کارگر

کارگر

HAMAS'tan İslam dünyasına çağrı: Gazze'nin kuzeyinde katliam var harekete geçinHAMAS'tan İslam dünyasına çağrı: Gazze'nin kuzeyinde katliam var harekete geçin

"Arap ve İslam dünyasındaki kardeşlerimiz ile özgür ve onurlu tüm insanları, işgalci siyonist rejimin saldırılarını durdurmak için tüm baskı araçlarını kullanmaya çağırıyoruz."
Dünyanın dikkati Lübnan ve İran'a olası saldırılara yoğunlaşmışken, siyonist işgal rejimi sözde ordusu, Gazze'nin kuzeyinde soykırım savaşının ilk dönemlerindeki kadar şiddetli ve yıkıcı saldırılara başladı. Siyonistlerin "Generallerin Planı: Teslim ol ya da açlıktan öl" adını verdikleri yeni saldırılara göre, Gazze'nin kuzeyi tamamen boşaltılarak ilhak edilecek, geride kalanlarsa "savaşçı" sayılarak katledilecek. Filistin İslami Direniş Hareketi HAMAS, işgalcilerin yeni saldırıları karşısında Arap ve İslam dünyası ile özgür ve onurlu tüm insanları, işgalci siyonist rejimin saldırılarını durdurmaya çağırdı.

HAMAS'tan yapılan yazılı açıklamada, şu ifadelere yer verildi: "Direniş cephelerine selam olsun" "Lübnan'daki mülteci kamplarında, diasporada, Gazze Şeridi'nde, işgal altındaki Batı Şeria'da, Kudüs'te, Lübnan, Yemen ve Irak'taki direniş cephelerinde kanlarını feda eden, kutsal mekânları, bilhassa Kudüs ve kutsal Mescid-i Aksa'yı savunmak için gökyüzüne yükselen kahraman şehitlerimizin ruhları şad olsun. Gazze Şeridi'ndeki sabırlı, direnişçi, metanetli ve inançlı kardeşlerimize selam olsun. Acı ve zulme rağmen, Filistin halkının kırılmaz ve teslim olmayan onurunu temsil eden efsanevi bir tablo çizmeye devam ediyorlar. Gazze'nin direnişçilerine, Batı Şeria'nın onurlu evlatlarına, halkımızın ve direnişimizin destek cephelerinde olan herkese selam olsun.

"İşgalci terör ordusu, sivilleri katlediyor"

Faşist işgal hükümetinin Gazze'nin kuzeyine başlattığı ve bugün on birinci gününe giren vahşi askeri saldırı devam ediyor. Yüzlerce askeri araç ve binlerce asker, büyük bir ateş gücüyle Gazze şehrinden kuzey bölgesini ayırarak, kuzeydeki yüz binlerce sivilin bulunduğu bölgeyi kuşatmaya alıyor. 10 gün içinde 342'den fazla şehit verildi, bunların çoğu kadın ve çocuk. Bugün, özellikle Cebaliye mülteci kampında yaşananlar, tam anlamıyla bir soykırımdır. İşgalci terör ordusu sivillere karşı katliamlar yapmakta, evleri başlarına yıkmakta, yolları, sivil yerleşim alanlarını, fırınları, hastaneleri ve su kuyularını bombalamaktadır.

Cibaliye'nin sokaklarında onlarca ceset hâlâ enkaz altında kalmış durumda. Kurtarma ekipleri bu cesetleri çıkaramıyor ya da yaralılara ve mahsur kalan insanlara ulaşamıyor. Bölgedeki insanlar, kuşatmanın sıkılaştırılması ve temel yaşam ihtiyaçlarının bölgeye girişinin engellenmesiyle insani bir felaketle karşı karşıya kalmış durumdalar.

"Generaller planı"

Kuzey Gazze'de artan suçlar ve katliamlar, işgal hükümetinin "Generaller Planı" adı verilen yeni bir soykırım aşamasına geçtiğine dair haberler ve raporlar eşliğinde gerçekleşiyor. Bu plan, kuzey Gazze'yi kuşatmayı ve bölgedeki yüz binlerce Filistinliyi aç ve susuz bırakmayı amaçlıyor. İçeride kalan herkesin savaşçı kabul edileceği ve bu kişilerin hedef alınarak öldürülebileceği belirtiliyor. Bölgenin "askeri kapalı bölge" ilan edilmesiyle birlikte bu uygulamaların yürürlüğe girmesi bekleniyor.

Sıkı abluka, sistematik bombardıman, yerleşim bölgelerinin tahribatı, toprak bariyerlerin oluşturulması, kuzey bölgesinin ateş ve askeri araçlarla Gazze şehrinden ayrılması, kuzey Gazze'deki halkımızın karşılaştığı insani felaket koşulları, şunu net bir şekilde göstermektedir: Tarihin gördüğü en aşağılık, vahşi ve Nazi askeri planlarından biriyle karşı karşıyayız. Bu plan, insanlık onurundan ve askeri şereften yoksun faşist generaller tarafından tasarlanmış, tüm uluslararası hukuk, insan hakları ve insanlık onuruna karşı açık bir ihlal teşkil etmektedir.

"Bu katliamlar bir savaş değil tam anlamıyla suçtur"

Biz, İslami Direniş Hareketi (HAMAS) olarak, halkımızı kurtarmak ve bu katliamı durdurmak için elimizden geleni yapıyoruz. Halkımızın direnişini desteklemeye yönelik çabalarımızı sürdürüyor, dost uluslararası taraflarla, Arap ve İslam dünyası düzeyinde temaslarımızı devam ettiriyoruz. Bu bağlamda şunları vurguluyoruz:

Sözde "Generaller Planı", işgalci terörist hükümetin uygulamaya koyduğu bir soykırım planıdır. Bu plan, işgalci Nazi ordusunun bir yıl boyunca Gazze'de halkımıza yönelik gerçekleştirdiği barbarca katliamların bir sonucudur. Çoğu kadın, çocuk ve yaşlı olmak üzere 42 bin 289 insanımızı katletmiş, tüm baskı ve terör yöntemlerine başvurarak halkımızı teslim almaya çalışmış, ancak hiçbir hedefini gerçekleştirememiştir.
Bu katliamlar bir savaş değil, tam anlamıyla suçtur. Bu saldırılar, halkımıza yönelik bir saldırı olmanın ötesinde, uluslararası hukuku açık bir ihlal ve insani hukuka karşı bir suçtur. Dünya bugün bu suçları durdurmaya ve işgalci Nazi hükümetinin liderlerini uluslararası mahkemelere çıkarmaya davet edilmelidir.
"ABD hükümeti, Gazze’de işlenen soykırım ve suçlardan sorumludur"

Uluslararası toplumun bu suça sessiz kalması, binlerce insanın öldürülmesi, açlık ve sefalet altında ezilmesi karşısında büyük bir değerler krizi yaşadığını göstermektedir. Bu sessizlik, uluslararası toplumun başarısızlığını ortaya koymaktadır ve uzun vadede bu sistemin varlığını tehdit etmektedir.
ABD hükümeti, Gazze'de işlenen soykırım ve suçlardan tamamen sorumludur. ABD'nin günlük olarak soykırımın durdurulmasını talep etmesine rağmen, bu talepler fiili bir baskıya dönüşmemekte ve Netanyahu'nun faşist hükümetine baskı yapılmamaktadır. Bu durum, ABD'nin bu katliamlardaki ortaklığını daha da açık hale getirmektedir.
Arap ve İslam ülkelerine, Arap Birliği'ne ve İslam İş birliği Teşkilatı'na acil harekete geçme ve Gazze'deki katliamı durdurmak için siyasi ve insani sorumluluklarını üstlenme çağrısında bulunuyoruz.
"Ümmet harekete geçmeli"

Arap ve İslam dünyasındaki kardeşlerimizi, özgür insanları ve tüm onurlu insanları, işgalci siyonist rejimin saldırılarını durdurmak için tüm baskı araçlarını kullanmaya çağırıyoruz. Bu bağlamda, kanaat önderleri ve âlimlerin, siyonist işgal karşısında ümmetin rolünü ve direnişini harekete geçirme sorumluluğunu üstlenmeleri gerekmektedir.
Bu barbarca "Generaller Planı", başarısızlığa mahkûmdur. Halkımızın ve direnişimizin kararlılığı sayesinde, işgalcilerin tüm planları geçmişte olduğu gibi yine başarısız olacaktır.
Son olarak, Gazze halkımıza direnişlerinden ve kahramanca sabırlarından dolayı minnet ve övgülerimizi sunuyoruz. Yakında, Allah'ın izniyle, işgalcinin kibrini kıracağız ve Generaller Planı'nı başarısızlığa uğratacağız. Şehitlerimize rahmet, yaralılarımıza şifa ve Allah'ın izniyle zafer halkımıza ve direnişimize olacaktır." (İLKHA)

Gazze'de şehid sayısı 42 bin 409'a çıktı

İşgal ordusunun, Gazze Şeridi'ne 7 Ekim 2023'ten bu yana düzenlediği saldırılarda şehid olanların sayısı dün son 24 saatte 65 artarak 42 bin 409'a yükseldi. Gazze'deki Sağlık Bakanlığından yapılan açıklamada, işgalci barbarların Gazze Şeridi'ne 376 gündür sürdürdüğü saldırılara ilişkin bilgi verildi. İşgal ordusunun dün son 24 saatte Gazze Şeridi'nin çeşitli bölgelerinde gerçekleştirdiği saldırılarda 65 kişinin katledildiği, 140 kişinin yaralandığı belirtildi. İşgal rejiminin 7 Ekim 2023'ten bu yana Gazze Şeridi'ne düzenlediği saldırılarda şehit olanların sayısının 42 bin 409’a, yaralı sayısının da 99 bin 153'e yükseldiği kaydedildi. Açıklamada ayrıca hâlâ enkaz altında ve yol kenarlarında cenazelerin bulunduğu ancak işgal güçlerinin engellemesi nedeniyle sağlık ekipleri ile sivil savunma görevlilerinin cenazelere ulaşamadığı yinelendi.  AA

Gazze'deki hükümetten bölgenin kuzeyi için

‘Acil güvenli koridor’ çağrısı

Gazze'deki hükümet, işgal ordusunun yoğun saldırı ve ablukası altındaki Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki sağlık sistemini kurtarmak için acilen gerçek anlamda güvenli bir koridor açılması talebinde bulundu.

Gazze

Gazze'deki hükümetin Medya Ofisinden yapılan yazılı açıklamada, Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki sağlık sisteminin benzeri görülmemiş bir durumdan geçtiği vurgulandı. Açıklamada, "Gazze Şeridi'nin kuzey kesimi, işgalci israilin saldırıları ve kuşatması nedeniyle felaket ve benzeri görülmemiş bir durumdan geçiyor. Sağlık sistemini yaşanan bu felaket durumdan kurtarmak için derhal ve gerçek anlamda güvenli bir koridor açılması talebinde bulunuyoruz." ifadelerine yer verildi.

İşgal ordusunun, Gazze'nin kuzeyindeki sağlık sistemini hedef almayı sürdürdüğü, kısıtlı imkanlarla faaliyet gösteren 4 hastanenin çalışmalarını da çökertmekle tehdit ettiği kaydedildi. İşgal rejiminin tüm sağlık ekiplerinden Kemal Advan, El-Avde, Endonezya ve Yemen es-Said hastanelerini boşaltmalarını talep ettiği aktarılan açıklamada, bu nedenle de Medya Ofisinin uluslararası topluma ve tüm uluslararası kuruluşlara duruma müdahale etmeleri çağrısında bulunduğu vurgulandı.

İşgal ordusu 12 gündür Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Cibaliya Mülteci Kampı ile Beyt Lahiya ve Beyt Hanun'a yoğun kara ve hava saldırısı düzenliyor. Bölgeyi kuşatan işgalci askerler, hareket eden her şeyi hedef alarak bölgeye giriş çıkışları da engelliyor. (AA)

Emel Saad-Ghorayeb 2013'yazdığı makale... Bir gerilla gücü olan Hizbullah'ı klasik benzerlerinden farklı kılan yönleri ve Siyonist rejim için hazırladığı sürprizleri içeren yeni stratejisini masaya yatıran önemli bir analiz...


Temmuz-Ağustos savaşından “öğrenilen derslerin” en büyüklerinden biri, 1990'ların sonlarında Amerika Birleşik Devletleri'nde ortaya çıkan modern asimetrik savaş konseptinin şiddetli bir şekilde revizyona ihtiyaç duyduğu. Hizbullah'ın savaş sırasında sergilediği askeri performans, asimetrik savaşın artık sadece “düşmanının geleneksel operasyon biçiminden belirgin bir şekilde farklılaşan” “geleneksel olmayan” yöntemleri benimseyen siyasal aktörler üzerinden (ABD ordusunun yaptığı tanım budur) tanımlanamayacağını gösteriyor.

Otuz üç gün savaşı, Hizbullah'ın sadece gerilla savaşı sanatını mükemmelleştirmekle kalmayıp, “geleneksel olmayan” yöntemlerle konvansiyonel orduların kullandığı “normal operasyon biçimlerini” kaynaştıran yeni bir savaş paradigmasıyla bunu aştığını gösteriyor (bkz: Frank G Hoffman, Hybrid Threats: Reconceptualizing the Evolving Character of Modern Conflict (“Melez Tehditler: Modern Çalışmanın Gelişen Karakterinin Yeniden Kavramsallaştırılması”) [Strategic Forum, Ulusal Stratejik Çalışmalar Enstitüsü, Nisan 2009]).

Bu yeni savaş modelini inceleyenlerin en başında, Hizbullah'ın direniş şablonunun güç asimetrilerini dengelemenin bir aracı işlevi göreceği, ABD karşıtı devlet ve devlet dışı aktörler arasında bir “melez savaş” yayılmasına yol açmasından korkan Amerikan askeri stratejistleri geliyor (bkz: Paul Rogers, "America's new-old military thinking" [“Amerika'nın yeni-eski askeri düşüncesi”, 23 Temmuz 2009). Beklenti, ABD'nin devlet dışı karşıtlarının Hizbullah melezliğinin konvansiyonel unsurlarını taklit edeceği, düşman devletlerin ise konvansiyonel olmayan yöntemleri ödünç alacağı yönünde.

Pentagon'daki pek çok savunma planlayıcısı, böyle bir ihtimale yanıt olarak şimdi, ABD ordusunun bu stratejiyi terk ederek öngörülen "melez tehditler" ile savaşmaya daha iyi uyarlanmış geleneksel yöntemlere yeniden odaklanmak üzere, gayrinizami harp ve kontrgerilla savaşı çizgisinde yeniden konumlanmasını savunuyor. Bu yüzden ABD ve İsrail konvansiyonel ordularını konvansiyonel olmayan tehditlerle yüzleşmeye uyarlamakla meşgulken, Hizbullah etkin bir şekilde askeri doktrinini, taktiklerini ve silahlarını konvansiyonelleştiriyor ve silahlı kuvvetlerini nizami hale getiriyordu.

Stratejik topluluk

Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, bu paradigma değişikliğini direnişin önde gelen askeri stratejisti İmad Muğniye'nin 12 Şubat 2008'de Şam'da katledilmesinden yalnızca birkaç gün sonra açıklamıştı. Nasrallah'ın ifade ettiği gibi direniş, üç aşamalı bir gelişim sürecinden geçmiş, kendiliğinden gelişen “geniş halk direnişi” ile yan yana savaşan bir silahlı direniş iken “örgütlü ve yoğunlaşmış silahlı askeri eylem”e dönüşmüş, nihai aşamada ise “düzenli ordu ve gerilla savaşçılarının bileşimi olarak işlev gören benzersiz bir yeni savaş ekolü” düzeyine gelmişti. Bu sentezde Hizbullah, askeri stratejisi, taktikleri, silahları ve organizasyonunda konvansiyonel ve konvansiyonel olmayan unsurlar arasında ustaca bir denge sağlamış gibi görünüyor ve bu, değişimin bir direniş grubundan bir direniş ordusuna doğru bir geçiş olduğunu gösteriyor.

Stratejik düzeyde, Hizbullah'ın direnişi İsrail'i uzun süreli bir yıpratma savaşının ardından 2000'de güney Lübnan'dan tek taraflı olarak çekilmeye zorlayan bir klasik gerilla grubundan, İsrail güçlerinin yeniden işgale girişmesini engelleyen bir “yarı konvansiyonel savaş gücü”ne doğru gelişim gösterdi. Nasrallah, Hizbullah'ın standart gerilla stratejisinden radikal çıkışını, iki savaş biçiminin altındaki stratejiler arasındaki ayrımları çizerek anlatıyordu:  

"Ülkeyi işgal eden bir düzenli orduyla savaşan ve ona karşı ülke içinde operasyonlar düzenleyen, yani yıpratma amaçlı bir gerilla savaşı sürdüren bir direniş ile, ülkeyi işgal etmek isteyen bir saldırganlığın karşısında duran, onun bunu yapmasını engelleyen ve ona yenilgiyi tattıran bir direniş arasındaki stratejik farka dikkat çekiyorum… direniş ülkeyi özgürleştirir, fakat bir ülkeye yönelik saldırıyı önleyen direniş, yeni bir şeydir."

2000 yılına kadar Hizbullah'ın direniş konsepti, geleneksel kullanımla, yani tek misyonu işgalcileri dışarı çıkarmak olan, yabancı işgalciye karşı halk kurtuluş savaşı çizgisiyle uyumluydu. 2000'de başlayan çekilme sonrası dönemde, Hizbullah toprağı özgürleştirme merkezli askeri doktrinini revize ederek İsrail'i Lübnan'a saldırmaktan caydırmaya çalışan, stratejinin başarısız olması halinde ise ülkeyi İsrail saldırısından savunacak bir doktrini benimsedi. Bunun sonucunda direniş tanımı genişleyerek bir saldırıya karşı koymayı, bir başka deyişle işgal tehdidine karşı direnmeyi de içine aldı. Hizbullah, direniş konseptini bu şekilde yeniden inşa ederek kendi kendisine, geleneksel olarak devlet ordularının taşıdığı, Lübnan topraklarını saldırıdan savunma misyonunu verdi.  

Teknolojik ordu

Hizbullah'ın yeniden tanımlanan askeri stratejisinin arkasındaki mantık, İsrail'in “Haziran 2000'deki yenilgisinin ve yaşadığı aşağılanmanın intikamını” alacağı idi. Özgürleşme gerçekleştikten sonra İmad Muğniye hemen gelecek savaş için hazırlıklar yapmaya, “gece gündüz” çalışmaya başladı. İsrail yetkililerinin raporları bu iddiaları doğruluyor ve direnişin muhtemelen 2000 yılından başlayarak 2006 savaşından çok önce savunma hazırlıkları yaptığını gösteriyor (bkz: Andrew Exum, "Hizbullah Savaşta: Bir Askeri Değerlendirme" [Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü, Policy Focus 63, Aralık 2006]). Yüksek rütbeli bir İsrail subayının gözlemlediği gibi: "Karşımızda uzun zamandır bir savaş için hazırlanan bir düşman bulduk. Gazze ve Batı Şeria'da karşılaştığımızın aksine çok azimli, iyi donanmış, yetenekli ve koordine olmuş bir düşmandı.” Hizbullah'ın hazırlıkları karşısında eşit derecede şaşkınlık yaşayan UNIFIL gözlemcileri, bir subayın ifade ettiği gibi bunun altındaki yapıdan bihaber görünüyordu: “Hiçbir zaman onların herhangi bir şey inşa ettiğini görmedik. Çimentoyu kaşıklarla getirmiş olmalılar.”  

Böyle ileri bir planlama ve hazırlık konvansiyonel ordular için sıra dışı değilse de, Hizbullah'ın “titizlikle hazırlanmış savunma çalışmaları”, bir gerilla grubunun bir saldırı hazırlama ve öngörülen karşı saldırının etkisini azaltma hazırlığından ziyade, bir düzenli ordunun bir işgali püskürtme hazırlıklarına daha fazla benziyordu. Direnişin yeraltı sığınakları, iyi kamufle edilmiş ve gizlenmiş rampa alanları (bunlar İsrailler tarafından “doğal alan” diye adlandırılıyordu), güçlendirilmiş ateşleme mevzileri ve korunabilir iletişim sistemlerinden oluşan karmaşık şekilde tasarlanmış ağı, sürdürülebilir savunma kampanyası amacıyla inşa edilmiş gerçek bir askeri altyapı meydana getirdi.

Hizbullah'ın konvansiyonel olan ve olmayan taktikleri, silahları ve örgütlenmeyi benimsemiş olması bu nedenle, bu kapsayıcı savunma stratejisi çerçevesinde ve çatışmanın asimetrik doğasının dayattığı sınırlar dâhilinde düşünülmelidir. (bkz: Stephen D Biddle & Jeffrey A Friedman, The 2006 Lebanon Campaign and the Future of Warfare: Implications for Army and Defense Policy (“2006 Lübnan Kampanyası ve Savaşın Geleceği: Ordu ve Savunma Politikası hakkında Çıkarımlar”), Stratejik Çalışmalar Enstitüsü, ABD Askeri Akademisi, Eylül 2008). Düşmanı uzun süre yıpratma amacıyla tasarlanan standart gerilla taktiklerinin kullanıldığı önceki kurtuluş stratejisinden farklı olarak, Hizbullah'ın benimsediği konvansiyonel savunma stratejisi, elindeki sınırlı kaynaklar ve kapasiteyle, bir saldırıyı işgale dönüşme fırsatı vermeden püskürtebilecek şekilde hızla gelişmeliydi. Operasyonel terimlerle ifade etmek gerekirse bu, Hizbullah'ın direniş stratejileri doğrultusunda konvansiyonel orduların kullandığı araçları ancak kısmi düzeyde kullanabileceği ve başlangıçta işgal güçlerine karşı yıpratma savaşları için formüle edilen gerilla tarzı, konvansiyonel olmayan yöntemleri de kullanmasının gerekeceği anlamına geliyordu.

Taktik düzeyde, Hizbullah'ın diğer gayrinizami güçlerle birlikte sahip olduğu az görünürlük, stratejik hedeflerini gerçekleştirmesine belli düzeyde yardımcı oldu, zira kışlalar ve tanklar gibi hedefleri ifşa etmediği gibi, arkasında vurulabilecek bir “lojistik ayak izi” de bırakmadı. Direniş kullandığı birleşik taktiklerle, bir ABD askeri raporunda ayrıntılı olarak belirtildiği gibi “bazı yerlerin kontrolünü ele geçiriyor ve bazılarını bırakıyordu, bazı yerlerde karşı saldırılar düzenlerken başka yerlerden çekilme olanağına sahip olacaktı.”  

Direniş bir yandan, kuvvetlerini diğer konvansiyonel olmayan askeri aktörlerle birlikte hareketli savaş taktikleri izleyen küçük hücrelere dağıttı.

Diğer yandan, genelde konvansiyonel ordular için kullanılan taktikleri benimsedi. Gerillaların vur-kaç saldırılarından farklı olarak Hizbullah savaşçıları bir mevzi savaşı da verdi; alanı uzun süre elinde bulundurdu ve toprağı İsrail'in ilerleyen kuvvetlerine bırakmayı reddetti. Dahası, her ne kadar direniş savaşçıları, gayrinizami savaşçıların çoğunun yaptığı gibi sivil halkın arasına karıştıysa da, gerilla gruplarının yaptığı gibi onların arasında kaybolmaktan imtina etti. Klasik konvansiyonel ordular gibi, direniş savaşçıları da kendilerini sivillerden ayırt etmek üzere askeri üniformalar giydi ve sığınaklarda saklandı.

Konvansiyonel ve konvansiyonel olmayan savaşın birleştirilmesi, Hizbullah'ın kullandığı geniş silah yelpazesinde de kendisini gösteriyordu; birçok gerilla grubunda görülen basit silahlar ile bazı devletlerinkilerle bile rekabet edebilecek gelişkin silah sistemleri bir arada kullanıldı. Fakat Hizbullah'ın savaşa olan benzersiz katkısını ispat eden şey sadece eski ile modern olanın böyle bir araya getirilmesi değil, bundan ziyade bu silahların ilkelliğini avantaja çevirirken daha gelişkin silahları da yaratıcı bir şekilde kullanabilme yeteneğiydi. (bkz: Amal Saad-Ghorayeb, "Hizbollah's Outlook in the Current Conflict" (“Bugünkü Çatışmada Hizbullah'ın Görünümü”) [Carnegie Uluslararası Barış Vakfı, Policy Outlook 27, Ağustos 2006]).

Hizbullah, kılavuzsuz, kısa menzilli Katyuşa roketlerini günlük olarak fırlatmasıyla kuzey İsrail'i felce uğratmayı başardı; bu füzeler İsrail'in yüksek teknolojili füze savunma kalkanlarını aştı ve grubun taktik olarak değersiz bu silahlardan büyük stratejik değer çıkarmasını sağladı. Hareket ayrıca eskiden menzilinin dışında olan başka İsrail kasabalarına ve şehirlerine konvansiyonel, orta menzilli roketler de fırlattı ve İsrail'in Beyrut'a saldırması halinde Tel Aviv'i vuracağı tehditlerine dayanak oluşturdu.   

Hizbullah'ın radar kılavuzlu bir gemisavar seyir füzesiyle, muhtemelen Çin C-802'lerinin İranlı bir versiyonuyla bir İsrail savaş gemisini vurması daha da sofistike bir olaydı. Füzelerin melezleştirilmesine paralel olarak direniş, hem AT-3 Sagger, AT-4 Spigot ve AT-5 Spandrel gibi Rus yapımı kablo güdümlü tanksavar füzelerini, hem de AT-14 Kornet, AT-13 Metis-M ve RPG 29 gibi daha gelişmiş füzeler kullandı.  Gerçekte direniş, bu tanksavar cephanelerle tankları, personeli ve İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) tarafından kullanılan evleri, sığınakları ve araçları vurarak İsrail tarafında büyük miktarda kayba neden oldu. Tüm bunlar, Hizbullah'ın savaştaki becerikliliğini ortaya koydu.

Elektronik savaş alanında da Hizbullah, Nasrallah'ın ifadesiyle “basitlikle”, İsrail'in teknolojik üstünlüğünü nötralize etti. İletişim ağı için daha gelişkin kablosuz sinyaller yerine fiber optik kara hatları kullanan Hizbullah, bu sistemi İsrail'in elektronik parazit girişimlerinden korudu. Hareket bu şekilde, İsrail'in yere göğe sığdırılamayan elektronik savaş sistemini altetmeyi ve tüm savaş süresince kumanda ve kontrol sistemini korumayı başardı.

Hizbullah eş zamanlı olarak, kendi gelişkin istihbarat toplama kabiliyetleriyle, İsrail'in elektronik savaş cihazlarına sızmayı başardı. 2004 gibi erken bir tarihte İsrail hava sahasında uçan Mirsad-1 keşif uçaklarının yanı sıra hareket, aralarında İsrailli ihtiyat kuvvetlerle aileleri arasındaki İbranice telefon konuşmalarını takip etmek üzere kullanılan elektronik gizli dinleme donanımlarının da olduğu başka takip teknolojisi unsurlarını da elde etti. Dahası, Hizbullah başka cihazları ve teknikleri kullanarak İsrail radyo iletişimini bozdu ve deşifre etti ve böylelikle İsrail tanklarının hareketlerini izleyebildi ve ölüm raporları ile tedarik hatlarını takip edebildi.

Bu gelişmelerin İsrail üzerinde oluşturduğu baskı, gelen füzeleri izlemek için radar kullanan sistemini (TAPS) kullanmaya başlamanın planlanmasında kendisini gösteriyor; Ağustos 2009'da, 2006 yılında çok sayıda hasar verici darbe alan son nesil Merkava IV tanklarına yerleştirilmeye başlandı.

Direniş üniversitesi

Organizasyon anlamında Hizbullah'ın direnişi, bir gayrinizami gücün pek çok özelliğiyle karakterize oldu. Topluluk merkezli bir hareket olarak Hizbullah'ın savaşçı güçleri, ihtiyat kuvvet işlevi gören öngörülebilir sayıdaki köylüye ilave olarak 1000 kadar profesyonel savaşçıdan müteşekkil bir çekirdekten oluşuyor. Ademi merkeziyetçi tarzdaki kumanda ve kontrol yapısıyla iç içe geçmiş nüfuz edilemez örgütsel gizlilik, gerilla gruplarında tipiktir. Ancak bu karakteristik özellikler, konvansiyonel silahlı kuvvetlerde görülen sıkı disiplin ve savaşçılar arasındaki güçlü koordinasyonla dengeleniyor.

Dahası, Nasrallah'ın kara harekâtına girişmeleri halinde İsrail güçlerinin üzerine “on binlerce eğitimli ve teçhizatlı” savaşçı salma tehdidi, Hizbullah'ın ihtiyat kuvvetlerini profesyonel bir savaşçı güce dönüştürebileceğini ima ediyor. Hizbullah'ın 2006 savaşından aylar sonra “kapsamlı istihdam ve eğitim kampanyası” başlattığına dair raporlar, bu tür çıkarımları belli düzeyde doğruluyor.

Fakat savaş modelinin kanıtlanan başarısına rağmen Hizbullah, savaş performansını yeniden değerlendirdi ve gelecek savaş için İsrail'in güçsüzlüğü temelinde İsrail'in operasyon planlarını öngörmeye çalıştı. Hareketin gelecek stratejisi ve taktikleri bu nedenle, Nasrallah'ın ifade ettiği haliyle bu hesaplara bağlı olacaktı: “Biz Temmuz savaşı deneyiminden de bir şeyler öğrendik ve gerekli değerlendirmeleri yaparak, hem kendi tarafımızda hem de düşmanın tarafında güçlü ve zayıf yanları belirledik ve bu temelde hareket ettik.”

Hizbullah'ı bölgede daha önce İsrail'le çatışmaya girmiş diğer güçlerden ayıran tam olarak, düşmanını titizlikle inceleme yönündeki bu süregiden çabadır. Hizbullah, oryantalistlerin “Arap aklını” incelemelerini hatırlatan bir tarzla, baş düşmanını alt etmenin bir aracı olarak İsrail'in yalnızca askeri zihniyetine değil, aklına da nüfuz etmeye çabaladı.

Hizbullah'ın direniş modelinin başarısını sağlayan bir diğer faktör, kendi kendisini değerlendirme ve koşullara ve ihtiyaçlara kendini uyarlama sürecidir. Direniş, geçmişte ne kadar başarılı olduğunu kanıtlamış olursa olsun katı bir askeri stratejiye bağlı kalmak yerine, kesintisiz olarak kendisini değişen siyasi ve askeri çevreye adapte ediyor. Bu yüzden Hizbullah'ın gücü, doktriner olmayan bir askeri doktrini benimsemesinde yatıyor.

Bu, direnişin bir sonraki savaş için askeri stratejisini revize edeceği, saf savunma doktrininden kısmen savunmaya kısmen de karşı saldırıya dayalı, bir başka deyişle temelde savunmaya dayalı kalmakla birlikte güçlü bir saldırı kapasitesi dozu da enjekte edilmiş bir doktrine doğu kayacağı anlamına gelebilir. Dahası, hareketin daha geniş stratejik hedeflere ulaşmak için yeni taktikler hayata geçirmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu ihtimal, Nasrallah'ın İsrail'in Lübnan'a savaş açması halinde “büyük bir sürprizi” olacağı şeklindeki meşhur tehdidiyle de ima edilmişti.

Pek çok gözlemci başlangıçta Nasrallah'ın sürprizinin, direnişin Lübnan hava sahasını ihlal eden İsrail uçaklarına karşı kullanacağı uçaksavar füzelerini edinmesi olduğunu düşünmüştü. Hizbullah'ın halihazırda SA-7'ler sahip olduğu bilinmekle ve 2002'de daha gelişkin SA-18'ler edindiği düşünülmekle birlikte, 2008'de pek çok rapor sofistike SA-8 mobil hava savunma füze sistemleri edindiğini de ortaya çıkarmıştı. Ancak her ne kadar bu haberlerin gerçek olması halinde direniş gelişkin uçaksavar sistemlerini kullanacak olsa da, Nasrallah'ın bugüne kadar açıkça İsrail uçaklarını bu füzelerle düşürme tehdidinde bulunduğu düşünüldüğünde, bunların kullanımında bir sürpriz unsuru bulunmuyor.  

Daha akla yatkın bir teori, Nasrallah'ın sürprizden kastının, İsrail'e yönelik arka arkaya gelen tehditlerde görüldüğü gibi direnişin yeni bir askeri strateji ve yeni taktikler benimsediği yönünde: "Düşmanımızın ordusu, savaş alanında cesur, çetin ve adanmış direniş savaşçılarının görülmemiş bir savaş metodu kullandığını görecek; bu, onların gasıp topluluklarının kurulmasından bu yana hiç görmedikleri bir şey.” Nasrallah, İsrail Savunma Kuvvetleri'nin  Kuzey Komutanlığı şefi  Gadi Eizenkot tarafından ifade edilen sözde “Dahiye doktrini”ne yanıt olarak, eski “Tel Aviv'e karşı Beyrut” denklemini “Tel Aviv'e karşı Dahiye” şeklinde yeniden formüle ederek meydan okumayı güçlendirdi.

 Nasrallah tarafından öngörülen taktikler, direniş savaşçılarının saygın gazeteci Nicholas Blanford'a bir röportajda söylediği gibi, İsrail toprağına saldırıları da içerebilir: "Güney Lübnan'daki bir yerel komutan, Hizbullah'ın 2006'da bir savunma savaşı verdiğini söyledi. ‘Bir sonraki sefere, hücumda olacağız ve bu bambaşka türde bir savaş olacak' dedi. Cevad [bir yerel savaşçı] bir sonraki savaşın ‘Lübnan'dan fazla İsrail içinde gerçekleşeceğini' söylüyor; bu, Hizbullah'ın kuzey İsrail'e komando saldırıları planladığını varsayan çok sayıda savaşçının yorumundan birisi."

Her ne kadar bu vurgular psikolojik savaş olarak da değerlendirilebilirse de, İsrail savunma teşkilatı direniş komandolarının kuzey sınırındaki bölgelere sızarak İsraillileri öldüreceği bir senaryoya hazırlanıyor.

Son savaş

Kullanılan taktiklerden bağımsız olarak, Hizbullah, Nasrallah'ın İsrail'e karşı tayin edici bir darbe indirme “sözüne” bağlı kaldığını göstermelidir. Hizbullah liderinin 2007'de naklettiği üzere, İsrail için sakladığı sürpriz, “savaşın akışını ve bölgenin kaderini değiştirme” ve “tarihsel ve tayin edici bir zafer gerçekleştirme” potansiyeline sahip. Nasrallah bir yıl sonra “bir sonraki zaferimiz kesin, tayin edici ve apaçık olacaktır” diye tekrar etmişti, zira Hizbullah, Ehud Barak'ın Lübnan'a yerleştirme tehdidinde bulunduğu beş tümeni “ezecekti”. Bir sonraki savaşın beklenen sonucu, İsrail'in öngörülen yenilgisinin sonucu olarak Nasrallah'ın “gasıp topluluğun” olası “yıkılmasını” öngörmesiyle daha fazla vurgulandı.

Bu noktada Nasrallah'ın savaş sonrası söylemiyle Hizbullah'ın Temmuz-Ağustos savaşı sonrasında ilan edilen hedeflerini karşılaştırmak faydalıdır. 2006'de hareket, Lübnan'ı İsrail saldırısından korumak ve düşmanın toprakları işgal etmesini engellemek dışında herhangi bir askeri hedef gütmedi.  Böyle olduğundan, Hizbullah öz savunma gerçekleştirerek zaferini – en azından özel olarak bu savaşı kazanmasından kaynaklı taktik anlamda – ilan edebildi ve hükümetinin ilan edilmiş amaçlarından bir tanesine bile ulaşamadan geri çekilmek zorunda kalan düşmanını zaferden yoksun kıldı.

Fakat hareket şimdiden çatışmanın bir sonraki raundu için kendisi bakımından stratejik çıtayı çok yükseğe koydu. Derin bölgesel içerimleri olacak şekilde yeni hedefini “tayin edici zafer” olarak tanımlayan Hizbullah, İsrail'le bir sonraki savaşında stratejik bir kazanım elde ettiğini göstermelidir. Böyle bir savaş, kesin olarak, iki düşman arasındaki “açık savaş” durumunu sona erdirmeli ve daha önemlisi İsrail'in bölge için teşkil ettiği kalıcı tehdidi nötralize etmelidir. Bu doğrultuda, İsrail'le gelecekteki bir savaş, Hizbullah için son savaş olmalıdır.

Çarşamba, 16 Ekim 2024 07:23

Vay Yezid Vay!

 Suudi Arabistan Başmüftüsü Abdülaziz eş-Şeyh, "Müslümanların, Yahudilere karşı Şiileri desteklemesi caiz değildir, bunu yapanların Allah'a tövbe etmesi gerekir..." demiş.


Peki, Yemen'deki Ensarullah veya Lübnan'daki Hizbullah gibi Sünni olmayan direniş örgütlerinin İsrail'e karşı Ehl-i Sünnet Müslümanlardan oluşan Hamas'ı desteklemesi caiz midir?
"İngiliz Şiiliğine" göre caiz değildir.
Söz konusu Suudi Müftü, İsrail'e direnenleri "terörist" tesmiye etmiş. Dahası, "İsrail'e karşı savaş haramdır!.." fetvası vermiş. Demek ki, İsrail'e karşı savaşmak haram ama Gazzeli çocuk ve kadınların sığındıkları çadırlarda İsrail bombalarıyla cayır cayır yanmaları helal.
Savaşmadan ölmek yani öldürülmek caiz midir peki?
Yani hastaneler, ambulanslar ve yeni doğmuş bebekler İsrail ile isteseler de savaşamayacaklarına göre maruz kaldıkları bombalar nedeniyle ölmelerinin hükmü nedir?
Mahut Müftü Hazretleri (içtihat hesabı), "Öldüren bir sevap, öldürülen iki sevap" der mi?.. Bence der, zira onda bu cevher var!
Allah bunların Amerikancı İslam'ından da İngiliz Şiiliğinden de sahici İslam'ı ve gerçek Müslümanları korusun.

***

Suudi Müftü, "Hizbullah'a karşı İsrail ordusuyla işbirliği yapılabileceğini" de dile getirmiş.
Nasıl fetva ama! Soykırımcı Netanyahu'dan "En Yaratıcı Fetva" ödülü alsa yeridir değil mi?
Sanmayın ki eleman münferit. Daha geçenlerde Sabır Meşhur adlı Mısırlı bir gazeteciden bahsetmiştim bu köşecikte. Hani, İran ile İsrail arasındaki savaşı Persler ile Rumların savaşına benzetmiş ve Kuran'da Rumların desteklendiğinden hareketle İran'a karşı İsrail'i desteklemek gerektiğini söylemişti.
Oldukça da uyanık bir eleman. Güya Osmanlı'ya meftun ve güya Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hayran olmakla muhafazakâr kesimlere şappadak sızmanın yolunu bulmuş.
Fakat, Başkan Erdoğan "İsrail Türkiye'ye saldıracak" derken, eleman "İran Türkiye'ye saldıracak..." diyor!
Yezid'i savunmak için de Hazreti Ali'yi itibarsızlaştıracak kadar gözü dönmüş bir mezhepçi. Hatta, "Yezitleşmeyi beka meselesi" olarak gördüğünü söylüyor.
Hep derim: Bu topraklardaki neşvünema bulan inşa edici Ehl-i Sünnet anlayışı ile bu tür rezil Arapların Sünni anlayışının uzaktan yakından alakası yoktur.

***

Yazık ki yazık, son zamanlarda bizim ülkemizde de bu kafaya yakın mürailer türedi.
Bunun bir operasyon olduğunu düşünüyor; NATO'cu çevrelerin "İran düşmanlığı" üzerinden ABD'ye "biat" tazeleme peşinde oldukları şeklinde okuyorum.
Bu elemanların Suudi Müftü kadar açık sözlü olmamalarının nedeni, Türkiye'nin başında Muhammed bin Selman'ın değil, Recep Tayyip Erdoğan'ın bulunması. Yoksa aynı cevher bunlarda da ziyadesiyle var.
Bir de "İsrail kendisine saldırmayana saldırmaz" diyen "seküler müftülerimiz" var. Sanki İsrail ile ABD birbirinden bağımsızmış gibi ve sanki ABD binlerce TIR silahla vekil örgütlerini teçhiz etmemiş gibi konuşuyorlar.
Bu seküler müftüler ile Amerikancı müftüler mevzubahis İsrail olunca nasıl da aynı mevzide buluşuyorlar!

Salih Tuna

TRT Genel Müdürü Zahid Sobacı, yıl sonunda TRT Farsça kanalının açılacağını duyurdu. İran'ı rahatsız etmek zorunda olduklarını söyleyen Sobacı'nın Tahran yönetimini hedef alması dikkat çekti.

  
Bursa Uludağ Üniversitesi’nin 2024-2025 akademik yıl açılış dersini veren TRT Genel Müdürü Prof. Dr. M. Zahid Sobacı, önemli açıklamalarda bulundu.

Sobacı, Türkiye’nin uluslararası alandaki yükselen rolüne dikkat çekerek, dış politikaya uygun uluslararası yayıncılık yaptıklarını belirtti. Özellikle İran'a yönelik mesajları şaşkınlık yarattı.

'İran’ı rahatsız etmek durumundayız'
Sobacı, "Bu yılın sonunda TRT Farsça kanalını açacağız ve İran’ı rahatsız etmek durumundayız," dedi. Türkiye’nin, uluslararası krizlere meydan okuyan tek ülke olduğunu öne süren Sobacı, bu nedenle Türkiye'nin daha fazla hedefe konulduğunu ifade etti. TRT'nin uluslararası yayıncılık sorumluluğunu vurgulayan Sobacı, TRT’nin 41 dil ve lehçede web ve radyo yayınları yaptığını ve bu yayınların kalitesini artırmak için çalıştıklarını da belirtti.

TRT'nin, Türkiye'nin dış politikadaki güçlü duruşunu ve uluslararası arenada sesini duyurmak için önemli bir araç olduğunu söyleyen Sobacı, TRT Farsça kanalının bu doğrultuda önemli bir adım olduğunu belirterek, bölgesel güç dengesinde etkili olmayı hedeflediklerini ifade etti.

Siyasilerden tepki yağdı
TRT Genel Müdürü Sobacı'nın konuşması sosyal medyada tartışma yaratırken siyasilerden de tepki mesajları geldi.

Genelkurmay Eski İstihbarat Daire Başkanı Korgeneral İsmail Hakkı Pekin, TRT Genel Müdürü Mehmet Zahit Sobacı’ya tepki gösterdi.

  
Genelkurmay Eski İstihbarat Daire Başkanı Korgeneral İsmail Hakkı Pekin, TRT Genel Müdürü Mehmet Zahit Sobacı’ya tepki gösterdi.

Sobacı’nın “TRT Farsça kurulacak. İran’ı rahatsız etmek zorundayız” açıklamasını hayretle karşıladığını belirten Pekin, “İran'ı hedef almak, emperyalist devletlerin bölgedeki amaçlarına hizmet eder” dedi.

İsmail Hakkı Pekin’in açıklamaları şöyle:

“Bursa Uludağ Üniversitesi’nin 2024-2025 akademik yıl açılış dersine giren TRT Genel Müdürü Prof. Dr. M. Zahid Sobacı'nın açıklamalarını hayretle takip ettim.

İran'ı hedef almak, emperyalist devletlerin bölgedeki amaçlarına hizmet eder. Bölgemizde barış istiyorsak İran, Irak, Suriye, Mısır, Lübnan ve Güney Kafkasya ülkeleri ile birlikte çalışmamız onlarla birlikte bir barış çemberi oluşturmamız gerekir.

Bunun yapılabilmesi için mutlaka barıştan yana olmak, ülkelerimizin bekaası noktasında ortak menfaatleri gözetmeli ve gereksiz rekabetleri bırakmalıyız.”

İslami Analiz

"Türkiye Cumhurbaşkanı'nın kavgacı sözleri Tel Aviv'i kızdırabilir, ancak eylemler sözlerden daha yüksek sesle konuşuyor ve Ankara'nın İsrail'e ihracatı katlanarak artıyor."

 
 Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışında yaptığı konuşmada İsrail'in Filistin ve Lübnan’dan sonra Türkiye’ye yönelebileceğini iddia ederek sert açıklamalarda bulundu. Erdoğan’ın bu çıkışları, Türkiye-İsrail ilişkilerinde gerilimi artırabilir, ancak bu söylemin iç politikaya yönelik olduğu düşünülüyor. İsrail’in Türkiye’ye askeri bir tehdit oluşturmadığına dair değerlendirmeler yapılıyor. The Cradle portalında yer bulan makalesinde Suat Delgen, Erdoğan'ın sert söylemlerine rağmen iki ülke arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştiğini anımsatıyor.

1 Ekim'de, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) üçüncü yasama yılının açılışında, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan İsrail'le ilgili ciddi endişelerini dile getiren bir konuşma yaptı:

"Açıkça söylüyorum, vaat edilmiş topraklar hezeyanıyla ve tamamen dini fanatizmle hareket eden İsrail yönetimi, Filistin ve Lübnan'dan sonra gözünü vatanımıza dikecektir... Kendini dev aynasında gören Hitler nasıl durdurulduysa, Netanyahu da aynı şekilde durdurulacaktır."

Erdoğan'ın İsrail'e karşı tonu yükseliyor
Bu açıklamalar Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gerilimi daha da tırmandırmış ve Türkiye'de İsrail'e karşı duyulan öfkeyi artırdı. Bölgedeki askeri stratejiler, jeopolitik gerçekler ve mevcut siyasi dinamikler göz önüne alındığında, İsrail'in Türkiye'ye askeri bir saldırıda bulunma ihtimali var mı? Tel Aviv ve Ankara birbirlerini gerçekten askeri tehdit olarak mı algılıyorlar? Yoksa bu sadece iç seçmenlere hitap eden jingoistik bir söylem mi?

Bir hafta sonra TBMM, İsrail saldırılarını ve bölgedeki gelişmeleri görüşmek üzere kapalı bir oturum düzenledi ve bu oturumda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Savunma Bakanı Yaşar Güler Meclis üyelerine bilgi verdi. TBMM'deki kapalı oturumlar milli güvenlik, dış ilişkiler, devlet sırrı ve olağanüstü haller gibi gizli konuların görüşüldüğü özel toplantılar.

Bu oturumlar basına açık değildir, tutanakları 10 yıl süreyle gizli tutulur ve katılımcıların üst düzey görüşmelerin ayrıntılarını açıklamaları yasaktır.

Ancak toplantının ardından Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) lideri Özgür Özel, İsrail'in gözünü Türkiye'ye diktiği yönündeki son söylentileri değerlendirdi:

"Biz kendi değerlendirmelerimizi yaptığımızda İsrail'in Türkiye'ye saldırmasının akılla, mantıkla, İsrail'in gücüyle, Türkiye'nin gücüyle, uluslararası kuruluşların görevleriyle mümkün olmayacak bir şey olduğunu biliyorduk."

Eğer Erdoğan hükümeti İsrail'in Türkiye için yakın bir tehdit oluşturduğuna gerçekten inanıyorsa, atabileceği somut adımlar var. En önemlisi, bir NATO üyesi olarak Türkiye, NATO Antlaşması'nın 4. maddesine başvurabilir:

Taraflardan herhangi birinin görüşüne göre, taraflardan herhangi birinin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı veya güvenliği tehdit edildiğinde, Taraflar birlikte istişarede bulunacaklardır.

Ancak Ankara, algılanan İsrail tehdidi konusunda böyle bir istişare çağrısında bulunmadı.

Boru hattı siyaseti
Azerbaycan'ın İsrail ile çok yakın siyasi ve askeri bağları bulunuyor. Aynı zamanda, Türkiye ile Azerbaycan ilişkilerini “iki devlet, tek millet” olarak tanımlıyor. İki ülke arasında 15 Haziran 2021'de imzalanan Şuşa Deklarasyonu, bağımsızlıklarının, egemenliklerinin, toprak bütünlüklerinin veya ulusal güvenliklerinin tehdit altında olması halinde birbirlerini destekleme taahhütlerini de içerecek şekilde ikili ilişkiyi ittifak seviyesine yükseltti. Bu, gerektiğinde karşılıklı askeri yardım anlamına geliyor.

Dolayısıyla, Türkiye İsrail'den gerçekten askeri bir tehdit bekliyorsa, Şuşa Deklarasyonu uyarınca Bakü'den Tel Aviv ile ilişkilerini gözden geçirmesini ve diplomatik destek sağlamasını talep edebilir. Fakt yine de böyle bir talepte bulunulmadı.

İsrail, petrolünün yaklaşık yüzde 40'ını Hazar Denizi'nden Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye üzerinden Türkiye'nin Ceyhan limanına ve oradan da tankerlerle İsrail limanlarına uzanan kritik bir enerji güzergahı olan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı üzerinden alıyor.

Boru hattı öncelikle Azerbaycan'ın Azeri-Çırak-Derin Su Güneşli (ACG) sahasından petrol ve Şah Deniz sahasından kondensat taşıyor. British Petroleum (BP), ACG sahasını uluslararası petrol şirketlerinden oluşan bir konsorsiyum olan Azerbaijan International Operating Company (AIOC) adına işletiyor.

BP, SOCAR, MOL, Equinor, TPAO, Eni, TotalEnergies, ITOCHU, INPEX, ExxonMobil ve ONGC Videsh'in dahil olduğu bir başka konsorsiyum ise BTC boru hattını işletmekte ve petrolü küresel olarak pazarlıyor. BP, 10 Mayıs itibariyle bu konsorsiyumun boru hattının yönetimine dahil olduğunu açıkladı.

Halihazırda boru hattı Hazar Denizi'ni Akdeniz'e bağlayan ve günde 1.2 milyon varil (bpd) taşıma kapasitesine sahip çok önemli bir güzergah.

Azerbaycan Devlet İstatistik Komitesi'nin verilerine göre BTC boru hattı üzerinden taşınan petrol hacmi 2023 yılında yüzde 1,6 artarak Ceyhan'da 313 tankere yüklenen 30,2 milyon tona ulaştı. Kazak ve Azeri petrolünün İsrail'in ham petrol arzındaki önemli payı göz önüne alındığında, BTC boru hattı bu enerji ticaretinin kolaylaştırılmasında son derece önemli bir rol oynuyor.

Yasal kısıtlamalar aşılabilir
İsrail'in Ceyhan limanından gelen petrole olan bağımlılığına rağmen, BP liderliğindeki konsorsiyumla imzalanan anlaşmalara göre Türkiye'nin mücbir sebepler dışında petrol akışını durdurma yetkisi bulunmuyor. BTC Boru Hattı Projesi'nin temelini oluşturan Ev Sahibi Hükümet Anlaşması (HGA) ve Hükümetlerarası Anlaşma (IGA), kesintisiz petrol akışını sağlama konusunda Ankara'yı yasal olarak bağlıyor.

Bu anlaşmalar, Türkiye de dahil olmak üzere imzacı ülkeleri tipik uluslararası anlaşma hukukunun ötesinde yükümlülüklere bağlayan hükümler içeriyor. Özellikle, imzacı ülkeleri, nedeni ne olursa olsun, herhangi bir inşaat veya petrol taşıma gecikmesinden kayıtsız şartsız sorumlu kılıyor. Bu durum uluslararası konsorsiyuma ulus-devletler karşısında ayrıcalıklı bir hukuki konum kazandırmakta ve üyelerinin yasama ve yargılama hakları gibi bazı egemenlik yetkilerinden feragat etmelerini gerektiriyor.

Dolayısıyla, Türkiye siyasi nedenlerle İsrail'e petrol akışını durdurmak istese bile, BTC anlaşmalarındaki katı sorumluluk maddeleri ve diğer hükümler muhtemelen yasal bir engel teşkil edecek.

Bununla birlikte, The Cradle'ın haziran ayında belirttiği üzere, konsorsiyumdan ayrılmak neredeyse imkânsız olsa da Türkiye için potansiyel bir “çıkış” İsrail'in Uluslararası Adalet Divanı (UAD) ve Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) kararlarını ihlal etmesini gerekçe göstermek olabilir. Bu, Türkiye'ye anlaşmaları yeniden müzakere etmek için yasal zemin sağlayacaktır. Bu olası hukuki yola rağmen, yeniden müzakere için böyle bir talepte bulunulmadı.

Türkiye'nin Filistin üzerinden İsrail ile ticareti
Türkiye'nin İsrail ile tüm ticareti durdurduğuna dair resmi iddialarına rağmen, Türk şirketlerinin ihracatlarını Filistin üzerinden kanalize ederek bu yasağı deldiği görülüyor. Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) verileri, İsrail'in malların transit geçişi üzerinde tam kontrol uyguladığı işgal altındaki Filistin topraklarına yapılan Türk ihracatında önemli bir artış olduğunu gösteriyor.

Son verilere göre, 2023 yılında 156 bin dolar olan Türkiye'nin Filistin'e çelik ihracatı, bu yıl yüzde 43 bin 500 gibi olağanüstü bir artışla 68 milyon dolara ulaştı. Benzer şekilde, Türkiye'nin Filistin'e kablo ihracatı 2023 yılında sadece 1366 dolar iken, sadece Ağustos 2024'te bu ihracat yüzde 128 binlik çarpıcı bir artışla 1,75 milyon dolara yükseldi.

Raporlar, resmi olarak işgal altındaki Filistin topraklarına yönelik olan bu ihracatın aslında İsrail'e ve özellikle de İsrail ordusuna ulaştığını gösteriyor. Denizli'deki Pamukkale Kablo Şirketi'nin İsrail ordusunun en önemli kablo tedarikçilerinden biri olduğu bildiriliyor.

Siyasi duruşa karşı pratik ilişkiler
Bu gelişmeler, Türkiye'nin İsrail'i ulusal güvenlik tehdidi olarak görmesine ilişkin soru işaretlerini artırıyor. Erdoğan hükümetinin saldırgan söylemlerine rağmen İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog, Büyük Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı'nda yaptığı konuşmada İsrail'in Türkiye'ye karşı düşmanca bir niyeti olmadığını söyledi ve Türkiye'ye karşı hiçbir zaman planları olmadığını teyit etti:

"Aksine, biz Türkiye halkına büyük saygı duyuyoruz, onlar da İsrail halkına büyük saygı duyuyor. Halklar arasında uzun yıllara dayanan ilişkilerimiz var ve halklar dostluk ve bir arada yaşama karşıtı tüm seslere üstün gelecektir."

Bu da her iki devletin de aksi yöndeki siyasi tutumlarına rağmen, pratikte birbirlerini varoluşsal tehdit olarak görmediklerini gösteriyor.

Kısacası, Türkiye ve İsrail arasındaki gergin siyasi söylem, iki ülkenin birbirlerini askeri tehdit olarak algıladıkları anlamına gelmiyor. İktisadi bağlar, jeopolitik gerçekler ve uluslararası anlaşmalar ikili ilişkilerde önemli bağlayıcı faktörler olarak işlev görüyor.

Erdoğan'ın beyanları, giderek artan İsrail karşıtı iç seçmenlerine yönelik mesajlar olarak değerlendirilebilir. Fakat bu söylemin uzun vadede Türkiye-İsrail ilişkilerini nasıl etkileyeceği ve bölgesel dinamikleri nasıl şekillendireceği belirsizliğini koruyor.

Şimdiye kadar Türkiye'nin işgal devletine ihracatı devam etti ve hatta İsrail'in bir yıl önce Gazze'ye yönelik acımasız askeri saldırılarını başlatmasından bu yana büyük ölçüde arttı. İki ülke arasındaki karmaşık ilişkinin sürdürülmesi her iki başkent için de öncelikli görünmekle birlikte, Türk kamuoyunun onaylamadığı bir şekilde sessizce yönetilecektir.

Suad Delgen 

Filistin'e destek hakka destektir zira hak Filistinlilerindir. İsrail'in istediği genişlemeye karşı duyuyoruz. Batı'dan bizimle konuşmaya gelen delegeler ''Biz Lübnan ile Gazze cephesini ayırmak istiyoruz'' diyorlardı. Biz onlara istediğini vermedik. Bizim direnişimiz savunma direnişidir. İşgali reddediyoruz, toprağı özgürleştiriyoruz.

  
Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Şeyh Naim Kasım Salı günü saat 15:00'te el-Menar aracılığıyla bir konuşma yaptı.

Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı televizyonda yayınlanan konuşmasında mevcut savaşın boyutlarını, İsrail işgalinin bölgeye yönelik planlarını ve Hizbullah'ın dayattığı yeni denklemleri anlattı.

Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Şeyh Naim Kasım konuşmasına şu sözlerle başladı:

“Bizler Genel Sekreter Seyyid Hasan Nasrullah'ın evlatlarıyız, onun tarafından yetiştirildik ve hâlâ onun varlığını hissediyoruz. Ey sevgili lider, ruhun aramızda yaşıyor ve sözlerin yolumuzu aydınlatıyor. Emirleriniz yerine getirilecek: onları yeneceğiz ve topraklarımızdan söküp atacağız.

“Seyyid Nasrullah bizi terk etmedi, o burada. Özgürlük savaşçıları onun iradesi ve ona olan sevgileriyle güçlü durmaya devam eden halkı aracılığıyla düşmana karşı en büyük güçle karşı koymayı sürdürüyor.”

Şeyh Naim Kasım Salı günü Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrullah'ın şehit edilmesinden bu yana yaptığı üçüncü televizyon konuşmasında “İsrail gaspçı ve işgalci bir rejimdir ve tüm bölge ve dünya için gerçek bir tehlikedir” dedi.

''İsrail'in Filistin'i işgal etmekle yetinmeyeceğini, daha fazlasını işgal etmeye çalışacak yayılmacı bir varlık'' olduğunu vurgulayan Şeyh Naim Kasım, İsrail'in geçmişte Lübnan topraklarını işgal etmeye çalıştığını ve hatta Güney Lübnan'da Güney Lübnan Ordusu adında bir ordu kurduğunu belirtti.

Batı'nın Orta Doğu üzerindeki planları hakkında Şeyh Naim Kasım şunu söyledi:

“İsrail'in Batı'nın yayılmacı projesinin bir parçası olduğu açıktır. İsrail'i boş boş otururken gördüğünüzde, bunun nedeni acizliğindendir; Lübnan'a doğru genişleyememesindendir. Bunu yapabileceklerini anladıklarında ise yapacaklardır.”

Hizbullah yetkilisi İsrail ve destekçilerinin gerçekleştirdiği katliamlar karşısında direnişin önemini vurguladı:

“İsrail ve arkasındakiler saldırıyor, öldürüyor, katliamlar yapıyor ve biz de bunun karşısında bir duruş sergilemek durumunda kalıyoruz.

Biz Lübnan'ı Filistin'den ayırt etmiyoruz. 

Filistin'e destek hakka destektir zira hak Filistinlilerindir. İsrail'in istediği genişlemeye karşı duyuyoruz.

Batı'dan bizimle konuşmaya gelen delegeler ''Biz Lübnan ile Gazze cephesini ayırmak istiyoruz'' diyorlardı. 

Biz onlara istediğini vermedik. Bizim direnişimiz savunma direnişidir.

İşgali reddediyoruz, toprağı özgürleştiriyoruz.

Gözlerinizi açın ey insanlar! Bölgedeki proje genişleme projesidir. Savaşan Filistinlilerdir. Katledilen Filistinlilerdir. İstenilen Filistin'in tümüdür.”

Kasım ayrıca, “İsrail ve ABD tarafından yürütülen soykırımın, her ikisinin de İsrail tarzında yeni bir Ortadoğu'nun uygulanmasında ortak oldukları anlamına geldiğini” açıkladı.

Şeyh Naim Kasım'ın konuşmasının devamında şu ifadeler yer aldı:

“Kendini büyük gören Batı dünyası İsrail'i desteklerken, bizim mazlum halkı desteklemek hakkımız değil midir? 

Toprağı savunan mı insanları katleden taş üstünde taş bırakmayan mı suçludur? 

Mazlum halkı desteklemek İran için iftihardır. İran bütün imkanlarını sundu. Bu İran için gurur sebebidir. Büyük şehit Kasım Süleymani bu bölgenin güçlendirilmesi için savaştı. Amerika ve onunla birlikte olanların zayıflaması için Kasım Süleymani çaba gösterdi.”

Hizbullah yetkilisi ayrıca Batı Asya'daki ABD-İsrail ortak planını da ifşa etti:

 “O büyük şeytan Amerika, yeni bir Orta Doğu istiyor. Netanyahu da aynı vizyonu paylaşıyor. Bu da ABD ve İsrail'in kasıtlı olarak bu soykırımı gerçekleştirdiği anlamına geliyor.”

 “Aksa Tufanı'nın neden olduğunu sormayın, işgalin neden var olduğunu sorun”
Şeyh Kasım Hizbullah'ın İsrail rejimi ile uzun süredir devam eden çatışmasında yenilmeyeceğini söyledi:

“Direniş yenilmeyecektir çünkü toprakların sahibidir ve çünkü savaşçıları onurlu bir yaşamdan başka hiçbir şeyi kabul etmeyen şehitlerdir. Ordunuz şimdi yenildi ve daha da yenilecek.”

Hizbullah yetkilisi Tel Aviv'in Siyonist yerleşimcilerin işgal altındaki kuzey topraklarındaki evlerine dönmesini istiyorsa Gazze ve Lübnan'a yönelik saldırılarını durdurması gerektiğini söyledi.

Hizbullah lideri, saldırganlığın devam etmesi halinde terk edilen yerleşim yerlerinin sayısının artacağı ve yüz binlerce -potansiyel olarak iki milyondan fazla- yerleşimcinin risk altına gireceği uyarısında bulundu.

Konuşmasında 7 Ekim 2023'te Siyonist varlığa yönelik Aksa Tufanı Operasyonu'na da değinen Şeyh Kasım, Hamas liderliğindeki Filistinlilerin “işgalciden kurtulmaya çalıştığını” söyledi.

Şeyh Naim Kasım, Filistin Direnişinin dünyaya bir mesaj gönderdiğini söyledi:

 “75 yıl geçti ve işgal hala topraklarımızda, bizi öldürüyor.”

Hizbullah yetkilisi Filistinlilerin “işgali sarsacak ve genişlemesini durduracak” eylemlerde bulunma hakkına sahip olduğunu söyledi.

Hizbullah yetkilisi uluslararası toplumu Aksa Tufanı'nın neden gerçekleştiğini sorgulamak yerine “İşgal neden hala orada?” diye sormaya çağırdı.

Şeyh Kasım, Hizbullah'ın İsrail rejimiyle olan çatışmasının Filistin'in kurtuluşu için verilen mücadeleden ayrı tutulamayacağını söyledi.

''Düşmana acı vermek'' denklemi
Savaşın yeni bir aşamaya girmesi ve dinamiklerin değişmesiyle birlikte Şeyh Kasım, Lübnan'ın artık destek cephesi aşamasında olmadığını savunarak, “aksine, artık bize karşı bir İsrail savaşıyla karşı karşıyayız” dedi.

Bu yeni denklem ışığında Hizbullah'ın, büyük şehit lider Genel Sekreter Seyyid Hasan Nasrullah'ın direktifleri doğrultusunda artık Tel Aviv, Hayfa ve hatta Hayfa'nın ötesini hedef aldığını açıkladı.

Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı, “Düşman Lübnan'ın tamamını hedef aldığına göre, varlık içinde uygun gördüğümüz herhangi bir yeri hedef alma hakkına sahibiz” dedi.

Ayrıca Direniş'in işgalci İsrail askerlerini, mevzilerini ve askeri kışlalarını hedef almaya odaklanacağı uyarısında bulundu.

Şeyh Kasım savaşı sona erdirecek çözümün ateşkeste yattığını açıklayarak Hizbullah'ın zayıf bir pozisyondan konuşmadığını ileri sürdü.

Genel Sekreter Yardımcısı ayrıca alaycı bir şekilde, İsrail'in başarısız hava savunma sistemlerinin yerleşim yerlerine düşen enkazları göndermesi nedeniyle “İsrail'in” istemeden de olsa Direniş'e operasyonlarında yardımcı olduğuna dikkat çekti.

Kasım konuşmasında yerleşimcilere seslenerek şunu söyledi:

“İşgal altındaki topraklardaki yerleşimciler! Yetkililerinizin sözlerine inanmayın çünkü onlar size kayıpların az sayısını veriyor. Yetkilileriniz sizlere hakikatin daha azını vermekteler. Siz ölülerinize bakın.”

İsrailli yerleşimcileri, hükümetlerinin Hizbullah'ın kabiliyetlerine ilişkin iddialarına güvenmemeye çağıran Genel Sekreter Yardımcısı, Gazze Direnişi'ni örnek göstererek Hizbullah'ın kurduğu yeni denklemin “düşmana acı vermek” olduğunu bir kez daha teyit etti.

Direniş yenilmeyecek
Hizbullah'ın halkına ve destekçilerine seslenen Şeyh Kasım, partinin toparlandığını ve yeniden organize olduğunu, liderlik boşluklarını doldurduğunu ve tüm pozisyonlar için yedekleri hazırladığını belirtti.

Hizbullah'ın aldığı hasara rağmen güçlü olduğunu ve savaş alanının bu gücün kanıtı olduğunu teyit etti.

İşgalci İsrail'in saldırılarının neden olduğu acıyı kabul etmekle birlikte, düşmanın stratejik düzeyde ilk adımın ötesine geçemediğini vurguladı.

Direniş'in son iki hafta içinde elde ettiği başarıların beklentileri aştığını ifade ederek, “Direniş'in misyonu sadece İsrail'in ilerleyişini durdurmak değil, düşmanı takip etmek olmuştur” dedi.

İsrail'in yenileceğini ama Direniş'in yenilmeyeceğini, zira Direniş'in ‘kendi topraklarını savunduğunu’ ve üyeleri ile savaşçılarının bu toprakların ve halkının onurunu savunmak için hayatlarını feda etmeye hazır olduklarını vurguladı.

Direniş'in kararlılığının ve halkın dayanışmasının “toprağı geri almak ve saldırganlığı durdurmak için tek yol olduğunu” da sözlerine ekledi.

“Biz Direniş olarak onurumuzla savaşıyoruz ama İsrailliler sivilleri, kadınları, çocukları ve hastaneleri hedef alıyor” diyen Şeyh Kasım, İsrail işgalinin Lübnan Ordusu'nu, UNIFIL güçlerini ve camiler ile kiliseler de dahil olmak üzere ibadet yerlerini de hedef aldığını, çünkü İsrail projesinin yıkıcı bir proje olduğunu vurguladı.

İsrail'in UNIFIL'in çekilmesi talebi karşısında Birleşmiş Milletler ve Batılı ülkelerin rolünü sorguladı ve belirlenen uluslararası kararlar açısından herhangi bir eylemde bulunulmamasını eleştirdi.

Şeyh Kasım bu bölümü “dizginleri ele alan” ve düşmanı ahırına geri dönmeye zorlayan tarafın Hizbullah olacağını söyleyerek bitirdi. Kasım, destekçileri tarafından desteklenen “İsrail ”in öldürmeye ve katliam yapmaya devam ettiğini ve bu tür eylemlere karşı durmanın zamanının geldiğini de sözlerine ekledi:

“Muzaffer olacağımıza dair güvenimiz sınır tanımıyor.”

“Sabredin, zafer yakındır”
Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Şeyh Naim Kasım Direniş destekçilerine hitaben yaptığı konuşmada Kur'an-ı Kerim'den bir ayete atıfta bulunarak “zaferin sabırla geleceğini” vurguladı.

Hizbullah Genel Sekreteri şehit Seyyid Hasan Nasrullah'ın sözünü hatırlatan Kasım, yerlerinden edilen Lübnanlıların evlerine döneceği ve bu evlerin eskisinden daha iyi bir şekilde yeniden inşa edileceği sözünü verdi.

Halkın fedakârlıklarını takdir eden yetkili, bu mücadelede birlikte olduklarını hatırlatarak kararlılıkları için teşekkür etti.

Direniş'in savaşçıları, kaynakları ve Hizbullah ile Emel Hareketi'nin birleşik çabalarıyla güçlü kaldığını teyit etti. Destekçilerine fedakarlıklarının boşa gitmeyeceği ve asla terk edilmeyecekleri konusunda güvence vererek, “Birlikte yeniden inşa edeceğiz ve siz de geride kalmayacaksınız, tıpkı sizin de bizi [silahlı Direnişi] terk etmeyeceğinizi bildiğimiz gibi” dedi.

Şeyh Kasım, Direniş'in destek tabanının birliğini ve gücünü pekiştirerek birlikte mevcut zorlukların üstesinden gelecekleri ve zafer kazanacakları sözünü verdi.

Konuşmasının sonlarına doğru direnişçilere seslenen Şeyh Naim Kasım şunları söyledi:

“Mücahitler! Sizler cihadın mücevheri, gurur ve haysiyetin sembolüsünüz.

Sizler bizim umudumuz ve zaferin müjdecilerisiniz. 

''Onlarla savaşın; Allah sizin ellerinizle onları cezalandıracak, rezil edecek, onlara karşı size zafer verecek ve inanan bir topluluğun kalplerine şifa verecektir''

Sizler bize şehitlerin, yaralıların, esirlerin ve bu yol uğruna sayısız fedakârlıklarda bulunan ailelerin emanetisiniz. Size olan güvenimiz sonsuzdur ve sonuna kadar yanınızdayız.

Biz bir aileyiz, hepimiz aynı yoldayız. Bize yapılan size de yapılmış sayılır. Sizi sevindiren şey bizi de sevindirir. Fedakârlıkların ağır olduğunun farkındayız ama sebat etmeliyiz. Zorluklar karşısında sabretmeye devam edeceğiz.

Eğer halk yaşamı arzuluyorsa, o zaman kader karşılık verecek, gece kalkacak ve zincirler kırılacaktır.

Zafer sabırla gelir.”

  Siyonist İsrail'in bir yılı aşkın süredir saldırılarını sürdürdüğü, abluka altındaki Gazze'de bombardımanlarda ve açlıktan ölen on binlerce Filistinliye, son çadır kampa düzenlenen saldırıda yanarak can veren 4 kişi de eklendi.
 

Pazartesi günü, İsrail İHA'larının Deyr el-Belah kentindeki Aksa Şehitleri Hastanesi yerleşkesinde yerinden edilen Filistinlilerin çadırlarına düzenlediği bombardıman sonucu çıkan yangında yanarak ölen Filistinlilere ait acı görüntüler, sosyal medyada yoğun şekilde paylaşıldı.

Saldırının ardından yanarken görüntüleri yayılan, henüz 20 yaşlarındaki Filistinli Şaban Delu, yanan elini kaldırarak kendisine yardım edilmesini isterken, alevlerin şiddeti ve yangına müdahale imkanlarının olmaması nedeniyle çevresindekiler onu kurtaramadı. Saldırıda Şaban Delu'nun annesi de yanarak hayatını kaybetti.

Saldırıda şehit olan 4 kişinin yanı sıra çeşitli derecelerdeki yanıklarla 40'tan fazla Filistinli de yaralandı.

Katil İsrail ordusu, çadırlara yönelik saldırıyı kabullenirken, okul ve hastanelere saldırılarını her zaman yaptığı gibi, olaya ilişkin açıklamalarında "hedef alınan çadırlarda Hamas Hareketi'nden silahlı direnişçilerin olduğu" bahanelerini öne sürerek, sivil katliamına meşruiyet kazandırmaya çalıştı.

 

BM, Gazze'de İnsanların Diri Diri Yakılmasını Daha Ne Kadar İzleyecek?
 
  Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan, AK Parti Kongre Merkezi'nde 'Filistin'in Geleceği Konferansı'nda konuştu.
Erdoğan'ın konuşmasından öne çıkanlar:

Söz konusu Gazzeli mazlumlar olunca, mesele Gazze'de vahşiçe öldürülenler olunca, 1-2 yaşındaki bebekler olunca herkes derin bir sessizliğe bürünüyor. Batı'nın yıllardır savuna geldiği özgürlük, ifade, hukuk gibi terimler tamamen rafa kaldırıldı. Canlı yayında gazeteciler kurşunlandı. İnsanlar hunharca katledildi, 360 kmlik daracık bir alana sıkıştırdıkları insanlara neler yaptılar. İlaçsız, doktorsuz insanları bombalarla öldürdüler.

İsrail güçleri 1 milyon Filistinliyi sürgün etti, 675 köyü ve kasabayı yok etti. Binlercesini öldürdü. Kan ve işgal üzerinde kurulan İsrail, Nekbe'den itibaren sayısız katliamlara sebep oldu.

İsrail, 27 bin km karelik Filistin topraklarının yüzde 85'ine el koymuş durumdadır. Milyonlarca Filistili göç ettirilmiştir, sadece Nekbe'de 1 milyon idi. Ürdün de de birçok Filistinli olmak üzere, bugün dünyada 6 milyon Filistinli bulunuyor. Gasp ettikleri Filistin toprakları her yıl artıyor.

Filistin halkı bu zulmü on yıllardır yaşıyor. İsrail'in işgal, yıkım ve infaz politikası tam 76 yıldır aralıksız devam ediyor.

BM Güvenlik Konseyi ile uluslararası örgütlerin İsrail'in şımarıklıkları karşısında nasıl büyük acze düştüklerini hep beraber yüzümüz kızararak takip ettik.

Bugün BM üyesi olupta resmi sınırları hala netleşmemiş tek devlet İsrail devletidir. Bu gerçeği 74'üncü BM Genel Kurulu'nda göstererek İsrail'in sınırları neresidir diye sormuştuk. Bu sorunun cevabını veren çıkmadı. Gazze ile yetinmeyeceklerini Lübnan'a saldırarak gösterdiler. Giderek şımaran, azgınlaşan İsrail, durdurulmadığı takdirde bu yayılmacılığın nereye uzanacağını tahmin edebiliyoruz. Ülkemize yaklaşan bir tehlike var ve biz de her türlü tedbiri alıyoruz.

Kafasında UN yazılan mavi kasklı askeri koruyamayan BM, Gazzelilere, Lübnanlılara uzanan ellere nasıl müdahale edecek?

BM, Gazze'de insanların diri diri yakılmasını daha ne kadar izleyecek?

İsrail ile ticareti durdurduk ve Gazze'ye 84 ton yardım gönderdik. Bu yardım ile Türkiye olarak, Gazze'ye en çok yardım gönderen ülke konumuna geldik.

Türkiye, Lübnanlı ve Filistinli kardeşlerinin yanındadır. Zafer, Gazze ve Lübnan'da inananların olacaktır. Büyük acılar yaşansa da bu süreç, özgür Filistin'in kurulmasıyla neticelenecektir.

Çocuklar özgürce koşacak ve oynayacak, gökyüzüne baktıklarında savaş uçaklarını değil güneşi ve ayı görecekler. Alimlerin rabbi olan Allah'tan ümidimizi kesmeyeceğiz.

 İran, Batı Asya'daki dengeleri değiştirebilecek bir anlaşmaya ön ayak olmayı planlıyor. Yasa tasarısı, ABD ve Batı'ya karşı direnen güçleri bir askeri pakt altında toplamayı öngörüyor. Dışişleri Bakanı Erakçi İsrail'in tehditlerine karşı 'daha da güçlü karşılık vereceğiz' dedi
 

İran parlamentosu, Direniş Ekseni'nin tüm tarafları arasında resmi bir askeri ittifak oluşturmak için bir yasa tasarısı hazırlıyor. Tasnim haber ajansına göre bölgenin güvenlik ve siyasi denklemleri üzerinde derin etkileri olabilecek bu çalışma, "Direniş grupları ile onları destekleyen ülkeler arasında bir güvenlik ve savunma anlaşması yapılmasını" öneriyor.

Olası ortaklık, dış tehditlerle başa çıkmak ve kriz zamanlarında Direniş Paktı'na üye olan tüm ülke ve direniş hareketlerini desteklemeyi amaçlıyor. İsrail veya ABD tarafından pakt üyelerinin topraklarına bir saldırı olması durumunda, üyeler birbirlerine sadece askeri değil ayrıca kapsamlı ekonomik ve siyasi destek sağlamakla da yükümlü olacak.

ANA KARARGAH OLACAK

Tasnim haber ajansına göre paktın içinde İran, Suriye ve Yemen'in yanı sıra Hizbullah, HAMAS Irak Direnişi ve çeşitli diğer grupların yer alması bekleniyor. Yasa kapsamına giren direniş hareketlerinin İran İslam Cumhuriyeti Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi tarafından onaylanması gerekiyor.

Ayrıca direniş grupları ve İran ordusu arasındaki operasyonları ve askeri kararları koordine etmek için ortak bir karargah kurulması öngörülüyor. Bu karargah, krizleri ve tehditleri yönetmek için merkezi bir kurum olarak hareket edecek.

Tasnim'e göre anlaşmanın temel yönlerinden biri, kuvvetler arasındaki operasyonel verimliliği ve koordinasyonu iyileştirmek için tasarlanmış ortak askeri manevralar düzenleme planlaması olacak.

ÜS VE EĞİTİM MERKEZLERİ

İran yayınına konuşan yetkililer, anlaşmanın askeri altyapının geliştirilmesine de yardımcı olacağını, üs ve eğitim merkezleri inşa etme alanında işbirliği sağlayacağını söylüyor. Bu da direniş gruplarının askeri yeteneklerini artırabilir ve onları tehditlerle başa çıkmaya daha hazır hale getirebilir. Uzmanlara göre olası oluşum, Batılı ülkelerin ve özellikle İsrail'in etkisine karşı etkili bir araç görevi görebilir.

Bölge ülkelerinin kolektif güvenliği yönünde önemli bir adım olarak değerlendirilen plan, direniş grupları arasında daha fazla işbirliğinin temelini atabilir. İranlı kaynaklara göre bölgedeki mevcut durum göz önüne alındığında, ortak bir savunma yapısı oluşturmak Orta Doğu'da istikrar ve güvenliği güçlendirmeye yardımcı olabilir. Bu paktın üyeleri gerekli anlaşmalara varabilirlerse muhtemelen bölgenin güvenlik denklemleri üzerinde önemli etkileri olabilecek dış tehditlere karşı daha güçlü bir ittifakın oluşumunu göreceğiz.

NÜKLEER TESİSLERDE GERİ ADIM

Öte yandan Tahran'ın 200 füzeyle düzenlediği misilleme saldırısına yanıt verme tehdidinde bulunan İsrail'in, İran'daki askeri üslerin yanı sıra bazı üst düzey istihbarat kurumlarının yerleşkelerini hedef alabileceği öne sürüldü. The New York Times (NYT) gazetesinde çıkan habere göre İsrail, ilk aşamada nükleer tesisleri hedef almaktan ziyade askeri üsler ve bazı istihbarat kurumlarının yerleşkelerini vurabilir.

'ON UYGUN SENARYO'

İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi pazartesi günü yaptığı açıklamada, Tel Aviv'in ülkenin altyapısına saldırı tehditlerini değerlendirerek, "İsrail'e, İran'ın iradesini test etmemesini tavsiye ediyoruz. Herhangi bir saldırıya daha güçlü yanıt vereceğiz. Cevap vermekte tereddüt etmeyeceğiz." ifadelerini kullandı.

Katar yayını el-Arabi el-Cedid'e göre İran'daki askeri kaynaklar, İsrail'in herhangi bir saldırısına karşılık vermek için en az “on uygun senaryo” hazırladığını söyledi. Bu planların “güncellenme kabiliyetine sahip olduğunu, bunun da İran'ın karşılık verme konusundaki ciddiyetinin bir kanıtı olduğunu” belirtti.

ÜÇÜNCÜ TARAFLARA UYARI

Kaynaklar, “Siyonist varlığın coğrafyası İran'dan çok daha küçük ve altyapısı daha hassas. İran'ın vereceği karşılık İsrail için eşi benzeri görülmemiş sorunlara yol açabilir.” diyerek sözlerini sürdürdü ve şu eklemede bulundu: “İran'a yapılabilecek bir saldırıda İsrail'e yardım eden ülkeler, Tahran'ın kırmızı çizgisini aşmış olacak ve zarar görecek.”

'KAANİ İŞİYLE MEŞGUL'

İran Devrim Muhafızları pazartesi günü Kudüs Gücü Komutanı İsmail Kaani hakkındaki iddiaları yalanladı. Kaani'nin geçen hafta İsrail'in Beyrut banliyösüne düzenlediği baskında Hizbullah Yürütme Konseyi Başkanı Haşim Safiyuddin ile birlikte yaşamını yitirdiği öne sürülüyordu.

Kudüs Gücü'nün Komutan Yardımcısı Tuğgeneral Iraj Mescidi pazartesi günü yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:

“Birçok kişi bize Tuğgeneral Kaani'ye ne olduğunu soruyor. Kaani'nin sağlığı iyi ve faaliyetleriyle meşgul.” Günün ilerleyen saatlerinde İran televizyonu Kaani'nin Tahran'da düzenlenen Filistinli çocuk ve gençlerle dayanışma forumuna katılanlara bir mesaj gönderdiğini ve “başka bir önemli toplantı” nedeniyle foruma katılamadığı için özür dilediğini duyurdu/aydınlık

İran ve Suudi Arabistan Dışişleri Bakanları bir araya geldi. İkili arasındaki görüşmede iki devlet arasındaki ilişkilerin daha da gelişmesi konusunda ortaklaşıldı.

İsrail'in misilleme yapmakla tehdit ettiği İran Batı Asya'da müttefiklik ilişkilerini derinleştirmek için görüşmelere devam ediyor. Geçtiğimiz hafta Lübnan ve Suriye'de olan İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi temaslarına devam ediyor.

 
Bu kapsamda İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Körfez turuna başladı. Arakçi'nin ilk durağı Suudi Arabistan oldu. Ülkenin başkenti Riyad’da Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faisal bin Farhan ile bir araya geldi.

Arakçi görüşmede, hükümetin komşu ülkelerle ilişkileri geliştirme ve bölgesel güvenlik, istikrar ve refahı artırma politikasını sürdüreceğini belirterek, Reisi hükümeti döneminde iki ülke arasında yapılan anlaşmaların uygulanmasına önem verdiklerini söyledi.

SUUDİ ARABİSTAN İŞBİRLİĞİNE HAZIR
Geçtiğimiz hafta düzenlediği Lübnan ve Suriye ziyaretlerine değinen Arakçi, İsrail'in Gazze ve Lübnan'a yönelik askeri saldırılarının derhal durmasının, bölgedeki gerginliğin artmasını önlemek ve geniş çaplı bir çatışmanın çıkmasını engellemek için gerekli olduğunu ifade etti. Arakçi, bölge ülkelerinin Gazze ve Lübnan'daki masum insanların katledilmesini ve altyapıların yok edilmesini durdurmak için tüm imkan ve siyasi kapasitelerini kullanması gerektiğini belirtti.


Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Farhan ise son bir yılda ikili ilişkileri güçlendirilmesi konusundaki kararlılıklarını vurgulayarak, iki ülke arasındaki çeşitli konularda iş birliği ve koordinasyonun sürdürülmesinin önemine dikkat çekti. İran ve Suudi Arabistan’ın bölgesel istikrar ve güvenliği koruma konusunda ortak hedefe sahip olduklarını söyleyen Farhan, Suudi Arabistan’ın bu amaca ulaşmak için iş birliğine hazır olduğunu belirtti.

Erakçi daha sonra Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman tarafından kabul edildi.

İki ülke arasında önceki İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi zamanında ilişkileri geliştirme adımları atılmaya başlanmıştı. İki ülkenin sorunlarını nihayete erdirmede Çin önemli rol oynamıştı. Ülkeler arasındaki çeşitli konulara dair ihtilaflar sürse de eskinin aksine diyalog devam ediyor.