gibi.

Bu kanun ve kurallar arasında her ne kadar birçok farklılıklar varsa da, kadının insan toplumunda birtakım haklara sahip olduğu ve kadına yaşamını sürdüremeyen zayıf bir insan gözüyle bakılması konusunda ortak özelliğe sahiptirler.

Bu toplumlarda kadın, her zaman ve her durumda erkeğin velâyet ve yönetimi altında yaşamalıdır. Sürekli günlerini uyumluluk ve bağlılıkla geçirmeli, hiçbir istiklâli olmamalıdır. Ne yaşamında kendine bir yol seçmek veya serbest bir girişimde bulunmak için irade bağımsızlığına ve ne de az da olsa kendisine çalışmak, bir işinden kendisi yararlanmak, bir ücreti hak etmek, yargı makamlarında bir dava açmak veya tanıklıkta bulunmak ya da emir ve nehiy etmek için amelî bağımsızlığa sahiptir. Bu toplumlarda kadın, babasının evinde olduğu müddetçe babasına uyar, özellikle ona itaat eder. Babasının onun hakkındaki her türlü tasarrufu geçerlidir; onu kiminle evlendirirse, kime hediye ederse, hakkında hangi siyaseti uygularsa, itiraz edemez.

Kadının bu toplumda hiç kimseyle miras alma ve diğer aile hakları için şart olan resmî bir akrabalık bağı yoktur. Ne erkeklerle ve ne de diğer kadınlarla böyle bir hakka sahiptir. Sadece bazen babası, kardeşi ve oğluyla evlenmesini engelleyen tabiî bir akrabalık bağı vardır.

Elbette eski İran’da mahrem konumundakilerle de evlenilebiliyordu. Çin ve Himalya’nın etrafında ise tabiî akrabalık, sadece kadınla oluyor ve nispetler onda merkezleşiyordu. Bu da, bir kadının birkaç kocası olmasından kaynaklanıyordu. Onlardan bazıları arasında bu âdet, hâlâ bile sürdürülmektedir ve çocuk babası ve babasının babasıyla değil de annesi ve anne annesiyle tanıtılmakta ve soy silsilesi annelerle sayılmaktadır.

Bu millet ve kavimlerde kadın, bazen velisinin izniyle yaptığı bir iş veya evlilik mihri ile elde ettiği para dışında servet sahibi olamazdı. Eğer velinin kendisi kullanmasaydı, kadının geçimi velisinin kefilliği veya onun kayyımlık ve velâyetiyle idare edilirdi. İşte bu nedenle babası veya kocası kadını istediği gibi cezalandırma -hatta uygun görürse öldürme- hakkına sahipti.

Kadının en kötü durumu, yabancı bir erkekle çirkin bir ilişkide bulunduğu veya ay başı âdeti gördüğü -bu durumda ondan çirkin bir varlık gibi kaçınılırdı- ya da doğum yaptığı ve özellikle kız doğurduğu zamanlardı.

Kadın iyi bir iş yapsaydı, onun yarar ve övgüsü erkeğin olur, iyi mükâfatı erkeğe verilirdi. Fakat kötü ve çirkin bir iş yaptığında, o işten kendisi sorumlu tutulur ve o işin cezasını kendisi çekerdi.

Evet, bazen istisna olarak baba-evlâtlık şefkati veya karı-kocalık sevgisiyle vasiyet vb. yollarla ona bir mal verilir veya hakkında bazı özellikler tanınırdı. Fakat her durumda irade ve amelinde bağımsız değildi.

Bir benzetme yapacak olursak, bu millet ve kavimlerde kadın, yaşamını idare etme gücüne sahip olmayan, velilerinin velâyet ve kayyımlığı altında ve onlara uyarak yaşayan küçük bir çocuk gibiydi. Küçük bir çocuk, her ne kadar bir insan olsa da, fakat yine de irade ve amel bağımsızlığına sahip olamaz. Aksi takdirde düşünce zaafı ve irade güçsüzlüğü nedeniyle toplumun düzenini bozar, toplumun azalarını felç eder. İşte bu nedenle tedricen eğitilip toplumun bir üyesi olma liyakati bulmak için velilerine uyarak yaşamak, büyüklerinin emirlerine uygun olarak davranmak zorundadır.

Bu millet ve kavimlerde kadının konumunu kul ve köle hâlinde yaşayan, irade ve amel serbestliği nimetinden mahrum olan esirliğe de benzetebiliriz. Savaşta zafere ulaşan düşmana esir düşen bir köle, her ne kadar bir insan olsa ve insan vücudundaki bütün teçhizata sahip olsa da, ancak onun sonuçta fatih ve galip toplumun düşmanı olduğu, irade ve amel özgürlüğünün o toplumun yıkılmasına, parçalarının dağılmasına ve insanlığın yok olmasına yol açabileceği göz önünde bulundurarak, galip gelen toplumun hareketini normal olarak sürdürebilmesi için, onun amel ve irade özgürlüğünü elinden alarak zillet ve köleliğe düşürmeli, sulta altında tutmalıdır.

Aynı şekilde kadının şuuru zayıf, duygu ve şefkati kuvvetli olduğu için toplumun düşmanı sayılır; kadının irade ve amel bağımsızlığıyla topluma girmesi toplumu felç etmekten ve pişmanlıktan başka bir şey doğurmaz.

Eski medenî milletlerin ortak kanun ve kurallarında kadın bu konuma sahipti. Yahudilik ve Hıristiyanlık açısından ise, ellerinde olan İlâhî kitapları Tevrat ve İncil'e bakılacak olursa, kadının toplumdaki yeri, hemen hemen medenî milletler toplumunda olduğu gibi idi. Çünkü Tevrat ve İncil'de her ne kadar kadınlarla iyi geçinmek tavsiye edilmişse de, fakat bu mukaddes kitapların açıklamalarında kesin olan bir şey vardır. O da şudur: Kadın, kesinlikle erkeğin seviyesine ulaşamaz; kadının toplumsal ve dinî ağırlığı, erkeğin toplumsal ve dinî ağırlığından oldukça aşağıdır.[1]

İlâhî olmayan diğer dinlerde ise, kadının dini amellerinin ya hiç ya da pek önemli bir değeri yoktur.

Üçüncü Merhale:

İslâm’ın kadın için belirlediği makam ve mevkidir ki, bu makale de özetle bunu açıklamak için yazılmıştır. İslâm dini, kadını bir insan bireyi saymış, tam anlamıyla insan toplumunun bir parçası bilmiş ve ona bir insanın tesir, irade ve ameli miktarında insan toplumunda bulabileceği ağırlığı vermiştir.

İslâm’ın kadın hakkındaki görüşünün aydınlığa kavuşması için şunu hatırlatmamız gerekir ki, biz şimdi muhalif siyasî rüzgârlarının estiği, zıt ve çelişkili tebligat dalgalarının çarpıştığı bir ortamda yaşamaktayız. İçimize ıstırap, vahşet ve korku düşürerek doğru düşünmemize engel olmuşlar, bağımsız ve doğru düşünceye uyulması gerekir diye Allah vergisi olan fıtrî mantığımızı körü körüne taklide çevirmişlerdir.

Bir taraftan, ortaçağ kilisenin asırlar boyu sürüp giden diktatörce metodu, mantıksız ve zorba öğretileri, birçok düşünceleri canlı canlı toprağa gömdü; milyonlarca suçsuz canı işkence altında öldürdü; temelsiz ve gevşek teşkilâtının durum ve konumunu korumak için kendine en tehlikeli rakibi saydığı İslâm dinini her türlü iftirayla suçladı; izleyicilerine onu en çirkin inanç diye tanıttı ve bu kutsal dinin bütün güzel hakikatlerini en çirkin şekilde gösterdi. Kilisenin aşırılık ve saçmalıkları öyle bir yere ulaştı ki son asırlarda Avrupalılar, sanayi hareketiyle birlikte kendilerinde buldukları düşünce inkılâbıyla kilisenin dünyaya hükmeden gücünü alıp Roma kilisesinin dört duvarı arasında sınırladılar. Kilise inancının asırlarca saçmalıkları, zorlamaları ve zorbalıkları zihinlerinde öyle kötü bir etki bıraktı ki artık din gerçeklerini bir avuç hurafe saydılar, “din” terimiyle “körü körüne taklit” terimini eş anlamlı bildiler ve bu inanç hâlâ da devam etmektedir. Elbette kendi dinlerine karşı böyle bir duyguya sahipken o kadar kötü propagandadan sonra diğer dinlere ve özellikle İslâm dinine karşı nasıl bir duyguya sahip olacakları da besbellidir.

Bir taraftan, Avrupa milletleri ilim ve sanayide ilerlemeyle elde ettikleri büyük güçle dünyanın diğer kıtalarını fethetme, siyasî etkinliklerini, iktisadî güçlerini artırmak ve genişletmek için her vesileden yararlandılar ve nihayet tam bir muvaffakiyetle halkı, kendilerinin ilmî ve amelî üstünlüklerine ikna ettiler; Avrupa hayatı dışında bir hayatın hiçbir değeri olmadığına, bilgisiz ve cahil geçmişlerinin hurafelerini taklitten başka bir şey olmadığına inandırdılar. Böyle bir ortamda oluşan mantığa göre şuuru olan herkes, Allah vergisi olan mantığını ayaklar altına almalı, hiç itiraz etmeden ve sebebini aramadan Avrupa hayatını izlemelidir.

Batı propagandası tam bir muvaffakiyetle zihinlerimize şu mantığı işledi: Dünya ismi verilebilecek tek yer batıdır; insan denilebilecek tek kişi batılıdır ve insanı saadete ulaştırabilecek hayat da Avrupa hayatıdır. Aydınlarımızın mantığı budur. Din hükümlerimiz ve eski toplumsal kurallarımız, günümüz dünyasıyla bağdaşmaz. Bizim dünyaya yaraşan kanunlara ihtiyacımız var. Bu gün medenî dünya, falan metodu kullanmaktadır. (Bu cümlelerde dünyadan maksat batı ve dünya halkından maksat da batılılardır.)

Bir taraftan da şu acı gerçeği de itiraf etmek gerekiyor ki, biz bin yıllık iç çekişmeler, ihtilâflar ve yöneticilerimizin bencillikleri ve zevk u sefaya düşkünlükleri neticesinde düşünce bağımsızlığımızı tamamen kaybetmiş, özgür düşüncemizi ve Allah vergisi mantığımızı birtakım çürük ve içi boş kavmî taassuplara dönüştürmüşüzdür.

Bu etkenlerin bir araya gelmekle verdiği sonuç ve üzerimizde bıraktığı etki, düşünce özgürlüğü ve taklit bağlarını koparma adına Allah vergisi mantığımızı bir kenara bırakarak tamamen batılıları taklit etmeye koyulmamız, onların söz ve hareketlerini izlemekten başka bir şeye girişmememiz olmuştur.

Bu cümleden olmak üzere, kendimize ait hakikatlerin açıklanmasını, maneviyatımızın tefsirini ve öğretilerimizin beyanını da onlardan istedik, kendi öz malumatımızı onlardan öğrendik. Oysa onların bizim İslâm gerçeklerimiz hakkındaki bilgileri, ortaçağa ait eski bilgiler ve çirkin hatıralar veya yazılarını incelediğimizde Haçlı Savaşları dönemi rahipleri ve yazarlarına yüzlerce rahmet göndermemizi gerektirecek müsteşriklerin acayip incelemelerinden ibarettir. Örneğin bu müsteşrikler, “Muhammed yedi yaşında Hatice’yle evlendi. Ömer’den sonra Ali hilafete geçti. Kâzimeyn şehrinde Şiîlerin on birinci imamı defnedilmiştir…” diye yazmışlardır. İşte bu mantıkla da kadının İslâm’daki yerini tanıtmış ve İslâm’da kadının toplumsal haklardan tamamen yoksun bir hâlde esir olarak yaşadığını, irade ve amel özgürlüğünden mahrum olduğunu, miras ve şahadette erkeğin yarısı konumunda olduğunu (o da uygulamada değil, sadece sözde) söylemişler, kadının sürekli eve hapsedilmesi gerektiğini, okur-yazarlık nimetinden mahrum bırakılması gerektiğini ve ara sıra zaruret gereği dışarı çıktığında da önüyle arkasının seçilmeyeceği siyah bir çarşafa bürünmesi gerektiğini dile getirmişlerdir!

Bu durumları ve bunların doğuracağı felâketleri göz önünde bulundurduğumuzda bu meselede ve diğer temel dinî meselelerde İslâm’ın görüşünü açıklarken sağa sola koşmadan veya şunun bunun sözünü dinlemeksizin özgür düşünceyle ve Allah vergisi mantığımızla mümkün olduğu kadar dinî açıklamalara müracaat ederek bu hakların birbirleriyle ilişkilerini ve temel dayanaklarını tespit etmemiz gerekiyor.

İslâm Kanunlarının Genel Kaynakları

Şüphesiz, insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliği, onun düşünmesidir. İnsan bu vesileyle duyu organlarının elde ettiği şeyleri genelleştirerek bu küllî malumatı özel bir şekilde düzenleyip bunlardan küllî sonuçlar alır ve böylece meçhulleri keşfeder.

Her ne kadar insanın, yaşamı doğrultusunda çok iyi yararlandığı birçok duyguları varsa da, ancak insanın canlı özelliğini göz önünde bulundurarak bütün bunların düşünce mekanizması düzeni altında etkilerini göstermesi gerekmektedir. Yoksa bütün hayvanlar, bu duygulara sahiptirler; hatta bazıları bazı açılardan insandan çok daha güçlüdürler.

Kur’an-ı Kerim, birçok ayette insana akıl verdiğini bildirerek onun üzerine minnet bırakmakta, insanı duygu ve düşüncelerinden sorumlu tutmaktadır:

“Sizi yaratan, size işitme (duyusu), gözler ve gönüller veren O’dur.” (Mülk, 23)

“Doğrusu kulak, göz ve gönül, bunların hepsi o (yaptığı)ndan sorumludur.” (İsra, 36)

Bu ilkeye dayanarak, insana has teçhizin ürünü ve bu özel ağacın meyvesi olan insan toplumunu duygu ve hislerin isteklerine değil, düşünme özelliğine bağımlı kılmış, toplumsal kanun ve kuralları akl-ı selimin teşhisine ait bilmiştir. Sonuçta, toplumun fertlerinin çoğunun isteklerine ters düşse bile aklın, hakkaniyetini teşhis ettiği hüküm ve kuralların toplumda uygulanmasını gerekli görmüştür. Çünkü insan, saadeti doğrultusunda hayvanî eğilimlerinin değil, nev'î vicdanının (aklının) saadet noktası olarak teşhis ettiği şeyi hedef edinmelidir.

“Gerçeğe ve doğru yola götüren bir kitap…” (Ahkaf, 30)

“Eğer hak, onların keyiflerine uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur, giderdi.” (Mü’minun, 71)

İslâm'a göre insanlık, seçkin bir birimdir; erkek ve kadın her ikisi de insandır ve erkeklikle dişilik açısından farklı olmalarına rağmen insanlık açısından bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü ister erkek olsun, ister kadın her insan, erkek ve dişi iki kişinin cinsel ilişkisinden meydana gelmektedir.

“Ben, sizden erkek-kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz.” (Âl-i İmran, 195)

“Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız (günahlardan) en çok korunanınızdır.” (Hucurat, 13)

İşte buna dayanarak kutlu İslâm dini, kadını da erkek gibi insan toplumunun kâmil bir parçası bilmiş, her ikisini de eşit olarak bir bütünün iki parçası saymış ve erkeğe tanıdığı düşünce ve amel özgürlüğünü kadın için de tanımıştır. Ancak bir kişinin toplumun kâmil bir parçası olması, onun, toplumun diğer her bir parçasının sahip olduğu her hakka ve her meziyete sahip olmasını gerektirmiyor. Çünkü cüz ve parça olmakla birlikte, fertlerin ve cüzlerin toplumsal mevki ve ağırlıklarının farklı olması, onların farklı toplumsal haklara sahip olmasını gerektiriyor. Tarihin de gösterdiği gibi, insanlık tarihinde sürekli toplumlar olmuş, erkekler de onun cüzleri ve parçalarını oluşturmuşlar, fakat bununla birlikte hiçbir zaman bilgin bir adamın konumu cahile verilmemiş, güçlü ve denenmiş bir erkeğin vazifesi tecrübesiz ve güçsüz bir kişiye bırakılmamış, zalim ve takvasız biri adil ve takvalı birinin yerine geçirilmemiştir.

Evet, toplumun bütün fertleri kanun karşısında eşit olmalıdırlar; fakat bu eşitlik, kanunun uygulanması açısındandır (yani adaletle davranılması açısındandır), toplumsal mevki ve ön görülen haklar açısından değildir. Yoksa nasıl olur da bir toplumda amir ile memur, küçük ile büyük, akıllı ile akılsız, bilgili ile bilgisiz, zalim ile takvalı bütün toplumsal özelliklerde eşit olsun da, buna rağmen toplum hayatını sürdürüp de dağılmasın?!

Buna göre, insan toplumunun bir parçası olmakla nasıl ve hangi nitelikte bir parça olmak iki farklı konudur. Dolayısıyla bu ikisini birbiriyle karıştırmamak gerekir. İnsan toplumunun durumunu tamamen göz önünde bulundurmak, onun azalarında toplumsal adaletin uygulanmasını ve herkesin hak ettiği kadar haklardan yararlanmasını gerektirir.

***

İslâm dini, kadına toplumda nasıl bir yer vermiştir? İşaret ettiğimiz gibi, İslâm güneşi bu dünyanın bulanık ufkundan doğup parlak ışığıyla dünya ve dünyada yaşayanları aydınlığa kavuşturduğunda dünya birbirinden tamamen farklı iki gruba ayrılmıştı:

Bir grubu medenîydi; Büyük Roma İmparatorluğu, İran Şahlığı, Mısır, Habeşistan, Hindistan ve Çin milletleri gibi. Bu milletler arasında kadın bir esir hükmündeydi. Düşünce ve amel özgürlüğüne sahip olmayan, toplumun genel meziyetlerinden tamamen mahrum olan bir insandı. Miras almaz, işine saygı duyulmazdı. Yeme, içme, giyme, mesken, evlenme ve boşanma konusunda, muaşeret çeşitlerinde, mallarda tasarruf etmede ve diğer konularda hiçbir bağımsızlığa sahip değildi. Aldığı her nefes ve attığı her adım, erkeğin izniyle olmalıydı. Bir zulme veya tecavüze uğrasaydı, onun şikâyetini erkekler etmeli, davasını erkekler açmalıydı; kadının davasına, tanıklığına ve sözüne itina edilmezdi.

İkinci grup, Afrika halkı ve bayındırlık bölgelerin köşe-bucağında yaşayanlar gibi geri kalmış milletler ve kavimlerdi. Bu kavim ve milletler arasında kadın insan bile sayılmıyor, toplumun asalağı kabul edilir, hayvanların, sömürülmüş ve hizmete geçirilmiş varlıkların safında yer alıyordu. Yük taşır, avlanır, erkeklere hizmet eder, çocukların terbiyesiyle uğraşır, hasta bakıcılığı yapar, kocalarının veya onların istedikleri kimselerin şehvet ateşini söndürür ve bazen de kıtlık döneminde ve büyük misafirliklerde onun etiyle beslenilirdi.

İslâm’ın zuhurunun genel muhiti ve Arabistan yarım adasının özel muhitinin o günkü umumî durumu böyleydi. O bölgenin halkı genellikle çöl hayatı yaşadığından ve yine dışarıdan Büyük Roma, İran, Habeşistan ve Mısır milletleriyle sınırlı olmalarından ve içeriden de Yesrib ve etrafındaki Yahudilerle, Yemen ve Irak Hıristiyanlarıyla haşır-neşir olmalarından ve büyük çoğunluğu putperest olduğundan dolayı yaşam şekilleri bu milletlerin örf ve âdetlerinden oluşmuş ve herkesin gidişatından bir pay almıştı.

Tıpkı Roma, İran ve diğer milletler gibi kadını toplumun genel haklarından mahrum eder ve ona karşı hiçbir toplumsal saygı göstermezlerdi. Bedevî âdetleri nedeniyle kadını esasen alçaklık ve utanç kaynağı bilip, kızdan nefret etmeleri dışında, hatta Temimoğulları kabilesi, kızları diri diri toprağa gömerlerdi. Nitekim Kur’an-ı Kerim de özellikle bu iki konuya itiraz etmektedir: “Onlardan birine kız (çocuk) müjdelendiği zaman içi öfkeyle taşarak yüzü simsiyah kesilir, kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir, onu horlukla tutsun mu, yoksa onu toprağa mı gömsün (diye düşünceye dalardı)! Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!” (Nahl, 58-59) “Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: 'Hangi suçla öldürüldü?' diye” (Tekvir, 8-9)

Tavsif ettiğimiz böyle bir ortamda, İslâm dini, kadını insan toplumunun gerçek bir parçası ve mükemmel bir üyesi kıldı. Onu esirlikten kurtardı, ona irade ve amel özgürlüğü verdi. Kadını erkekle ölen tabakanın miras bıraktığı servete ortak kıldı. O da babasından, kardeşinden, amcasından, dayısından, diğer akrabalarından ve eşinden miras alır oldu. Kendisi için meşru olan her işi ve her türlü yaşamı seçmede ona serbestlik tanıdı. İşine toplumsal saygınlık ve değer verdi. Haklarını talep etmek için yetkili mercilere doğrudan müracaat etme hakkını verdi. Hakkı çiğnendiğinde dava açabileceğini, tanıklıkta bulunabileceğini bildirdi. Ve hayatın genel hatlarını belirleyen bütün bu merhalelerde erkek için kadın üzerinde hiçbir türlü velâyet ve kayyımlık tanımadı. “Kadınların kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur.” (Bakara, 234) “Ana babanın ve akrabaların geriye bıraktıklarından, azından ve çoğundan kadınlara da pay vardır.” (Nisâ, 7)

Resulullah’ın (s.a.a) sireti de, bu konunun cüz'î örnekleriyle doludur; fakat bu makalede onları genişçe nakletmeye fırsatımız yok.

Erkek Haklarına Kıyasla Kadın Haklarının Dengelenişi

Kadının mirastan aldığı pay erkeğin aldığı payın yarısıdır. “Allah size çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki katını tavsiye eder.” (Nisâ, 11)

Bu konuda her ne kadar kadının payı erkeğe nazaran daha aşağı bir seviyede tutulmuşsa da, ancak bu eksiklik başka bir yolla giderilmiştir. Şöyle ki, kadının nafakası (geçim masrafları), erkeğin üzerine bırakılmıştır. Dolayısıyla bu alanda İslâm’ın temel görüşünü inceleyerek gerçek maksadın ne olduğunu anlamak gerekir.

Şüphesiz kadında his ve duygu ruhu, akletme ve düşünme ruhuna galiptir. Kadının bütün hâl ve amelleri çeşitli ince şefkat ve duyguların mazhar ve cilvegâhıdır. Ancak erkek, yaratılışı gereği bu halet-i ruhiyenin tam karşı noktasında yer almıştır. Konunun başında değinildiği gibi İslâm dini, insan toplumunu düzene sokmada akıl ve düşünceyi duygu ve hislerden öne geçirmektedir.

İnsan toplumuna bütünsel bir bakışla baktığımızda, her asırda dünyadaki tüm servetler o asrın insanlarına aittir. O asrın insanları hayatta oldukları süre içerisinde ondan yararlanırlar. Öldükten sonra da onu kendilerinden sonrakilere (gelecek nesle) miras bırakırlar. Yani o tabaka yok olup gidince, normalde yarı yarıya kadın ve erkekten oluşan sonraki tabaka iş başına geçer ve bırakılan servetin üçte ikisini erkek, üçte birini de kadın alır. Ancak kadının nafakası erkeğin üzerine olduğundan kadının hakkı olan malın üçte birinde erkekler tasarruf edemez ve erkeklerin üçte iki payları erkekle kadın arasında yarı yarıya kullanılır ve sonuçta dünya servetinin üçte ikisinden kadınlar, üçte birinden ise erkekler yararlanırlar. Bu miktar, onların Kur’an-ı Kerim’de belirtilen paylarının tersidir: “Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır.” (Bakara, 227)

Böyle bir taksim gereğince, malikiyet, idare ve çalıştırma açısından erkek yeryüzünün servetinin büyük bölümüne sahiptir ve bunun yuları ona teslim edilmiştir; fakat kullanma ve yararlanma açısından servetin büyük bölümü kadının istifadesine sunulmuştur. Toplumsal adalet de, bunu gerektirir. Yani, servetin idare ve korunması akla ve ondan yararlanma ise duygu ve hislere bırakılmalıdır.

İşin saygınlığı, el emeğinin malikiyeti ve onda tasarrufta bulunma açısından İslâm dininde kadın tamamen bağımsızdır; hiçbir engelle karşılaşmadan veya erkeğin yönetim ve kayyımlığına girmeksizin amel ve iradesinde serbesttir.

Öğrenme, öğretme, terbiye, meşru toplumsal ilişkiler ve beğenilir muaşeret konusunda da kadınla erkek arasında en küçük bir fark yoktur; ziynetlerini ortaya koymama, kendini sergilememe, cilve yapmama ve erkeklerin şehvetini uyandırmama şartıyla kadın erkeklerle muaşerette serbesttir.

“Kadınların kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur.” (Bakara, 234)

İslâm açısından makam ve saygınlık ihtilâfının yegane kaynağı olan dinî ameller ve meziyetler hususunda da erkekle kadın arasında hiçbir fark yoktur. “Ben, sizden erkek kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz.” (Âl-i İmran, 195.) “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok korunanınızdır.” (Hucurat, 13.)

Hiçbir tabakaya özel bir ayrıcalık tanınmadığı bu konuda da İslâm açısından sadece takva ve dinî hizmetler muteberdir ve bu hususta da kadınla erkeğin hiçbir farkı yoktur; takvalı bir kadın, takvasız bin erkekten daha saygın ve üstündür.

Nikâh ve evlilik konusunda da kadın istediğiyle evlenmekte serbesttir. Fakat miras farzları ve yine evlilik ölçüleri soy ve akrabalık esasına dayandığından kadın aynı zamanda birden fazla erkekle evlenemez, diğer erkeklerle karı-koca ilişkisi kuramaz. Fakat erkek eşleri arasında adaleti gözetme şartıyla birden fazla kadınla evlenebilir. İnsan toplumlarının tabiatı ve karşılaşılan beklenmedik olaylar üzerinde düşünüldüğünde bu hükmün doğruluk ve sağlamlığı ve mantıklı olduğu açıklık kazanmaktadır. Çünkü insan toplumunda kadınla erkeğin sayı bakımından eşit olduğu farz edecek olursak (nitekim çoğu sayımlar bunu gösterir), eğer belli bir yılı başlangıç tutar, o yılla diğer yıllarda dünyaya gelen erkek bebeklerle kızları ayrı ayrı toplarsak, erkek çocukların bir grubunun tabiî veya kanunî mükellefiyet yaşına erdiği ilk yılda evleneme şartlarına sahip olan kızların erkeklerden kaç kat fazla olduğunu görürüz.

Diğer taraftan, kadınların az bir grubu dışında çoğunluğu elli yaşından sonra doğuramazlar; oysa erkekler genelde ömürlerinin sonlarına kadar çocuk yapma gücüne sahiptirler. Toplumda erkeklerle kadınların sayı bakımından eşit olduğu ve erkeğin bir kadından fazlasıyla evlenmesinin yasaklanması varsayımında sürekli birçok yetenekler iptal olacaktır.

Bunların dışında can alıcı savaşlar, zor ve tehlikeli işler gibi sürekli karşılaşılan beklenmedik tabiî olaylar sayısız miktarda erkeğin canını almakta, sonuçta çok sayıda kadınlar dul ve evlenme çağındaki birçok kızlar kocasız kalmaktadır. Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesinin yasaklanması durumunda iffet perdelerinin yırtılması ve meşru olmayan çocukların dünyaya gelmesi kaçınılmaz olacaktır.

Nitekim birinci ve ikinci dünya savaşısın sonuçları bu konuyu ispatlamıştır. Bu savaşlardan sonra durum öyle bir yere vardı ki kocasız kadınlar sonunda Alman devletinden İslâm dininde olduğu gibi bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine müsaade etmesini ve böylece kocasız kadınların sorunlarının halledilmesini istediler; gerçi bu istekleri kilisenin muhalefetiyle reddedildi.

Bu olay gösteriyor ki kadınların, erkeklerin birkaç kadınla evlenmelerine muhalefetleri tabiat ve fıtrata değil, örf ve âdete dayanmaktadır. Yine bu olay, bu İslâmî hükme, “Erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesi hükmü, toplumda kadınların duygu ve hislerini yaralamış, kalplerini kırmış, onlarda intikam hissini uyandırmış ve birçok tatsız olayların kaynağı olmuştur” şeklindeki itirazlara da en güzel cevaptır. Çünkü bu ve benzeri olaylar, ihtiyaç duyulduğunda ve kadınların evlenebilmek istediklerinde koca azlığıyla karşılaştığında bütün bu muhalif düşüncelerin muvafık düşüncelere dönüşeceğini ve bu hüküm karşısında teslim olunacağını ispatlamaktadır.

Ayrıca, birden fazla kadınla evlenme olayı İslâm dininden önce belli bir sınırla sınırlanmadan ve İslâm dininde de belli bir sınırla sınırlandırılarak uzun zamanlar uygulanmış, ama hiçbir zaman toplumun düzenini bozmamış, kayıtsızlık meydana getirmemiştir. Evli erkeklerle ikinci, üçüncü veya dördüncü karısı olarak evlenen kadınlar da, yerden bitmemiş veya gökyüzündeki başka kürelerden inmemişlerdir. Oysa bu itirazda bulunan kişinin iddiasına göre, tabiat ve fıtratları gereğince erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine muhalif olan kadınlardı.

Yine İslâm dini erkeğin aynı zamanda birden fazla kadınla evlenmesini farz kılmamış, erkeğin onlara karşı adaletsiz davranmaktan korkmadığı ve aralarında adaleti uygulayabileceği durumda birden fazla kadınla evlenmesini caiz görmüştür. Bütün bunlarla birlikte İslâm dininde kadının, kocasının başka bir kadınla evlenmesini engelleyebilmesi veya bu durumda kocasını kendisini boşamaya zorlayabilmesi için bir yol bırakılmıştır. Bunun bir benzeri, boşamada da söz konusudur. Dinimize göre boşama hakkının ilk etapta erkeğin elinde olmasına rağmen kadın bir yola başvurarak boşama hakkını erkeğin elinden çıkarabilir veya zaruret durumlarını göz önünde bulundurarak bu yollara başvurarak bu hakkı kendi elinde tutup içini rahatlatabilir.

Evlilikte boşama yasası ve bunun yasama hasebince erkeğe verilmesi meselesi (gerçi kadın da özel birtakım yollarla gayr-i müstakim olarak boşama hakkını kendi eline geçirebilir), İslâm dinine has bir övünç kaynağıdır. Dünyanın medenî milletleri ve kanunlarla yönetilen devletleri, çektikleri birçok ıstıraplar ve uzun çekişmeler sonucu nihayet boşamayı yasallaştırmış, fakat boşama hakkını doğrudan doğruya hem erkeğe ve hem de kadına verdikleri için her yıl boşanma (özellikle kadınların isteğiyle gerçekleşen boşanmaların) oranının yükselmesiyle karşılamışlardır. Bu durum, bu devletleri sarsmış ve bunun bir çaresini bulmaya yöneltmiştir. Özellikle kadınların boşanma için ileri sürdükleri deliller -ki gazeteler ve dergilerde bunlara yer yer rastlarız-, İslâm’ın görüşünün metanetini güneşten daha fazla aydınlatmaktadır.

İslâm’da Kadınların Kısıtlandığı Konular

Geçen bahislerden anlaşıldığı gibi, İslâm’da kadın, hayatın çeşitli alanlarında ve toplumsal imtiyazlarda erkekten geri kalmamış, hiçbir durumda düşünce ve amel serbestliğini kaybetmemiş, erkeğin velâyet ve kayyımlığı altına girmemiştir. Bu alanda kesin olarak söyleyebileceğimiz şey, cinsel ilişki konusunda kocasına itaat etmesinin gerekliliğidir.

İslâm dininde tepeden tırnağa sevgi ve şefkatle dolu kadının sınırlılığı üç aklî alandadır. İslâm dini, bu üç alanı, duygu ve hislerden uzak tutulması gerektiği için, akıl ve düşünceye bırakmış ve üç başlık altına almıştır: “Hükümet, yargı ve cihad.”

Dinî açıklamalardan ve Resulullah’ın (s.a.a) sünnetinden anlaşıldığı kadarıyla İslâm toplumunda kadın, hükümet ve devletin başına geçemez, kadı ve yargıç olamaz ve doğrudan doğruya cihada katılıp savaşamaz.

“Süs içinde yetiştirilen ve mücadelede belirgin olmayanı mı (Allah’ın çocuğu yaptılar)?” (Zuhruf, 18) “Erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler.” (Nisa, 34) Bu üç konunun düşünme ruhuyla ilişkisi, bunların duygu ve hislerin müdahalesiyle zayi oluşu o kadar açıktır ki hiçbir bahis ve araştırmaya gerek yoktur ve kesin tecrübe, bu konuda en küçük bir şüpheye yer bırakmamalıdır. Nitekim dünyanın medenî milletleri, birkaç yüz yıl içinde kadın ve erkeği takriben bir safta kılmış ve bütün gücüyle kadın ve erkeği eğitip terbiye etmeye çalışmış, sonuçta binlerce ve milyonlarca bilgin ve becerikli kadınlar yetiştirmiş, mucitler ve toplumsal dahiler takdim etmişlerdir. Fakat hâlâ yöneticiler, hükümet başkanları, yargıçlar, kanun koyucular ve askerî komutanlar listesinde kadınların sayısı erkeklerle eşit olmamıştır ve hatta erkeklerin sayısına oranla kayda değer bir sayıya ulaşmamışlardır.

Hiç unutmuyorum, son Dünya Savaşı'nın başlarında savaş Fransa topraklarına uzamış, Fransa topraklarının bir bölümünde savaş tüm şiddetiyle sürüyordu. Gökyüzünden ateş yağıyor, yerden kan fışkırıyordu. Fakat tam bu sırada Fransa Genel Kurmayı'nın yüksek rütbeli üyelerinden biri olan Fransalı bir kadın -gazetelerde yazıldığı üzere-, önünde makas işareti bulunan güzel bir kadın şapkası buldu!

[1]– Fransa Dinî Kurultayı, Miladî 586 yılında kadın hakkında uzun tartışmalardan sonra, kadının da bir insan olduğuna, fakat erkeklere hizmet için yaratılmış olduğuna karar verdi. Yaklaşık yüz yıl öncesine kadar İngiltere'de de kadın, insan toplumundan sayılmıyordu. Yine çoğu eski dinler, kadının amelinin Allah katında kabul olmadığını söylüyordu. Eski Yunan'da diyorlardı ki: Kadın, şeytanın meydana getirdiği bir çirkinlik ve pisiliktir.

Allâme M. Hüseyin Tabatabaî

  Hz. Fatıma (s.a) Mekke’de Hz. Peygamberin (s.a.a) evinde dünyaya geldi. Ancak Şia ve Sünni kaynaklarında dünyaya gelişi hakkında farklı görüşler vardır. Ehlisünnet tarihçileri, Hz. Fatıma’nın (s.a) doğumunu Allah Resulü’nün (s.a.a) Bi’set’inden (peygamberliğinden) beş yıl önce ve Kâbe’nin yenilendiği yıl olarak kaydetmiştir.  Ama Kuleyni, "Usul-u Kâfi" kitabında şöyle yazmaktadır: Hz. Fatıma’nın (s.a) viladeti Bi’set’ten beş yıl sonra gerçekleşmiştir. Yakubi ise şöyle yazmaktadır: Hz. Fatıma (s.a) vefat ettiğinde (şehit olduğunda) yirmi üç yaşındaydı. Dolayısıyla, doğumu Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bi’set yılında olması gerekir. Aynı zamanda bu görüş, Şeyh Tusi’nin Hz. Fatıma’nın (s.a) Hz. Ali (s.a) ile evlendiğinde yaşının (Hicretten beş ay sonra) on üç olduğunu belirttiği görüşle de uymaktadır.Vahiy evinde dünyaya gelen Hz. Fatıma (s.a) değerli babası ve İslam peygamberinin yanı başında, yüce insani derece ve fazilete ulaşmıştır.

Peygamber efendimizin sevgili kızı, Ehl-i beyt'in ilk imamı  Hz. Ali (a.s) ile evlenerek o hazretin samimi ve sefa dolu evinde, eşlik ve annelik görevini en iyi şekilde yerine getirerek, Hz. Hüseyin, Hz. Hasan ve Hz. Zeyneb gibi yüce şahsiyetler yetiştirmiştir.
Hz. Fatıma (s.a) dünya kadınlarına örnek teşkil ettiğinden hadis ve rivayetlerde, dünya ve ahiret kadınlarının en üstünü olarak tanıtılmıştır. İran'da islam inkılabından sonra, o hazretin mübarek viladet yıldönümü, 'Dünya Kadınlar ve Anneler Günü' olarak kutlanmakta, aynı zamanda İslam İnkılabının kurucusu rahmetli imam Humeyni'nin de doğum gününe denk gelmektedir.

İmam Hamanei, Hazreti Fatıma'nın (s.a) kutlu doğum günü nedeniyle bugün Tahran'daki İmam Humeyni (r.a) Hüseyniyesi'nde bir grup Ehlibeyt (s.a) mersiyehanı ile görüştü.

Ehl-i Beyt (s.a) mersiyehanlarına seslenen İmam Hamanei, “Mersiyehanlık önemli bir açıklama aracıdır. Şüphe uyandırmak düşmanın temel amaçlarından biridir ve bugün bir açıklamaya ihtiyacımız var. Sizler Ehl-I Beyt (s.a) mersiyehanları olarak bu büyük işi yapabilecek olanlar arasındasınız” dedi.

İmam Hamanei'nin konuşmasının önemli başlıkları şöyle: 

Hazreti Fatıma (s.a) hak yolunda direniş, cesaret, açık sözlülük, mantık ve muhakeme gücü konusunda tüm insanlık için mükemmel örnektir.

Düşmanlar toplumda korku, nifak ve ümitsizlik yaratmaya çalışmaktadır. Şeytan’a itaat edenlerin özelliği abartı ve yalan söylemedir, çözüm ise cihad-ı tebyin, gerçekleri açıklamak ve kabul edilebilir mantık sunmaktır.

İran İslam Cumhuriyeti'nin bölgedeki herhangi bir eylem için vekil bir güce ihtiyacı yoktur. Yemen'in, Hizbullah'ın, Hamas'ın ve İslami Cihad'ın savaşı ve mücadelesi iman gücüne dayanmaktadır.

Siyonist rejimin Hamas ve Hizbullah'ı yok etmeye yönelik hedeflerinden hiçbiri gerçekleşmemiştir.

Bölgenin şerefli ve asil milletleri, Allah'ın izniyle bu alçak rejimi ortadan kaldıracak ve bölge için daha güzel bir yarın oluşturacaktır.

Yabancı hükümetlerin yardım ve planlamasıyla isyancı bir grup, Suriye'nin iç zayıflıklarından yararlanarak bu ülkeyi kaosa sürüklemeyi başardı.

Amerika'nın bölge ülkelerine yönelik ikili planı vardı, bu, zorbalıkla uzlaşan otoriter bir bireysel hükümeti hakim kılmak ya da eğer bu mümkün olmazsa o ülkede kargaşa ve kaos yaratmaktır. Onların Suriye'deki planları kafa karışıklığına ve kaosa yol açmış, şimdi de Amerika, Siyonist rejim ve müttefikleri, zafer duygusuyla şeytanın dostları gibi saçma sapan konuşmaya başlamışlardır.’

İmam Hamanei, ABD’li bir yetkilinin üstü kapalı olarak “İran’da ayaklanmak isteyen herkese yardım etmeye hazırız” şeklindeki açıklamalarına değinerek, “Aptallar kebap kokusu almış gibi görünüyorlar ama İran milleti bu konuda ABD’nin paralı askeri olmayı kabul eden herkesi ayaklarının altına alacaktır.’

İmam Hamanei, bölgedeki gelişmelerle ilgili bir başka hususu da dile getirerek Siyonist unsurların zafer iddiasına, övünme ve abartmalarına değinerek şunları söyledi: ‘Zavallılar, hani nerede kazandınız? 40 bin kadın ve çocuğu bombalarla öldürmeniz ama savaşın başında belirttiğiniz hedeflerden bir tanesini bile gerçekleştirememeniz bir zafer mi? Hamas'ı yok edip Gazze'deki esirlerinizi kurtarabildiniz mi? Seyyid Hasan Nasrallah gibi büyük bir şahsiyetin şehadetine rağmen Lübnan Hizbullah Hareketini yok edebildiniz mi?’

İmam Hamanei, Hizbullah, Hamas ve İslami Cihat'ın da aralarında bulunduğu bölgedeki direnişin canlı ve büyük olduğunu belirterek Siyonistlere seslendi ve şu ifadelerde bulundu: ‘Siz galip değil, mağlupsunuz.’

İmam Hamanei, Siyonistlerin Suriye topraklarında ilerleyişinin ve işgalinin kendilerine karşı tek bir askerin bile direnememesinin sonucu olduğunu belirterek şunları söyledi: ‘Bu engel olmadan gerçekleşen hareket bir zafer değildir ve elbette, gayretli ve cesur Suriye gençliği sizi oradan çıkaracaktır.’

İmam Hamanei’nin bölgedeki gelişmelere ilişkin bir diğer açıklaması da İran'a karşı bölgedeki vekil güçlerini kaybettiği yönünde yürütülen psikolojik ve propaganda savaşına ilişkindi ve İslam İnkılabı Rehberi konuyla ilgili olarak şunları söyledi: ‘İran İslam Cumhuriyeti'nin bölgedeki herhangi bir eylem için vekil bir güce ihtiyacı yoktur. Yemen'in, Hizbullah'ın, Hamas'ın ve İslami Cihad'ın savaşı ve mücadelesi iman gücüne dayanmaktadır.

Yemen'de, Irak'ta, Lübnan'da, Filistin'de ve Allah'ın izniyle yakın gelecekte Suriye'de imanlı ve şerefli yiğitler ve İran İslam Cumhuriyeti zulme karşı cani Siyonist rejime karşı savaşmaktadır ve Allah'ın izniyle bu rejimi bölgeden temizleyeceğiz.

İmam Hamanei, bu sözleri siyasi bir söylem değil, somut gerçekler olarak nitelendirdi ve Hizbullah'ın güçlü, cesur ve onurlu hareketinin 1960'larda Lübnan'daki huzursuzluk ve iç savaşlardan yükselişine değinerek şu ifadelerde bulundu: ‘Bu tehdit ve güvensizliklerin ortasından Lübnan'da Hizbullah gibi büyük bir fırsat ortaya çıktı ve Seyyid Abbas Musavi gibi büyüklerinin şehit edilmesi gibi olaylar onu zayıflatmadığı gibi daha da güçlendirdi ve direnişin bugünü ve yarını da aynı böyle olacaktır.

 

Tehditlerden fırsatlar doğar ama bu, bilinç ve sorumluluk duygusuna sahip olmaya bağlıdır. Yarın bölge bugünden daha iyi olacaktır. Suriye'de de güçlü ve onurlu bir hareketin ortaya çıkacağını öngörüyoruz. Çünkü bugün Suriyeli gençlerin kaybedecek hiçbir şeyi yok, okulları, üniversiteleri, evleri, sokakları güvensiz, bu nedenle güvensizliği planlayan ve uygulayanlara karşı güçlü bir duruş sergilemeleri ve onlara galip gelmeleri gerekmektedir.’
 

İşgal rejimi askerleri; İsrail'in işgal ve saldırılarının son bulması için bir araya gelen Suriye halkına ateş açtı!


Suriye'de Esad hükümetinin devrilmesiyle eş zamanlı olarak İsrail ordusunun ülkeye saldırıları arttı.

Ülkenin askeri altyapı ve imkanları imha etmeye başlayan İsrail ordusu, Suriye toprağı Golan Tepeleri'ndeki işgalini genişletti.

Golan Tepeleri civarındaki tampon bölgeye giren  işgalci İsrail ordusu, işgali daha ileriye taşıyarak başkent Şam'ın 25 kilometre yakınlarına kadar sokuldu.

Son olarak İsrail ordusu, Suriye'de güneydeki Dera kentine bağlı Yermuk havzasında yer alan Cemle ve Maaraba köylerini de işgal etti.

Suriye’nin güneyinde bbir araya gelen topluluk İsrail işgal rejiminin eylemlerine karşı ayaklandı. Bölge sakinleri  İsrail'in ülke topraklarını işgalini protesto etti. Gösterilerde  "Defol İsrail" sloganları atıldı.

Gösteri sırasında İsrail güçleri, mevzilendikleri tepelerden kalabalığın üzerine ateş açtı. İşgal ordusunun saldırısında 1 kişi yaralandı.,

İsrail ordusu yaptığı yazılı açıklamada, Yermuk havzasındaki İsrail işgalini protesto eden sivillere ateş açtığını kabul etti.

Açıklamada, İsrail askerlerinin gösteriler sırasında "tehdit algıladığı" iddia edilirken, Suriyeli göstericilerden birinin bacağından vurulduğu kaydedildi.