
کارگر
İran’dan Nijerya’ya sert tepki
İran Dışişleri Bakanlığı, Nijerya’da bir matem merasimine katılan müslümanlara düzenlenen saldırıya tepki gösterdi.
İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Behram Kasımi, Nijeryalı müslümanların matem merasinine düzenlenen saldırıya ilişkin yaptığı açıklamada, “Herhangi bir tehdit, şiddet ve tehlikeli yönü olmayan barışçıl dini bir törende müslümanların katledilmesi kabul edilebilir değildir” dedi.
Dün Nijerya’da bir matem merasimine düzenlenen saldırıda çok sayıda kişi hayatını kaybetti.
Nijerya Ordusu Erbain Merasimine Saldırdı: 50 Şehit
Nijerya’nın Kaduna eyaletinin Zaria şehrinde, bugün İmam Hüseyin’in şehadetinin 40.gününün yıldönümü münasebetiyle Nijerya İslam Hareketi önderliğinde binlerce Ehlibeyt aşığının katılımıyla düzenlenen Erbain merasimine Nijerya ordusu tarafından saldırı düzenlendi.
Nijerya ordusu Erbain merasimi kapsamında yürüyüş gerçekleştiren aralarında yaşlıların, çocukların ve kadınların da bulunduğu topluluğa 3 ayrı noktadan saldırarak uzun namlulu silahlarla rastgele ateş açtı.
Nijerya ordusu törene katılanların Erbain yürüyüşünü engellemek için defalarca kez biber gazı kullandı.
İslami İnsan Hakları Komisyonu Erbain töreni öncesinde Nijerya Devlet Başkanı Muhammadu Buhari’ye mektup yazarak Erbain merasimine katılacak Müslümanların can güvenliğinin sağlanması isteğinde bulunmuştu.
Ancak İslami İnsan Hakları Komisyonu ve Nijerya İslam Hareketi’nin tüm çabalarına rağmen Nijerya ordusu Erbain merasimine katılan sivillere saldırarak 50 kişiyi vahşice katletti ve yüzlerce kişiyi de yaraladı.
Haber kaynaklarının verdiği bilgilere göre; Nijerya ordusu Erbain merasimi hazırlıkları başladığı andan itibaren söz konusu töreni sabote etmeyi planlıyordu. Nijerya ordusunun saldırı planı yetkililerin bilgisi dâhilinde gerçekleşti.
Öte yandan; Nijerya devleti Nijerya İslam Hareketi’nin ülkedeki nüfuzunu azaltmak ve hareketin üyelerini fişlemek amacıyla kanlı bir baskı dönemi başlattı.
Hatırlanacağı üzere; Nijerya ordusu, 12 Aralık 2015 tarihinde Zaria’da Nijerya İslam Hareketi’ne ait bir mescide saldırmış ardından hareketin lideri Şeyh İbrahim Zakzaki’nin Zaria şehrindeki evine baskın düzenleyerek binlerce Müslüman’ı katletmişti. Olayın ardından ağır yaralan Şeyh Zakzaki ve eşi insan haklarına aykırı bir biçimde tutuklanmıştı.
Mezhepçiliği Kim, Niçin Yükseltiyor?
Allah’ın adıyla
Dünyada ki hiçbir devlet ya da hükümet başkanının ismini zikrederken bırakın mezhebini dinini bile vurgulama ihtiyacı hissetmeyenler, söz sırası Irak’a gelince “Irak’ın Şii Başbakanı İbadi” diyerek lafa başlıyor ve İbadi’yi mezhepçilikle suçluyorlar.
Türkiye’nin hatta dünyanın başına musallat olmuş PKK, FETÖ, El-Kaide, Taliban, IŞİD, Nusra, Boko Haram, Şebab gibi terör örgütlerini tanımlarken hiçbir zaman bu örgütlerin “Sünni” olduğunu vurgulama ihtiyacı hissetmeyenler, Lübnan Hükümeti’nin meşru koalisyon ortağını tanımlarken “Şii Hizbullah Hareketi” diyerek girizgah yapıp Hizbullah’ı mezhepçilikle suçluyorlar.
IŞİD ve diğer tekfirci örgütler her türlü kutsalı çiğneyip her ilkeyi ayaklar altına alarak Irak’ta yüz binlerce insanı katledilip milyonlarcasını mülteci durumuna düşürdüğünde, ne mazlumların ne de zalimlerin “din ve mezhepleri” ile ilgilenmeyenler, IŞİD’in Musul’dan doğal olarak Irak’tan temizlenmesi aşamasında birden “mezhep” damarları harekete geçirdiler. Bu güruh olmamış ve olmayacak “mezhep” çatışması üzerinden tehditler yağdırıyor.
IŞİD, Bağdat kapılarına dayanıp Sünni, Şii, Ezidi ve Hıristiyan tüm halkların hayatına ve kutsallarına kastettiğinde bırakın kıllarını kıpırdatmayı “IŞİD, bir terör örgütü değildir, IŞİD, öfkeli Sünni gençlerin oluşturduğu bir patlamadır” mealinde açıklama yapanlar, Irak’ın tamamen terörün kucağına terk edildiği bir anda sorumluluk alarak vatanlarını savunan Irak Kuvay-i Milliye’si olarak tanımlanabilecek Haşd-i Şabi’nin “tekfirci terörü” bitirme aşamasına gelmiş olması dolayısıyla bir anda Haşd-i Şabi’nin “Şii”liğini hatırladılar. Irak’ın öz be öz kendi insanından müteşekkil bu yapının nereye girip giremeyeceğini belirlemeye kalktılar
Amerika’nın BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla bölgeye şekil vermesine “Bu bir emperyalist projedir. Bu bir Siyonist harekettir” demeyenler, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla Büyük İsrail’i inşa etme projesine karşı koyanları “Şii yayılmacılığı” ile suçlama da hiçbir beis görmüyorlar.
Musul’u IŞİD’e teslim eden (Sünni) Vali Esil Nuceyfi’ye Türkiye’de lüks otellerde gününü gün etmesi için ortam hazırlayanlar, Irak ordusunu Musul’u Sünni olduğu gerekçesiyle savunmamakla suçluyorlar.
Her ağızlarını açtıklarında her kalem oynattıklarında Suriye’de azınlık Nusayri Esad Hükümeti’nin çoğunluğu Sünni olan Suriye halkını yönetemeyeceği ve devrilmesi gerektiğini savunanlar, söz sırası halkın Şii, yönetimin tamamının Sünni olduğu Bahreyn’e gelince dut yemiş bülbüle dönüyorlar.
“Ey İbadi!” diye başlayan cümlelerle “Irak’ta siyaset ve bürokratik makamları nüfus/mezhep dağılımlarına göre yapmalısın” diye üst perdeden racon kesenler, aynı mantık ve mantaliteyi Türkiye’de işletelim dediğinizde “efendim seçimi kazanan yönetir, onun dediği olur” ayağına yatıyorlar.
Bu zamana kadar siyasi, sosyal, dini ve kültürel asimilasyonun ana öğeleri olan hiçbir Amerikan (daha genel ifade ile Batı) filmi için kıllarını kıpırdatmamış yapılar, cemaatler, şeyhler, şıhlar, Hz. Peygamber (s.a.a)’in çocukluğunu konu alan “ Allah’ın elçisi Muhammed Resulullah” filminin seyredilmemesi için topyekûn harekete geçtiler. Tek karşı koyuş argümanları ise: “Bu film “Şii”ler tarafından yapıldı!” savunusu…
Akıl ve mantık çerçevesinde izahı mümkün olmayan bu paradoksal örnekleri sayfalar dolusu uzatmak mümkün. Ancak akıl ve basiret sahipleri için konunun anlaşılması için bu kadarı yeterlidir.
Peki, bu örnekleri niçin sıraladık? Hep beraber müşahede ediyoruz ki, bir el Türkiye’de “mezhepçilik”i tırmandırmakta. Bu akli ve ruhsal rahatsızlık maalesef öyle bir noktaya vardı ki, toplumun etkin ve yetkin tüm şahsiyetleri “şizofrenik bir vaka” olarak her olayı “mezhep” temelli izah etmeye başladılar. İşte bu noktada şu soruya cevap aramak gerekiyor: “Mezhepçiliği kim, niçin yükseltiyor?”
1- Cehalet, taassup ve basiretsizlik: Bir tespit olarak şunu söyleyelim ki, “mezhepçilik”in esas kaynağı “cehalet ve taassup”tur. Türkiye’de özellikle dini cemaatlerde yaygın bir hastalıktır. Zira Türkiye’de cemaatler “bilgi ve akla” değil “itaat ve biat”e davet ederler. Ve yine cemaatler açısından esas olan “değerler ve ilkeler” değil “ritüeller”dir. Kendi “ritüel”ini “din” zanneden kitleler, farklı “ritüel” sahibi mezheplerin “değer ve ilkeler”ine hiç değer vermeksizin onları “öteki” olarak görmekte ve mücadeleye yönelmekte.
2- Gerçek düşmanı tanıyamama: Türkiye İslamcılığı dünyayı bir bütün olarak görememekte. Dünyayı bir bütün olarak görememe basiretsizliği de “hak-batıl” savaşı ve taraflarını doğru tanımlayamama hatasını beraberinde getirmede. Bugün sadece İslam ve Müslümanların değil tüm dünya mazlum ve mustazaflarının esas düşmanı ve yeryüzündeki zulmün esas kaynağı “Emperyalizm ve Siyonizm”dir. Ve bu iki akımın müşahhas karşılığı da “Büyük Şeytan Amerika ve Gasıp Siyonist İsrail Rejimi”dir. Tam bağımsız bir ülke ve “adalet-hürriyet-eşitlik” temelli bir yönetim inşa etmenin yegane yolu emperyalizm, siyonizm ve onların uzantıları ile mücadele etmekten geçmektedir. Bu mücadeleye fikirsel, ideolojik ve pratik olarak yeti ve cesareti olmayanlar, farkında olmadan “emperyalizm ve siyonizm”in kuklasına en iyi ihtimalle yandaşına dönüşmekte ve enerjisini onun işaret ettiği bir yönde tüketmekte.
3- İlke ve değer üretememe: Bölgesel lider küresel oyun kurucu olma arzusu her daim telaffuz edilmekte. Ancak böyle bir rol üstlenebilmek için bölgesel ve küresel değerler ve ilkeler üretmeniz gerekmekte. Halkları ve yönetimleri yanınıza çekmenin yegane yolu budur. Hoşumuza gider ya da gitmez Batı, “demokrasi” ilke ve değerleri ile dünyaya şekil vermekte. Siz en fazlasından onu taklit edebilir bir pozisyondasınız. Taklit işe yaramayıp yeni değer ve ilke de üretemeyince etrafta her biri bizden farklı etnik kökene sahip topluluk ve ülkelere mesaj vermek için geriye tek bir yol kalıyor:”Mezhepçilik!”
4- Başarısızlık ve basiretsizlikleri örtme aracı: Yukarıda işaret ettiğimiz maddelerin neticesi olarak gerek içsel ve gerekse bölgesel bir başarısızlık ve batağa saplanmışlık hali artık kimse için sır değil. Böyle bir durumda birinci olarak; “hakim kitleyi bir ve diri tutmanın en kolay yolu olarak mezhebi hassasiyetleri kaşımak ve bölgesel meselelerde alınan başarısızlığı “öteki”lerin üzerine yıkma girişimi en kolay ve basit yöntem olarak görülmekte.” İkincisi: “15 Temmuz sonrası göreceli de olsa “Batı” ile iplerin gerilmesi Türkiye için başta “ekonomik” olmak üzere pek çok riskli alan yarattı. Böyle bir durumda “Arap ülkeleri”nin destekleri ni sürekli arkada hissetme ihtiyacı var ki, onlara mesaj vermenin en etkin yolu olarak onların en hassas olduğu alan seçiliyor.!”
“Mezhepçilik”i yükseltmek, tüm evlerin ahşap ve bitişik olduğu bir mahallenin ortasına ateş yakmak gibi bir şeydir. Göreceli ve geçici kazanımlar için tüm mahalleyi ateşe verecek akılsızlık ve basiretsizlikten başta etki ve yetki sahipleri olmak üzere herkes kaçınmalı, akli ve vicdani sorumluluğunu kuşanmalıdır. Emperyalizm ve siyonizmin yüz yıldır hayalini kurduğu “Büyük İsrail Projesi”ne hizmet edecek her türden fikir ve amelden Allah’a sığınmalı ve uzak durmalıyız.
Muntazar Musavi / Rasthaber
Dr. İsam el-İmad: Selefiliğe 100 soru (2)
1968'de Yemen'de dünyaya gelen İsam el-İmad, Suudi Arabistan üniversitelerinde tahsil görmüş ve Bin Baz gibi önde gelen Selefi ulemasından ders almış bir Vahhabi âlimi iken, Şia ile tanışmasının ardından bu mezhebe geçmişti. 1989 yılından beri Kum'da tahsilini sürdüren Dr. İsam el-İmad pek çok kitap kaleme almış önemli bir muhakkiktir.
Medya Şafak olarak, Nasr TV'de yayınlanmış olan "Selefiliğe 100 Soru" programlarının tam çevirisini sırayla sunuyoruz.
Soru 5: Selefiler usul-i fıkıh ve usul-i din ile niçin çatışıyorlar?
Muasır fıkıhçılar tarafından çağın Fahreddin er-Râzi'si olarak adlandırılan büyük İslam âlimi Said Fude, fıkıh usulü ve din usulünü, iki ana kanal olarak tanımlar. Bu konuda önemli bir sözü vardır, "Selefi kardeşlerimden Ehl-i Sünnet hakkında derin ve etraflıca düşünmelerini istiyorum." Sonra diyor ki, "Çünkü Selefilerin evrensel problemi, fıkıh usulü ve din usulü (yani kelam ilmi) ile savaşmalarıdır. Bugün Selefi kardeşlerimizin genel problemi, tevhid alanında hataya düşmeleridir. Kelam ilminde, din usulünde ve tevhid ayetlerini anlamak konusunda hata ediyorlar." Çünkü, din usulü ve fıkıh usulü ile mücadele ediyorlar. Bizler, fıkıh usulü yoluyla tevhid ayetlerini anlamaya çalışıyorken, bu ilim ve bu metotlar ile savaşan kimseler tevhid ayetlerini nasıl idrak edebilirler? Bundan dolayı merhum âlim Said Havva, bu konuya dikkat çekerek "Selefiliğin ve Şeyh Muhammed Abdulvehhab'ın evrensel problemi, Kur'an-ı Kerim'i anlama usulüne önem vermiyor olmalarıdır" der. İşte bu fıkıh usulüdür. Kim fıkıh usulü okumazsa, Şeyh Muhammed Abdulvehhab'ın hatasına düşecek ve Müslümanları tekfir edecektir.
Soru 6: Selefilik ve İmam Şafii ile İmam Malik'i öldürme çağrısı
Merhum büyük İslam âlimi ve Ehl-i Sünnet imamı Said Havva'nın -ki Suudi Arabistan'da ders veriyordu- "La Nemdi Baiden" kitabında yer alan önemli bir sözü vardır: "Selefi düşüncesi iki cenahtan oluşuyor. Birinci cenaha göre, Rasulullah'a (s.a.a) tevessül eden kişi, müşrik ve kafirdir. Diğer cenaha göre ise, Yüce Allah'ın semanın üzerinde cismiyle, hissi olarak arşa oturduğu (Allah'a sığınırım) düşüncesini reddeden kişi müşrik ve kafirdir." Ardından İmam Havva buna cevaben şu sözleri zikrediyor: "Bu düşüncelere dayanırsak İmam Buhari'yi, İmam Müslim en-Nişaburi'yi, İmam Fahreddin er-Razi'yi ve daha nice İslam âlimini öldürmemiz, hatta cesetlerini yakmamız gerekiyor. Çünkü bu imamlar, Allah'ın hissi ve cismi anlamda arşa oturmadığını söylüyor. Aynı şekilde, Allah'ın Rasulullah'a (s.a.a) tevessül etmeye izin verdiğini belirtiyorlar. Öyleyse, Selefi üniversitelerine göre İmam Buhari, İmam Müslim, Kutub-i Sitte'yi yazan âlimler ve hatta tüm Ehl-i Sünnet; Şâfii, Mâliki âlimleri, Selefi mezhebinin dışındadır ve hepsinin öldürülmeleri gerekir." Bunlar, gerçekten tuhaf sözlerdir. Ben Selefi kardeşlerimden, benim sözlerimi değil, Said Havva'nın "La Nemdi Baiden" kitabında yer alan sözlerini gözden geçirmelerini istiyorum.
7. mesele: İbadetin tanımında hata ettiler ve Müslümanların kanını mubah saydılar
Ezher Şeyhi İmam Kudâi, yaklaşık yüz yıl önce Selefilik hakkında önemli bir görüş beyan etmiştir. İmam, "Bûrhan" isimli kitabında Vehhabi mezhebini okumanın haram olduğunu yazdı. Selefi kardeşlerime, bu konu hakkında düşünmelerini tavsiye ediyorum. İmam Kûdai bu mezhebi okumayı niçin yasaklıyor? Mısırlı Ezher Şeyhi Kudâi, konu hakkında son derece önemli bir noktaya değiniyor: "Vehhabi mezhebinin okunmaması gerekiyor, çünkü Muhammed Abdulvehhab'ın takipçileri Müslümanların kanını akıtıyor, başlarını kesiyor, kadınların rahimlerini parçalıyor ve Müslümanları tekfir ediyorlar."
İmam bunu 70 küsur sene önce haber veriyor. İmama göre onlar, "ibadet" kavramının yanlış tanımlıyorlar. Bunu ben söylemiyorum, İmam Kudâi bizzat konu hakkında şu ifadeleri kullanıyor: "Siz (Vehhabiler) ibadet kavramını anlamak konusunda hataya düşüyorsunuz. İbadetin Kur'anî ve Şer'î anlamı ile sözlük (lugat) anlamı arasındaki farkını doğru şekilde ayıramıyorsunuz. Niçin 'hac' kelimesinin Arap dilinde farklı bir anlamı olduğunu ve Kur'an dilinde şer'i bir başka anlama geldiğini söylüyorsunuz öyleyse? Aynı şekilde oruç ve zekatın sözlük manası ile Şer'î anlamlarının ayrı olduğunu ikrar ediyorsunuz. Öyleyse niçin haccın, zekatın ve orucun sözlük ve Şer'î manalarının farklı olduğunu kabul edip, 'ibadet' kelimesinin sözlük ve Şer'î anlamları olduğunu reddediyorsunuz?"
İbadet kavramın anlamı mühimdir, çünkü eğer Vehhabilerdeki gibi ibadetin dilsel anlamı ile Şer'î anlamlarının aynı olduğu şeklinde bir yanlış anlama ortaya çıkarsa, bu milyonlarca Müslüman'ın öldürülmesine sebep oluyor. İmam Kudâi'nin ortaya attığı görüşü hakkındaki bakış açımızı yenilememiz gerekiyor. Çünkü Vehhabiler'in düştüğü bu hata, kabul görebilecek sıradan bir hata değildir. Bir milyondan fazla Müslüman'ın öldürülmesine yol açmıştır.
8. mesele: Selefiler Hz. Rasulullah'ın (s.a.a) sevgisinin tadından habersizdirler
Değinmek istediğim bir diğer konu da, yolundan gittiğimiz Hz. Muhammed'e (s.a.a) karşı muhabbet beslemektir. Eski bir Selefi olarak akidem hakkında şunu söyleyebilirim, biz Nebi'yi elbette seviyorduk. Ancak burada önemli bir ayrılma noktası bulunuyor. Sünni dünyanın takip ettiği Muhammed Said Ramazan el-Bûti, "Merhile Zemeniyye la Mezheb İslamî" adlı kitabında Selefilere bir soru yöneltiyor; "Selefiler niçin (Rasulullah'a) tevessül etmiyorlar?" Ardından soruya muhteşem bir cevap veriyor Bûti. Nebi'yi sevmiyorlar demiyor, ancak konuyu şu cümle ile ifade ediyor: "Onlar Nebiyi (s.a.a) sevmenin lezzetini tatmıyorlar."
Hz. Rasulullah'a sevginin lezzetine varmak, inanarak O'nun kutlu doğum gününü anmayı sağlar. Siz ise bunun aksine mevliti yasakladınız! Rasûl-ü Azam için şiirler, kasideler okunmasını ve uzaktan ziyaret edilmesini yüzyıllar boyu haram saydınız! İmam Bûti'nin de vurguladığı gibi, düşmanlarına dayanarak Selefilerin Rasulullah'ı (s.a.a) sevmediğini söylemek mümkün değildir. Hayır! Ben Selefiydim ve elbette Rasulullah'ı seviyordum. Ancak O'na duyduğum sevgi ile muhabbetin lezzetini tadamıyordum.
Kendisinden başka ilah olmayan Yüce Allah'a yemin olsun, eğer siz Nebi'ye muhabbetten İmam el-Bûti gibi lezzet alıyor olsaydınız, O'nun doğum yıldönümünü kutlamayı yasaklamazdınız! Ben onlara, sevmek ile sevgiden lezzet almak arasındaki fark üzerinde uzun uzadıya düşünmelerini tavsiye ediyorum. Bu iki olguyu birbirinden ayırabilen, problemi de çözmeyi başarır. Bu, iki annenin evlatlarına olan sevgisine benzer. Bu annelerden ilki, evlendiği vakit beklemeden hamile kalır ve çocuğunu kucağına alır. Diğer anne ise, kırk yıl boyunca bekledikten sonra çocuğunu kucağına alabilmiştir ancak. Şüphesiz iki anne de çocuğunu seviyordur, ne var ki uzun yıllar bekleyen anne, sıradan bir sevgiden çok daha büyük bir lezzet ile çocuğuna muhabbet duyacaktır! Ona şiirler okur, tevessül eder. Diğer taraftan on tane çocuğu olan kadın ise, kocasından ve çocuklarından ayrılmaya bile hazırdır. Rasulullah'ın (s.a.a) sevgisinden lezzet alma meselesi de kırk yıl bekledikten sonra doğan yavrusuna gözünün bebeği gibi bakan kadına benzer. Diğerleri ise, on tane çocuğunu sevdiği gibi Nebi'yi seviyorlar. İki durum arasında azımsanmayacak derecede fark vardır.
Soru: 9: Muhammed Abdülvehhab dışında binlerce âlim tevhidi anlayamadı mı?
Çeyrek asırdan fazla zaman önce, Suudi Arabistan'da bulunduğumuz yıllarda, resmi müfredatımızda tevhid hakkında iki ayrı kitap okutuluyordu. Bunlardan ilki, Muhammed Kutup'un derlediği kitabı idi. Bu kitap, Kur'an şehidi Seyyid Kutub'un "Fizilal´il Kur`an" tefsirinin özeti idi. Diğer eğitim gördüğümüz tevhid kitabı ise, Muhammed Abdulvehhab'ın eseriydi. Bir gün, Şeyh Rebii el-Medhali geldi ve "Krallığın eğitim sisteminde büyük bir hata var. Muhammed Kutub ile Muhammed Abdulvehhab'ın tevhid kitapları birbiri ile çelişiyor" dedi.
Şimdi, Selefiliği terk etmeme sebep olan sorulardan birini arz edeceğim. Muhammed Abdulvehhab bir tevhid kitabı yazdı (bizi darboğaza düşüren bir kitap) ve biz bunu sorgusuz kabul ettik. Diğer yandan da Mısırlı Ehl-i Sünnet müftüsü ve Ezher Şeyhi İmam Muhammed Abduh, Şafii İmam Fahreddin er-Razi, Sünni İmam Zemahşeri, müfessir İmam Taberi, "İhyau Ulumuddin"in yazarı İmam Gazali ve Seyyid Kutub'un tevhid hakkındaki kitaplarının şirk içerikli olduklarını öne sürdük. Bu şekilde binlerce tefsir damıtılarak derlenen tevhid kitaplarının şirk içerdiğini dayattılar bize. Akıl ve mantıkta bunun yeri var mıdır? Binden fazla müfessir, tevhid ayetlerini anlayamadı da sadece Şeyh Muhammed Abdulvehhab -üstelik Hz. Peygamber'den bin küsur sene sonra- anlayabildi öyle mi? Selefi kardeşlerime sormak istiyorum, binlerce tefsir âliminin hepsinin hata etme olasılığı var da, Şeyh Abdulvehhab'ın neden yok?
Soru 10: Arap değil misiniz? Arapça bilmiyor musunuz?
Selefi kardeşlerimden, Mekke-i Mükerreme müftüsü merhum Bin Alevi'nin "Tashih el-Mefahim" kitabını okuyup, üzerinde düşünmelerini rica ediyorum. Bahsi geçen kitapta "Arap dili kısa ve özlülük (icaz) dilidir" ifadesi geçiyor. Bu ifadeyi bir örnek ile açıklayacak olursak, Kur'an-ı Kerîm'de "O köye sor" (Yusuf-82) ifadesi yer alıyor. Tüm İslam mezheplerinin müfessirleri, bu ayette bir kısaltma olduğunu beyan ediyor. Öyle ki, ayeti kerimede belirtilmek istenen köy halkına sorulmasıdır.
Bir insanın dua ederken, "Ya Muhammed" veya "Allah'ım senden Muhammed (s.a.a) hürmetine istiyorum" demesi de aynı şekildedir. "Ya Muhammed" dendiği vakit, Selefiler hemen Muhammed'den (s.a.a) yardım istemenin (istiğase) küfür ve şirk olduğunu söyler. Bin Alevi bu konuda şöyle söylüyor. "Siz Arap değil misiniz? Arapça özet dilidir. 'Ya Muhammed' diyen kişi, özetle 'Allah'ım senden Muhammed (s.a.a) hürmetine istiyorum' demiş olur." Buna göre yardım istemek, tevessülün kısaltılmış halidir.
Öyleyse neden bu söz hakkında etraflıca düşünmüyoruz da, en ufak bir şey için insanları tekfir ediyoruz? Namaz kılanlar, farz ya da müstehap her namazda "Allahû ekber" lafzını tekrarlamıyorlar mı? "Allah'tan başka ilah yoktur" demiyorlar mı? Bu kişiler "Ya Muhammed şifa ver" dediğinde, hemen tekfir etmek yerine oturup düşünmek daha evla değil midir? Bu sözle "Allah'ım Muhammed'in hürmetine bana şifa ver" denmek isteniyor. Merhum Mekke müftüsünün dediği gibi, bir yerde kısaltıyor başka bir yerde açıklıyoruz. Tevessül, yardım istemenin (istiğase) ayrıntılandırılmış halidir. Yardım istemek de kısaltılmış tevessüldür.
BM Suriye Özel Temsilcisi: Nusra Cephesi Halep’i terk etmeli
BM Suriye Özel Temsilcisi Tahran'da
İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Cabiri Ensari’nin resmi daveti üzerine, Birleşmiş Milletler'in Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura bugün Tahran’a geldi.Birleşmiş Milletler'in Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura’nın bir istişare görüşme kapsamında bugün Tahran’da İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Cabiri Ensari ile bir araya geleceği belirtildi.
Alınan bilgiye göre, söz konusu görüşmede, Suriye krizi başta olmak üzere Irak, Yemen ve Afganistan’daki gelişmeler ve terörle mücadele gibi konuların ele alınacağı öngörülüyor.
İran ziyatetinde Staffan de Mistura’nın ülkenin diğer üst düzey yetkilileriyle de görüşeceği bekleniyor.
Geçen hafta Cabiri Ensari, Birleşmiş Milletler'in Suriye Özel Temsilcisini yakında Tahran’a geleceğini duyurmuştu.
BM Suriye Özel Temsilcisi:Nusra Cephesi Halep’i terk etmeli
Tahran’da bulunan Birleşmiş Milletler'in Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura, Nusra Cephesi’nin bir terör örgütü olduğunu ve Halep’i terk etmesi gerektiğini vurguladı.Birleşmiş Milletler'in Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura, İran Dışişleri Bakanı'nın Afrika ve Arap Ülkeleri İşlerinden Sorumlu Yardımcısı Cabiri Ensari ile bir araya geldi.
Gerçekleşen görüşmenin ardından basın mensuplarına açıklamada bulunan Staffan de Mistura, teröristlerin sivilleri kalkan olarak kullandıklarına karşı çıkmak için BM’nin devreye girdiğini belirterek, “Halihazırda Biz ve BM Genel Sekreterliği sivillerin tahliyesi için büyük çaba sarfediyoruz” ifadesini kullandı.
“Helep’in doğu ve batı bölgelerinde her türlü katliam ve cinayeti kınıyor, teröristlerin bu kenti terk etmelerini de istiyoruz” diyen BM Özel Suriye Temsilcisi, Halep’in adı geçen bölgelerinde bütün askeri faaliyetlerin durdurulması ve Nusra Cephesi terör örgütünün söz konusu kentin doğusunu terk etmesi gerektiğine vurgu yaptı.
Staffan de Mistura, sözlerinin bir bölümünde de “Bu bölgede yönetim şekli için kentin doğu ve batı bölgelerinde yaşayan halkla irtibata geçmemiz gerekir. Dolayısıyla da adı geçen bölgelerde her tür çatışmanın durdurulması gerekir" şeklinde konuştu.
İran, Dünya Wushu Kupası'nda ikinci oldu
Çin'ın Xi’an kentinde organize edilen 6. Dünya Wushu Kupası'na katılan İran Wushu Milli Takımı büyük başarıya ulaştı.Çin'ın Xi’an kentinde düzenlenen 6. Dünya Wushu Kupası'nda İran, 4 altın, 3 gümüş madalya alarak, dünyada ikinci oldu.
Alınan bilgiye göre, wushuda dünyanın tartışılmaz şampiyonu olan Çin, 7 altın madalya ile birinci, Filipinler ise 2 altın ,1 gümüş ve bronz madalya kazanarak üçüncü oldu.
6. Dünya Wushu Kupası’nda madalya alan milli sporcuların ismi şöyle:
Altın madalya: Sıddika Deryai, Şehrbanu Mensurian, Muhsin Muhammed Seyfi.
Gümüş madalya: Meryem Haşımi, İrfan Ahengeran ve Emir Fazli.
Her iki yılda bir düzenlenen Dünya Wushu Kupası, bu sene Çin'ın Xi’an kentinde, 4-6 Kasım 2016 tarihlerinde organize edildi.
Hz Muhammed; Allah'ın Elçisi Filminin değerlendirilmesi
Mecid Mecidi'nin 5 yıllık bir emekle ve 30 Milyon dolar bütçeyle çektiği "Allah'ın Elçisi: Hz.Muhammed" filmi etrafında bir sürü yorum-tenkit izliyoruz-okuyoruz. Teo-politik kaygılarla sadece olumsuzlayan ve hatta hakaretler sıralayan yorumlarla birlikte sinematografik, irfanî ve tarihi referanslar üzerinden dengeli kritikler yapan kalemlere-dillere de rastlıyoruz. Böylesi iki yorum kuşağının ulaşmak istedikleri hükümleri yazımızın son kısmına bırakarak filme dair kendi gözlemlerime ve kritiklerime geçiyorum.
ÖNCE SİNEMATOGRAFİ...
Mekân, kostüm, dekor, görsel efektler ve bilumum prodüksiyon unsurları itibariyle gayet görkemli bir yapım. 30 milyon dolarlık bütçenin hakkını fazlasıyla vermiş. Özellikle Fil Vakasının canlandırıldığı sahneler muhteşem. Anlıyoruz ki; imkan verildiği takdirde Ortadoğu'lu yönetmenler, Holywood'daki meslektaşları kadar başarılı sekanslar üretebilecek seviyedeler.
"Görkemlilik" vurgusu üzerinden bakınca rahatlıkla diyebiliriz ki; bu film, Çağrı'yı aşmış durumda...
Resimler ve planlar da gayet başarılı. Zaman zaman aksayan tek yön, kamera hareketleri...
Senaryonun vazettiği duygusal ortam pek çok sahnede seyirciye başarıyla verilmiş. Haliyle filmi izlerken yanınızda mendil bulundurmanızı hassaten tavsiye ederim. Lakin üç-dört sahne var ki; Mecid Mecidi eline geçen fırsatı tepmiş bence.
Görseldeki genel başarıyı müzik için ifade etmek zor. Sahne bazlı düşünüldüğünde hareket ritmi ve duygu durumuyla uyumlu müzikler yer alsa dahi lokalde yakalanan bu uyum, filmin geneline atılabilecek bir imza hüviyetinde değil maalesef. Üstelik Batılı enstrümanlar ve müzik kalıplarıyla seslendirilen kısımlar, belki Avrupalı-Amerikalı seyirciler için bir aşinalık oluşturabilir. Lakin Müslüman izleyiciler açısından gereksiz bir yabancılaşma efekti uyandırıyor. Hele de bu film ile Çağrı arasında müzik konusunda kıyas dahi yapılamaz.
İkinci-üçüncü derece roller dahil oyunculuklar genel anlamda iyi. Özellikle de Abdulmuttalip, Ebu Talip ve Halime karakterlerini oynayan oyuncular harika. Başroller içerisinde "Keşke daha iyi olsaydı" diyebileceğimiz tek performans, Amine karakterini canlandıran aktrise ait...
Çağrı filminde olduğu gibi burada da senaryoda keskin geçişler var. İslam Tarihine vakıf olmayan izleyiciler bu geçişler esnasında konu bütünlüğünü yakalayamayabilirler. Böylesi bir sorunu aşabilmenin -bilinen sinema tarihindeki- tek yolu kurguyu (hayal gücünü) artırmak. Lakin filmin konusu Peygamber Efendimiz (sav) olduğu için (Çağrı'da olduğu gibi bu filmde de) senaristler kurgu konusunda rahat davranamamışlar. Haliyle böylesi sert geçişler kullanmak zorunda kalmışlar. Yukarıda yönetmenin fırsat teptiğini belirttiğimiz kısımlarda daha çok senaryo tercihlerinin payı olduğunu da ifade edebiliriz.
İRFÂNÎ ve SOSYAL MESAJLAR AÇIDAN...
Çağrı filmi Efendimizi (sav) daha çok katılmış olduğu savaşlar üzerinden anlatmış ve hikayenin merkezine yiğitler yiğidi Hamza karakterini almıştı. 1976 yapımı olduğu için dönemin ruhunu da dikkate alarak 'inananlar-inanmayanlar' ayrımını daha çok 'zengin-fakir' farklılığı üzerine inşa etmişti.
Bu filmde Efendimiz (sav) savaşlardan ziyade sevgi ve rahmet boyutuyla öne çıkarılıyor. 'İnananlar-inanmayanlar' ayrımı 'Ümeyyeoğulları-Haşimiler' ekseninde beliriyor. Hikayenin merkezinde ise yiğitlik timsali Hamza karakteri yerine Efendimize (sav) iki nesil hamilik yapan Abdulmuttalip ve Ebu Talip karakterleri yer alıyor.
Efendimizin (sav) annesiyle olan bebeklik dönemine dair sahnelerde Meryem Anne ve Hz.İsa'ya (as) çağrışımlar yapılmış. Böylelikle Hristiyan izleyicilerin bilinçaltına "Tüm Nebiler kardeştir" mesajı verilmiş. Benzer şekilde filmin sonlarına doğru yer alan deniz sahnelerinde Hz.Musa'ya (as) dair göndermeler yer alırken bu kez Yahudi bilinçaltına müşterek değerler mesajı sunulmuş.
Kendi Kitabına ve geleneğine sadık Rahiplerin ve Hahamların 'Müjdelenen Son Nebiden' haberdar oldukları, buna rağmen bazı din adamlarının ırkçı-kimlikçi bakışlar ve dünyevi menfaatler uğruna bunu inkâra yöneldikleri de hassaten vurgulanmış. Filmin son kısmında okunan ayetler Ehl-i Kitap ile hangi zeminde uzlaşabileceğimizi hatırlatmış. Nitekim film, yukarıda da belirtildiği üzere İslamiyetin sevgi ve rahmet eksenini öne çekerek İslamofobik propagandalara cevap mahiyetinde başkaca mesajlar da iletiyor.
Filmde yer almayan ama Kütüb-i Sitte'den bildiğimiz bir hadis filmin özeti mahiyetinde...
"Yetime ikram edilen ev, evlerin en kerimidir."
Gelelim, filmin üzerinde en çok fırtına koparılan üç ana başlığa...
Çoğu yorumcu Hulefai Raşidin'in filmde karakterize edilmemiş olmasından ve Efendimizin (sav) amcası Ebu Talib'in filmde Müslüman görülmesinden rahatsız. Üstelik Âlemlere Rahmet Efendimizin (sav) filmde gösterildiği iddiası da var.
Burayla ilgili söylenebilecek çok söz var. Lakin özetle şunları fikredebiliriz:
1) Peygamber Efendimizin (sav) yüzü hiçbir sahnede görünmüyor. Bebekken kolları ve bacakları görülüyor. Çocukluk döneminde elleri, topuğa kadar ayakları ve saçları görünüyor. Fıkhî açıdan bunu dahi zararlı-yanlış-haram gösteren yorumcuların Efendimizi (sav) simaen resmeden Osmanlı Nakkaşları hakkındaki yorumlarını da merak ediyoruz.
2) Efendimizin (sav) çocukluk dönemine dair bir sahnede gözü resmediliyor. Bu resim 3 kez tekrarlanıyor. Açıkçası filme hiçbir değer katmayan bir tekrar olan bu kısmı ben de yadırgamış bulunuyorum. Efendimizin (sav) gözü gösterilmemiş olsaydı daha nezih olurdu.
3) Filmi çeken ve filmin bütçesini ayarlayan kadrolar Şia mezhebinden. Erbabına malum olduğu üzere Şia tarih okuması ilk üç halifeden hazzetmez. Haliyle Şia kalemlerce yazılan bir senaryoda ilk üç halifenin görünmesini beklemek safdilliktir. Keza senaristler mezhepçi bir tutum takınacak olsalardı Ehl-i Sünnet'in değer verdiği sembol isimleri -henüz iman etmedikleri- müşrik zamanlarına dair -kız çocuğunu diri diri gömme misali- sahneler üzerinden hikayeye dahil edip onları 'kötü adamlar' kadrosundan gösterebilirlerdi. Şükür ki; senaristler öylesi alanlara girmemişler.
4) Unutulmamalı ki; Sünni kalemlerin senaryosunu yazdığı ve Sünni bir yönetmenin çektiği Çağrı filminde de Hulefa-i Raşidin karakterize edilmemişti. Dialoglarda dahi isimleri geçmiyordu.
5) Şia resmi tarih Efendimizin (sav) amcası Ebu Talib'in imanına kefildir. Sünni meşhur tarih binlerce sahabinin imanına kefilken Ebu Talib konusunda "Bizce meçhuldur" diyerek kararsızlık ifade eder. Bazı Sünni tarihçiler "Müslüman olmadı" derken, yine bazı Sünni tarihçiler ve günümüz kanaat önderleri buna itiraz eder ve onun Müslüman olduğunu söyler. Bugüne kadar hiçbir Sünni otorite "Ebu Talib'in imanını reddetmek Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olmanın şartıdır" diye bir kaide zikretmedi. Oysa pek çok film eleştirmeni "Ebu Talip Müslümandı" iddiasını değil mezhepten toptan dinden çıkmakla eş anlamlı sunmaktalar. Bu hadsiz tepkinin Ehl-i Sünnet ilkelerinde bir karşılığı bulunmamakta...
TARİHİ AÇIDAN...
Film senaryosunda yer alan Samuel-Eşmayel karakterinin kurgu olduğunu düşünüyorum. Bu kurgunun tarihsel izdüşümünde Yahudilerin henüz daha çocuk yaşlarda iken Efendimize (sav) karşı düşmanlık etme heveslerinin bulunması var. Bu kurgu bir tehdit unsuru olarak filmin ilk yarısı için heyecan-dinamizm sağlıyor. Öylesi bir kurgu hikayeye dahil edilmeyince dramaturji açısından senaryo tamamen çökme tehlikesiyle karşı karşıya. Nitekim içerisinde aşk ve aşıklar veya baş karakterin amacı ve ona engel olan diğer karakterler bulunmazsa ekrana sinema filmi değil belgesel yansımak zorunda...
Ebu Leheb karakteriyle ilgili kurgular daha çok aleyhte işletilmiş. Zira bildiğimiz tarih (en azından Sünni meşhur versiyonda) Ebu Leheb, Efendimize (sav) Nübüvvet sonrasında düşman olmuştu. Doğumu ve çocukluk yıllarında Efendimiz (sav) ile amcası Ebu Leheb arasında karşılıklı sevgi-saygı hukuku hakimdi. Öyle ki; iki kızını amcası Ebu Leheb'in oğulları Utbe ve Uteybe ile nişanlamıştı. Filmde gösterildiği ve dialogla altının çizildiği üzere Ebu Leheb çirkin bir kimse değildi. Hatta parlak, aydın, güzel bir simaya sahip olduğu için ona Ebu Leheb unvanı verilmişti. Oysa bu filmde Nübüvvet sonrası için 'kötü adam' sayılabilecek karakter, Nübüvvet evvelinde de 'kötü adam' kontenjanında yer almakta...
* * *
İzleyerek veya izlemeyerek sadece söven yorumcuların ortaya koydukları eleştiri-hakaret donelerine ve bunları ifade ediş üsluplarına bakınca bu yorumların şu mesajları içerdiğini anlıyoruz.
1) "Ey Müslümanlar!.. Peygamberiniz (sav) ile ilgili film çekmeyin!.. Onu (sav) ve mesajını eskimiş bir masal olarak bırakın!.. Geniş kitlelere, gençlerinize ve çocuklarınıza Onu (sav) modern imkanlarla anlatmayın!.."
2) "Ey Müslüman Sanatçılar!.. 40 yıl arayla da olsa Hz.Muhammed'e (sav) dair filmler çekecek olursanız ananızdan emdiğinizi burnunuzdan getiririz. Sonra da oturur, niye bizde de Hz.İsa (as) veya Hz.Musa (as) hakkında çekilenler gibi filmler yok diye yine size küfrederiz..."
3) "Ey Sünniler!.. İranlıların çektikleri filmleri izlemeyin!.. Holywood'un on binlerce filmle başaramadığı çözülmeyi İranlı yönetmenler mazallah iki filmle başarır, vs..."
İzleyip olumlu-olumsuz eleştiriler ve zaman zaman öneriler getiren yorumcuların genel mesajları ise şunlar olsa gerek...
1) 1976'da Kaddafi Libya'sı Çağrı filmini çekmişti. Yenisi için 40 yıl bekledik. Bu kez 2056'ya kadar bekleyecek sabrımız yok...
2) Mecid Mecidi, Mustafa Akkad'ın Çağrı'sının üzerine bir şeyler çıkabildi. Bu iki filmin-tecrübenin üzerine şimdi neler ekleyebiliriz?
3) Türkiye olarak Çağrı ve Allah'ın Elçisi filmlerinde içimize sinmeyen yerleri dahi aşacak bir çalışmaya imza atacak mıyız? Yoksa kenarda bekleyip emek sahiplerini tenkit etmekle mi yetineceğiz?..
Ekran Gazetesi /Ahmet Turgut
Selman-ı Farisi
Selman-ı Farisi (Ebû Abdullâh Selmân el-Fârisî) (Arapça: سلمان الفارسي Salmān al-Fārsi, Farsça: سلمان فارسی Salmān-e Fārsi, d. 568 - ö. 656), İslamiyet'i kabul eden İran asıllı ilk sahabe.
Hayatı
Asıl adı Mâhbe (Mâyeh) b. Bûzehmeşân (Bûzekhân, Bûzihşân, Hûşbûdân) b. Mürselân b. Yehbûzân iken müslüman olduktan sonra kendini Selmân İbnü’l-İslâm diye tanıtmış, Selmân el-Hayr, Selmân-ı Pâk veya Selmân el-Hakîm diye de anılmıştır. Mecusi dinine mensup olan babası köyünün reisi idi. Selmân, Ramhürmüz’de doğdu ve ilk çocukluk yıllarını burada geçirdi. Küçük yaşlarda ailesiyle birlikte buradan ayrılıp İsfahan yakınlarındaki Cey Köyü'ne göç etti.
Oğlu Abdullah’tan torunu olan Abdurrahman dedesinin müslüman oluş hikayesini rivayet etmiştir. Mecusi ateşkedesinde kutsal ateşin sönmemesini sağlamakla görevli iken yeni bir din arayışına giren Selmân ailesinin şiddetli muhalefetine rağmen Hıristiyanlığı benimsedi ve önce Dımaşk’a kaçtı, ardından Musul, Nusaybin ve Ammûriye’ye (Amorion) gitti. Ammûriye’de kendisinden Hıristiyanlık hakkında bilgi aldığı bir papaz, ölüm döşeğinde iken kendisine pek yakında Arap yarımadasında son peygamberin geleceğini haber verdi. Bir Arap tüccarıyla tanışan Selmân, kendisini çölden geçirmesi karşılığında sahip olduğu hayvanları ona verip kervanına katıldı. Ancak kervan Vâdilkurâ’ya ulaştığında tüccar Selmân’ı bir yahudiye köle olarak sattı. Ardından bu yahudi onu Medine’de yaşayan Benî Kurayza’ya mensup bir başka yahudiye (Osman b. Eşhel) sattı. Selmân, Medine’yi görünce Ammûriyeli rahibin tarif ettiği şehre geldiğini anladı. Daha sonraki günlerde Hz Muhammed (saa)'in Medine’ye doğru yola çıktığını ve Kubâ’ya geldiğini duyunca hemen oraya gitti ve rahipten öğrendiği peygamberlik alametlerinin kendisinde bulunduğunu görünce müslüman oldu. Azat edilmesine kadar meydana gelen Bedir ve Uhud savaşlarına katılamadı. Hendek Muharebesi’nden önce Hz Muhammed (saa)’in tavsiyesi üzerine efendisiyle anlaşıp muhtemelen İslâmî dönemin ilk mükâtebe sözleşmesini yaptı. Hz Muhammed (saa) ’in yardımıyla Selmân' ın azat edilmesi sağlandı.
Selmân-ı Fârisî, asıl ününü Hendek Savaşı'nda Mekkeli putperestlerin Medine şehrini kuşatması öncesinde Hz Muhammed (saa)'e, "hendek kazılması" yönünde belirttiği fikir sayesinde savaşın Müslümanlar lehine sonuçlanması ile kazandı. Selmân’ın Taif’in fethi sırasında mancınık ve debbabe kullanılmasını tavsiye ettiği ve bunların yapımını bizzat gerçekleştirdiği belirtilmektedir. Irak bölgesindeki fetihler başlayıncaya kadar Medine’de yaşadı. Ömer bin Hattab’ın halifeliği zamanında İsfahan’a döndü. halife onu Medain’e vali tayin etti. Osman bin Affan’ın hilâfetinin sonlarına kadar valilik görevine devam eden Selmân’ın bu sırada vefat ettiği belirtilmektedir. Buna göre Medâin’de 656 yılı sonu veya 656 yılı başlarında vefat ettiği düşünülmektedir. Onun bu tarihten önce veya daha sonra vefat ettiği de söylenmektedir. Selmân’ın IV. Murad tarafından yeniden yaptırılan türbesi Bağdat yakınlarında onun kabri etrafında oluştuğu belirtilen, bugün Selmânıpâk diye bilinen kasabadadır.
İslam'daki yeri
Selmân, İslam Peygamberi Hz Muhammed (saa)’ in saçlarını tıraş etmesi sebebiyle berberlerin piri sayılmıştır. Selmân’ın Rumca ve İbranice öğrendiği, Farslar’ın, Romalılar’ın, yahudi ve hıristiyanların kutsal kitaplarını okuduğu rivayet edilmektedir. Bu sebeple onun hakkında “sâhibü’l-kitâbeyn” (Kur’an’ı ve Kitâb-ı Mukaddes’i iyi bilen) veya “önceki ve sonrakilerin ilmini öğrenmiş bitmez tükenmez bir umman” ifadeleri kullanılmıştır.
Peygamberin Ehli Beyt'inden saydığı Salmân-ı Fârisî, İslâm'a etmiş olduğu hizmetler, Hz Ali ile olan yoldaşlığı ve Hz Muhammed (saa)'in ölümünden sonra Hz Ali'nin safında yer alması gibi nedenlerle Alevîlik ve Şiî İslâm inancında da önemli bir yeri vardır.
Dönemin Anadolu'sunda Ankara'ya egemen olan Âhiler onu pîrleri kabul ederler.Salmân-ı Fârisî diğer Ehli Beyt önderleri ile birlikte Yedi Ulu Ozan'ın deyişlerinde anlatılır ve övülür.
Kaynakça
a b c d İslam Ansiklopedisi, İbrahim Hatiboğlu
• Fuzuli, Hazret-i Ali Divanı.
• Ana Britannica Ansiklopedisi C. 27 sf. 303, 1994
EHL-İ SÜNNET’İN KİTAPLARI VE MEHDİ’NİN ÖZELLİKLERi
Bazı sünni kardeşler şöyle demekteler: "Şii kitaplarında Mehdi’nin varlığı açık ve belli bir şekilde ifade edilmiştir. Ama Ehl-i Sünnet kitaplarında gizli ve kapalı bir şekilde açıklanmıştır.
Örneğin çoğu hadislerinizde görülen ve İmam’ın kesin alametlerinden sayılan gaybet meselesi bizim Ehl-i Sünnet hadislerinde zikredilmemiş ve gereğince önemsenmemiştir.
Vaadedilmiş Mehdi sizin hadislerinizde "Kâim" "Sahib-ul Emr" vb. isimlerle de anılmıştır. Ama bizim hadislerde Mehdi dışında bir isim kullanılmamıştır. Özellikle de "Kâim" tabiri bizim hadislerimizde hiç kullanılmamıştır. Sizlere göre bu durum düşündürücü değil midir?
Bu kardeşlerimizin böyle düşünmelerinin sebebi muhtemelen Mehdi'likkonusunun Ümeyye ve Abbasoğulları zamanında bütünüyle siyasi bir renge bürünmüş olmasıdır.
Va’dedilmiş Mehdi (a.s)’ın özellik ve alametleri ile bilhassa gaybet ve kıyamla ilgili hadisleri kaydetmek ve nakletmek serbest değildi, zamanın halifeleri hadislerin, özellikle de Mehdi’nin gaybet ve kıyamıyla ilgili hadislerin toplatılmasına ve tedvinine özel bir duyarlılık gösteriyordu.
Hatta gaybet kıyam ve huruc kelimelerine bile oldukça hassas idiler.
Eğer sizler de tarihe müracaat eder, Emevi ve Abbasi döneminin siyasi olaylarını ve buhranlı dönemini incelerseniz bunları mutlaka teyid edersiniz. Biz bu kitapta o dönemin olaylarını incelemek istemiyoruz. Ama maksadımızı ispat etmek için iki konuya işaret etmek istiyoruz.
Birincisi; Mehdi'lik konusu derin dini kökleri olan bir inançtı ve bizzat Peygamber (s.a.a) de küfür ve dinsizliğin yayıldığı, zulmün çoğaldığı bir zamanda Mehdi’nin dünyayı ıslah edeceğini bildirmişti.
Bu yüzden müslümanlar daima bu mevzuyu güçlü bir dayanak kılmış, teselli kaynağı ve önemli bir hadise olarak tanımıştı, dolayısıyla da onun zuhurunu bekliyorlardı.
Bilhassa dört bir yandan ümitsizlikle kuşatıldıkları buhranlı ve zulüm dönemlerinde mezkur inanç daha da bir canlanmakta ve yaygınlaşmaktadır. Bundan dolayı ıslahat yanlıları ve bazen de çıkarcılar bundan istifade etmekteydi.
Dini kökleri olan Mehdi'lik inancından yararlanmak isteyen kimselerden birisi Ebu Müslim-i Horasani idi. Ebu Müslim Horasan’da çok geniş bir hareket başlattı.
Kerbela’da öldürülen İmam Hüseyin (a.s) ve dostlarının, Hişam b. Abdulmelik zamanında feci bir şekilde öldürülen Zeyd b. Ali b. Hüseyin’in (r.a) ve Velid zamanında öldürülen Yahya b. Zeyd’in intikamını almak için Emevilerin zalim düzenine karşı kıyam etti.
Halktan bir grup Ebu Müslim’i va’dedilmiş Mehdi sanıyordu. Bazıları da siyah bayraklarla Horasan tarafından gelen ordu olarak kabul edip Mehdi’nin zuhur alametlerinden biri sayıyorlardı. Bu genel savaşta Aleviler (Hz. Ali’nin soyundan gelenler), Abbasoğulları ve diğer müslümanlar hep bir safta yer almışlardı. Elele vererek Emevileri İslami hilafet makamından uzaklaştırdılar.
Bu köklü hareket gerçi Peygamber ailesinin gasbedilen hakkını almak ve Hz. Ali’nin soyundan gelip te suçsuz yere öldürülenlerin intikamı için başlatılmıştı.
Bu hareketin liderleri arasında gerçekten hilafeti Hz. Ali’nin soyundan gelenlere vermek isteyenlerde vardı, ama Abbasoğulları bu ortamda büyük bir kurnazlıkla hareketi gerçek yolundan saptırdılar ve Alevi hükümetini ele geçirdiler. Kendilerini Peygamber’in Ehl-i Beyt’i olarak göstererek İslami hilafetin başına geçtiler.
Bu büyük harekette halk zafere ulaştı ve Emevilerin zalim halifelerini İslami hilafetten uzaklaştırdılar. İnsanlar buna çok seviniyorlardı.
Üstelik hakkı haklıya vermiş ve İslami hilafeti Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine teslim etmişlerdi. Aleviler de bir yere kadar seviniyorlardı; gerçi kendileri hilafete ulaşamamıştı ama en azından Emevilerin zulmünden kurtulmuşlardı.
Halk bu zafere oldukça sevinmiş, ülkenin durumunu ıslah, İslam’ı ilerletme ve kendi durumlarına çeki düzen verme konusunda altın rüyalar görmeye başlamışlardı ve birbirlerini müjdeliyorlardı.
Ama çok geçmeden bu tatlı uykudan uyandılar. Durumun pek değişmediğini ve Abbasoğulları hükümetinin de Beni Ümeyye hükümetiyle aynı olduğunu gördüler. Hepsi de mevki ve makam düşkünü, ayyaş ve halkın malını zorla elinden alan kimselerdi.
Adalet, ıslahat ve ilahi hükümleri icra gibi bir dertleri yoktu. Yavaş yavaş insanlar uyanıyor, geçmiş hatalarının ve Abbasoğullarının kurnazlığının farkına varıyorlardı.
Aleviler de, Abbasoğullarının kendilerine, İslam’a ve müslümanlara yaptıklarının, Emevilerin yaptıklarıyla fazla farklı olmadığını gördüler. Bu sebeple yeniden savaşmak ve Abbasoğullarının halifeleriyle mücadele etmekten başka çareleri yoktu.
Hareketi en iyi şekilde başlatacak olanlar Ali ve Fatıma’nın (a.s) evlatlarıydı. Ancak bunlar arasında hilafete herkesten daha çok lâyık olan bilgin, fedakâr, iffetli ve layık insanlar vardı; üstelik onlar Hz. Peygamber’in (s.a.a) gerçek evlatlarıydı ve bu yakınlıkları dolayısıyla halk tarafından seviliyorlardı.
Öte yandan, onlar mazlumdular ve meşru hakları çiğnenmişti. Halk kitleleri yavaş yavaş Peygamber ailesine yöneldiler, Abbasî halifelerinin diktatörlüğü arttıkça Ehl-i Beyt’in sevgisi de halkın kalbinde artıyor bu da onları zulümle savaşmaya teşvik ediyordu. Böylece halk hareketi ve Alevilerin kıyamı başladı.
Arada bir onlardan birinin etrafına toplanıyor ve büyük bir kıyam başlatıyorlardı. Bazen de Peygamber zamanından kalan ve müslümanların zihninde yereden Mehdi’lik inancından istifadeyle inkilabın öncüsünü va’dedilmiş Mehdi olarak tanıtıyorlardı. Bu sebeple Abbasoğullarının hilafeti katı, cesur ve bilgin kimselerle karşıkarşıya kalmıştı.
Abbasî halifeleri Alevi seyyidlerini çok iyi tanıyorlardı, onların zâti liyakâtî, fedakarlığı, hürmeti ve şerafetinden haberdar idiler. Öte yandan İslam Peygamber’inin va’dedilmiş Mehdi hakkındaki müjdelerini de duymuşlardı,
Hz. Peygamber’den nakledilen hadisler esasınca Hz. Mehdi’nin Zehra’nın (a.s) evlatlarından olduğunu, kıyam edeceğini ve zalimlerle savaşarak kesin bir zafere ulaşacaklarını biliyorlardı.
Mehdi’lik olayından ve bunun halkın kalbindeki manevi etkilerinden haberdar idiler. Bu yüzden denilebilir ki Abbasi hilafetine yönelen en büyük tehlike Aleviler tarafından idi.
Halife ve uşaklarının gözünden rahat uykuyu alan ve onların ruhsal dengesini bozanlarda onlardı. Halifeler de gece gündüz halkı Alevilerin etrafından dağıtmaya çalışıyorlardı. Hertürlü toplanma, hareket ve kıyama engel oluyorlardı. Özellikle de tanınmış Alevileri büyük bir dikkatle ve gizlice izliyorlardı.
Yakubi şöyle diyor: "Musa Hadi Alevileri yakalamak için büyük bir çaba gösteriyordu. Onların arasına büyük bir korku salmıştı, bütün şehirlere haber göndererek Ebu Talib’in soyundan olanları yakalamalarını ve kendisine göndermelerini emretmişti."[1]
Ebu-l Ferec şöyle yazıyor: "Mansur hilafete ulaşınca bütün gücüyle Muhammed b. Abdullah b. Hasan yakalamak ve hakkında bir bilgi elde etmek için çalıştı."[2]
[1]- Tarih-i Yakubi, Necef baskısı, H.1384, c.3, s.142.
[2]- Mekatil-ul Talibiyyin, s.143.
İsrail Yine sıkışan sözde cihatçıların yardımına koştu: İsrail Suriye Ordusuna Ait Askeri Üsse Saldırdı
Suriye Silahlı Kuvvetleri tarafından çarşamba günü bir bildiri yayımlanarak İsrail’in Suriye ordusuna ait askeri üsse saldırı gerçekleştirdiğine ilişkin şu açıklama yapıldı:
“Düşman İsrail’e ait savaş uçakları, dün öğle saatlerinde Kuneytire dolaylarında bulunan askeri üsse açık bir saldırı gerçekleştirmiştir. Bu saldırıda orduya ait bir tophane zarar görmüştür. Söz konusu saldırı silahlı kuvvetlerimize ait birliklerin ve halk savunma güçlerinin El- Nusra terör örgütünün çarşamba sabahı Kuneytire dolaylarında bulunan Hazar ilçesine yapacağı büyük bir saldırıyı önleyerek gösterdikleri başarının ardından gerçekleşmiştir.”
Bildiride yer alan ifadelere göre; dün Suriye Ordusu ile El-Nusra teröristleri arasında Hazar ilçesinde meydana gelen çatışmada onlarca terörist öldürülürken terör örgüt büyük maddi kayıplara uğratıldı.
Suriye Ordusu tarafından yayımlanan bildiride ayrıca şu ifadelere yer verildi: “İsrail’e hizmet eden IŞİD ve El-Nusra gibi terör örgütleri ile onlarla bağlantısı olan diğer örgütlere karşı savaşımız devam edecektir. Siyonist rejim, topraklarımıza yaptığı saldırılara verilecek cevap konusunda dikkatli olmalıdır.”