کارگر

کارگر

Siyonist İsrail savaş uçaklarının Gazze kentine düzenlediği hava saldırılarında 2 Filistinli daha şehit oldu.


Gazze'deki El Ehli Baptist Hastanesi'nden bir kaynak, yaptığı açıklamada, soykırımcı İsrail'in, Gazze kentinin doğusundaki Şucaiyye ve Tuffah mahallelerine yönelik hava saldırılarında ölen 2 Filistinlinin cenazelerinin ve çok sayıda yaralının hastaneye getirildiğini söyledi.

Görgü tanıklarının ifadesine göre, katil İsrail ordusu, Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Meşru Beyt Lahiya bölgesinin batısındaki evleri yıkmayı sürdürdü.

Tanıklar, patlamaların şiddetli seslerini duyduklarını ve yıkım sonucu bölgeden yoğun duman bulutlarının yükseldiğini aktardı.

Soykırımcı İsrail ordusunun Gazze Şeridi'ne saldırılarında son 10 günde 422 Filistinli şehit oldu, 1738 kişi yaralandı.

Pazartesi, 16 Aralık 2024 05:01

Şeytanın Musallat Olma Aşamaları

  “Rahman olan Allah’ı anmayı görmezlikten gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz. Şüphesiz onlar bunları yoldan alıkoyarlar, bunlar da doğru yola eriştiklerini sanırlar.” Zuhruf, 36 – 37 

1 – Şeytanın siyaseti adım adım yaklaşmaktır: “Şeytanın izinden yürümeyin…” 1

 

2 – Birinci merhale vesvese telkin etmektir: “Nihayet şeytan ona vesvese verip…” 2

 

3 – İkinci merhale temas sağlamaktır: “…kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman” 3

 

4 – Üçüncü merhale kalbe nüfuz edip işgal etmektir: “O ki insanların göğüslerine fısıldar” 4

 

5 – Dördüncü merhalede ruhta kalıcı olmaktır: “…biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur” 5

 

6 – Beşinci merhalede insanı kendi hizbine nefer yapmaktadır: “Şeytan onları hâkimiyeti altına alıp…” 6

 

7 – Altıncı merhalede insanın velisi olur: “…onlara emredeceğim…” 7

 

8 – Yedinci merhalede insanın kendisi bir şeytana dönüşmektedir: “…insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık” 8

 

İmam Ali (a.s) Nehcu’l Belağa’da şöyle buyurur: “Şeytan gönüllerinde yuva yaptı, yumurtladı, civciv çıkardı, onları kendi eteğinde terbiye etti, büyüttü.” 9

 

Allah’ın Zikrinden Yüz Çevirmenin Neticeleri

 

Allah’ın zikrinden yüz çevirmenin neticeleri şu şekilde görülür:

 

1 – Hayır yolundan uzakta kalmak: “Şüphesiz onlar bunları yoldan alıkoyarlar…” 10

 

2 – Fikrî olarak yanlış düşüncelere dalarak hidayet yolunda olduğunu sanmak: “…bunlar da doğru yola eriştiklerini sanırlar.” 11

 

3 – Nasihat kabul etmemek: “Kendilerine öğüt verildiğinde öğüt almazlar.” 12

 

4 – Tövbe etmez çünkü kendisini yoldan çıkmış olarak görmez.

 

5 – Hayatını sıkıntı içersinde idame ettirir: “Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak…” 13

 

6 – Her kim dünyada gerçeği ve hakkı görmekten yana kör ise, ahirette de kör olarak haşredilecektir: “Kim bu dünyada körlük ettiyse ahirette de kördür.” 14

--------------------------------------------

1 Bakara, 168

2 Taha, 120

3 A’raf, 201

4 Nas, 5

5 Zuhruf, 36

6 Mücadele, 19

7 Nisa, 119

8 Enam, 112

9 Nehcu’l Belağa, 7. Hutbe

10 Zuhruf, 37

11 Zuhruf, 37

12 Saffat, 13

13 Taha, 124

14 İsra, 72

Günlerdir Şam sokaklarından, Suriye’den, Sednaya’dan yayın yapan gazeteler, televizyonlar böyle bir şey olmamış gibi davranıyorlar. Çünkü Suriye sahasında ABD-İsrail gerçekliği örtülmeye çalışılıyor.

 
Örneğin:

Suriye’ye dönüşler çığ gibi. Gerçek ise İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın önceki akşam TBMM Genel Kurulu’nda verdiği sayılarla ortaya çıkıyor: “Toplam 4 milyon 171 bin 415 yasal olarak kalan yabancı var. (…) Gönüllü, güvenli, onurlu geri dönüşlerle ülkesine dönenler 8 Aralık’ta Şam düştüğünde günlük 240’dı. Suriye özgürlüğüne kavuştuğunda günlük 1847 oldu.” Yani toplam dönen Suriyeli sayısı, 13 Aralık itibarıyla 7 bin 621’di.

Bir de Sednaya yalanları var. Yapay zekâyla yapılmış videolar dönüyor. Mustafa Armağan gibi sözde tarihçilerin ‘Sednaya’daki gizli tüneller’ diye paylaştığı yerler, İngiltere’nin Dover kasabasındaki kalenin içi çıktı.


Sednaya Hapishanesi Mahkumlar ve Kayıplar Derneği Başkanı Diab Serriya bile duruma isyan etti. Serriya, “Öncelikle, Sednaya Hapishanesi hakkında yayılan bu kemik öğütme veya mahkûmlara işkence için kullanılan pres iddiaları, tamamen yalan. Görsellerde gösterilen bu pres, aslında bir marangoz atölyesinin tahta presidir. 2008’den önce, Sednaya Hapishanesi'nde bir marangoz atölyesi bulunuyordu. Ancak isyan ve çatışmalar sonrası bu atölye kapatıldı. Bu pres kesinlikle mahkûmların cesetlerini öğütmek ya da işkence yapmak için kullanılmamıştır. İnternette, bu tip preslerin benzer modellerini kolayca bulabilirsiniz.” dedi.

Peki tüm bu yalanlar niye ortaya atılıyor?

Gizlenen, perdelenen gerçek ne? Şudur:

Suriye yönetiminin düşmesinden sonra İsrail, Suriye’de Golan Tepeleri’nden Şam’a kadar ilerledi. Arada yalnızca 15 kilometre var. İsrail’in Suriye’de el koyduğu alan, üç Gazze büyüklüğünde. Suriye’nin askerî altyapısını büyük oranda tahrip ettiler.

Dikkat ederseniz, günlerdir Şam sokaklarından, Suriye’den, Sednaya’dan yayın yapan gazeteler, televizyonlar böyle bir şey olmamış gibi davranıyorlar.

Çünkü Suriye sahasında ABD-İsrail gerçekliği örtülmeye çalışılıyor.

Son olarak HTŞ, Filistin direnişinin silahlarına el koydu.

HTŞ temsilcileri, Suriye'deki Filistinli gruplarla bir araya geldi. HTŞ, Filistinlilere artık silah, eğitim kampı ya da askeri karargâh bulundurmalarına izin verilmeyeceğini bildirdi.

Filistinli grupların yeni Suriye Devleti çatısı altında sadece siyasi çalışmalar ve hayır işleri yapabilecekleri bildirilirken, askeri oluşumların bir an önce feshedilmesi gerektiği iletildi.

El Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık (FHKC-GK), Saiqa ve Filistin İslami Cihad (FİC) Şehit Ali Esved Tugayı gibi Filistinli gruplar, on yıllardır Suriye'de Esad Hükûmeti’nin misafiri olarak varlık gösteriyordu.

Rus üslerini vurabileceklerini fakat tercih etmeyeceklerini belirten HTŞ Lideri Colani, konu İsrail olunca daha sakin bir üslup kullanıyor. “İsrail'in argümanları artık dayanaksız ve son ihlallerini haklı çıkarmıyor.” dedi, İsrail'in Suriye'de angajman sınırlarını aştığını ve bunun da bölgedeki gerilimi artırdığını söyledi.

Suriye'nin yıllarca süren çatışmalardan sonra tükendiğini vurgulayan Colani, bu aşamada önceliğin, daha fazla yıkıma yol açabilecek çatışmaların içine çekilmek değil, yeniden inşa ve istikrarı sağlamak olduğunu sözlerine ekledi.

Colani güzellemesi yapan, Suriye yalanlarına sarılan basının işte üzerine örttüğü gerçek tehdit bu:

ABD-İsrail saldırganlığı.

 Suriye'de yönetimi ele geçiren Heyet Tahrir'uş Şam (HTŞ), ülkede faaliyet gösteren Filistinli direniş örgütlerine silah bırakma ve askeri kamplarını kapatma talimatı verdi.Lübnan merkezli El-Ahbar'ın haberine göre, terör örgütü HTŞ lideri Ebu Muhammed Culani, Filistinli gruplarla bir araya gelerek ülkede artık silah, eğitim kampı ya da askeri karargah bulundurmalarına izin verilmeyeceğini bildirdi.

Filistinli grupların sadece siyasi çalışmalar ve hayır işleri yapabilecekleri iletildi.

Toplantıda yer alan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC), Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık (FHKC-GK), Es-Saike ve Filistin İslami Cihad'a (FİC) bağlı Şehit Ali Esved Tugayı gibi Filistinli gruplar, on yıllardır Suriye'de faaliyet gösteriyordu.

Direniş grupları Suriye'de IŞİD'e karşı mücadelenin ön saflarında yer almıştı.

Hamas ve El Fetih'e çağrı yok

Suriye'de silah bırakması istenen gruplar arasında Hamas ve El Fetih'in olmaması dikkat çekti. Hamas cihatçı grupların Esad yönetimini devirmesinin ardından yayımladığı mesajda “Suriye halkını özgürlük ve adalet isteklerine ulaştıkları için" kutlamıştı.

HTŞ lideri Culani'yse İsrail ile savaşılmayacağı ve asıl düşmanın Beşar Esad yönetimi, Hizbullah ve İran olduğunu belirtmişti.

Suriye'de yönetimi ele geçiren gruplara seslenen İsrail Başbakanı Netanyahu, "İran'ın Suriye'de yerleşmesine veya silahlarının Hizbullah'a devredilmesine izin verirlerse ağır bedel ödeteceğiz" demişti.

İsrail, Esad'ın yönetiminin düşmesinin ardından Suriye'de oluşan güvenlik boşluğundan yararlanıyor. İsrail güçleri, 8 Aralık'tan bu yana düzenlediği yüzlerce hava saldırısında, Suriye'ye ait önemli askeri tesisleri vurdu.

Hava savunma tesislerinden donanmaya gemilerine stratejik noktaları vuran İsrail, Suriye'nin askeri altyapısını büyük oranda kullanılamaz hale getirdi.

 Silahlı terörist grupların Şam’ı ele geçirmesini fırsat bilen İsrail, Suriye'ye saldırıları devam diyor. İsrail, Suriye'nin başkenti Şam ile Humus ve Dera kentlerine hava saldırıları düzenledi.
 

İşgalci İsrail ordusuna ait uçaklar, Şam'ın kuzeyindeki Beşşar Esed rejiminin işkence merkezi olarak bilinen Sednaya Hapishanesi çevresini kapsayan Telmunin bölgesi, ülkenin güneyinde bulunan Dera kentindeki rejim güçlerine ait silah deposu ve Humus şehrini hedef aldı.

Suriye'de 27 Kasım'da şiddetlenen çatışmaların ardından 8 Aralık'ta 61 yılık Esad hükümetinin düşürülmesiyle eş zamanlı, İsrail ordusunun Suriye’ye saldırıları arttı.

Suriye’nin askeri altyapı ve imkanlarını imha etmeye başlayan İsrail ordusu, Suriye toprağı olan Golan Tepeleri'ndeki işgalini genişletti.

Golan Tepeleri civarındaki tampon bölgeye giren İsrail ordusu, işgali daha ileriye taşıyarak başkent Şam'ın 25 kilometre yakınlarına kadar sokuldu.

İsrail, Suriye'ye ait Golan Tepeleri'ni 1967'den bu yana işgal altında tutuyor. İsrail ile Suriye arasında 1974'te imzalanan Kuvvetlerin Çekilmesi Anlaşması ile tampon bölge ve silahtan arındırılmış bölgenin sınırları belirlenmişti.

Siyonist rejimin, 435 gündür saldırılarını sürdürdüğü Gazze'de şehit sayısı 44 bin 930'a yükseldi.


Siyonist İsrail ordusunun Gazze Şeridi'ne 7 Ekim 2023'ten bu yana düzenlediği saldırılarda şehit olanların sayısı son 24 saatte 55 artarak, 44 bin 930'a yükseldi.

Katil İsrail'in 435 gündür saldırılarını sürdürdüğü Gazze'de şehit sayısı 44 bin 930'a yükseldi

Gazze'deki Filistin Sağlık Bakanlığından yapılan açıklamada, İsrail'in Gazze Şeridi'ne 435 gündür sürdürdüğü saldırılara ilişkin bilgi verildi.

Soykırımcı İsrail ordusunun son 24 saatte Gazze Şeridi'nin çeşitli bölgelerinde gerçekleştirdiği "2 katliamda" 55 kişinin şehit olduğu, 170 kişinin yaralandığı belirtildi.

Siyonist İsrail'in 7 Ekim 2023'ten bu yana Gazze Şeridi'ne düzenlediği saldırılarda şehit olanların sayısının 44 bin 930'a, yaralı sayısının da 106 bin 624'e yükseldiği kaydedildi.

Açıklamada ayrıca hâlâ enkaz altında ve yol kenarlarında ölülerin bulunduğu ancak İsrail güçlerinin engellemesi nedeniyle sağlık ekipleri ile sivil savunma görevlilerinin cenazelere ulaşamadığı yinelendi.

Çarşamba, 11 Aralık 2024 19:04

HTŞ İsrail’le savaşmayacak

İsrail, Beşar Esad Hukûmeti’nin düşmesinin ardından Suriye’yi işgale başladı. Stratejik noktalar bombalandı. Ülkenin askeri yetenekleri yok edildi. Sessizliği nedeniyle eleştirilen Heyet Tahrir Şam (HTŞ) Lideri Ebu Muhammed el Cevlani ise sonunda konuştu: Savaşmayacağız


İHeyet Tahrir Şam (HTŞ)'ın lideri Ebu Muhammed el-Cevlani salı akşamı İngiliz kanalı Sky News'a konuştu. Müttefiklerine dostluk ve güvence mesajları gönderdi. İsrail'in devam eden işgaline karşı koymayacaklarını şu şekilde dile getirdi:

 
“Suriye yeni bir savaşa girmeyecek. İnsanlar savaştan yoruldu. Ülke yeni bir savaşa hazır değil.”

Gerçek ismi Ahmed Hüseyin el-Şara olan Cevlani, kendileri için asıl düşmanın direniş cephesi olduğunu şöyle açıkladı:

“Bizim için en büyük tehdit Hizbullah, Suriye'deki İran destekli milisler ve bugün gördüğümüz katliamları yapan rejimdi. Korkularımızın kaynağı onlardı. Dolayısıyla Suriye için çözüm onların ortadan kaldırılmasıdır. Mevcut durum paniğe geri dönülmesine izin vermeyecektir.”


Suriye'nin yeniden inşa edileceğini söyleyen 42 yaşındaki HTŞ lideri, Batılı devletlere şu ifadelerle güven vermeye çalıştı: “Onların korkuları Allah'ın izniyle gereksiz. Korku, Esad rejiminin varlığından kaynaklanıyordu. Ülke kalkınma ve yeniden yapılanma yolunda ilerliyor. İstikrara doğru gidiyor.”

NETANYAHU'DAN 'İYİ NİYET' MESAJI
Binyamin Netanyahu da aynı gün Suriye'de şekillenmekte olan yeni rejime bir mesaj göndererek Tel Aviv'in Şam ile “iyi ilişkiler” kurmak istediğini ancak İsrail'in tehdit edilmesi halinde saldırmaktan da çekinmeyeceğini söyledi.

Netanyahu'ya göre İsrail, Suriye'ye şu şartlar oluştuğu takdirde “ağır bedel” ödetecek:

“İran'ın Suriye'de yeniden güçlenmesi ya da İran silahlarının veya başka silahların Hizbullah'a aktarılmasına izin verilmesi veya bize saldırılması durumunda önceki rejimin başına gelenler bu rejimin de başına gelecektir.”

Tüm bu ifadelere rağmen “Suriye'nin içişlerine karışmak gibi bir niyetimiz yok.” iddiasında bulunan işgalcilerin lideri, İsrail Hava Kuvvetlerinin, Suriye ordusunun “askeri stratejik kabiliyetlerini” “cihatçıların eline geçmemesi için” bombaladığını öne sürdü.

BAŞAN OKU OPERASYONU
İsrail ordusu da Şam'ın düşüşünden beri savaş jetlerinin Suriye'ye 350'yi aşkın saldırı düzenlediği duyurdu, yıkımın bilançosunu açıkladı. Hava operasyonlarına Golan Tepeleri ve Suriye'nin güneyinin İncil'deki ismi olan "Başan Oku" adı verildi.

Ordu, eski Esad yönetiminin stratejik askeri kapasitesinin “yüzde 70-80'ini”, stratejik silah stoklarının ise “çoğunu yok ettiğini” ilan etti. Bu sağlamak için Suriye genelinde 320'den fazla hedefin vurulduğunu belirtti.

Açıklamada, Başan Oku operasyonunun ilk aşamasında Suriye hava savunma sistemleri etkisiz hale getirilerek savaş uçaklarına daha fazla özgürlük sağlandığını ifade edildi. Bunun ardından avcı jetleri ve İHA'lar Şam, Humus, Tartus, Lazkiye ve Palmira kentlerindeki hava üsleri, silah depoları ve silah üretim tesisleri vuruldu.

'HİÇBİR ŞEY KALMADI'
Ordu, hava saldırılarında çok sayıda uzun menzilli mermi, Scud, seyir, kıyıdan denize ve hava savunma füzelerinin yanı sıra savaş uçağı, helikopter, radar, tank, hangar ve daha fazlasının imha edildiğini bildirdi.

Reuters'a konuşan konuşan bölgesel kaynaklar ve eski Suriye ordusu subayları, daha da kötümser bir tablo çizerek “geriye hiçbir şeyin kalmadığını” belirtti.

Ordu ayrıca el-Beyda ve Lazkiye limanlarında Suriye donanmasına düzenlenen saldırılarda 15 geminin imha edildiğini bildirdi. İsrail Savunma Bakanı İsrael Katz önceki saatlerde, Lazkiye Limanı'na düzenlenen saldırının sorumluluğunu üstlenerek, Suriye'nin deniz filosunun yok edildiğini iddia etti.

İsrail'in Suriye sınırındaki tampon bölgeyi işgalini tamamlamaya yakın olduğunu kaydeden Katz, Suriyeli muhaliflere Netanyahu ile aynı tonda seslendi: "Kim Esad'ın yolundan giderse sonu onun gibi olur."

İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamanei, bugün İran’ın binlerce farklı kesimden vatandaş ile İmam Humeyni Hüseyniyesi’nde bir araya geldi.
 

İmam Hamanei'nin konuşmasının önemli başlıkları şöyle:

-Suriye'de yaşananların Amerika ve Siyonistlerin ortak planının ürünü olduğu konusunda şüphe olmamalıdır. Evet, Suriye'nin komşu hükümeti bu alanda bariz bir rol oynuyor ve oynadı ve oynamaya da devam ediyor. Bunu herkes görebilir ama asıl faktör, asıl komplocu ve ana kontrol odası ABD ve Siyonist Rejimdir. Bu konuda birçok kanıt mevcut ve bu deliller şüpheye yer bırakmıyor.

-Direniş ve direniş cephesi şudur: Siz ne kadar baskı yaparsanız o, o kadar güçlenir, siz cinayet işledikçe direniş cephesinin motivasyonu artar. Siz direnişle savaştıkça, direniş cephesi bir o kadar yaygınlaşacaktır ve Allah’ın izniyle direniş, eskisinden daha çok tüm bölgeyi kapsayacaktır.

-Direnişin ne demek olduğunu bilmeyen o cahil analist, direnişin zayıflamasıyla İran’ın da zayıflayacağını zannediyor ama Allah’ın izniyle İran güçlüdür ve daha da güçlü olacaktır.

- Elbette bahsettiğim bu saldırganların her birinin bir amacı var. Hedefleri farklı, bazıları Suriye'nin kuzeyinden, güneyinden toprak ele geçirmenin peşinde, Amerika bölgedeki varlığını güçlendirmenin peşinde, hedefleri bunlar ve zaman gösterecek ve Allah’ın izniyle bu hedeflerin hiçbirine  ulaşamayacaklar. Suriye'nin işgal altındaki bölgeleri, kararlı Suriyeli gençler tarafından özgürleştirilecek, bunun olacağından şüpheniz olmasın.

- Amerika’nın bölgeden ayağı kesilecek ve Allah'ın yardımıyla Amerika da direniş cephesi tarafından bölgeden kovulacaktır.

- Silahlı kuvvetlerin ve silahlı örgütlerin üst düzey yetkilileri bana “Lübnan konusunda, Hizbullah konusunda sabrımız kalmadı, izin verin gidelim” diye mektup yazıyorlar.

Şimdi bunu dayanamayan ve kaçan bir orduyla karşılaştırın. Ne yazık ki Tağut rejimi döneminde ordumuz böyleydi. İkinci Dünya Savaşı da dahil olmak üzere çeşitli savaşlarda düşmanların, yabancıların saldırılarına karşı durmadılar. Düşman o gün Tahran'ı almaya geldi. Direnemediler ve ayakta duramadılar. Ayağa kalkmadıklarında sonuç budur. Direnmek gerekir.

- Biz bu zor durumda bile hazırdık. Buraya gelip bana bugün Suriyelilerin ihtiyaç duyduğu tüm imkanları hazırladıklarını ve gitmeye hazır olduklarını söylediler. Siyonist rejim ve ABD Suriye semalarını kapattı, kara yollarını kapattı, imkân yoktu. Eğer o ülkede motivasyon aynı şekilde kalsaydı ve düşman karşısında söz sahibi olabilseydiler, düşman ne hava sahasını ne de kara yolunu kapatabilirdi. Onlara yardım edilebilirdi.

İran’ın IŞİD Zamanında Suriye’deki Varlığının Nedeni

- ŞİD fitnesi olayına gelince, IŞİD güvensizlik bombası demektir. IŞİD, Irak'ı istikrarsızlaştırmayı, Suriye'yi istikrarsızlaştırmayı, bölgeyi istikrarsızlaştırmayı, ardından asıl noktaya ve nihai hedefe yani İran İslam Cumhuriyeti'ne gelip İran İslam Cumhuriyeti'ni istikrarsızlaştırmayı amaçlıyordu. Bu, asıl ve nihai amaçtı. IŞİD'in anlamı budur.

- Biz oraya gittik, güçlerimiz iki sebepten dolayı hem Irak'ta hem de Suriye'de bulunuyordu. Bunun bir nedeni kutsal mekanları korumaktı. Çünkü onlar, maneviyattan, dinden, inançlardan bir o kadar uzak, kutsal mekanlara düşmandılar, yıkmak istiyorlardı. Bunu Samerra'da da gördünüz ve Amerikalıların yardımıyla Samerra'nın Kutsal Kubbesi'ni yıktılar, daha sonra Necef'te, Kerbela'da, Kazımeyn'de, ve Şam'da da bunu yapmak istediler. IŞİD'in hedefi buydu. Ehl-i Beyt'i seven onurlu bir mümin gencin asla böyle bir şeyin olmasına izin vermeyeceği açıktır, sebeplerden biri de buydu.

- Bir diğer neden ise güvenlik meselesiydi. Yetkililer, bu güvensizliğin burada durdurulmaması durumunda yayılacağını ve güvensizliğin güzel ülkemizi ele geçireceğini kısa sürede anladı. IŞİD fitnesinin yarattığı güvensizlik de sıradan bir şey değildi.

- İmam Ali (a.s) “Kendi evinde düşmanla çatışan bir millet aşağılanır, onu evinize ulaştırmayın” buyurmuştur. Dolayısıyla güçlerimiz gitti, önde gelen generallerimiz gitti, aziz şehidimiz Kasım Süleymani ve arkadaşları gitti hem Irak'taki hem de Suriye'deki gençler gitti. Önce Irak'ta, sonra Suriye'de kendi gençlerini örgütlediler, silahlandırdılar, IŞİD'in karşısına çıktılar, IŞİD'in belini kırdılar ve kazanmayı başardılar. Suriye ve Irak'taki askeri varlığımız, ordumuzu oraya o ülkenin ordusu yerine geçirmek için götürdüğümüz anlamına gelmiyordu.

- Bizim güçlerimizin yapabileceği ve yaptığı danışmanlık çalışmaydı. Danışmanlık yani ne demek? Önemli merkez ve ana üsler oluşturmak, stratejiler ve taktikler belirlemek ve gerektiğinde savaş alanına girmek ama en önemlisi o bölgenin gençliğini harekete geçirmek demektir, elbette gençlerimiz, besiclerimiz de (gönüllü güçlerimiz) sabırsız, istekli ve ısrarcıydı, birçoğu gitti.

-Şehit Süleymani Suriye'de kendi gençlerinden oluşan birkaç bin kişilik bir grubu eğitti, silahlandırdı, organize etti ve hazırladı.

- Tabi sonradan maalesef o ülkenin askeri yetkililerinin bir kısmı hata yaptı, sorun çıkardı ve ne yazık ki kendi çıkarlarına olan şeyden vazgeçtiler. IŞİD fitnesi bastırıldıktan sonra da güçlerin bir kısmı geri döndü, bir kısmı da orada kaldı.

- Bu olaylarda da vardılar ama dediğim gibi asıl savaşın o ülkenin ordusu tarafından yapılması gerekiyor. Başka yerden gelen Besic kuvveti, o ülkenin ordusunun yanında savaşabilir. O ülkenin ordusu zayıflık gösterirse bu besic bir şey yapamaz ve bu da oldu maalesef.

-Dayanma ve direniş ruhu azaldığında bu olur. Bugün Allah bilir ne zamana kadar devam edecek olan ve Suriye gençliğinin sahaya inip engelleyeceği Suriye'nin karşı karşıya olduğu bu felaketler orada gösterilen bu zayıflıklardan kaynaklanmaktadır.

-Müstekbir unsurlar Suriye'deki bu olaylardan sonra seviniyor, direnişten yana olan Suriye hükümetinin düşmesiyle direniş cephesinin zayıfladığını düşünüyor.

- Bunlar çok yanlış. Direniş cephesinin bu olaylardan dolayı zayıfladığını düşünenler direnişi ve direniş cephesini doğru anlayamıyorlar. Direniş cephesinin ne anlama geldiğini hiç bilmiyorlar.

- Direniş cephesi, kırılan, çöken, yok olan bir cephe değildir. Direniş bir inançtır, bir düşüncedir, kalple alınan kesin bir karardır, direniş bir mekteptir, bir inanç okuludur. İnsanların inancı olan bir şey, baskıyla zayıflamadığı gibi daha da güçlenir.

- Direniş cephesi kötülükleri görünce motivasyonu güçleniyor ve direniş cephesinin kapsamı genişliyor.

-Direniş cephesi budur. Direnip direnmeme konusunda şüpheye düşenler, düşmanın vahşi suçlarını gördüklerinde şüphelerinden çıkacaklar, zalimlere karşı göğsünü siper etmeden insanın yoluna devam edemeyeceğini, ayakta durması gerektiğini, direnmesi gerektiğini, direnişin bu olduğunu anlayacaklardır.

-Lübnan Hizbullah Hareketine baktığınızda görüyorsunuz, Hizbullah'ın başına gelen felaket bir şaka mıydı? Hizbullah Seyyid Hasan Nasrallah gibi birini kaybetti, bu küçük bir şey miydi? Hizbullah'ın saldırıları, Hizbullah'ın gücü, Hizbullah'ın güçlü yumruğu eskisine göre daha da arttı. Düşman da bunu anladı ve kabul etti.

- Onlar artık darbe vurduklarına göre Lübnan topraklarına girebileceklerini, Hizbullah'ı belirli bir yere, örneğin Litani Nehri'ne ilerleyene kadar geri püskürtebileceklerini sandılar ama gelemediler, Hizbullah direndi ve tüm gücüyle öyle şeyler yaptılar ki onlar gelip ateşkes istediler. Direniş budur.

-Burada bir soru ortaya çıkıyor. Suriye meselesine dair yaptığımız bu açıklamayla birlikte, acaba bu yıllar süresince biz Suriye’de var mıydık yok muyduk? Evet, vardık, bunu herkes biliyor. Türbe şehitleri, türbeyi savunan şehitler bizim de orada olduğumuzu gösteriyor.

- Biz Suriye hükümetine yardım ettik ama biz Suriye hükümetine yardım etmeden önce Suriye hükümeti bize kritik bir anda hayati bir yardımda bulundu. Bunu çoğu bilmez.

- Kutsal Savunma döneminde herkes Saddam için bir şeyler yaparken ve bize karşı çalışırken, Suriye hükümeti geldi ve bizim lehimize ve Saddam'a karşı büyük ve kararlı bir hamle yaptı. Bu hamle, parası Saddam’ın cebine giren, Akdeniz'e oradan da Avrupa'ya petrol götüren petrol boru hattını kesmekti. Dünyada bir kargaşa vardı. Bu petrolün akmasına ve paranın Saddam’ın cebine girmesine izin vermedi.

Suriye hükümetinin kendisi de bu petrol geçişinden para kazanarak yararlanıyordu ve bu paradan da vazgeçti. Tabii bizden bunun karşılığını aldı. Yani İran İslam Cumhuriyeti bu hizmeti karşılıksız bırakmadı. Önce onlar yardım etti.

- Suriye'deki olay yetkililerimiz ve her birimiz için bir derstir. Ders çıkarılmalıdır. Bu konunun derslerinden biri de ihmaldir, düşmanı ihmal etmek, ondan gafil olmaktır. Evet bu olayda düşman hızlı hareket etti ama bu düşmanın hızlı hareket edeceğini ve harekete geçeceğini olaydan önce bilmeleri gerekirdi.

- Biz de onlara yardım etmiştik. İstihbarat teşkilatımız birkaç ay önce Suriye yetkililerine endişe verici raporlar göndermişti, bu üst düzey yetkililere ulaştı mı bilmiyorum, ortada kayboldu. Ancak istihbarat yetkililerimiz onlara Eylül, Ekim ve Kasım aylarında arka arkaya rapor verdiklerini söylemişti.

-Düşmandan gafil olmamak gerekir. Düşmanı küçümsememeli, düşmanın gülüşüne de güvenmemeli, bazen düşman insanlarla hoş bir ses tonuyla konuşur, gülümseyerek konuşur ama arkasında hançer saklar ve fırsat bekler.

- Direniş cephesi zaferlerle gururlanmamalı, yenilgilerle de hayal kırıklığına uğramamalıdır. Zaferler ve yenilgiler vardır, insanların kişisel hayatı da böyledir. İçinde başarı ve başarısızlık vardır. Grupların hayatı da aynıdır, başarı da başarısızlık da vardır.

- Bir gün bir hareket işin başına geçer bir gün aynı hareket düşer, hükümetler ve ülkeler de böyledir. Hayatta inişler ve çıkışlar vardır, inişlerden çıkışlardan kaçınılamaz, zirvedeyken gururlanmamak gerekir. Çünkü gurur cehaleti doğurur. Kendini beğenmişlik insana, bir yerde düştüğümüzde ve başarısız olduğumuzda bunalıma girmememiz, hayal kırıklığına uğramamamız ve kalbimizin kırılmaması gerektiğini unutturur.

-İran İslam Cumhuriyeti bu kırk yılda çok büyük ve zor olaylarla karşılaştı. Gençler o günleri görmediler. Halk Tahran'da evlerinde otururken Saddam'ın Sovyetlere ait MiG-25 savaş uçağı üstümüzden geçiyordu. Durum çok korkutucuydu ve hiçbir şey yapamadık. Savunma yoktu, tesisler yoktu, bunlarla karşı karşıyaydık.

 

 

- İran İslam Cumhuriyeti bu çeşitli olaylarla, acı olaylarla karşı karşıya kaldı ancak İran bu olaylarda bir an bile pasif kalmadı. Mümin pasif kalmamalıdır. Pasiflik bazen olayın kendisinden daha tehlikelidir. Pasiflik, kişinin bakıp kalması ve hiçbir şey yapamayacağını düşünmesidir. Dolayısıyla pasiflik kişinin  pes etmesi anlamına gelir. Bu pasifliktir. Yani gurur, ilerleme ve başarının zehiridir. Başarısızlıklarda ve problemlerde de pasiflik zehirdir.

Çarşamba, 11 Aralık 2024 04:29

Suriye Dosyası-2 | HTŞ’nin Öyküsü

27 Kasım’da HTŞ önderliğinde Suriye’nin Türkiye sınırında yerleşik çetelerin başlattığı saldırı, on günde Esad yönetiminin devrilmesiyle sonuçlandı.


soL, “Suriye Dosyası” yazı dizisinde, bölgemizde çok önemli sonuçlar yaratacak olan bu tarihi süreci mercek altına alıyor.

Dün yayımladığımız “Esad yönetimi nasıl 10 günde devrildi?” başlıklı ilk yazımızda, 27 Kasım’da başlayan saldırı için aslında Ekim ayı ortasında yeşil ışık yakıldığını ve kamuoyu için sürpriz olsa da, hiçbir uluslararası aktör için sürpriz olmadığını anlatmıştık.

Bir okurumuzdan eleştiri aldık. Dünkü yazıda yer alan, Suriye, Türkiye, ABD, İngiltere, İsrail, Rusya, İran gibi tüm tarafların bildiği operasyonun kamuoyu için “tamamen sürpriz” olduğuna dair ifadeler hakkında okurumuz “Bu, soL okurlarına haksızlık. Tam da yazıda bahsedildiği gibi Ekim ayının ortasında soL, İdlib'deki cihatçıların saldırıya hazırlandığını ayrıntılı olarak yazmıştı” dedi.

Okurumuz haklı. 16 Ekim’de yayımladığımız “Suriye'deki cihatçılar İsrail saldırılarını fırsat bildi, silahlanıyor: Türkiye'nin tavrı ne olacak?” başlıklı haberimizde, 27 Kasım’daki “sürpriz” saldırının hazırlıklarının başladığını duyurmuştuk. soL okurlarının, “kamuoyu” genellememizi mazur görmelerini isteriz.

“HTŞ kimdir” sorusuna yanıt veren ikinci yazımız, Suriye’deki sürecin ve cihatçı örgütlerin tarihsel kökenine ışık tutuyor.

Olan biteni yakın zamanda takip etmeye başlayanlar, “nasıl” diye soruyor, “nasıl oluyor da, ABD’nin terör listesinde bulunan bir örgütün, başına 10 milyon dolar ödül koyduğu lideri, CNN’e röportaj verebiliyor?”

Ebu Muhammed el-Culani, veya, CNN ekranlarında kullandığı gerçek ismiyle, Ahmed Hüseyin el Şara. Heyet Tahrir’uş Şam’ın (HTŞ) lideri. 27 Kasım saldırısının “ekran yüzü”.

Oysa 2016 yılında örgüt, yine CNN ekranlarında boy göstermişti. O sırada örgütün adı El Nusra’ydı, Fetih el-Şam Cephesi diye değiştirmişlerdi. Değişikliği, örgütün liderlerinden Mustafa Muhammed, CNN’deki bir röportajla dünya kamuoyuna açıklamıştı.

2011’de çeşitli Arap ülkelerinde başlayan isyanlar kısa sürede emperyalizmin müdahalesiyle başka bir doğrultuda gelişmiş, Suriye’de Esad yönetimine karşı, başını Müslüman Kardeşler, yani İhvan’ın çektiği çok sayıda silahlı örgüt, ülkede terör estirmeye başlamıştı. El Nusra da bunlardan biriydi, El Kaide’nin Suriye koluydu. 2000’lerde Irak’ta ABD’ye karşı savaşmış El Kaide militanı Culani tarafından kurulmuştu.

2011’den itibaren Arap ülkelerinde ve Suriye’de olan bitenin “devrim” olduğu, bir “bahar havası” estiği öne sürülüyordu. soL, Suriye’deki grupların devrimci falan değil cihatçı olduğunu, üstelik ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler tarafından desteklendiğini anlatmak için büyük bir mücadele verdi.

Ama, unutuluyor. Kim kimdir, nereden gelmiştir, akıllardan çıkıyor. Uluslararası medya her şeyin üzerini boyayıp yeni bir ürün gibi yeniden tedavüle sokmayı başarıyor.

Bunların unutulması normal. Panzehiri, ezberlemek değil. Arkasındaki mantığı kavramak. HTŞ’yi anlatmaya, bu mantıktan başlamamız lazım.

‘Yeni Yönelim’

Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Batı’nın, Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı İslamcı militanları kullandığı, El Kaide’nin buradan çıktığı bilinir. Bu planı, Suudiler teklif etmiştir. Gidecek kadroları da, masrafları da kendilerinin karşılayacağını belirtmiş, sorumluluk üstlenmişlerdir.

Ama daha az bilinen, aşağı yukarı 2006 yılında, ABD’nin Ortadoğu politikasında çok büyük bir taktik değişikliğe gittiğidir.

ABD, 2001’de Afganistan’ın ardından 2003’te Irak’ı işgal ettiğinde, Saddam Hüseyin’e karşı sırtını yasladığı ve desteklerini aradığı en büyük kesim, Irak’ın Şiileriydi. Saddam devrildi ama Irak bir türlü dikensiz gül bahçesine çevrilemedi. Şiiler hükümetin başına geçmişti. Kürtler işgali başından itibaren desteklemişti. Ama Sünni nüfus arıza çıkarıyordu. ABD ordusu, bu unsurlarla boğuşuyordu.

Ancak bölgede ABD’nin diğer müttefiklerinin düşman sıralaması, tamamen farklıydı. 

İsrail, Sünnilerin bir tarafa bırakılıp, asıl Şiilerle savaşılmasını istiyordu. 2006’da Lübnan’ı işgal etmeye kalkışmış, bir Şii örgütü olan Hizbullah’ın direnişi karşısında bozguna uğrayıp utanç içinde işgali bitirmek zorunda kalmıştı. Gazze’de iktidara gelen Hamas, İran ve Suriye’den destek görüyordu.

Suudi Arabistan, zaten ezelden beri esas düşman olarak Şii İran’ı bellemişti. Ahmedinecad’ın başkanlığında İran üst perdeden çıkışlar yapıyor, nükleer çalışmalarını hızlandırıyor, bölgedeki ağırlığını artırıyordu.

Lübnan’daki egemen sınıf da Hizbullah’ın yükselişi karşısında düzenlerinin bozulacağını düşünüyor, Şiilerin etkisinden kurtulmak istiyordu.

Herkes, ABD’nin kapısını çalıyordu. 2006 yılının son aylarında, ABD hükümetinin Ortadoğu’daki dış politikasında makas değiştirildi. The New Yorker dergisinde Seymour Hersh’in kaleme aldığı “Yeni Yönelim” başlıklı, sürece katılmış çok sayıda ismin ifadelerini aktaran—ve bugünlerde geriye dönülüp okunmasını tavsiye ettiğim—makale sayesinde, bu değişikliğin mantığını biliyoruz.

Ortadoğu’da savaş politikası, ülkeleri bölüp kontrol edilebilir ufak devletçikler kurma politikası baki kalacaktı, ama yeni düşman olarak Şii güçler, özellikle İran, Suriye ve Hizbullah belirlenecekti. Bunlara karşı, Sünni oluşumlarla güç birliğine gidilecekti.

Bu çizgi değişikliğini Ocak 2007’de Senato Dış İlişkiler Komisyonu karşısında açıklayan, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice oldu. Rice, Ortadoğu’da “yeni bir stratejik eklemlenmeye” gideceklerini, “ılımlılarla aşırılıkçılar” arasında ayrım yapacaklarını, Sünni devletlerin ılımlı merkezler sayılacağını, İran, Suriye ve Hizbullah’ın çizginin öbür tarafında kalacağını ilan etti.

Planın esas mimarları, Bush’un Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Suudi güvenlik danışmanı Prens Bender bin Sultan’dı. Bu nedenle plan, Cheney-Bender planı olarak da anılıyordu.

Dick Cheney ve Prens Sultan, 1 Aralık 1990.

Kendilerine kurşun sıkanlarla el sıkışmak

Bu değişiklik, ortak düşman karşısında yeni bir “sıkı dostluk” yarattı: İsrail ve Suudi Arabistan.

Sahadaysa, yeni bir ortak belirlenmişti: El Kaide.

Irak’ta ABD’yle savaşmakta olan bu örgüt, esas olarak Suudilerden ve Katarlılardan destek buluyordu. Suudilerin yeni taktiği ABD’ye kabul ettirmesiyle birlikte, El Kaide de kendisine çizilen yeni sınırları anlamaya başladı.

ABD ve müttefiklerinin kafası çok netti. Bender bin Sultan ve Suudiler, Hersh’e konuşan bir ABD’li yetkilinin aktardığına göre, Beyaz Saray’a “Köktendincilerin üzerinden gözümüzü ayırmayız, bu hareketi biz yarattık, kontrol etmesini biliriz” mesajı vermişti: “Selefilerin sağa sola bomba atmasını istemiyor değiliz, mesele, bombaları kime attıkları—Hizbullah, Mukteda el Sadr, İran, ve bunlarla çalışmayı sürdürürse, Suriye.”

İsrail hemfikirdi. Hizbullah’a silah sağlayan Suriye’nin devrilmesi öncelikti. İsrail’in ABD Büyükelçisi Michael Oren, Beyaz Saray’a “El Kaide’yi Esad’a tercih edeceklerini” açıkça söylemişti. İsrail Savunma Bakanı Moşe Yalon da İran destekli cephenin El Kaide’den çok daha büyük bir tehdit olduğunu ilan etti.

El-Kaide ile kendisine bağlı bazı oluşumlar tarafından kullanılan Kara Sancak.

Bu yeni stratejinin dört ayağı vardı. İsrail, kendi güvenliğinin önceliğini dayatıyor, İran’la savaşılmasını istiyordu, Washington ve Riyad buna riayet edecekti. İkincisi, Suudiler Hamas’ı İsrail’e karşı saldırganlığı azaltmaya ikna edecek, karşılığında Filistin Özerk Yönetimi’ni El Fetih’le paylaşmalarını sağlayacaktı. Üçüncüsü, Bush yönetimi, İran’ın yükselişine karşı bölgedeki diğer Sünni devletlerle doğrudan çalışacak, bunları ikna edip güçlendirecekti. Dördüncüsü, Suudi Arabistan, Washington’ın onayıyla, Suriye’de Beşar Esad yönetimini güçten düşürmek için Sünni dinci yapıları kullanacak, para ve lojistik sağlayacaktı.

Yani HTŞ’nin öyküsü, İdlib’de başlamadı. 2011’de, sözde “Arap Baharı”yla da başlamadı. 2006’da başladı.

AKP’nin yüzüne gülen şans

Bu noktada bir parantez açıp, aktardığımız çizgi değişikliğinin, Türkiye ve AKP açısından ne anlama geldiğine de dikkat çekmekte yarar var.

Erdoğan 2002 seçimlerini kazanmadan önce defalarca ABD’lilerle görüşmüş, güvence vermişti. 2003’te ABD, Erdoğan’dan Irak işgaline katılmasını istemiş, Erdoğan da olur demiş, ama tezkereyi Meclis’ten geçirememişti. Kendini affettirmek için Amerikan gazetelerinde “Irak’ta düşen Amerikan askerlerinin ruhu için dua edeceğini” söylediği mektuplar yayımlatmış, ama Bush yönetiminin ağzında yine de buruk bir tat bırakmıştı.

2 Mart 2003 tarihli gazeteler.

Dikkat edilirse, AKP’nin bölgesel oyunlara dahil olma çabası, yeni-Osmanlıcılık politikasının ortaya atılması, 2007 sonrasıdır. ABD’nin yeni stratejisi, yalnızca Erdoğan’ın değil, Türkiye’nin istenen kıvama gelmesi yoluna taş döşeyen unsurların ayaklarının kaydırılmasının da önünü açmıştır. İçeride Ergenekon kumpaslarıyla AKP ve Gülenciler yeni ABD’ci yönelime dudak bükenleri tasfiyeye girişmiş, dışarıda Batı’nın “sevilen Sünni müttefikleri” olarak etki artırmaya çabalamıştır. 

Nitekim, Erdoğan’ın 2000’lerin sonlarında Beşar Esad’la yakınlaşması, tam olarak bu dönemin ruhundan kaynaklanır. Suudiler sopayı hazırlarken, Erdoğan Esad’a İran’dan uzaklaşıp Batı’ya yakınlaşma kapısını aralamıştır. Beşar Esad’ın da bu seçeneği çok sıcak karşıladığı ve hep Batı’yla uzlaşma aradığı unutulmamalıdır—işin bu kısmını, dizimizin üçüncü yazısında ele alacağız.

Yani, Erdoğan’ın ve AKP Türkiyesi’nin yükselişi, başından itibaren Şii karşıtı bir ABD-İsrail-Suudi ittifakının ürünüdür. AKP’nin İsrail sevdasının sebebini, buralarda aramak gerekir.

Parantezi kapatabiliriz.

Yeni görev sahası

2011’de “Arap Baharı” süreci başlayıp Suriye’de Hama’da, Humus’ta halk sokağa çıktığında, çok haklı talepleri dile getiriyorlardı. Kitle eylemleri yapılıyor, kısmi sonuç da alınıyor, kimi valiler ve yetkililer görevden uzaklaştırılıyordu.

Ama 2006’da kararlaştırılan “yeni yönelim”den beri fırsat kollayan ABD ve müttefikleri, düğmeye bastı. Suudiler ve Katarlılar’ın silah ve para sağladığı İhvancı ve El Kaideci çeteler Türkiye sınırından Suriye’ye sızdı. Cisr el Şuğur’daki ilk katliamdan itibaren Esad yönetimine muhalefetin sesi kitle eylemlerinden, silahlı çetelere geçti. 

Culani, işte bu aşamada görevlendirildi. Suudilerin “biz yarattık, kontrol etmesini biliriz” dediği El Kaide tarafından Suriye’ye gönderildi, El Nusra Cephesi’ni kurdu. Bombaları, istenilen hedefe, Suriye devletine atacaktı.

2011-2015 arası, soL ekibinin mesaisinin önemli bir kısmı, Türkiye’de bu çeteleri “devrimci” diye pazarlamaya çalışanlara karşı gerçekleri yazmakla geçti. Bugünden geriye bakılınca nasıl bir aymazlık olduğunu hissetmesi zor, ama AKP cenahı harıl harıl çeteleri eğitip donatırken, Ufuk Uras, Foti Benlisoy gibi karakterler, niye Esad’a karşı bu çetelerin desteklenmesi gerektiğini propaganda ediyordu. Bu yüzden soL’un arşivi, El Nusra’nın faaliyetlerine dair sayısız haber ve analizle doludur.

Örgüt savaşın ilk yıllarında Türkiye’de cirit atıyor, Reyhanlı’da suikast girişiminde bulunuyor, Reyhanlı katliamında rol oynuyor, Adana’da polise iki kilo sarin gazıyla yakalanıyordu. Girdikleri köylerde Alevileri katlediyor, sonra da ABD basınına “Alevileri cezalandıracağız” diye açık açık söylüyordu.

The Economist’in sorularını yanıtlayan bir El Nusra’lı, Suriye’de Şeriat devleti kurmak istediklerini ve bunu gerçekleştirdiklerinde Alevileri “cezalandıracaklarını” söyledi. “Ilımlı Sünnilerin” de şeriat kurallarına bağlı olacağını ifade eden militan, kadınların beyninin erkeklerin beyninden küçük olduğunu savundu.

Liste çok uzun. Ama Türkiye hükümeti, bu ilk yıllarda Nusra’yla ilişkisini açık etmemeye gayret ediyordu. Çünkü Esad’ın direnemeyeceğini, işi kısa sürede sessiz sedasız halledeceklerini düşünüyorlardı. 2014-2015 döneminde ağır savaşların ardından Suriye halkının bu emperyalizm destekli çetelere direncinin henüz kırılamadığı anlaşıldığında, “muhalefet” denilen çetelere ve bunlarla kurulan ilişkiye dair bir yeniden yapılanmaya gidildi. 

El Kaide’nin Suriye’deki üç yapılanmasından biri, IŞİD, örgüt merkezinden bağımsızlığını ilan edip, Suriye ve Irak’ta hızla genişlemeye başlamıştı. Aslında IŞİD, en başta, Nusra’yla anlaştıklarını ve birlikte hareket edeceklerini duyurmuş ama Nusra bunu yalanlamıştı. 2013’te iki örgüt arasında başlayan çatışmalar, kısa süre sonra savaşa döndü. Nusra, El Kaide lideri Ayman el Zevahiri’ye biat etti, ABD, Türkiye ve diğer “müttefiklerin” desteklediği IŞİD karşıtı cepheye katıldı.

El Kaide ‘ılımlılığı’

Burada, El Kaide’nin yapısını ve o dönemki tartışmalarını biraz açmamız lazım. El Kaide’nin merkez yapılanması, veya liderliği, örgütün siyasi doğrultu ve stratejisini belirleyen ve para ve kaynak akışını elinde tutan, küresel cihadı yöneten bir çekirdek. Dünyanın çeşitli bölgelerinde, bu çekirdeğe bağlı yapılanmalar var. Teknik terimle, El Kaide, adem-i merkeziyetçi bir modele sahip.

Özellikle 2011’de Usame bin Ladin öldürülüp örgütün başına Zevahiri geçtikten sonra El Kaide, hem merkezle yerel yapılar arasındaki ilişkide hem de yerel yapıların stratejilerinde köklü sorunlarla karşılaştı.

İlk büyük fiyasko, 2011-2012’de Mali’de yaşandı. Mali, “İslami Mağrip El Kaidesi”ne (İMEK), örgütün Kuzey Afrika’daki şubesine bağlıydı. Mali’deki siyasi boşlukta 2011’de örgüt birdenbire çok güçlendi, fakat elde ettiği gücü konsolide edemedi. O dönem İMEK şefi Ebu Musab Abdül Vadud’un Mali’deki komutanlarına yolladığı mektuplar, “şeriatı aşırı hızlı uygulama” hatasına düştüklerini tespit ediyordu. Daha yumuşak bir geçiş tasarlanmalı, yerel halkın desteği kazanılmalıydı.

Aynı dönemde örgütün Yemen şubesi, Ensar el Şeria, bu “daha yumuşak” yaklaşımı denedi. Ama özellikle Yemenli Şiilere yönelik katliamcı yüz kendisini hızla gösterdiği için Yemen çıkışı da tutunamadı.

Bu deneyimlerin ardından Zevahiri, tüm şubelere, “Genel Cihat Kuralları” başlıklı bir bildiri iletti. Zevahiri, örgüte sivilleri, Müslümanları, kamuya açık alanları ve hatta “sapkın mezhepleri”, yani Şiileri hedef almaktan kaçınmasını ve ülkedeki tüm islamcı muhalefeti birleştirmesini tembihliyordu.

 

Amerika Birleşik Devletleri Afganistan'ın başkenti Kabil'de gerçekleştirdiği insansız hava aracı saldırısında, Usame bin Ladin'in 11 Eylül 2001'de ABD'ye yönelik saldırıları planlamasına yardım eden; sonrasında örgütün ayakta kalması ve yayılmasına destek sağlayan Eymen el Zevahiri öldürüldü. (31 Temmuz 2022)

Suriye’deki üç şubeden IŞİD, bu yaklaşımı benimsemedi, yutamadığı diğer hiçbir güçle eklemlenme yoluna gitmedi ve El Kaide merkezinden koptu. Elbette bu kopuşta iktidarı, parayı ve kaynakları, kısacası gücü elinde tutma arzusu temel rol oynadı, ama tartışmalar, yukarıda aktardığımız zeminde yürüyordu.

Zevahiri’nin “ılımlı” çizgisini benimseyen, El Nusra oldu. Hemen şerh düşmeliyiz: Benimsenen, “sivillere zarar vermeme” öğüdü değildi—sonuçta örgüt El Kaide’ydi, hiçbir şube bunu ciddiye almıyordu. Zevahiri de bildirisinde bunu ilkesel tavır değil, pragmatist bir taktik olarak işlemiş, aksi durumlara kapıyı açık bırakmıştı. Nusra’nın esas benimsediği “ılımlılık”, Suriye’deki diğer İslamcı çetelerle yürütülen mesaideydi. Nusra bunlarla yeri geldiğinde ortak operasyon yapıyor, yerel yönetimde ufak tefek işbirliklerine girmekten çekinmiyordu.

Çünkü Culani önderliğindeki Nusra, Suriye’de sahadaki oyunun kurallarını anlamış, nasıl davranması gerektiğini çözmüştü. Askeri bakımdan tartışmasız en iyi örgüttü: 2011-2015 arasında Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) dahil onlarca çete savaşıyordu, ama askeri önem taşıyan neredeyse her operasyonda Nusra’nın asli unsur olduğu tartışmasızdı. O dönem sayısı 7 ila 15 bin arasında değişen militanları, en deneyimli ve disiplinli savaşçılardı.

Ama işin bir de silah tedariği, eğitim ve lojistik kısmı vardı ki, burada Nusra dezavantajlıydı. Savaşın arkasındaki güçler, genel bir iş bölümü yapmıştı. ABD silah sağlıyor ve Türkiye’deki kamplarda çetecileri eğitiyordu, Katar ve Suudi Arabistan operasyonları finanse ediyordu, İsrail hava saldırıları ve istihbarat kısmına odaklanıyordu, Türkiye de lojistik destek veriyor ve tüm bunların eşgüdüm ve organizasyonunu hallediyordu. Burada özellikle CIA’nın BGM-71 TOW anti-tank güdümlü füze sistemi gibi sofistike silahları temin ettiği programın doğrudan alıcısı olmak önem taşıyordu. Nusra, El Kaide bağlantısının beraberinde getirdiği meşruiyet kaybından dolayı sahadaki başarısıyla orantılı kaynağa erişemiyordu. Suriye’yi yıkmaya çalışan ittifak el altından Nusra’ya da bir şeyler veriyordu, ama Nusra daha çok diğer gruplarla ilişkileri üzerinden bu kaynakları eline geçirebiliyordu. Zevahiri’nin “ılımlı” çizgisi, bu açıdan Nusra’nın can simidiydi.

Tüm bu ayrıntıların ne önemi var?

Sonuçta 2014-2015 arasında Suriye halkı beklenmedik bir direnç ortaya koyup cihatçı çetelere teslim olmayacağını gösterdiğinde ve IŞİD, Suriye karşıtı ittifakı kimi bakımlardan zor duruma soktuğunda, yeni bir yaklaşım geliştirildi. 

ABD, YPG’yle askeri ittifakını üst düzeye çıkardı. İslamcı çeteler arasında askeri önemini herkesin gördüğü Nusra, IŞİD’le savaşarak bir miktar meşruiyet elde etmişti, ÖSO’nun beceriksizliği herkesin dilindeydi, Nusra’nın öne çıkarılmasına karar verildi.

Culani liderliği, bu noktada, geçmişin yükünün onları kısıtladığından tamamen emin oldu. 2016’da El Nusra ismini değiştirdi ve küresel cihattan ziyade Suriye topraklarına dair iddiayı yansıtan bir yaklaşımla Şam’ın Fethi Cephesi oluverdi. Dahası, “dış bağlantıları” keseceğini duyurdu. Dış bağlantılardan kasıt ABD veya Türkiye değil, El Kaide merkezi, yani Zevahiri liderliğiydi. Culani, Nusra’yı El Kaide’den koparıyordu.

Denilebilir ki, sonuçta hepsi kafa kesen cihatçılar, tüm bu ayrıntıların ne önemi var?

Ayrıntılar şu yüzden önemli: Öykü, hem bizzat Culani’nin hem de örgüt olarak El Nusra’nın, genel bir işbirliğinin ötesinde, ABD ve müttefikleri tarafından devşirildiğini ve yıllar süren çabalarda, bu ay geldiğimiz güne hazırlandığını ortaya koyuyor.

Örneğin, El Nusra ismini değiştirdikten ve El Kaide’yle bağları kopardıktan sonra mı AKP hükümeti örgütle kurduğu ilişkiyi daha açık hale getirdi, yoksa önce ABD’nin müttefikleri bu kararı aldı, sonra onların telkiniyle mi Culani ekibi bu yola tevessül etti?

İkincisi…

Kanıtı, devletin en yetkili isminin ağzından çıktı. Tayyip Erdoğan, örgütün isim değişikliğinden bir ay önce, Beştepe'de STK'ları ağırladığı iftar yemeği sonrasında katılımcılara pat diye “PYD DAEŞ'e karşı savaşıyorsa El Nusra da canla başla savaşıyor ona neden terör örgütü diyorsunuz?” deyiverdi!

Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti, El Kaide’yi “terör örgütü” görmediğini cümle aleme ilan etti. Evet, devletin Nusra’yla ilişkisi biliniyordu. MİT Tırları skandalında yakalanan silahlar, Nusra’ya teslim edilmek üzere yoldaydı. İlişkiyi MİT dışında devlet adına İHH yürütüyordu. Ama durum pek de bilinsin istenmiyordu. Örneğin 2013’te İHH Rakka’ya yardım götürüp iftar yemeği verdiğini gururla duyuruyor, ama Anadolu Ajansı konuyu haberleştirirken Rakka Nusra’nın elinde olmasına rağmen yalan söyleyip “ÖSO’nun kontrolünde” diyordu.

Culani, El Kaide’den kopma kararını örgüte açıklarken, aslında Zevahiri’nin 2013 bildirisindeki eğilime yaslanmıştı: Suriye’deki islamcı çeteleri bir araya getirme çabaları, “El Kaide” etiketi nedeniyle sakat kalıyordu. Bu etiketten kurtulacaklar, hegemonyayı artıracaklar, ABD ve müttefiklerinin kaynaklarından daha fazla yararlanacaklardı.

Türkiye’yle ilişkilerin yarattığı hizip

Başta işler pek Culani’nin hesapladığı gibi gitmedi. Şam’ın Fethi Cephesi, yıllardır askeri işbirliği yaptıkları üç örgütle birleşme sürecine girdi. Süreç başarısızlığa uğradı. Culani, islamcı muhalefeti birleştirmek, hegemonyasını pekiştirmek istiyordu, ama müzakerelerde yol alınamıyordu.

Genel siyasi durum da iç açıcı değildi. Suriye karşıtı çetelere uluslararası ilgi azalmaya başlamıştı. ABD ve Rusya Suriye konusunda müzakere yürütüyor, Rusya, El Kaide’ye ısrarla karşı çıkıyordu. Daha cici çeteler müzakerelere taraf yapılıp taltif edilirken, Culani ekibi isim değiştirme hamlesine rağmen dışarıda bırakılıyordu.

Culani, taktik değiştirdi. Madem diplomasi işe yaramıyordu, daha iyi bildikleri zora başvuracaklardı. Ocak 2017’de Culani ekibi, irili ufaklı rakip çetelere saldırmaya başladı. Aralarında en önemlisi, Türkiye istihbaratının gözbebeklerinden Ahrar-uş Şam’dı—örgüt de Türkiye'ye karşı boş değildi, 2016'da kendi mollalarına, "Türkiye'yle birlikte savaşmak caizdir" diye fetva bile çıkarttırmışlardı. Culani’nin militanları tüm bu rakipleri bozguna uğrattı, dört grubu silah zoruyla kendine dahil olmak zorunda bıraktı.

Ve, yeniden isim değiştirdi. Heyet Tahrir-uş Şam adını aldı.

Heyet Tahrir-uş Şam yani Şam Kurtuluş Heyeti.

Ama HTŞ’nin hamleleri, bu kadarla sınırlı değildi. Charles Lister’ın 2019’da Hudson Enstitüsü için hazırladığı rapordan aktaralım:

“Buradan itibaren HTŞ, benim ‘kontrollü pragmatizm’ adını verdiğim bir yolu benimsedi—sivil işleri yürütmek ve halka hizmet götürmek için teknokratik bir ‘Kurtuluş Hükümeti’ oluşturdu; yabancı hükümetlerle diyalog kurmak üzere bir siyasi büro kurdu; Türkiye ve Milli İstihbarat Teşkilatı’yla (MİT) yakın ilişkiye girdi ve uluslararası ateşkes anlaşmasına gevşekçe de olsa uymaya başladı.”

Yani HTŞ’nin kuruluşunun temelinde, devletimsi bir yapıya dönüşmenin yanı sıra, yabancı hükümetlerle, özel olarak da Türkiye ve MİT’le yakın ilişki geliştirmek vardı.

Culani’nin ‘koruyucu meleği’

Ne var ki, Culani’nin bu agresif hamleleri, örgüt içindeki geleneksel El Kaide kadroları arasında huzursuzluk yaratıyordu. 2017 başında, örgütün en üst yönetiminden bazı isimler, hizip örgütlemeye başladı. 2018 Şubat ayında HTŞ’den koptular, Tanzim Hurras el Din (THD) adında yeni bir örgüt kurdular.

Derhal HTŞ’ye karşı siyasi saldırı başlattılar. Saldırılarının odağında, HTŞ’nin yabancı hükümetlerle, özel olarak da Türkiye’yle kurduğu ilişki vardı. Bu yeni El Kaide şubesine örgütün küresel merkezinden destek veriliyor, tüm dünyadan THD’ye katılım çağrıları yapılıyordu. Culani ve HTŞ’nin karşısında, dişli bir rakip oluşuyordu.

2018 ve 2019’da bu yeni El Kaide şubesi, irili ufaklı 16 ayrı çeteyi birleştirdi ve ciddi bir güç haline geldi. HTŞ fırsat buldukça THD’ye saldırıyor, ama bu odağı dağıtmayı başaramıyordu.

Bir kez daha Lister’ın raporundan aktaralım:

“THD’yle HTŞ arasındaki en büyük gerilim kaynağı, Türkiye ve bu devletin kuzeybatı Suriye’deki silahlı grupların desteklenmesindeki rolüydü. Türkiye ve lideri Recep Tayyip Erdoğan için, kuzeybatı Suriye’deki durum ve bunun Türkiye’nin ulusal güvenliğine etkileri, çok önemli bir iç siyasi meseleydi… Sonuçta Erdoğan hükümeti ve özellikle MİT içerisinde HTŞ’yle kurulacak tehlikeli ve nazik ilişki, bir zorunluluk olarak görülüyordu.”

2019 başında El Kaideciler, tam da Culani ekibinin Türkiye’yle ilişkisini hedef almaya başladı. Özellikle Türkiye’nin doğrudan kontrolü altındaki Suriye Ulusal Ordusu’yla ortak hareket edilmesi topa tutuluyordu. Gerilim, TSK’ya bağlı birliklerin 9 Mart 2019’dan itibaren HTŞ’nin işbirliğiyle İdlib’de devriye gezmeye başlamasıyla iyice büyüdü.

El Kaideciler, Culani’nin militanlarını parça parça koparıyordu. Culani’nin imdadına, bir “görünmez el” yetişti.

Culani’nin operasyonu yönetirken servis edilen görüntüleri.

30 Haziran 2019’da THD’nin altı lideri, ABD’nin bir hava saldırısıyla öldürüldü. ABD, iki yıldır kuzeybatı Suriye’de tek bir hava saldırısı yapmamıştı. İstisna, Culani’yi korumak içindi. İki ay sonra ABD, THD’nin müttefiki, Culani’nin rakibi Ensar el Tevhid’i vurdu. Aynı günlerde, El Kaide’nin deneyimli liderlerinden biri, İdlib’de aracına yerleştirilen patlayıcıyla öldürüldü.

ABD’nin bu iki ayda Culani’nin “koruyucu meleği” olarak yaptıkları, Culani ve HTŞ’nin devşirildiğinin açık kanıtıydı.

Bir başka gerçeğin daha kanıtıydı: Sahada elini kirletmek zorunda olan Türkiye’ydi, ama ipler büyük ağabeyin, ABD’nin elindeydi.

"Elini kirletmek" vurgusu önemli. Zira batılı kaynaklar, Türkiye'nin Suriye'deki çetelerle ilgili rolünü sıklıkla abartıyor. Bunun sebeplerinden biri, ABD, İngiltere, İsrail ve diğerlerinin rolünün üstünü örtmek. Nitekim taarruz sürerken, 2 Aralık'ta New York Times'a konuşan ABD'nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford da aynı vurguyu yapıyordu: "İdlib'deki Türk üsleri ve sınırın Türk tarafına yerleştirilen Türk topçu birlikleri, HTŞ'nin hakim olduğu topraklarla Suriye devleti birlikleri arasında bir tampon bölge sağlıyordu. İnsani yardım, gaz, silah, askeri üniformalar, hepsi İdlib'e Türkiye'den gidiyor."

Değirmenin suyu

2020’den itibaren HTŞ, Astana Süreci kapsamında Türkiye’nin etki alanına bırakılan İdlib’de semirmeye ve hazırlanmaya başladı. Devletimsi yapı giderek yayılıyordu.

Peki değirmenin suyu nereden geliyordu?

2016 yılı itibariyle, örgüt Nusra ismini henüz bırakıp El Kaide’den kopmuşken yazılan bir rapor, Şam’ın Fethi Cephesi’nin gelir kaynaklarını ayrıntılı olarak sıralıyordu.

Christiaan Triebert ve Rao Komar imzalı raporda şunlar listelenmişti: Kontrol edilen bölgede halktan alınan vergiler, Türkiye sınırından veya Suriye içinde Nusra kontrolündeki bölgeden geçen mallardan alınan gümrük, halka kesilen cezalar, savaş ganimetleri, fidye, uluslararası bağışlar, petrol satışı, “düşman” sayılan halkın mallarını yağma ve diğer çetelerin varlıklarına el koyma, kaçakçılık.

Dikkatle bakıldığında bu gelir kalemlerinin önemli bir kısmının sürekliliği yoktu. Örneğin fidye… 2013’te bir Ortodoks rahibeyi kaçırmışlar, 4 milyon dolar fidye almışlardı. 2014’te 45 Fijili BM çalışanını kaçırdılar, 20 ila 25 milyon dolar fidye aldılar. Bunlar güzel paralardı, ama düzenli gelirin yerini tutmuyordu.

2019 sonrasında Türkiye’nin açtığı alan, HTŞ’nin bu sorununu tamamen çözdü. Türkiye, İdlib üzerinden ticaret yapmayı sürdürüyor, HTŞ tüm bu ticaretten gümrük vergisi alıyordu. Hacim çok büyümüş, düzenli gelir sağlanmıştı. Ayrıca Türkiye kentin şebekesine elektrik veriyor, HTŞ elektrik satışından da büyük gelir elde ediyordu. Türkiye, HTŞ’yi besledi ve büyüttü.

Kurumsallaşmış cihatçılık

Bu arada büyük ağabey, ABD, müttefikleriyle birlikte HTŞ’yi bir sonraki savaşa hazırlamayı ihmal etmedi. Çete savaşları dönemiyle kıyaslanmayacak, profesyonel bir askeri eğitim hizmeti sunuldu. Çok çeşitli teçhizat temin edildi, ki, bunlar arasında 27 Kasım’da başlayan taarruzda büyük etki yaratan İHA’lar da vardı. İHA’ların kullanımı için ABD’nin müttefiklerinden uzmanların yardımı sağlandı.

Son taarruz, böyle hazırlandı. HTŞ, yıllar süren bir projenin ürünüydü.

Culani’nin taarruz günlerinde CNN’e verdiği röportaj dinlendiğinde, adeta bir Daron Acemoğlu hayranı gibi ikide bir “kurumlar” ve “kurumsallaşmak”tan bahsettiği görülüyor. Culani’nin daha bu yıl Nobel verilen bu pek popüler ve içi tamamen boş dili kullanışı, yıllar süren projenin basitçe askeri bir hazırlık değil, siyasi bir yetiştirme olduğuna işaret ediyor.

Şimdi Türkiye’de ve dünyada Amerikancılar, Culani ve HTŞ’yi parlatmakla meşgul.

Ha, İsrail de haydut bir devlet olarak Suriye’nin bütün altyapısını yok edip ülkeyi karadan işgal etmekle meşgul, ama “müttefiklerin” gıkı çıkmıyor. Kendisini büyük dünya gücü olarak pazarlarken bir de "Filistinlilerin koruyucusu" diye cilalayan AKP hükümeti, anca İsrail ordusu Şam'a 20 kilometre mesafeye geldiğinde bir yazılı kınama yayımlayabildi.

Tüm bu öykü nedeniyle, HTŞ için basitçe “cihatçı örgüt”, “El Kaide’nin devamcısı” deyip geçmek, propaganda açısından etkili olsa dahi, siyasi açıdan yetersiz.

HTŞ, 2006’da belirlenen ABD-İsrail-Suudi Arabistan ortak stratejisinin, sonradan buraya eklenen Türkiye’nin de katkısıyla yaratılan bir ürünü.

Mesele, cihatçı demekte değil. Cihatçılığın siyasi bağlamını izah etmekte.

 

Sol 

Çarşamba, 11 Aralık 2024 04:23

Kara Koalisyonun Çöküşü

  1-Beyaz Koalisyon (Siz bunu Kara Koalisyon diye okuyun) düşmanın savaş çıkarma ve komplolar kurmadaki hilelerinden ve stratejilerinden biridir. Bu hilenin kullanımı o kadar uzun bir geçmişe sahiptir ki, müşrikler bu hileyi İslam'ın başlangıcında ve Hizipler Savaşında kullanmış ve o dönemde yeni doğmakta olan İslam'a karşı koymak için büyük bir ordu hazırlamışlardı. Bu hile, birden fazla grup veya partinin bir hareket gerçekleştirmek için birbiriyle ittifak yapması halinde koalisyonun ortak noktalarının mümkün olduğu kadar az olması gerektiği esasına göre tasarlanmıştır. Çünkü birkaç ortak noktada koalisyon kurmak çok zor ve neredeyse imkansızdır, yani koalisyon çemberinin ortak noktaları ne kadar büyük olursa, koalisyon ortaklarının sayısı da o kadar az olur. Bu nedenle, büyük bir koalisyon kurabilmek için koalisyon gruplarının pek çok farklılığı göz ardı etmesi ve yalnızca ortak olan bir veya iki noktaya odaklanması gerekir.
 

ABD Dış İlişkiler Konseyi Başkanı Richard Howes Beyaz Koalisyon denilen bu koalisyondan şöyle bahsetmektedir: “Katılımcı gruplar kapsamlı bir koalisyona varmak adına aralarındaki pek çok farklılığı geçici olarak göz ardı etmiş ve görmezden gelmişlerdir. Bu hile İran’da 2009 yılındaki Amerikan-İsrail fitnesinde de kullanılmış ve o günlerin ortak tabiriyle Suruş'tan Gogoş'a kadar İran İslam Cumhuriyeti'nin kutsal sistemine karşı çıkan tüm gruplar sahaya çıkarılmıştır.

2-Siyonist rejim ile Lübnan Hizbullah Hareketi arasındaki ateşkesin üzerinden 2 saat bile geçmeden, Türk hükümetinin kontrolü altındaki Suriye'nin kuzey sınırlarından ve Amerika'nın o bölgede 20'den fazla askeri üssünden 20 bine yakın terörist Suriye topraklarına akın ettiler ve çoğunluğu Amerika ve İsrail yapımı her türlü modern silahla isyan ve katliam gerçekleştirdiler ve evleri ve altyapıları yıkmaya başladılar. Tahrir el-Şam olarak adlandırdıkları teröristler, Tacik, Özbek, Uygur, Türkistan (Kafkasya'nın bir kısmı), Ürdün ve bazıları Suriye'den gelen farklı milletlerden oluşan bir gruptu.

3- Farklı milletlerden bu kadar çok sayıda teröristin örgütlenip ani ve sürpriz bir saldırı için eğitilmesi en az 2 ya da 3 aylık bir ön planlamayı gerektirmektedir ve bu planlama özellikle tekfirci terör gruplarının gücü ve büyüklüğünde değildir ve bir veya daha fazla hükümet tarafından yapılmış olması gerekir. Teröristler Türkiye'nin güney ve Suriye'nin kuzey sınırlarından girdiler ve 20 bin kişilik bu kalabalığın geçişi Erdoğan hükümetinin bilgisi ve işbirliği olmadan olamaz. Suriye'nin kuzey sınırlarında 20'ye yakın ABD askeri üssü bulunuyor ve açıkça teröristlerin saldırısının ABD ordusunun bilgisi dahilinde gerçekleştiği söylenebilir. Saldırının ilk saatlerinde teröristler İsrail'i tanıdıklarını açıkça ilan ettiler, hatta Siyonist rejimle dostluktan bile bahsettiler! Hatta bu açıklamalar olmasa da teröristlerin pozisyonlarının Siyonistlerin direniş ve Suriye konusundaki pozisyonlarıyla tam bir uyum içinde olduğu açıkça görülüyor. Suriye'nin güneyinden ve Ürdün'ün kuzey sınırlarından da önemli sayıda terörist girdi. Yani Ürdün Krallığı hükümeti de bu saldırıya katıldı.

4- Yukarıda bahsedilen noktalar mevcut delillerin sadece bir kısmıdır ve Beşşar Esad hükümetinin ABD, İsrail, Türkiye ve Ürdün'ün ortak saldırısıyla düştüğü ve teröristlerin görevinin yalnızca verilen emirleri yerine getirmek olduğu konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır. Burada Suriye hükümetindeki diğer bazı etkili veya hızlandırıcı  iç faktörleri de göz ardı edemeyeceğimiz açıktır. Suriye ordusu sivri unsurlardan hatta düşmanla aynı doğrultuda olan unsurlardan arınmış değildi. Allah-u Teala Şehit Hemedani’nin makamını yücetsin, o, daha önceki ayaklanmalarda ordunun hareketsizliğini görünce Beşşar Esad'a halkı silahlandırmasını tavsiye etmiş ve bu akıllı hamlesiyle hükümetin düşmesini önlemişti. Bazı hükümetlerin ve dış güçlerin vaatlerine güvenmek ve onların verdikleri sözleri tutmaması, Beşşar Esad hükümetinin hızla düşmesinde etkili olan bir diğer faktör olarak değerlendirilebilir. Suriye ekonomik olarak uygun şartlar içinde değildi. Mesela askeri güçlerin aylık maaşları normal yaşam giderleriyle orantılı değildi.

5-İmam Hamanei’nin buyurduğu şu noktalara dikkat edin; İmam Hamanei, haziran ayında (yani son olaydan 6 ay önce) Beşşar Esad’ı uyarmış ve şöyle demişti: “Batılılar ve bölgede onların izinden gidenler, Suriye'ye savaş açarak bu ülkenin siyasi sistemini yıkmayı ve Suriye'yi bölge denklemlerinden çıkarmayı planladılar ama başaramadılar ve şimdi başka yollarla, hiçbir zaman yerine getirmeyecekleri vaatlerle Suriye'yi bölgesel denklemlerden çıkarmayı planlıyorlar.’

İmam Hamanei, Ekim 2017’de ve IŞİD’in yenilgiye uğramasının ardından Yüce Şehit Kasım Süleymani’ye hitaben yazdığı mesajda şöyle buyurmuştur: ‘Sizleri canı gönülden tebrik ediyorum, ancak düşmanın hilelerinin de göz ardı edilmemesi gerektiğini vurguluyorum. Büyük sermayelerle bu uğursuz komployu hazırlayanlar rahat durmayacak, bu bölgenin başka bir yerinde ya da başka bir şekilde bu komployu yeniden başlatmaya çalışacaklar. Motivasyonu, bilinci ve birliği korumayı, tehlikeli kalıntıları ortadan kaldırmayı ve basiretli kültürel çalışmalar yapmayı kısacası çok yönlü hazırlıklar yapmayı unutmamak gerekiyor. Sizi ve Irak, Suriye ve diğer bölgelerdeki tüm mücahit kardeşlerimi yüce Allah'a emanet ediyor, hepinize selam ve dua gönderiyorum.’

Şehit Kasım Süleymani ve onun şehadeti sonrasında General Kani muhataplarına bu uyarılarda bulunmuş, dikkat edilmesi gereken bu noktaları vurgulamış ama ne yazık ki Beşşar Esad, şehit Süleymani ve General Kani’nin uyarılarına rağmen bir iki olayda bu azizlerin uyarılarını göz ardı etmiştir.

6- Bugünlerde Amerika, İsrail, Türkiye, Ürdün ve bazı kukla Arap hükümetleri, direniş cephesi için etkili bir üs olan Suriye hükümetinin devrilmesinden dolayı mutlu ve heyecanlı, onların bazı iç ayakları da bu mutlulukla kendilerini onlara bağlamış durumdalar, oysa Şam'ın düşüşü hikayenin tamamı değil. Direniş cephesi, başlangıcından bu yana İran İslam Cumhuriyeti bayrağı altında ve İmam Humeyni ile İmam Hamanei'nin önderliğinde zorlu ve nefes kesici engelleri başarıyla aştı ve son olay bu engellerden çok daha küçük ve bugün sadece bölgede değil, uluslararası arenada da güçlü bir kutup haline geldi. Bu cephenin sütunları hala örnek bir otoriteyle ayakta durmakta ve Amerikan Enstitüsü Harry Teege’nin raporuna göre sadece Müslüman milletlerin değil, dünyanın her yerinde gönülleri fethetmekle meşgul. Şam'ın düşüşü her ne kadar üzücü bir olay olsa da hikâyenin sonu olmadığı ve bu hikâyenin uzun bir başlangıcı olduğu aşikar. Bu olaya sevinenlere Allah’ın kelamıyla cevap verelim. Allah-u Teala Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Artık az gülsünler de çok ağlasınlar; bu da kazandıkları suç yüzünden uğradıkları cezadır.”

7- Müslümanlar açısından büyük bir zaferle sonuçlanan Bedir Savaşı, Hicret'in ikinci yılında gerçekleşmiştir. İslam Cephesi'nin yenilgiye uğratıldığı Uhud Savaşı, Hicret'in üçüncü yılında gerçekleşti. Uhud savaşındaki yenilginin ardından bazı Müslümanlar büyük üzüntü yaşadı ve yüce Allah onlara şöyle buyurmuştu: “Size bir yara deydiyse o kavim de tıpkı sizin gibi yaralandı. Bu günler, öyle günler ki onları insanlar arasında nöbetle döndürür, dururuz. Böylece de Allah, bilgisini, inananlara açıklar, içinizden şahitler edinir ve Allah zalimleri sevmez.”(Al-i İmran/140). Daha sonra hicretin sekizinci yılında Müslümanların en büyük zaferi olan ve İslam'ın yayılmasına yol açan Mekke'nin fethi gerçekleşti.

Hüseyin Şeriatmedari