
کارگر
IŞİD, Velayeti Fakihe karşı İslam Devletini ilan etti
İran İslami Şura Meclisi Başkan Müşaviri Hüseyin Şeyhülislam şöyle konuştu: IŞİD tarafından kurulan İslam Devleti aslında Şiiliğe karşı kurulmuştur, zira Şia’nın Velayeti olduğu için tekfirciler de Velayeti Fakihe karşı padişahlık ve din karışımı bir hükümet kurmak istiyorlar.
Alulbayt Haber Ajansının bildirdiğine göre Hüseyin Şeyhülislam katıldığı 20. Basın ve Matbuat Fuarında ‘’Suriye ve Irak’ın Geleceği” konulu oturumda, İran İslam Devrimine işaret ederek şunları söyledi: Müminler ve tağutlar arasındaki çatışmalar tarihin ilk başlarından günümüze kadar devam etmektedir. İmam Humeyni İslam İnkılabından sonra dünyadaki tüm mustazafların Lideri olarak tanındı ve böylelikle dünyadaki anti-emperyalist akım da İslam Devriminin zaferiyle Liderini bulmuş oldu.
İngiliz Vahhabiyetinin Arabistan’da Özgür Faaliyetleri
İran İslami Şura Meclis Başkanının Uluslararası İşler Müşaviri sözlerine şunları ekledi: Kökü İngiltere’de olan bu tekfirci Vahhabi mezhebi, Arabistan’da faaliyet imkânı bulmuştur. Vahhabilik mezhebinde bulunan şiddet, İslam’ın imajını bozmaya yönelik çalışan Batı İslam’ının eseridir.
Şeyhülislam istikbar güçlerinin İran İslam Cumhuriyetine karşı yaptığı komploların tümünün Allah’ın yardımıyla yenilgiye uğradığını söyleyerek şunları ekledi: Batı İslam Devriminin ilk başlarında Nuje darbesi ve dayatma savaşı gibi komplolarıyla İslam İnkılabını yıkmayı hedefledi. Ama Allah İran’ın yardımına yetişti. Lübnan ve Filistin’de kurulan Direnişte İran’ın yanında yer aldı ve Lübnan İslam Direnişi 2000 yılında Lübnan’ın Güneyini özgürleştirerek, istikbar güçlerinin belini kırmış oldu.
Şeyhülislam 11 Eylül olayının faili olarak Batı’ya dikkat çekti ve şunları söyledi: Batı bu olaydan sonra tüm dünyayı İslam aleyhine koordine etmeyi başardı ve nitekim Irak ve Afganistan işgali de 11 Eylül olayının bir diğer sonuçlarındandı. Ancak Taliban Amerikan ve Pakistan istihbaratlarının işbirliğiyle Afganistan’da kuruldu.
İran İslami Şura Meclis Başkanının Uluslararası İşler Müşaviri Irak’ta yaşanan patlamalara da işaret ederek şunları söyledi: Irak’taki bombalı saldırıların ve suikastların failleri tekfirci gruplardır ve onlar yaptıkları bu eylemlerle dünya kamuoyuna Irak Devletinin ülkenin siyasi yönetiminde başarısız olduğu izlenimi vermenin peşindedirler. Nitekim Suriye’de de yine petrole ve güce ulaşmak isteyen bazı ülkeler Devlet ve Direnişe karşı harekete geçtiler.
Şeyhülislam IŞİD’in hedefinin İslam dünyasında tefrika çıkarmak olduğunu söyleyerek şunları ekledi: Bu tekfirci grubun eylemleri Amerika ve Batı’nın hedefleri doğrultusundadır. IŞİD tarafından hilafetin ilan edilmesi de aslında Şiilere karşı yapılmıştır zira Şiilerin Velayeti Fakihi var ve tekfirciler de Velayeti Fakihe karşı padişahlık ve din karışımı, bir hükümet kurmak istiyorlar. Öte yandan Ehli Sünnet arasında halkın oy kullanma hususu hakkında iki farklı düşünce tarzı vardır. Birincisi, halkın oyunu mühim addeden Müslüman Kardeşlerin düşünce tarzıdır, ikincisi ise halkın oyunu önemsemeyen IŞİD tarzıdır.
Şeyhülislam sözlerine şöyle devam etti: Bizler İslam’ın daha ilk başlarında 3. Halife Osman’ın aşırı bir grup tarafından öldürüldüğüne şahit olduk ve bugünde İslam’da yine bu tarz aşırılıklara şahitlik etmekteyiz. IŞİD’in yaptıklarının Yezid’in yaptıklarından hiçbir farkı yoktur, sadece mekanizmalar farklıdır. Nitekim Yezit İmam Hüseyin (AS)’ın kesik başını şehirlerde gezdiriyordu, bugün ise IŞİD kesik başların görüntülerini sanal âlemde gezdirmektedir.
İran İslami Şura Meclis Başkanının Uluslararası İşler Müşaviri Şeyhülislam ‘’Suriye ve Irak’ın Geleceği” adlı oturumdaki konuşmasının devamı…
Bizim konumuz sizin de İran’ın eski Suriye Büyükelçisi olmanız sebebiyle ve bölgedeki gelişmeleri yakından takip eden birisi olarak, bölgedeki gelişmelerdir. Ve öncelikle şunu sormak istiyorum, IŞİD’in Suriye ve Irak’taki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
IŞİD olgusu yeni bir şey değildir. İslam İnkılabının ilk başından itibaren tarih boyunca sürekli var olan bu çizgi, hak ve batıl çatışmasıdır. İslam Devriminden sonra İmam Humeyni’nin şahsı ve İran’ın hassas konumu itibariyle, dünya mustazafları ve anti-emperyalist görüşlüler ortak bir lider olarak İmam Humeyni’yi bulmuş oldular. Mustazafların ve müstekbirlerin çatışması tarihin bu noktasında çok açıktır. Bir taraftan bölgedeki krallıklar, Amerika ve İsrail öncülüğündeki tağutlar, diğer tarafta ise din ve mustazaflar vardı ve bu iki cephe de birbirleriyle karşı karşıya geldiler. Bir tarafta Şii İdeolojisi ve diğer tarafta ise halkın oyu olmaksızın bir kişinin krallığını dayatan ve onun emrinin Allah’ın emri gibi olduğu görüşüne sahip olan bir ideoloji.
İngilizlerin kurduğu ve Arap kralına düğümledikleri ideolojileri, o tarafta duruyor. Bu ideolojinin özelliklerinden biri de şiddet eğilimi ve despotluktur. Mustazaflar ve müstekbirler arasındaki bu çatışmalar tarih boyunca var olmuştur.
Nuje darbesini Şah müttefikleri yaptı, fakat darbe planı Amerikalılara aitti. İran’a saldıran Saddam’ın da saldırı planı Amerikalılara aitti ve bu savaşın maliyeti de Arap krallıkları tarafından karşılanmıştı. Bu macera böyle devam etti, fakat İslam Devriminden sonra kazanan mustazaflar oldu. Nitekim Nuje darbesi Allah’ın lütfuyla başarısız oldu. Casusluk yuvası olayında ise mustazaflar müstekbirlerin yakasına yapışarak, onları tüm dünyaya rezil etti. Allah Tabes çölünde mustazafların yardımına kum tanelerini gönderdi. Dayatma savaşında da Allah halkımızın yardımına yetişti.
Bizler halkın İlahi bir teşvikle sahneye gelip müstekbirlere karşı durmaları fikrini, savaşta uyguladık ve Mekke’de ise müşriklerin reddi töreniyle bu teoriyi Müslümanlara öğrettik ve bunun kendisi Filistin intifadası oldu. Bu teorinin devamı direnişti, bizim ilerlememiz ve müstekbirlerin geri çekilmesi bu şekilde devam etti. İsrail’in belini kıran Direnişin o büyük ilerlemesi 2000 yılında Lübnan’ın Güneyinde gerçekleşti.
İstikbar güçleri Direnişin 2000 yılındaki zaferinin ardından bizleri bu şekilde alt edemeyeceklerini anladılar. 2001 yılında 11 Eylül hadisesi vuku buldu. Ben bu olayın istikbar güçleri tarafından mı yoksa El Kaide tarafından mı yapılıp yapılmadığıyla ilgilenmiyorum, ancak istikbar güçleri bu hadiseden sonra 11 Eylülü bahane ederek Hristiyanlığın ve Batı’nın tüm gücünü İslam’a karşı seferber ederek, Irak ve Afganistan’ı işgal ettiler. Geçmişte Afganistan’a saldıran Sovyetler Birliği istikbar güçlerine altın tepsi içinde bir fırsat sunmuştu. Öte yandan Krallıkla yönetilen ülkelerde anti-komünist teşviki çok güçlüydü ve o ülkelerde komünistlik tehlikesi oldukça büyümüştü. İmam Humeyni’nin görüşüne göre, Sovyetler Birliği Amerika’dan daha kötüdür, Amerika Sovyetler Birliği’nden, İngiltere ise bu iki ülkeden daha kötüdür. Fakat Ehli Sünnet dünyasında komünizm meselesi büyümüştü ve en azından onlar Allah’ı kabul ediyorlar adı altında Amerika’ya bir fırsat sunulmuştu ve kendi planlarına göre, Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı savaşacak yeteri kadar Müslüman bulunduğu için Taliban’ı yarattılar.
Diğer Araplar da Taliban’ın hâkim olduğu Afganistan’da, eğitim görerek Arap Afganlar oldular ve El Kaide’yi kurdular. Bu noktaya kadar herkes CIA’nın bu macerada parmağı olduğuna inanıyor ve nitekim Arabistan gibi ülkelerde onlara para verdi ve bu akımı ortaya çıkaran kültür ise, Vahhabiyet olmuştur.
Arap Afganlarının kurduğu El Kaide, her yere yayıldıktan sonra oranın kültürüne göre çalıştı. Irak El Kaidesi Lideri Zerkavi daha kapsamlı bir savaş ideolojisini ortaya koyarak bu grubun Irak’ta daha fazla saldırgan olmasına neden oldu. Bin Ladin ve Zerkavi’nin ölümünün ardından, Eymen Zevahiri El Kaidenin mevcut Lideri Zerkavi’nin oluşturduğu kapasiteyi kullanamadı. Irak’ta Saddam’dan sonra halk odaklı hükümet kuruldu ve nitekim Arap kralları bu hükümetin başarısının kendilerini zehirleyeceğini düşünüyorlardı zira Irak hükümetinin başarısının ardından kendi halklarının da onların krallıklarını devirmek ve yeni bir halk hükümeti kurmanın peşine düşmelerinden korkuyorlardı.
Arap krallıkları hükümetleri Güney Afrika ırkçılığından daha kötüdürler. Apartheid döneminde beyaz ırkı siyaha tercih ediyorlardı, fakat Arap krallıklarında saltanat hanedanı çocuklarını kendi halklarına tercih ediyorlar ve onlar için özel imtiyazlar sunuyorlar. Nitekim o ülkelerde saltanat çocukları daha dünyaya gelmeden maaşları bir kenara ayrılıyor. Dolayısıyla Suudi hanedanlığı böyledir. Bu hükümetler İran’daki yönetim şeklinden oldukça korkarlar zira İran’da da insanlar din adına yönetilmektedirler.
Kraliyet hükümetleri tüm güçlerini şiddetin tırmanması için seferber ettiler ve düzenledikleri bombalı saldırılar ve suikastlarla Irak’ta demokrasinin şekillenmesine izin vermeyeceklerdi. Saltanat hanedanlığının paraları Irak’a akıtılıyordu ve her gün Irak’ta onlarca kişi şehit ediliyordu ve bunların hepsi Irak hükümetini başarısız göstermek içindi. Öte yandan Tekfirciler Irak’ta, kendisini kalabalık içinde havaya uçuran herkes, Cennete gidecektir diye bir teori ortaya çıkardılar ve teröristlere yardım yapmayı da sevap gibi gösteriyorlardı. Irak’ta Cumhur Başkanı Yardımcısı Tarık Haşimi gibi büyük siyasi şahsiyetlerin, terör olaylarında rolleri vardı ve ne yazık ki Irak’a komşu bazı ülkeler de Irak’ın Kuzeyindeki petrol gelirlerine tamah ederek terör ateşini körüklediler.
Suriye’deki çatışmalar Suriye Muhalefetinin yardımına gelinebilmesi açısından bu tür terörizm için uygun bir fırsat oluşturdu, nitekim Suriye hükümetinin de Direnişin yanında yer aldığına dikkate almalıyız. Şimdi Amerikalılar, Arap Devletleri ve İsrail Suriye’de bulunmaktadırlar. Dolayısıyla Suriye’deki teröristlerin cinsi münafık teröristlerle aynıdır, gerçi onlardan her biri kendini bir mezhebin takipçisi olarak biliyor.
Mustazaflar cephesi İsrail’i Güney Lübnan’dan çıkardı. Gazze etrafına duvar çekmelerine rağmen, füzeler yukarıdan ve aşağıdaki tünellerden geçti. İstikbar cephesi Beşar Esad’ı görevden uzaklaştırmanın peşindeydi, fakat biz Suriye halkının kendi yöneticilerini seçmesi gerektiğini söylüyorduk. En üst düzey İstikbar cephesi liderleri de bu sözleri söylüyorlardı, fakat sonunda bizim sözlerimiz gerçekleşerek, Suriye’de seçim yapıldı.
Batılı ülkelerin Cumhurbaşkanları ve Arap Kralları Gazze’yi silahsızlandırmanın peşindeydiler, ama bizler Gazze’nin silahsızlandırılmaması gerektiğini ve hatta Batı Şeria’nın da silahlandırılması gerektiğini söyledik. Herkes Ortadoğu’da bizim sözümüz geçer diyor. Şimdi ise teröristler Arabistan’ın paraları ve Batı’nın silahlarıyla Suriye’de eylemler düzenliyor.
Arabistan kraliyet hükümetini korumak için bölgedeki demokrasileri ortadan kaldıracak bir şeyler yapmalı, nitekim İran demokrasisini ortadan kaldırmayı başaramayan Arabistan, Irak’ta da başaralı olamadı. Bizler Suriye’de siyasi çözüm ve demokrasi olan diyalog çağrısı yaptık. Suriye’de siyasi çözüme karşı çıkan Arabistan ise diktatörlük ve kraliyet peşindedir.
IŞİD’in Arabistan hükümetini tehdit etmesini dikkate alacak olursak, sizce bu tehditler gerçek midir ve Arabistan bu tekfirci grupları desteklemeye devam eder mi?
Bu macera IŞİD’in haddinden fazla güce ulaştığını hissettiği ana kadar böylece devam etti ve o dönem Irak Baasçılarının IŞİD’le müttefik olduğu zamandı ve nitekim ondan sonra da Musul birliği çöktü. IŞİD artık Amerika, Katar ve Türkiye gibi hiçbir ülkeyi dinlemiyordu, çünkü bu grup şimdiye kadar bu ülkelerden aldıkları tüm silah ve paraları, Musul’da ganimet olarak ele geçirmişti.
Musul çok büyük bir şehirdir. IŞİD şehrin işgalinden sonra 6 milyar dolardan daha fazla para ele geçirmeyi başardı. IŞİD’in zaferinin ardından Ebu Bekir el-Bağdadi Musul’da halifelik ilan etti ve kendisini Müslümanların halifesi olarak insanlara tanıttı. IŞİD bu dönemde kırmızı çizgileri reddetti. IŞİD Amerikan vatandaşının başını kestiği zaman, Amerika’nın kırmızı çizgilerini geçti ve bunun ardından halifelik ilan etti. Yani bu diğer ülke liderlerinin de Bağdadi ile biat etmesi gerektiği anlamına gelmekteydi ve bu geçiş Arap ülkeleri ve Türkiye’nin kırmızı çizgileri üzerindendi.
Amerikalılar ve Batılılar Amerikan vatandaşının başının kesilmesinden önce, IŞİD güçlerinin Irak ve Suriye halkına karşı yaptıkları sayısız cinayetlere rağmen onlarla bir işleri yoktu. Suriye’de Amerikalı muhabirin IŞİD tarafından başının kesilmesinin sonrasında, bu grup Amerika’nın kırmızı çizgilerini geçerek Amerika’nın izzetini yok etti. Amerikan halkı ise bu ülke masum bir muhabiri nasıl olur da bu IŞİD’in elinden kurtaramaz diye kendi kendilerine söyleniyorlardı.
Amerika, muhabirinin Suriye’de başının kesilmesinin ardından, IŞİD’e karşı tepki göstermeye başladı, IŞİD hükümet ilan ederek Arap krallıklarının kırmızı çizgilerini de reddetti. Amerika’nın IŞİD’e karşı saldırıları hakkında güç psikolojisi yapmamız gerekir. Bir grup başka bir ülke tarafından silahlandırılıyor ve bu grup güçlendiği vakit o ülkenin de, kontrolünden çıkıyor.
Sizce Arabistan IŞİD ve tekfircileri desteklemeye devam eder mi?
IŞİD’in oluşturulmasının asıl sebebi, İslam dünyasında Şii ve Sünni arasında tefrika çıkararak İslam’ı zayıflatmaktır. Oy kullanılmasına ve parlamentoya karşı olan halifelik düşüncesi, İran’da yerleştirilmiş halk odaklı dini Velayeti Fakih düşüncesine karşıdır. IŞİD İslam Hilafetinin hükümet teorisi İslam dünyasının teorisi olarak ortaya çıktı ve Velayeti Fakih teorisi ise İslam dünyasındaki Şiiler arasında tanıtıldı. Ehli Sünnetin tamamı IŞİD teorisinin peşinden gitmedi elbette ve nitekim Müslüman Kardeşler Mursi’yi Mısır’ın meşru Cumhurbaşkanı olarak biliyorlar, çünkü o halkın oylarıyla seçilmişti.
Ehli Sünnet arasında iki tür düşünce mevcuttur, biri halkın oy kullanması gerektiğine inanan düşüncedir, öte yandan Vahhabiyetten gelen ve krallık teorisiyle tutarlı olan bir diğer düşüncede ise, hatta fasık birisini dahi halife olarak kabul edebiliyorlar ve onun halifeliğinden çıkmayı da haram biliyorlar. Nitekim bu tarz düşünce IŞİD’le sonuçlanmıştır.
IŞİD’e, hem Amerikalılar hem de Arap Krallıkları onlar için tehlike arz ettiğinde, saldırmaya başlıyorlar, fakat diğer taraftan da bu grubu kendileri ortaya çıkardıkları için de IŞİD’i tutuyorlar. Batı ve Arap ülkeleri Şia ve Sünni arasında savaş fitilini ateşlemek maksadıyla IŞİD’i yarattılar ve nitekim onlar IŞİD’i yok etmeyeceklerdir. Dolayısıyla bu ülkeler IŞİD’i sınırlayarak bu grubun kendi arzu ettikleri çerçevede bulunmasını ve hilafetten vazgeçmesinin peşindedirler. Öte yandan Tekfirci gruplar Amerikalılar ve Araplar tarafından Suriye dışında eğitim görüyorlar. Nitekim bu grubun üyeleri Suriye muhalefeti olarak Türkiye ve Ürdün’de eğitim gördüler.
Ehli Sünnette Selef-i Salih’inin farklı yorumları vardır, bu yorumlardan birisi İngiliz Vahhabiliğidir, bir diğeri ise insanların oy kullanmasına saygı ve önem gösteren Müslüman Kardeşlerin yorumudur. Bu tür aşırılıklar İslam’ın başlarında da var olmuştur. Nitekim Aşırıcılar 3. Halife Osman’ı da vahşi bir şekilde öldürmüşlerdi. Kerbela’da bu aşırılıkların ve barbarlıklarının bir diğer örneğidir, zira bu aşırılıkları ve cinayetleriyle siyasi çıkar peşindeydiler.
Yezid’in ve IŞİD’in birbirlerinden hiçbir farkı yoktur, sadece bu ikisinin mekanizmaları farklıdır, Yezit kesik başları şehirlerde gezdiriyordu, bugün ise IŞİD kesik başların fotoğraflarını internette gezdiriyor ve bu iletişim imkânlarından dolayıdır. Nitekim burada sadece mekanizmalar farklıdır, ekol ise yine aynıdır.
Sizce Batılılar Türkiye’yi İslam dünyasına süper güç yapmanın mı peşindeler?
Batılıların yaptığı her şey din öncülüğündeki halkın düşüncesini zayıflatmak içindir. Bu macera demokrasinin modern insanlığın bir kazanımı olarak gelişmekte ve insanoğlunun tekâmül özelliği nedeniyle kendi kaderinin yönetimine ortak aramasından ibarettir. Şia içtihat kapısının açık olmasından dolayı, insanoğlunun hükümette bu tekâmülünden yararlanma becerisine sahiptir. İmam Humeyni Velayeti Fakih teorisinde güzel bir şekilde bu meseleyi aydınlatmıştır ve İmam Velayeti Fakih hükümetini Allah Resulünün hükümeti olarak görmekteydi.
Batı Ortaçağ’daki kilise cinayetlerinin ardından din karşıtı oldu ve Marksist ve materyalistler dini ayaklar altına aldılar. Öte yandan Batıda felsefe konusunda öyle bir noktaya gelinmişti ki maddenin de ötesinde bir şeylerin olduğunu söylemeye kimse cesaret edemiyordu artık. Ben Dışişleri Bakan Yardımcısı olduğum zaman, İran’ın Vatikan Büyükelçisinin Vatikan’ın ikinci adamıyla bir görüşmesi oldu. Vatikan yetkilisi İran Büyükelçisine bizler nasıl İmam Humeyni gibi davranmamız gerektiğini daha yeni anladık dedi. Uzun süredir Hollywood gibi sanatsal kurumlar Hazreti İsa gibi büyük kutsallarımıza karşı müstehcen filmler yapıyorlardı ve bizler de bu filmleri sadece sinema önlerinde protesto ederek tepkimizi gösteriyorduk, aslında bizler de İmamınızın Selman Rüştü’ye davrandığı gibi bir tutum izlememiz gerekirdi diyordu.
Ülkedeki en üst makam olan Velayeti Fakihin Rehberlik makamı için, birtakım belirli özellikler tanıtılmış ve Rehberlik Makamının özelliklerini belirlemek için ise Uzmanlar Meclisi (Meclis-i Khobregan)kurulmuştur. Bu kurum Rehber seçmenin yanı sıra, 6 ayda bir onun yaptığı işleri de denetlemektedir. Dolayısıyla Velayeti Fakihte Rehberlik Makamından Cumhurbaşkanlığına ve hatta Şehir Konseyine kadar halk odaklı din çerçevesindedir.
İslam Cumhuriyeti, Batı’nın felsefi açıdan ulaştığı şeyi yanıtlamayı başardı. Batı maddenin de ötesinde bir şeylerin olduğuna ulaşmıştı, fakat onu madde dünyasıyla nasıl bütünleştireceğini bilmiyordu. Batı sonunda din ve ahlakı kişisel bir mesele olarak ilan etti ve siyaseti de toplumsal bir mesele olarak ele aldı. Fakat burada din ve siyaset ve dünya ve ahiret birbirleriyle bütünleştiler, dolayısıyla burada halk nasıl bir şevkle namaz kılıyorsa, yine aynı şekilde oy da kullanmalıdır ve nitekim Ayetullah Hamaneyi’de oy kullanmayı kul hakkı olarak tanımlamıştı. Bu düşünce yerini hilafete, krallığa ve Batı demokrasisine bırakmaya başlıyor ve bu nedenle o iki düşünce bu düşünceye karşı birleşmiş bulunmaktadırlar.
IŞİD’in sahip olduğu düşünce yapısını açıklar mısınız?
IŞİD’in Vahhabilik esasına göre halifeliğe doğru yönlendirdiği İslam anlayışı, gelişmiştir ve bu grup halifelikten çıkanı fasık ve haram sayan bir düşünceye sahiptir. IŞİD yabancı ülkelerin hedefleri doğrultusunda yaptığı cinayetlerle insanlık çizgisinden çıkmıştır ve onların bu acımasızlıkları aslında sadece şeytani teoriler bünyesinde yönlendirilmekte olduklarını gösteriyor.
Eğer IŞİD’i Ehli Sünnet görüşlerine dayanarak değerlendirirsek bu düpedüz haksızlık olur. Bu grubun üyeleri hatta insan bile değildirler kaldı ki, onları Sünni olarak adlandıralım. Gerçi Müslüman Kardeşlerin kökeni de Selefiliğe dayanıyor, fakat onların önceki düşüncelerinde bir takım değişiklikler meydana geldi ve nitekim onlar halkın Mursi’ye oy vermesi nedeniyle onu meşru biliyorlardı ve karşılarında İmam Humeyni’nin Şiiliği anlamak olan Velayeti Fakih teorisi mevcuttu.
İran İslam Cumhuriyeti demokrasisi Fransa’daki demokrasiden bile daha güçlüdür. Çünkü Fransa’da Cumhurbaşkanının parlamentoyu feshetme hakkı vardır, ama İran’da hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur. İmam Humeyni mutlak Velayeti Fakih konusunda anayasa yazıldıktan sonra yasaları yazan meclis üyelerine hitap ederek onlara bu anayasada Velayeti Fakihe zulmedildiğini dile getirmişti. Devamında ise Velayeti Fakihin gücünün sınırları hakkında, İmam Humeyni’nin yazdığı mektuplarla yanıtladığı bazı tartışmalar gündeme gelmişti. Ardından İmam Humeyni anayasayı Gözden Geçirme Konseyi kurulmasını emretti ve mutlak Velayeti Fakih kelimesi anayasada incelendikten sonra bu yasaya dâhil edildi.
İslam Cumhuriyeti anayasası vahiy değildir ve nitekim İslam Cumhuriyeti bir oluşum sürecindedir ve bu şekilde de ilerlemeye devam etmektedir. Bir zamanlar ülkemizde içtihat ilkesine dayanarak hem Cumhurbaşkanımız ve hem de Başbakanımız vardı, ama şimdi her ikisinin de olmasının yanlış olduğu kanısına vardık ve Meclis ve Muhafız Konseyi arasındaki anlaşmazlıkları bertaraf etmek için Maslahat Konseyini kurduk. İçtihadın bir esas olduğu Şii akidesine göre, İslam Cumhuriyeti bir oluşum sürecindedir ve dolayısıyla başka şeyleri yapmamız gerekecek bir yerlere ulaşmamız da mümkündür elbette, fakat burada mühim olan canlı ve yapılabilir olmasıdır ve nitekim bu halife olan bir kimsenin karşısında, hiç kimsenin konuşamayacağı anlamına da gelmiyor.
Sayın Şeyhülislam sizin de değindiğiniz gibi Amerika ve Arabistan IŞİD’i sınırlamanın peşindedirler, fakat görüyoruz ki Batı’nın Suriye’deki hava saldırıları IŞİD’le sınırlı kalmıyor ve diğer gruplar da bu saldırıların hedefi oluyorlarlar. Amerika’nın Suriye’de çeşitli grupları desteklemesini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
IŞİD konusunda kişiler söz konusu değildir ve IŞİD kökeni Vahhabiyete dayanan bir düşünce ve bir ekoldür. Bir kurumun ortadan kalkmasıyla o düşünce yok olmuyor, bombardıman ve birkaç kişinin öldürülmesiyle o düşünce yok olmuyor. Düşünce ve ekole karşı yine düşünce ve ekolle mücadele edilmeli, Batılılara şunu sormak gerekir nasıl oluyor da demokrasinin beşiği olan bir ülkede yani Fransa’da IŞİD eğitim alabiliyor, çünkü Arabistan orada Vahhabi okulu açmıştır. Arabistan Müslüman ve Müslüman olmayan ülkelere para vererek, çeşitli ülkelerde Vahhabi okullarının açılmasını sağlamıştır. Dolayısıyla IŞİD’le mücadele için ayrıca Vahhabi zihniyeti ve okullarıyla da mücadele edilmelidir. Nitekim IŞİD zihniyeti bombardıman ile yok olmayacaktır.
Irak Baas Partisi İngilizlerin planına göre, IŞİD’e katılmıştır. Ebubekir el-Bağdadi ve üst düzey Baasçıların tümü yönetiminden İngilizlerin sorumlu olduğu, Buka hapishanesinde tutukluydular. IŞİD liderleri İngiltere planına göre, bu hapishanede Baas liderlerine katıldılar. Baas partisi ve IŞİD arasındaki işbirliğinin sembolünü Musul’un düşmesinde gözlemleyebiliriz ve nitekim IŞİD 1000 kişiden daha az bir sayıyla Musul’u işgal etmiştir.
Batılı ülkeler Suriye’de IŞİD mevzilerinin yanı sıra El-Nusra cephesi gibi diğer grupların mevzilerini de hedef alıyor, sizce Amerika’nın bu konudaki siyaseti nasıldır?
Amerikalılar terörle mücadele ekseni üzerinde ve Güvenlik Konseyi kararına göre bir koalisyon oluşturdu. Güvenlik Konseyi IŞİD’le mücadele kararında IŞİD’e bağlı grupların yanı sıra El-Nusra ve El Kaideye bağlı gruplarında isimleri geçiyor ve Batılılar bu nedenle bu gruplara da saldırmaya mecbur kalmışlardır, onlar IŞİD’e sadece bu tekfirci grubu dizginleyebilmek için saldırıyorlar.
Şii basınının IŞİD konusunu ele alması, sizce düşmanın zemininde oyun oynamak değil midir?
Bu konuda size katılıyorum, yani aslında bu meseleyi o kadar çok büyüttük ki âdete onların kazdığı kuyuya bizler düştük. Hem de Siyonist rejimin canının her istediğini yapmak istese, yapabileceği ve hatta bizim asıl meselemiz olan Filistin davasını dahi unutturabileceği bir kuyuya düştük. Onların bölgeyi yönetme politikaları, Siyonist rejimin güvenliği içindir. Dünyanın üç kıtasını birleştiren Orta Doğu, dünyanın en önemli bölgelerinden birisidir. Peygamberlerde Orta Doğu bölgesinde yaşarlardı ve petrolün keşfedilmesinden sonra bölgenin değeri kaç kat artmış bulunmaktadır, çünkü petrol akışını yönetmek aslında dünyayı yönetmek demektir. Petrol akışını yönetmek hem petrol sahasını ve hem de petrolün geçtiği su kanallarını da yönetmek demektir, Hürmüz Boğazı, Bab el- Mandab Boğazı ve Süveyş Kanalı petrol taşımak için kullanılan su kanallarından ibarettir.
Batı Orta Doğu’da hem kısa süreli ve hem de uzun süreli bir politika izledi. Batı’nın kısa süreli politikaları bölgedeki kralları satın almaktı. Batı’nın bölgedeki uzun süreli politikası ise İsrail’dir ve Siyonistlerin nihai hedefleri ise Nil’den Fırat’a kadar tüm petrol sahaları ve Fırat nehri ile Nil arasındaki su kanallarını almaktır. İsrail meselesi Batı’nın bölgede güç kazanması için stratejik bir yoldur, fakat İslam Devrimi bu yolun başarılı olmasına izin vermedi ve nitekim İsrail İslam Devriminden sonra daha da küçüldü.
Biz şimdiye kadar IŞİD ve tekfircilerin durumu hakkında bir tahlil yaptık. Birazda onların geleceğine değinelim, Seyit Hasan Nasrallah gibi bir şahsiyet tekfircilerle çarpışmanın yanında, onlardan bazıları kandırılmışlardır diyor ve o burada ayrıca doğru yolu gösterme rolünün de peşindedir, peki siz bu grubun fikri açıdan birbirlerinden çözülmeleri, meselesini ne kadar etkili buluyorsunuz? Amerikalı yetkililer son zamanlarda Anbar’ı 1 ay içinde nasıl ele geçireceklerine dair planlarını açıkladılar. Fikri ve askeri açıdan tekfirci grupların geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Ben işin askeri yönünün çok mühim olduğunu düşünmüyorum, çünkü bu yön çok belirleyici değildir. IŞİD Felluce ve Anbar’a yerleşmeden önce, tekfirci kişilerin beyinlerinde ve kalplerinde mevcuttu. Nasıl oluyor da bir genç kendine bomba bağlayıp hiç tanımadığı insanların arasında, kendisini havaya uçurmaya razı olabiliyor? Bu mesele doğru anlaşılmalıdır. Eğer bugün Musul ve Rakka IŞİD’den geri alınırsa, bu grup yine başka bir yeri alacaktır. Dolayısıyla aşırı şiddet yanlısı IŞİD zihniyeti ekolüyle mücadele etmek gerekir ve bu zihniyetin ekolü çok tehlikelidir ve şeytanın ta kendisidir.
IŞİD Arabistan Vahhabi sisteminin mahsulüdür ve İngiltere ise Arabistan Vahhabiliğinin kurucusudur. Pakistan’ın eski Başbakanı Benazir Butto vermiş olduğu bir demeçte Taliban hakkında açıkça şunları söylemişti: Bu grubu kurma fikri İngilizlere aitti ve Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri de bu gruba para verdiler. Ama ne yazık ki Taliban’ın doğum yeri bizim ülkemiz oldu ve doğum sancısını çeken biz olduk, çünkü Pakistan’ın Kuzey bölgesindeki İslam anlayışı çok dar görüşlüydü.
IŞİD’in fikir ekolünü Amerika ve İngilizler kurdular. Vahhabilikle Arabistan’ı bedbaht ettiler, nitekim Arabistan’ın Mekke gibi kutsal şehirlerinde şiddet ve sorunlar kol geziyor. Vahhabilik ideolojisi İngiliz yapımıdır.
Irak Suriye ve IŞİD’in gelecekteki durumlarını siyasi açıdan nasıl gözlemliyorsunuz? Askeri açıdan ise, sizce IŞİD fitnesi uzun vadede toparlanabilir mi?
Uzun vadede kendilerine bomba bağlayıp, insanlar arasında intihar eylemleri yapan beyni yıkanmış kişiler her daim bulunmuşlardır, dolayısıyla bu olgu ortadan kalkmayacaktır. Fakat Irak’ta Şiilerin bulunduğu şehirler Ayetullah Sistani’nin çağrısı ve Irak’taki halk güçlerinin örgütlenmesi nedeniyle IŞİD kontrolünden çıkmaktadırlar. Ancak Sünnilerin yaşadığı alanlar hakkında iki teori mevcuttur, bu teoriye göre, Şiilerin savaşmak için Ehli Sünnetin yaşadığı bölgelere girmemesi gerektiği ve onların yalnızca o bölgelerde yaşayan insanlara kendi bölgelerini teröristlerden temizlemek için yardım etmeleri gerektiği yönündedir. Öte yandan IŞİD Ehli Sünnetin yaşadığı bölgelerde çok çılgınlıklar yaptı öyle ki bu grup sadece bir aşiretten yüzlerce insanı öldürmüştü ve nitekim Irak’taki Ehli Sünnet içerisinde de IŞİD’le mücadele için yeterli motivasyon mevcuttur.
Filistinlilerin tekfirci akımla ilişkileri nasıldır?
Hamas Filistin vatandaşlarının Suriye’de savaşmalarının örgütlenmiş bir olay olmadığını ve bazı Filistinlilerin Hamas tarafından verilen bir emir olmamasına rağmen sadece kişisel sebeplerden ötürü Suriye’deki savaşa katıldıklarını beyan etmiştir. Tabi bu olay Hamas’la ilişkilerimizin biraz kötüleşmesine neden oldu. Öte yandan İslami Uyanışa yönelik yanlış algılama herkese bulaştı. İmam Humeyni’nin yöntemi insanları sahneye çıkarmaktı ve İmam bunu Kudüs Gününde apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. Nitekim İmam Humeyni’ye ilk Lebbeyk diyen ülke, Mısır olmuştur ve bu ülke hükümeti halka çok sert müdahalede bulunmuştur. Tüm İslam âlemi İmam Humeyni’ye Lebbeyk dedi, fakat İslami Uyanışın vuku bulması yönünde başarılı olamadılar.
Tunus’ta hor görülen halkın ayaklanmasına bir kıvılcım yetti, bu kıvılcım Tunus halkını harekete geçirmeye yetti ve hatta Mısır halkını da ayaklandırdı ve o zamanlarda Ayetullah Hamaneyi’de Cuma namazı hutbesinde Arapça konuşarak Mısır halkına gerekli uyarılarda bulunmuştu. Mısır devriminin üzerinden bir yıl geçmesinin ardından, Müslüman Kardeşler işbaşına geçti ve yine Ayetullah Hamaney’i dönemin Cumhurbaşkanı Mursi’ye petro-dolarlara itimat etmemesi gerektiği yönünde uyarılarda bulundu, ancak Mursi Rehberin sözlerine uymadı. İnsanlar İran milletinin İnkılabına, 35 yıl sonra geç de olsa, cevap verdiler, onlar bir liderleri olmadan ve Velayeti Fakih gibi bir ideolojiden faydalanamadıkları halde ayaklandılar, ancak bu yanlış anlaşılmamalıdır, bu hareketin ortadan kalktığı anlamına gelmez, zira İslami Uyanış hareketi 15 Hazirandaki ayaklanmalar gibi devam edecek bir harekettir.
İnsanlar bir sonraki adımlarını dikkatli atarak olgunlaşmaya başladılar. Öte yandan İslam Devriminden önce birçok gecekondu mevcuttu ve ülkede çok fazla sınıf farklılıkları vardı, ülkede şu an içinde sınıf farklılıkları mevcuttur bu iyi bir şey değildir, fakat mevcut durum geçmişe nazaran çok daha iyidir.
çeviri:Gülden Koşaca
Independent: ‘Türkiye IŞİD’in güçlenmesinde suç ortağı’
Independent gazetesi başyazısında “birlik” yürüyüşlerine katılanların güçlerini sayılarından aldığını belirtiyor. Gazeteye göre Paris’teki yürüyüşe katılan bazı isimler“tedirgin edici”ydi.
BBC Türkçe’nin aktardığı habere göre Davutoğlu’na ağır sözlerle yüklenen gazete, “IŞİD’in Suriye ve Irak’ta güçlenmesinde suç ortağı olan Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu” ifadelerini kullandı.
Başyazıdan bazı satırlar şöyle:
“Yürüyüşe katılan 50 dünya liderinin bazılarının varlığı bir nebze de olsa tedirgin ediciydi: Victor Orban, Macaristan Başbakanı, cesur ve bağnaz toplumun yeni savunucusu; geçen yıl Gazze’deki dehçet verici savaşın yanı sıra yerleşim birimlerinin feci bir şekilde yayılmasından da sorumlu olan Binyamin Netanyahu; hükümeti eşcinsellere ve muhaliflere aman vermeyen Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov; devleti 20. yüzyılın ilk İslamcı vahşetinden -bir buçuk milyon Ermeninin soykırımla katledilmesinden- sorumlu olan, hükümetinin de IŞİD’in Suriye ve Irak’ta güçlenmesinde suç ortağı olan Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu. Hatta saldırgan Amedy Coulibaly’nin kız arkadaşı Hayat Boumeddiene’nin kısa süre önce Suriye’ye Türkiye üzerinden geçtiğine inanılıyor.”
GUARDIAN: ‘PARİS’E GİDEN BAZI LİDERLER ELEŞTİRİLİYOR’
Guardian’daki Mark Tran imzalı haberde de benzer satırlar var. Tran, ülkelerinin insan hakları ve basın özgürlüğü sicilleri pek de iyi olmayan bazı liderlerin Paris’teki yürüyüşe katılmalarının eleştiri konusu olduğunu yazıyor.
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün bu noktada atıfta bulundukları ülkeler Mısır, Türkiye, Rusya, Cezayir ve Birleşik Arap Emirlikleri.
Guardian’ın haberinde ise Türkiye’de 70’e yakın gazeteci hakkında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresindeki bazı kişilere yönelik yolsuzluk iddiaları ile ilgili haberleri yüzünden dava açıldığı belirtiliyor.
odatv
Fransa’daki saldırıya ışık tutan 11 Eylül öncesi ve sonrası-Analiz
Fransız felsefeci Jean Baudrillard, 11 Eylül saldırısı ve sonrası yaşananları Alman Spiegel dergisine değerlendirdi.
11 Eylül olayını bütün sembolik anlamı ile ortadan kaldırma imkanı olmadığını savunan Baudrillard’ın, 14 Ocak 2002 tarihinde yayınlanan mülakatının Türkçeleştirilmiş tam metni şöyle:
SPIEGEL: Sayın Baudrillard, siz 11 Eylül’de New York ve Washington’da gerçekleşen eylemleri “mutlak olay” olarak nitelediniz. ABD’yi, dayanılmaz hegemonyası ile kendisini yıkmak için dayanılmaz bir istek uyandırdığı yolunda suçladınız. Şimdi Taliban egemenliği zavallı bir biçimde çöktü. Bin Ladin artık kovalanan bir kaçak. Sözlerinizi geri alıyor musunuz?
Baudrillard: Ben hiçbir şeyi güzel göstermedim, kimseyi suçlamadım ve hiç bir şeyi meşrulaştırmaya çalışmadım. Elçiye zeval olmaz derler. Ben bir süreci analiz etmeye çalışıyorum: Globalleşme sürecini. Hudut tanımayan yayılmacılığı ile kendi imhasının şartlarını hazırlıyor.
SPIEGEL: Bu sözlerinizle dikkati, aslında tanımlanabilir suçluların ve teröristlerin bu eylemi yaptığı gerçeğinden başka bir yöne çekmiş olmuyor musunuz?
Baudrillard: Elbette somut aktörler var, ama terörizm ruhu ve panik onları aşıp çok daha ötelere geçiyor. Amerikalıların savaşı, yok etmek istedikleri görünür bir nesne üzerinde yoğunlaşıyor. Ama 11 Eylül olayını bütün sembolik anlamı ile o kadar kolay ortadan kaldırma imkanı yok. 11 Eylül’e karşı Afganistan’a atılan bombalar çok kifayetsiz bir eylemlilik.
SPIEGEL: ABD yine de barbarca bir baskı rejimine son verdi ve Afgan halkına barış içinde her şeye yeniden başlama olanağı sağladı. Meslektaşınız Bernard-Henri Lévy de olayı böyle değerlendiriyor.
Baudrillard: Durum bana o kadar açık gibi görünmüyor. Lévy’nin zafer havası bana yabancı. O, sanki dünyadaki kutsal ruhun araçları gibi gördüğü B-52 bombardıman uçaklarına alkış tutuyor sadece.
SPIEGEL: Yani adil savaş yok mu?
Baudrillard: Hayır, çünkü belirsizlikler çok fazla. Savaşlar çoğunlukla adalet güdüsü ile başlatılır, hatta bu hemen her zaman resmi gerekçeyi oluşturur. Ama meşru bile olsalar ve en iyi niyetlerle bile başlatılsalar, genelde baştaki isteklere göre bitmezler, farklı sonuçlara yol açarlar.
SPIEGEL: Amerikalılar tartışılmaz başarılar kaydetti. Birçok Afgan’ı şimdi daha iyi bir hayat bekliyor.
Baudrillard: Biraz durun bakalım. Daha bütün Afgan kadınlar peçelerini çıkarmadılar. Şeriat yürürlükte kalacak deniyor. Evet, Taliban rejimi yenildi. Ama El Kaide’nin uluslararası ağı hala duruyor. Ve Bin Ladin, ölü veya diri, kayıplara karışmış durumda, en önemlisi de bu. Bu durum ona mitsel bir güç veriyor, böylece doğaüstü bir boyut kazanıyor.
SPIEGEL: Yani Amerikalılar, Bin Ladin’i veya cesedini televizyonda herkese teşhir edince mi kazanmış sayılacaklar?
Baudrillard: Bu çok tartışmalı bir şov olurdu ve o zaman da şehit rolüne bürünebilirdi. Onu teşhir etmek ille de büyüsünü bozmak anlamına gelmiyor. Mesele zaten sırf bir toprak parçasını veya halkı kontrol etmek veya karşıt bir örgütü çökertmekten ibaret değil. Operasyon nerdeyse metafizik boyutlara ulaştı.
SPIEGEL: Neden Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılmasını birkaç gözü dönmüş fanatiğin akıldışı bir eylemi olarak, bu basitlikte tarif etmekten kaçınıyorsunuz?
Baudrillard: Bu iyi bir soru, ama bir doğal afetle bile karşı karşıya olsaydık olayın sembolik önemi yine de kalırdı. İnsanları bu olayın bu kadar büyülemesi de zaten bu yüzden. Burada öyle bir şey oldu ki, eylemcilerin iradesini kat be kat aşıyor. Nihai bir düzene, nihai bir güce karşı evrensel bir alerji var. Ve Dünya Ticaret Merkezi’nin kuleleri, bu nihai düzeni en mükemmel şekliyle temsil ediyordu.
SPIEGEL: O zaman siz bu terörist çılgınlığı, kendisi megalomaniye kapılmış bir sisteme karşı kaçınılmaz bir tepki olarak mı değerlendiriyorsunuz?
Baudrillard: Sistemin kendisi totaliter iddiası ile bu korkunç karşı-saldırının nesnel koşullarını yaratmıştır. Globalleşmeye içsel olan çılgınlığın kendisi çılgınlık üretmektedir. Dengesiz bir toplumun suçlu ve psikopat üretmesi gibi. Gerçekte bunlar sadece kötülüğün semptomları, işaretleridir. Terörizm virüs gibi, her yerde. Ev olarak Afganistan’a ihtiyacı yok.
SPIEGEL: Globalleşme ile ona karşı direnişi bir hastalık gibi tarif ediyorsunuz, kendi kendini imha süreci gibi. Analiziniz bu anlamda skandal değil mi? Ahlak boyutunu tamamen hiçe sayıyorsunuz.
Baudrillard: Ben kendi tarzımda pekala ahlakçıyım. Analizin bir ahlakı vardır, doğruyu söyleme zorunluluğu. Gözlerinizi gerçeğe kapatmanın, dayanılması güç olanı göz ardı etmek için bahane aramanın ahlak dışı olduğunu söylemeye çalışıyorum. Olguları iyi ve kötü karşıtlığının dışında görmemiz gerekiyor. Ben olayla olduğu gibi yüzleşmeye çalışıyorum, ikircikli olmadan. Bunu yapamayan, ahlakçı bir bakışla gerçek tarihi yalanlamak zorunda kalacaktır.
SPIEGEL: Peki ama terör eylemi sizin iddia ettiğiniz gibi zorunlu, yani nerdeyse bir kader gibi gerçekleşiyorsa, bu onu meşru kılmaz, onun özrü olmaz mı? Yani sorumlu bir özne yok demektir.
Baudrillard: Analizimin kelimelere dökülmüş hali belirsizlik yaratıyor, bunun farkındayım. Sözlerim bana karşı kullanılabilir. Ama ben cinayeti ve katliamı övmüyorum, bu aptallık olurdu. Terörizm sömürü, baskı ve kapitalizme karşı çağdaş bir devrim biçimi değil. Hiçbir ideoloji, hiçbir dava için mücadele, hatta İslamcı köktencilik de onu açıklamaya yetmez.
SPIEGEL: Ama globalleşme niçin kendisini yok etmeye çalışsın ki? O, herkes için özgürlük, refah ve mutluluk vaad etmiyor mu sonuçta?
Baudrillard: Bu dediğiniz ütopik bakış açısı, yani bir anlamda işin reklamı. Bütünüyle olumlu bir sistem yoktur. Pozitivist tarih ütopyaları genelde müthiş öldürücüdür, faşizmin ve komünizmin gösterdiği gibi.
SPIEGEL: Globalleşmeyi gerçekten de 20. yüzyılın en kanlı sistemleriyle karşılaştıramazsınız.
Baudrillard: Globalleşme, eskiden sömürgecilik gibi olağanüstü bir şiddet üzerine kuruludur. Batı dünyası bundan çoğunlukla yarar sağlasa bile onun faydalanandan çok kurbanı var. Elbette ABD prensipte her ülkeyi Afganistan gibi kurtarabilir. Ama bu ne acayip bir kurtuluş olurdu, değil mi? Bu şekilde mutlu edilenler buna kesinlikle direnecektir, gerekirse terörle.
SPIEGEL: Yani siz globalleşmeyi bir tür sömürgeleştirme olarak mı görüyorsunuz – Batı medeniyetinin yaygınlaştırılması kisvesi altında bir sömürgecilik mi?
Baudrillard: Globalleşme Aydınlanma’nın son noktası olarak gösteriliyor, bütün çelişkilerin çözüldüğü nihai durak. Gerçekte ise her şeyi pazarlık edilebilir, parası ödenebilir bir değişim değerine indirgiyor. Bu süreç aşırı şiddet yüklüdür, çünkü her şeyin tek tipleştiği bir ideal durum hedefliyor. Tekil olan, özgün olan, yani her değişik kültür ve sonuçta her parasal olmayan değer ortadan kalkmalı. İşte bakın: Bu noktada ben hümanist ve ahlakçıyım.
SPIEGEL: Globalleşme ile özgürlük, demokrasi ve insan hakları gibi evrensel değerler de yaygınlaşmıyor mu?
Baudrillard: Global ile evrensel arasında radikal bir ayrım yapmamız gerekir. Aydınlanma’nın tarif ettiği evrensel değerler aşkın bir ideali simgeler. Benliği özgürlüğü ile yüzleştirir, bu sürekli bir görev ve sorumluluk demektir, basit bir hak değil. Global olanda bu tamamen eksik, o total ticaretin ve alışverişin işlerlik kazandığı bir sistemdir.
SPIEGEL: Yani globalleşme insanlığı özgürleştirmiyor, şeyleştiriyor mu?
Baudrillard: İnsanları kurtardığını iddia ediyor fakat sadece kuralları ortadan kaldırıyor. Bütün kuralların ortadan kaldırılması, daha kesin bir deyişle bütün kuralların salt pazarın kanununa indirgenmesi özgürlüğün tam tersidir – onun yanılsamasıdır. Onur, şeref, imtihan, feragat gibi eski moda ve aristokrat değerlerin artık hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.
SPIEGEL: İnsan haklarının sınırsız tanınması, bu yabancılaşma sürecine karşı güvenilir bir bariyer oluşturmaz mı?
Baudrillard: Ben insan haklarının çoktan globalleşme sürecine entegre edildiğini ve artık sadece bir meşrulaştırma aracına dönüştürüldüğünü düşünüyorum. Bunlar hukuki ve ahlaki üstyapının parçaları artık – kısacası bunlar işin reklam kısmı.
SPIEGEL: Yani yanılsama mı?
Baudrillard: Batı politikasının bugün insan haklarını farklı olana karşı bir silah gibi kullanması bir paradoks değil mi sizce? “Ya bizim değerlerimizi paylaşırsınız ya da……” hesabı. Demokrasi tehditle ve şantajla getiriliyor. Böylece kendi kendini sabote ediyor. Özgürlükten yana özerk bir karar değil artık söz konusu olan, global bir emirle karşı karşıyayız. Bu, Kant’ın kendisine özgür iradeyle uyumu gerektiren kategorik emrinin sapkınlaştırılmış halidir bir bakıma.
SPIEGEL: O zaman tarihin sonu, demokrasinin mutlak hakimiyeti yeni bir dünya diktatoryası biçimi, öyle mi?
Baudrillard: Evet. Ve buna karşı şiddet içeren bir tepkinin olmaması kesinlikle imkansızdır. Terörizm, başka bir direniş yolunun imkansız gözüktüğü anda ortaya çıkar. Sistem, kendisine direnen, yoluna çıkan her şeyi terörizm olarak görüyor. Batının değerleri ikircikli, belli bir tarihsel anda pozitif bir çekim oluşturabilir ve ilerlemeyi hızlandırabilirler, ama başka bir anda öylesine aşırı bir noktaya varırlar ki, kendi kendilerini bozar ve sonunda kendi amaçlarına karşı işlemeye başlarlar.
SPIEGEL: Globalleşme-Terörizm antagonizması gerçekten yok edilemez ise, o zaman teröre karşı savaşın ne anlamı kalır?
Baudrillard: ABD Başkanı Bush dost-düşman simetrisini yeniden yakalamaya çalışıyor. Amacı, tanıdığı zemine dönmek. Amerikalılar bu savaşı, dağdan inmiş bir kurt sürüsüne karşı kendilerini savunurcasına veriyorlar. Ama virüse karşı bu yol işlemez, mikrop çoktan içimizde. Artık cephe yok, savunma hattı yok, düşman onunla savaşan kültürün tam kalbinde artık. Eğer böyle dememiz gerekiyorsa bu, Dördüncü Dünya Savaşı’dır: Halklar, devletler, sistemler ve ideolojiler arasında değil, insan soyunun kendi kendisiyle yaptığı bir savaş.
SPIEGEL: O zaman sizce bu savaşın kazanılma ihtimali de yok?
Baudrillard: Bütün bunların nereye varacağını hiç kimse söyleyemez. Tabii mesele bir tarafın kazanması değil, bu insanlığın hayatta kalma meselesi sonuçta. terörizmin siyasi bir objesi yok, son noktası yok, ve bu açıdan bakıldığında terör gerçek ama absürd.
SPIEGEL: Bin Ladin’in ve İslamcıların pekala bir toplum tasarımı var, Allah’ın istediği katı ideal bir toplum tasarımı.
Baudrillard: Belki. Ama onları terörizme iten din değil. Bunu bütün İslam uzmanları belirtiyor. 11 Eylül’ün eylemcileri hiçbir talepte bulunmadılar. Köktencilik bir reddiyenin, bir karşı olma halinin ifadesidir. Taraftarları somut olarak bir şey kurmak peşinde değiller, kimliklerine tehdit olarak gördükleri bir şeye karşı çılgınca başkaldırıyorlar.
SPIEGEL: Bu, tarihte hep bir kültürel evrimin de yaşandığı gerçeğini değiştirmez ki. Batı medeniyetinin global yaygınlaşması tam da onun çekiciliğinin bir işareti değil midir?
Baudrillard: Neden çekicilik yerine üstünlük demekten kaçındınız? Bakın, kültürler diller gibidir. Her biri tektir, bitmiş bir sanat eserine benzer. Dillerin arasında hiyerarşi olmaz. Onları evrensel olanla ölçemezsiniz. Teorik olarak global bir dil yerleştirmeniz mümkündür, ama tehlike de zaten tam burada yatıyor.
SPIEGEL: Siz aslında ahlaki ilerleme fikrini reddediyorsunuz. Savunduğunuz o tekil, özgün olan kendi başına bir değer değil mi. İyi veya kötü olabilir…
Baudrillard: … evet, tekil her biçimi alabilir, kötünün ve terörün biçimini de. Ama yine de bir sanat eseri olarak kalır. Hem ben çoğunlukla iyi veya kötü kültürlerin varlığına da inanmıyorum. Evet, felaket getiren sapmalar olabilir, ama ikisi birbirinden ayrılamaz. İyiliğin arttığı oranda kötülüğün azalması diye bir şey yok. O yüzden ilerleme kavramı,doğa bilimlerinin rasyonelliğinin dışında gerçekten sorunlu bir kavram. Montaigne der ki: “İnsanda kötülüğü yok ederseniz, hayatının temel şartını yok etmiş olurdunuz.”
SPIEGEL: Yani cehennem olmadan cennet yok, lanet olmadan kurtuluş yok. Bu düalist dünya görüşünüz sizi kötümserlikten ve kadercilikten başka bir yere taşıyor mu?
Baudrillard: Kadercilik dünyanın kötü bir yorumudur, çünkü teslimiyete yol açar. Ben teslim olmuyorum, ben açıklık istiyorum, net bir bilinç. Oyunun kurallarını bilirsek onu değiştirebiliriz. Ben bu anlamda bir Aydınlanmacıyım.
SPIEGEL: Ama kötü hakkındaki bilginiz sizi onunla mücadeleye sevk etmiyor?
Baudrillard: Hayır, çünkü bu benim için anlamsız. İyi ve kötü ayrılmaz biçimde birbiriyle bağlantılıdır ve bu gerçekten de bir kader: Kaderimizin bir parçası.
SPIEGEL: Batı kültürü neden kötünün varlığına hiç katlanamıyor, neden hep onu göz ardı etmeye, yok saymaya çalışıyor?
Baudrillard: Kötü, felaket ile özdeşleştiriliyor, çünkü felakete karşı mücadele edebilirsiniz: Yoksulluğa, adaletsizliğe, baskıya, zulme vs… Bu olayın hümanist yorumu, patetik ve duygusal bir vizyon, acı çekenlere sürekli acıma duygusu. Kötü olan ise dünya, olduğu gibi, olmuş olduğu gibi. Felaket, dünyanın asla olmaması gereken durumu. Kötünün bir durumdan olağandışı bir felakete dönüştürülmesi, 20. yüzyılın en karlı sanayi dalı olmuştur.
SPIEGEL: Felaketin sonuçlarını onarabiliriz, zaten yaralarının sarılmasını ister, oysa kötüyü içimizden çekip atamaz mıyız?
Baudrillard: Batının yanılsamasıdır bu: Teknolojik mükemmeliyet ulaşılabilir gibi gözüktüğü için, ahlaki mükemmeliyet de sanki mümkünmüş gibi görünür, mümkün ve devralınabilecek bir şeymiş gibi. Gelmiş geçmiş en iyi dünyada hiçbir arıza yaşanmayacak bir mükemmel gelecek. Herkes kurtarılmalıdır -demokrasimizin çağdaş ideali bu. Her şey genetik olarak değiştirilecek, böylece insan türünün biyolojik ve demokratik mükemmeliyeti sağlanacak.
SPIEGEL: Batı’nın Tanrı tarafından kurtarılma idealini büyük ölçüde kaybetmiş olmasına hayıflanıyor musunuz?
Baudrillard: Biliyor musunuz, aslında bütün bu tartışmayı baş aşağı çevirmek lazım. Asıl heyecan verici soru, neden kötünün varolduğu değil. Doğal olarak kötü ta baştan beri var. Ama iyi neden var? Asıl mucize bu işte.
SPIEGEL: Siz bunu, Tanrı’ya başvurmadan açıklayabiliyor musunuz?
Baudrillard: Açıklamayı deneyenler oldu. 18. yüzyılda Rousseau ve diğerleri. Ama pek ikna edici olmadı. Gerçekten de en iyi ve kolay varsayım, Tanrı’nın varlığına inanmaktır. Tanrı da demokrasi gibi: en az kötü olan çözüm ve bu yüzden bütün çözümlerin en iyisi.
SPIEGEL: Sizi dinleyince, adeta Ortaçağ’da Katarcılara katıldığınız hissini ediniyoruz.
Baudrillard: A evet, ben Katarcıların dünyasını çok severim, çünkü Maniheist’im…
SPIEGEL: … yani ışık ve gece, iyi ve kötü arasındaki ezeli ve ebedi karşıtlığa inanıyorsunuz, öyle mi?
Baudrillard: Evet, Katarcılar maddesel dünyayı, Şeytan’ın yarattığı bir kötü olarak görürdü. Aynı zamanda iyilik ve mükemmeliyete ulaşmanın yolu olarak Tanrı’ya inanırlardı. Bu, kötülüğün sadece iyiliğin gitgide sönen bir uydusu olduğunu düşünmekten çok daha radikal bir görüştür.
SPIEGEL: Sayın Baudrillard, size bu konuşma için teşekkür ederiz.
Kaynak: 14.01.2002 – Der Spiegel
Mülakat: Romain Leick — Çeviri: Dilek Zaptçıoğlu
Boko Haram 2000 kişiyi öldürüp her yeri ateşe verdi
Nijerya'nın baş belası terör örgütü Boko Haram, Nijerya'da bir kasabaya saldırıp 2000 kişiyi öldürdü ve kasabaları yakıp yıktı.
Baga Bölge Şefi Baba Abbas Hassan, “Herkes Baga’dan kaçtı. Kasabamız cumartesi günü Boko Haram tarafından ele geçirildikten sonra binlerce kişi farklı yönlere kaçtı. Aldığım üzücü bilgilere göre, kasaba halkından bazıları Çad Gölü’nde botlarla kaçmaya çalışırken isyancıların açtığı ateşte ölmüşler. Bazıları da gölde boğulmuş” diye konuştu.
Hassan, ölenlerin sayısının net olarak bilinmediğini söylerken kimileri bu rakımı yüzlerce kişiyle kimisi ise binlerle ifade ediyor. Senatör Ahmed Zannah da hükümetin kasabadaki durumla ilgili harekete geçmesi gerektiğini belirtti. Savunma yetkilisi Alex Badeh, Baga’daki saldırıları doğrulayarak askeri operasyon planlandığını duyurdu. İngiliz haber kuruluşu BBC’nin haberine göre militanlar bütün kasabayı kurşundan geçirdi, sokaklar hayatın kaybedenlerin cesetleriyle doldu.
Gazze'de çocuklar soğuktan can veriyor
Irkçı rejimin Gazze Şeridine yönelik son saldırılarında evlerinden avare olan ve yakıt sıkıntısıyla karşı karşıya olan Gazze'de insanlar aşırı soğuktan üçü çocuk dört kişi yaşamını yitirdi.
İrna'nın Filistin Mea haber ajansından naklen verdiği haberde, Filistinli iki aylık bir bebek cumartesi günü Beytu Hanun'da soğuktan donarak öldü.
Aşırı soğuklar 22 yaşındaki Ahmet Sofyan El Laham adındaki Filistinli'nin de Hanyunus'un güneyinde hayatını kaybetmesine sebep oldu.
Gazze Sağlık Bakanlığı Sözcüsü Eşref El Kudre cumartesi günü yaptığı açıklamada, Adel Maher El Laham(bir aylık) ve Rhof Ebu Asi(iki aylık) bebeklerin de Hanyunus'un güneyinde aşırı soğuklardan öldüklerini belirtti.
Irkçı rejimin Gazze'ye düzenlediği son saldırılar sebebiyle, Gazze halkı avare hayatını yaşamakta ve aşırı soğuklar onların çilelerini daha da artırıyor.
Türkiye’den 12 bin Terörist Suriye’de Terör Örgütlere Katıldı
Türkiye’de Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ, Türkiye’den Suriye’ye gelip terör örgütü IŞİD ve Nusra Cephesine katılan 12 bin kişinin bulunduğunu söyledi.
Rotahaber web sitesinin haberine göre Özdağ; Suriye’ye gelen söz konusu bu kişilerin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunu belirtti. Özdağ, bunların bir kısmının tek başlarına geldiklerini, bir kısmının ise ailesini de yanında aldıklarını ifade etti.
Suriye’de tekfirci terör örgütlere katılımların sadece Türkiye’den olmadığına da dikkat çeken Özdağ, “Örneğin Kazakistan’ın kuzeyinden 400 kişilik bir aile gidip Rakka’ya yerleşmiş, bazıları ailece gidiyorlar” dedi.
Ümit Özdağ, başkanı olduğu enstitüdeki çalışmayla ilgili ortaya çıkan bilgileri Taraf’a anlattı. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler’in büyükelçiler konferansında söylediği, “Türkiye sınırından Suriye’ye geçmek isteyen 100 bin kişiyi önledik. Bunun yedi binden fazlası yabancı savaşçıydı” sözüne atıfta bulunan Özdağ, “Bunun anlamı 93 bin tanesi Türk demektir” dedi.
Bilindiği üzere ordu birliklerimizin muhtelif bölgelerde terör çetelere yönelik operasyonlarında şu ana dek çok sayıda Türkiye vatandaşı terörist öldürüldü, birçoğu da canlı olarak tutuklandı.
İngiliz Şia’sının Batı ve Siyonist rejime yaptığı hizmet
Hüccetu-l İslam Zunnur, “Siyonist rejimin varlığı ve istikbarın bölgedeki etkinliği Müslümanların arasındaki ihtilafa dayanmaktadır ve Müslüman toplumdaki ihtilaflar Siyonist rejimin istikrar içinde büyüdüğü ve geliştiği bir ortamdır” dedi.
Şehit Ruhaniler Kongresi Genel sekreteri Hüccetu-l İslam Mücteba Zunnur, Rasa Haber Ajansı muhabiriyle yaptığı röportajda, İslam Cumhuriyetinin vahdet konusunda İslam dünyası için örnek olduğunu belirterek, şöyle dedi: İslam İnkılabı Müslümanlar arası vahdetin öncüsü ve ilk gündeme getirenidir. İmam Humeyni (r.a) vahdetin mubdii ve öncüsüydü. Ülkemizde çeşitli kesimler arasında birliğin sağlanması ve bu sayede inkılabın kalıcı hale gelmesiyle birlikte vahdet nidası İslam dünyasında yankı buldu ve Müslümanlar vahdete yönelerek birbirlerine destek oldular.
İstikbar cephesinin Müslümanların birleşmesinden korktuğunu söyleyen Hüccet-l İslam Zunnur, şunları belirtti: Müslümanların vahdeti beraberinde istikbar cephesinin ürkmesi ve Siyonist rejimin ortadan kalkmasını getirecektir; Siyonist rejimin varlığı ve istikbarın bölgedeki etkinliği Müslümanların arasındaki ihtilafa dayanmaktadır ve Müslüman toplumdaki ihtilaflar Siyonist rejimin istikrar içinde büyüdüğü ve geliştiği bir ortamdır. Dolaysıyla küresel istikbar, İslam inkılabının model haline gelmesi ve Müslümanların birlik ve beraberliğinden oldukça endişelidir.
Düşmanın İslam mezhepleri arasına tefrika atmaya ilişkin yöntemlerine değinen Zunnur, “Irki ve mezhebi duyguları tahrik etme, İslami gurupları birbirinden korkutma ve İslami mezheplerin birbirlerini itham etmesini sağlamak Müslümanların arasına ihtilaf atma yöntemlerinin başında geldiğini” vurguladı.
Hüccetu-l İslam Zunnur, İslam dünyasının içindeki olumsuzluklardan yararlanarak yabancı basında Şia’yı tehlikeli yansıtmaya çalışan çevrelere işaret ederek şöyle dedi: Başta Arabistan olmak üzere bölgedeki bazı devletlerin yaşamı, milyonlarca Müslüman’ı Şia’dan ürkütmeye bağlıdır. Çünkü Şia ve İslam inkılabının vahdetten yana olması ve istikbar karşıtlığı model olabilir ve böyle bir vahdet modelini, Arabistan kralı ve küresel istikbarın işbirlikçileri Müslümanlar için oluşturamazlar.
İngiliz Şia’sına tepki gösteren Zunnur, şöyle söyledi: Londra’dan beslenen Şia fenomeni, İŞİD’e güç kazandıran bir etkendir; bu Londra sakinleri, Müslümanların bölgedeki temel düşmanı yani Siyonist rejimin dikkatlerden çıkması için Şia adına Müslüman mezheplerin mukaddesatına hakaret etmekteler.
Zunnur, şöyle devam etti: Londra Şia’sı, kame vurma gibi asılsız konuları din adına öne sürerek bu ameli ibadet niyetiyle yapıyorlar. Oysa Şia’nın büyük taklit mercileri, değil sadece kame vurmanın asılsız oluğunu belki bu amelin günah olduğunu belirttiler. Reuters Haber Ajansının bu yılki Aşura olayına ilişkin haber başlığı, küçük bir çocuğun kame vurma fotosuyla birlikte yayınladığında, İŞİD gibi tekfirci ve aşırı gurupların propaganda malzemesi olmuştu.
Aşırı Şii ve Sünni akımların girişimlerinin, İŞİD’in İslam dünyasında ve dünyanın diğer bölgelerinden güç ve üye sağlamasına neden olduğunu dile getiren Hüccetu-l İslam Zunnur, şunları belirtti: Aşırı akımlar, Büyük Rehberlik Makamının deyişiyle, ne Şii’dirler ne de Sünni ve vahdetin temellerini tehlikeye atıyorlar. Müslümanlar arasında vahdetin kendi asli yerini bulması için ihtilaflı konulardan uzak durmak, ırksal, mezhepsel duygu ve taassupları kaşımaktan sakınmak ve sevgi, şefkat ve muhabbetin kaynağı olan ortak inançlarda diretmek gerekir.
Ebu Bekir el-Bağdadi, bir siyonisttir
Tekfirci İŞİD hareketinin mahiyetine de değinen Şehit Ruhaniler Kongresi Genel Sekreteri, şu açıklamada bulundu: İŞİD gurubu ve tekfirci akımlar, terörist saldırıları bilerek ve kasıtlı yapıyorlar ve Amerika’da eğitim gören Siyonist bir anne ve babadan doğan kendi ele başları Ebu Bekir el-Bağdadi gibi istikbarın uşağıdırlar. İŞİDçileri, kalbi din için titreyen ve dini duygularla Müslümanları katleden fanatik bir Müslüman gurup olarak gören kimse, büyük bir yanılgı içindedir.
Hüccetu-l İslam Zunnur, son olarak şöyle dedi: İslam mezheplerinin hiçbirinde, bebeklerin çocukların öldürülmesi, Müslüman kadınların satılması ve cismi içkence yapılmasına dair bir delil yoktur. İslam dünyası ve Müslümanlar tekfirci akımlardan ve İŞİD’ten beraat etmeleri gerekir.
Welayet News
Vahdet emperyalizm, siyonizm ve tekfirciliğe karşı olmaktır
“Bizler namaz kılarken; “ellerimizi indirerek mi kılsak yoksa göbeğimize mi koysak?” diye kavgaya tutuşurken, zalimler (emperyalizm/Siyonizm) bu elleri nasıl kessek diye düşünüyorlar!” İmam Humeyni(ra)
Allah’ın adıyla
Müslümanlar bugün yeryüzünde ikinci büyük inanç grubu. Yedi buçuk milyarlık insanlık aleminde, dünyanın en jeostratejik, doğal ve beşeri kaynaklar açısından en bereketli topraklarında oturan Müslümanların sayısı iki milyara dayanmış durumda.
Ancak yerküreye bir göz attığımızda görüyoruz ki, nerede bir savaş, zulüm ve kaos var, nerede kan ve gözyaşı varsa; orası İslam coğrafyası! Çiğnenen kutsallar, kirletilen iffetler, sömürülen kaynaklar, talan edilen zenginlikler vakay-i adiyeden hale gelmiş durumda. Toplumlar mazlum ve mustazaf düşmüş, yönetimler emperyalizm ve siyonizmin uşağı ve oyuncağı haline gelmiş!
“Peki, niçin?” sorusuna verilebilecek onlarca yüzlerce cevabın tümünü bir ana nedende toplamak mümkün: “İslam ümmetinin “vahdet”ten yoksun olması.” İslam ümmetinin emperyalizm ve siyonizm karşısında çaresiz düşmüş; İslam memleketlerinin gerek toplumsal ve gerekse kaynakları açısından sömürü coğrafyalarına dönüşmüş olmasının ana sebebi: “Müslümanları içten kemiren tefrika hastalığıdır!”
“Peki, çare nedir? Kurtuluşun bir çaresi var mı?” sorularının ise tek kelimelik ve kesin çözüm içeren bir cevabı vardır: “Vahdet”!
Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim: “Müminler ancak kardeştir. (Hucurat-10) Ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de Rabbinizim… (Enbiye-92) Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Bölük bölük olmayın… (Al-i İmran-103)” buyurarak bizlere kayıtsız şartsız “vahdet”i emretmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim’e yöneldiğimizde görüyoruz ki; “Hz. Adem (a.s)’den Hatemü’n-Nebi Hz. Muhammed (s.a.a)’e kadar tüm ilahi davetçiler, tevhide/vahdete çağırıp; şirk, ikilim, üçleme, nifak ve tefrikadan nehyetmişlerdir.” Yalın akıl da bize İslam ve Müslümanların kurtuluşunun “vahdet”te olduğunu söylemek te zorluk çekmemektedir.
İşte bu nokta da; “vahdet, ama nasıl?” sorusuna cevap aramak gerekiyor. “Vahdet, soyut bir slogan olmaktan çıkarılıp uygulanabilir bir pratiğe dönüştürülmelidir.” Bunun içinde öncelikli olarak: “İslami vahdeti sağlayabilmek için önce vahdeti teorik ve bilimsel olarak doğru tanımlamak, doğru anlamlandırmak ve ardından ameli olarak vahdeti gerçekleştirmek için doğru adımları atmak gerekir.
Bir realite olarak İslam dünyası farklı mektep, mezhep ve meşreplerden müteşekkildir. İslam ümmeti esas itibariyle Ehl-i Sünnet ve Şia olmak üzere iki mektep ve bunların alt mezheplerinden oluşmaktadır. Vahdeti konuşurken önce bu hakikati kabullenmeli; farklı mektep, mezhep ve meşreplerin vahdetinden bahsettiğimizin farkında olmalıyız.
Bu veriler ışığında; “öyleyse vahdet nedir?” sorusunu doğru ve kamil olarak cevaplayabilirsek, hem “vahdet”in ne olduğunu kavrarız ve hem de “vahdet”e giden yola koyulmuş oluruz.
Vahdet ve birliğe davet eden kimse, davet ettiği insanlarla ortak noktaları olduğu gibi bazı konularda ayrı olduğunu da kabul etmiş demektir. Eğer farklılık olduğunu kabul etmiyorsa vahdete davetin manası kalmaz.
Vahdet, bazılarının anladığı gibi insanın kendi inanç ve görüşlerini terk edip başkasının inanç ve görüşlerini kabul etmesi değildir. Sünni ve Şia vahdeti demek, Sünnilerin kendi inanç ve mezheplerini bırakıp Şia olmaları ya da Şiaların kendi inanç ve mezheplerini terk edip Sünni olmaları değildir. Vahdet, herkesin kendi mektep ve mezhebi içerisinde kendi itikat ve inancını koruyarak, ortak sorunlara ve düşmana karşı güçlerini birleştirerek el ele omuz omuza vermeleri, emperyalizm ve siyonizme karşı: “Kur’an’ı, tevhidi düşünce ve yaşam biçimini, mukaddes toprakları, İslam coğrafyasını, Müslüman halkların hak ve kaynaklarını, ümmetin şeref, onur ve haysiyetini ve hatta tüm dünya mazlum ve mustazaflarını korumasıdır.”
Vahdet, aynileşme değil birlikte hareket edebilme eylem ve pratiğidir. “Peki, kıstas ne olacak?” sorusunu, “Vahdet Haftası” dolayısıyla İslam İnkılabı Rehberi Seyyid Ali Hamaney’in söylediği şu sözlerle cevaplayalım: “Müslümanlar gelsinler, beraber birlik olsunlar ve birbirleriyle düşmanlık yapmasınlar. Eksenleri de Allah’ın kitabı, Resulullah (s.a.a)’ın sünneti ve İslam şeriatı olsun. Bu söz kötü bir söz değildir. Bu söz, garazsız ve her akıl sahibinin kabul edeceği bir sözdür.”
Vahdeti sadece üzerine konuşulan soyut bir kavram olmaktan çıkarmalı ve reel olarak var olan ümmetin yine gerçekte var olan sorun ve düşmanlarına karşı koyma ve çözüm üretme pratiği olarak ele almalıyız. Bu nokta da; “İçinde bulunduğumuz zaman itibariyle “vahdet”in pratiği nedir? Mademki “vahdet” soyut bir kavram değil bir pratik, o zaman bu pratiğin yansımaları nasıl olmalıdır?” sorularını cevap olarak yansımaların bazıları neler olabilir maddeler halinde cevaplayalım.
1- Vahdet, bugün gerek İslam dünyasının ve gerekse dünyadaki tüm mazlum ve mustazaf halkların üzerine karabasan gibi çöreklenmiş emperyalizm ve siyonizme karşı olmak, onları İslam’ın ve insanlığın düşmanı olarak bellemektir.
2- Vahdet, iktidara ulaşmak ve makam sahibi olabilmek adına emperyalizm ve siyonizme uşaklık yapmamaktır. Ülkelerin ve halkların kaderini emperyalizm ve siyonizme bağımlı kılmamaktır. Güç ve meşruiyet kaynağı olarak kendi halkını görmek, onlarla bir ve beraber olmaktır.
3- Vahdet, Gasıp Siyonist Rejim’in işgal ve zulmü altında olan İslam’ın kıblegahı Mescid-i Aksa ve kutsal belde Kudüs’ün özgürlüğü için mücadele etmektir.
4- Vahdet, başta mazlum Filistin halkının gasbedilmiş toprak ve hakları olmak üzere, emperyalist ve siyonist işgal ve baskı altında olan tüm halk ve beldelerin özgürlüğü için çalışmaktır.
5- Vahdet, öncelikle birbirini tanıma, anlama ve “Müslüman Müslümanın kardeşidir” şiarını kabullenme, içselleştirme eylemidir.
6- Vahdet, asla “mezhep ve ırk faşizmi”ne bulaşmamaktır. “Mezhep ve ırk faşizmi”nin emperyalizmin İslam coğrafyasındaki en büyük silahı olduğunun farkına varmaktır. “Mezhep ve ırk faşizmi”ni İslam ümmeti içerisinden söküp atmak için çaba ortaya koymaktır.
7- Vahdet, “tekfircilik ve tekfiri akımları” reddetmektir. “Tekfircilik ve tekfiri akımların” İslam ümmetinin duçar olduğu en büyük musibetlerden olduğunu fark etmek ve onların örgütsel yapılarının birer terör örgütü olduğunu kabullenmektir.
8- Vahdet, “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin…” (Mümtehine-1) ve “Yahudi ve Hristiyanları dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar.” Ayet-i kerimeleri gereği Yahudi ve Hristiyanları “dost ve stratejik müttefik” kabul etmemektir.
İşte bu yansımaları taşıyan şahsiyet, topluluk ve milletler “vahdet” ehlidirler.
İmam Humeyni’nin konuyu özetleyen şu sözleri ile bitirelim: “Bizler namaz kılarken; “ellerimizi indirerek mi kılsak yoksa göbeğimize mi koysak?” diye kavgaya tutuşurken, zalimler (emperyalizm/Siyonizm) bu elleri nasıl kessek diye düşünüyorlar!”
Tefrika “şeytan”dan, birlik ve vahdet-i kelime “Rahman”dandır. Selam olsun “vahdet” ehline!..
Muntazar Musavi / Rasthaber
Düşmanlarımız petrolü bir siyasi silah olarak kullanıyor
Venezüella cumhurbaşkanı Nicolás Maduro’yu kabul eden İmam Hamanei, Venezüella devletinin tutum ve siyasetlerinden dolayı, özellikle de Siyonist İsrail rejimi karşısındaki tutumunu takdir ederek müstekbirlik cephesinin Venezüella’ya karşı düşmanlığının nedeninin, Venezüella’nın Latin Amerika gibi bir bölgede izlediği bu etkili ve yiğitçe tutum ve siyasetleri olduğunu bildirerek, İran İslam cumhuriyeti’nin Venezüella ilişkilerini tüm boyutlarda geliştirerek sürdürme konusunda kararlı olduğunu bildirdi.
Bu görüşmede Venezüella’nın müteveffa cumhurbaşkanı Hugo Chavez’i İran’ın iyi bir dostu olarak niteleyen İmam Hamanei, iki ülke arasındaki yakın samimi işbirliğine temasla Nicolás Maduro’ya hitaben, “Siz de kendi sorumluluğunuz döneminde bu işbirliğini sürdürerek, düşmanlarınız tarafından oluşturulan sorunlar ve komploların üstesinden yiğitçe gelmeyi başardınız” ifadesini kullandı.
Kısa bir süre içinde petrolün hızlı bir şekilde değer kaybetmesinin ekonomik olmayan siyasi bir hareket niteleyen İmam Hamanei, “Ortak düşmanlarımız petrolü siyasi bir koz olarak kullanıyorlar ve kesin olarak petrol fiyatlarındaki bu hızlı düşüşte bir rolleri var” dedi.
Petrol fiyatlarının düşmesi karşısında ortak tavrın takınılması hususunda İran ve Venezüella cumhurbaşkanları arasında alınmış kararları kendisinin de teyit ettiğini belirten İmam Hamanei, iki ülke arasındaki işbirliğinin petrol meselesiyle sınırlı olmadığını, halı hazırda beklentilerin çok altında olan iki ülke ekonomik işbirliği ve yatırımlar seviyesinin de hızla artırılmasının gerektiğini söyledi.
İmam Hamanei konuşmasının devamında bölgesel ve uluslar arası alanda Venezüella’nın direniş, siyaset ve girişimlerini takdir ederek, Latin Amerika ülkelerinin gerçekte Venezüella’nın stratejik derinliği olduğunu, Venezüella’nın ülküsünün gerçekte o bölgede çok ülke ve halkın uyanmasına yol açtığını, Amerika’nın Venezüella devleti ve halkına karşı düşmanlığının asıl nedeninin de bu konu olduğunu söyledi.
Siyonist İsrail rejiminin Gazze’ye yönelik başlattığı 51 günlük Gazze savaşı sırasında Venezüella devleti ve yetkililerinin takdire şayan tutum ve siyasetlerini de hatırlatan İmamHamanei, Siyonist İsrail rejiminin dünya genelinde özellikle de bölge halkları nezdinde tamamen nefret edilen bir rejim olduğunu, Venezüella yönetiminin bu rejime karşı yiğitçi tutumunun halklar içerisinde Venezüella için çok sayıda dosta yol açacağını söyledi.
Venezüella devleti için başarılar temenni eden İslam inkılâbı Rehberi Nicolás Maduro’ya hitaben, “Siz genç, irade ve kararlılık sahibi birisisiniz ve İran İslam cumhuriyeti de yıllardır iki ülke arasında var olan ve süre gelen işbirliğini daha da geliştirmek ve artırmak konusunda kararlıdır ve bu ilişkilerin gelişerek devam etmesi her iki ülke halklarının menfaatinedir” ifadesini kullandı.
leader.ir
Kadınlar ve Savaş - 1
Hepinizin bildiği üzere, sosyal olayların arasında bazıları toplumun sosyal yaşamını ve insanların hafızasını uzun süre etkiler. Bazıları da kısa süre sonra unutulur gider ve yerini yeni deneyimlere ve olaylara bırakır. Savaşlar insanların sosyal, iktisadi, kültürel ve ailevi yaşamını etkilediği için ve yine bir çok sosyal değişikliği beraberinde getirdiğinde, uzun süre akıllarda kalan ve insanların hafızalarından silinmeyen olaylardan biridir.
Savaşlar özellikle çeşitli toplumlarda kadınların üzerinde derin etki ve iz bırakır. Bazı kadınlar savaş yüzünden evini barkını ve aile fertlerini kaybederken, bazıları da yaşamını veya en azından sağlığını yitirir. Savaşın bazı kadınları, yaşamdan bıkacak noktaya getirir. Bazı kadınların ailesi çöker veya ciddi değişikliklere maruz kalır. Bazı kadınlar düşmana çok yaklaşır ve bazıları da tecavüze uğramak gibi acı ve aşağılayıcı deneyimlerle karşılaşır ve bazı kadınlar da yaşamı boyunca dünyayı bir boşluk gibi görmeye başlar.
Ama yine de bu kadınların tümü bir nevi güncel yaşamına geri dönmek zorundadır. Fakat hiç kuşkusuz bu kadınların savaştan önce yaşadıkları yaşamlarıyla savaştan sonra ve onca acı deneyimin ardından yaşadıkları yaşam birbirinden çok farklıdır. Çünkü bu kadınların yaşamında bir çok bileşen etkilenmiş, değişmiş veya yok olmuştur, öyle ki her birini onarmak veya telefi etmek bir ömür gerektirir.
Bugün ilkini sunduğumuz sohbetimiz kadınların savaşlarda yaşadıkları acı deneyimlerle ilgilidir. Dünyada artık hiç bir savaş olmaması dileğiyle sohbetimize başlıyoruz.
Kadınlar ve çocuklar savaşları başlatan kesim olmadığı halde tarihin de şahadetine göre savaşlarda bu iki kesim türlü biçimlerde en çok etkilenen kesimlerdir. Kadınlar ve çocuklar genellikle çatışmaların baş kurbanıdır ve yine savaşlarda mülteci durumuna düşen insanların büyük bir kısmını bu iki kesim oluşturur.
Tarihte de belirtildiği üzere geçmiş çağlardan beri beşeriyet tarihinde herhangi bir savaş veya çatışmada toplumun en kırılgan kesimleri olan kadınlar ve çocuklar en büyük cismi, ruhi ve psikolojik zararlara katlanmak zorunda kalmıştır. 20. yüzyılın başından beri dünyada yaşanan 250 savaşta kadınlar en çok zarara uğrayan toplumun en kırılgan kesimidir. Örneğin Saddam rejiminin İran'a dayattığı 8 yıllık savaşta nice masum kadın ve çocuk hayatını kaybetti, esir alındı veya en vahşi zulümlere maruz kaldı. Sırbistan ve Bosna savaşında onca acımasız katliamların sırasında nice kadın katledildi, ciddi cismi ve ruhi zararlara maruz kaldı. Küçük bir bölge olmasına karşın yoğun bir nüfusu barındıran Gazze şeridinde siyonist rejim İsrail bu bölgeye dayattığı son üç savaşta namertçe masum insanları bombardıman etti ve bu bombardımanların başlıca kurban kesimi yine kadınlar ve çocuklar oldu. Yine korsan İsrail'in Lübnan'a dayattığı 33 günlük savaş sırasında düzenlenen hava akınlarında kadınlar en çok kayıp veren kesimdi. Afganistan'da Amerikalılar düğün törenlerini bombardıman etti. Irak'ın işgali sırasında Amerikalı askerler insanların aile haklarını hiçe sayarak evlere baskın düzenledi. Şimdi de tekfirci IŞİD terör örgütüyle savaşta kadınlar 21. yüzyılda en zilletli ve en aşağılayıcı günlerini yaşıyor. IŞİD kadınları köle olarak satıyor, organlarını çıkarıyor, vahşice tecavüz ediyor ve kadınlara yönelik her türlü aşağılayıcı davranıştan kaçınmıyor.
Uluslararası Kızılhaç örgütü Tahran bürosu Başkanı Oliviye Martin bir konuşmasında bu gerçeğe işaret ederek şöyle diyor: Ben hizmet ettiğim bunca yıl boyunca kadınların silahlı çatışmalarda çektikleri acılara şahit oldum ve buna Afganistan, Kongo ve Irak'ı örnek verebilirim. Kadınlar silahlı çatışmaların sırasında ağır bedel ödüyor ve savaştan sonra da aile ocağını yeniden inşa etmekte de önemli rol ifa ediyor. Ancak günümüz silahlı çatışmalarında kadınların üzerindeki yıkıcı tesir arttıkça artıyor.
Konuşmasının devamında kadınların savaşlarda ifa ettiği rollerine işaret eden Martin şöyle diyor: Evin geçiminden sorumlu olan erkeğin yokluğunda kadınların aileye bakmak, biraz su ve ekmek bulmak için uzun yolları kat etmeleri gerekiyor ki bu da onların güvenliğinin yanı sıra cismi sağlığını da tehdit ediyor. Silahlı çatışmalarda en çok erkekler kaybolduğundan kadınlar sürekli büyük bir ıstırap içinde eşinden haber bekliyor. Kadınlar ailenin iktisadi güvenliğini temin etmek zorunda kalarak, savaştan kaynaklanan şiddetin en büyük kurban kesimini oluşturuyorlar.
Kuşkusuz savaşlarda kadınların maruz kaldığı şiddetin esas sebeplerinden biri, savaşan iki tarafın gücünün eşit olmamasıdır. Maalesef günümüzde savaşlarda kazanan taraf kaybeden tarafın namusuna ve kültürel inançlarına el uzatıyor. Bir çok savaşta kadınlara el uzatmak indirilen son darbeyi oluşturuyor. Örneğin ikinci dünya savaşında bu durum yenilgiye uğrayan Nazilere karşı Berlin'de yaşandı. Bu mesele hatta savaştan sonra da Almanya yönetimi için ciddi sorunlar yarattı, çünkü savaş sırasında tecavüze uğrayan kadınlar savaştan sonra da koca, kardeş ve baba gibi kendilerine yakın erkeklerin çeşitli şiddet uygulamalarına katlanmak zorunda kaldı.
Savaşta kadınlara yönelik şiddet uygulanmasının bir başka örneğini Japonya ordusunun ikinci dünya savaşı sırasındaki uygulamalarında görmek mümkün. 6 Ağustos 1945'te sabah saat 8:15 sularında Hiroşima kenti ve üç gün sonra da Nakazaki kentinin atom bombası saldırısına maruz kalmasının görüntüleri dünya medyasında binlerce kez yayınlandı. Fakat Japonya o yıllarda atom bombasının ilk kurbanı olmadan önce bu ülkenin ordusu günümüzde savaş suçu kabul edilen büyük bir cinayet işledi. Japonya ordusu ikinci dünya savaşı sırasında çoğu Çinli, Filipinli, Myanmarlı ve Koreli olan 200 bin kadar kadını köle gibi kullandı ve cinsel tecavüzde bulundu. Gerçi bazı Japon araştırmacılar bu meseleyi tekzip etti ve hatta Japonya'nın dönem Başbakanı Şinzo Abe 2006 yılında açıkça bu suçlamayı reddetti ve bu kadınların zorla cinsel ilişkiye zorlandığını gösteren hiç bir belge ve kanıt bulunmadığını iddia etti. Fakat bugün dünya genelinde 200 bin kadar genç kızın ikinci dünya savaşı sırasında Japon askerlerin tecavüzüne uğradığı konusunda konsensüs söz konusudur. Japon askerler teselli kadını veya huzur veren kadın olarak tabir ettikleri bu kadınları tecavüz ettikten sonra öldürüyordu. Bu korkunç cinayetin kurbanlarından birinin 1991 yılında anılarını dünya medyası ile paylaşması olayın doğruluğunu ortaya koydu.
Kim Sun Duk, japon askerlerin işlediği bu korkunç savaş suçunun kurbanı ve şahitlerinden biridir. O yıllarda henüz 16 yaşında olan ve Kore'de yaşayan Kim, konu ile ilgili ifşaatında günde en az kırk kez Japon askerlerin tecavüzüne uğradığını belirtti.
Yine Japon ordusunun bu savaşta işlediği korkunç cinayetlere şahit olan ve hala hayatta olan Lee Ek Sun da şöyle anlatıyor: Bizi her gün dövüyorlardı, bıçakla tehdit ediyorlardı, eğer onlara hizmet etmeyi reddedecek olursak acımasızca yaralıyorlardı.
1993 yılında Tokyo'da yayınlanan çok muteber bir araştırma, bu kadınların anlattıklarını ve Japon ordusunun işlediği cinayetleri doğruladı. Japonya yönetimi ilkin bu suçlamaları reddetti, fakat daha sonraları ve Tokyo mahkemesinin kurulmasının ardından bir kaç kez olayın kurbanlarından veya kalanlarından özür diledi, ancak tazminat ödemeyi reddetti. Japonya mahkemeleri ise bu cinayetten sağ geriye kalanların 75 ila 85 yaşında olduklarını ve yakında hepsinin öleceğini ve bu öykünün ebediyen unutulacağını düşünüyor.
Evet, biraz önce de belirttiğimiz üzere bu tür cinayetler günümüzde de devam ediyor. BM raporlarında modern savaşların esas kurbanlarının da başta kadınlar olmak üzere sivillerin oluşturduğunu itiraf ediyor. Savaşların kurbanı olan kadınlarla ilgili verilerin bazen ürpertici boyutlara ulaştığı gözleniyor. Örneğin 1994 yılında Ruanda soykırımı sırasında yüz ile 250 bin kadın cinsel tecavüze maruz kaldı. BM raporları Sieraleon'da da 1991 ile 2002 yılları arasında 60 bin kadın, Liberya'da 1989 ile 2003 yılları arasında 40 bin kadın, eski Yugoslavya'da 1992 ila 1995 yılları arasında 60 bin kadın ve Kongo cumhuriyetinde de 1998 ila 2008 yılları arasında tam 200 bin kadının cinsel tecavüze uğradığını gösteriyor. Uzmanlar bu rakamların gerçeklerin küçük bir bölümünü yansıttığını belirtiyor.
Gerçekte uluslararası Kızılhaç raporları dünyanın bir çok bölgesinde cinsel şiddet ve tecavüz vakalarının örtbas edildiğini gösteriyor, çünkü olayın kurbanları toplumda rezil olmak ve dışlanmaktan korkuyor. Bu yüzden çektiği acı ve uğradığı haksızlığı asla dile getirmek istemiyor. Fakat bu durumun dünya camiasının bu tür cinayetlerle mücadele etmesine mani olmaması gerekiyor.