کارگر

کارگر

Gezi Park’ı protestosunda bir İran vatandaşın tutuklandığı tahrik edici haberine tepki gösteren İran İslam Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği, İranlıların gergin olan mahalle ve bölgelerden uzak durmalarını istedi.

Mehr haber ajansının bildirdiğine göre, Gezi Park’ı protestosunda bir İran vatandaşın tutuklandığı tahrik edici haberine tepki gösteren İran İslam Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği, T.C. Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği resmi yazıyla konsolosluk bölümün söz konusu şahısla görüşmesini izin verilmesini talep etti.

T.C. Dışişleri Bakanlığı ise söz konusu İranlı vatandaşın tutuklandıktan kısa sürede serbest bırakıldığının bilgisini verdi.

İran İslam Cumhuriyeti vatandaşları aleyhinde yalan haberler üreten bazı Türk basın kuruluşlarına tepki gösteren İran İslam Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği, Türkiye’de mukim İranlılar, İran’lı öğrenciler ve turistlere tavsiyede bulunrak gergin olan veya polist tarafından kontrol altna alınan mahallerler ve bölgelerden uzak durmalarını istedi.

 

 

Cumartesi, 08 Haziran 2013 05:33

İmam Humeyni(ra)’nin Biyografisi

 İran İslam Cumhuriyeti lideri ve kurucusu, fakih ve arif İmam Humeynî, 24 Eylül 1902’de Humeyn şehrinde doğdu.04 Haziran 1989 yılında Tahran’ın kalp hastanesinde vefat etti.

 Asıl adı Ruhullah soyadı Mustafavî olan, ancak Musevî-yi Humeynî olarak tanınan İmam Humeynî’nin babası, zamanın ulemasından sayılan Seyyid Mustafa idi. Beş aylık iken babasını kaybetti. Dönemin hükümetine bağlı feodal güçler tarafından şehid edilerek öldürülen babasının akrabaları, katilin kısas edilmesi için "Darul Hükümeye" Tahran’a gelerek bu konuda ısrarları sonucu katil kısas edilmiştir.

Çocukluk dönemini Ayetullah Hansarî’nin (Zubdetu’t-Tesanif’in yazarı) torunlarından olan annesi Hacer hanım ve halası Sahibe hanımın yanında geçirmiş, fakat onbeş yaşında iken hem annesini hem de halasını kaybetmiştir.

Çocukluk yıllarından itibaren dinî medreselerde temel dersleri (Arap dili ve edebiyatı, mantık, fıkıh ve usul) almaya başlamış ve Mirza Mahmut İftiharu’l-Ulema, Hac Mirza Necefî-yi Humeynî, Ayetullah Şeyh Ali Muhammed Burucerdî, Ayetullah Muhammed Gulpayganî ve Ayetullah AbbasErakî gibi bölgenin büyük ulema ve hocalarından

dersler alarak 1919 yılında Erak İlmiye Medresesine girdi. Burada birçok dersleri okuduktan sonra Kum İlmiye medresesine geçerek felsefe ve ahlak derslerini, Ayetullah Muhammed Şahabadî ve Seyyid Ebu’l-Hasan Hakîm Kazvinî ve Hac Mirza Cevad Ağa Melikî-yi Tebrizî’nin yanında okudu. Menkul fıkıh ve usul derslerini ise Ayetullah Abdulkerim Hairî-yi Yezdî, ve Ağa Mir Seyyid Ali Kaşanî’den aldı. Fıkıh ve usul derslerinde çok başarılı olarak kısa zamanda ictihad (Muctehidlik) derecesine ulaştı.

İmam Humeynî, Hicri 1339 yılında Ayetullah Abdulkerim Hairî’nin vefatından sonra artık kendisi felsefe, tehzibi nefs ve ahlak derslerinde Kum’un ünlü ulemasından biri olmuş; daha sonraları ise fıkıh ve usul derslerinin de ünlü hocaları arasında yer almıştır. O dönemde hükümet karşıtı olan şahsiyetlerle irtibat halinde olan İmam Humeynî, genç yaşına rağmen Şah Rıza Pehlevî rejimine karşı mücadele vermeye çalışıyordu. Ayetullah Hairî’den sonra Kum’un önde gelen ulemasından Ayetullah Burucerdi’ye bir süre güncel meseleler hususunda yardımcı olan İmam Humeynî, o büyük zatın da vefat etmesinin ardından, Kum Medresesi ve ilmî çevrelerde "Ayetullahi’l-Uzma" olarak tanındı.

1958’de Eyalet ve Vilayet Cemiyetlerinin kurulması ve Şah’ın "Altı maddelik tasarıları"nın ortaya konulmasıyla, Şah rejimi aleyhine şiddetli mücadelesini başlattı. 5 Haziran 1961’de meydana gelen kanlı olaylardan sonra rejim aleyhine yaptığı bir konuşma sonucu tutuklanarak Tahran’daki İşretâbâd askeri ceza evine konuldu. 

Serbest kaldıktan bir yıl sonra, kapitülasyon tasarısı aleyhine yaptığı ateşli konuşmasının ardından tekrar tutuklandı. Ancak bu kez cezaevine değil, 4 Kasım 1965’te Türkiye’ye sürgüne gönderildi. Bir süre sonra İmam Humeynî, Türkiye’den Irak’a geçti ve bu, Irak’ın Necef kentinde talebe yetiştirmekle meşgul olacağı onbeş yıllık uzun bir sürgünün başlangıcıydı.

İmam’ın oğlu Seyyid Mustafa’nın Şah rejimi gizli istihbarat servisleri tarafından öldürülmesinin ardından İran’da karışıklıklar meydana geldi. Şah rejiminin aleyhine bir ayaklanma başlatıldı. İmam Humeynî’nin önderliği altında yürütülen bu hareketler sonucunda İrak’tan Fransa’nın Paris kentine geçti. 1 Şubat 1979’da Şah’ın İran’dan kaçmasının ardından İmam Humeynî onbeş yıllık bir sürgünün ardından büyük bir karşılama ile ve İran halkına bağımsızlık, özgürlük ve İslâm Cumhuriyetini hediye olarak getirerek İran’a geri döndü. Onun geri dönüşü devrimin gidişatını daha da hızlandırdı ve 11 Şubat 1979’da İmam Humeynî’nin başlattığı uzun mücadele zafere ulaştı ve halkın büyük desteği ile Şah rejimi tarihe karışarak yerine İran İslâm Cumhuriyeti rejimi kuruldu. İmam Humeynî İnkılabın zaferinden on yıl sonra, 4 Haziran 1989’da Tahran’da vefat etti.

 

 

Cumartesi, 08 Haziran 2013 05:24

İRAN ,Katar'ı uyardı

İran İslami şura meclisi dış siyaset ve milli güvenlik komisyon başkanı, Katar'ı, İran milli güvenliğini bozmaya çalışmak konusunda uyardı.

Alaeddin Brucerdi Lübnan'ın El-Meyadin TV kanalına verdiği demeçte İran'da 11. dönem cumhurbaşkanlığı seçim sürecini sabote etmek ve sorun oluşturmak için Katar'dan teröristlerin İran'a giriş yaptığını vurgularken, Katar'ın bölgedeki sabotajcı rolünün aşikar olduğunu ifade etti.

Brucerdi İran'ın kendi milli güvenliği konusunda kimse ile müsamaha etmeyeceğine işaretle, tecrübe ve tarihin de gösterdiği gibi son yıllarda İran İslam cumhuriyeti, İngiltere ve Amerika'nın komplolarına karşı iktidarla direnirken, söz konusu ülkelere kıyasla çok zayıf bir ülke olan Katar'ın mevzu bahis bile olamayacağını belirtti.

İran İslam cumhuriyeti istihbarat bakanlığı iki gün önce yayınladığı bildiride İran istihbarat ve güvenlik güçlerinin, 14 Haziran tarihinde düzenlenecek olan cumhurbaşkanlığı seçimlerine sabotaj planları yapan bir grup teröristi yakaladıklarını duyurdu.

Bu bağlamda bildiri yayınlayan istihbarat bakanlığı söz konusu terör grubu elebaşının bölgenin arap irticai ülkelerinden birinin casuslarından olduğunu belirtti.

 

 

 Başbakan Erdoğan İstanbul Boğazı'na yapılması planlanan üçün köprünün isminin neden Yavuz Sultan Selim olarak seçildiğini ilk kez açıkladı...

RASTHABER-Tunus'ta gazetecilere gündemle ilgili açıklamalar yapan Başbakan Erdoğan, üçüncü köprüye Yavuz adının verilmesiyle ilgili sorulara da cevap verdi. Erdoğan, "Ben Osmanlı padişahları içerisinde Yavuz Sultan Selim’i çok farklı yere yerleştiren bir insanım. 8 yıla neleri sığdırdığı ortadadır. Mekke’nin fethi, kutsal emanetler... Dirayetli olmanın yanında haksızlığa tahammül edemeyen bir insandı... Şah İsmail’le aralarında geçen meselelerin nedenleri var. Yavuz olayına böyle baktık. Bu, asla Alevi vatandaşlarımıza yönelik bir tavır olmadığını'' iddia etti

 İstanbul Boğazına yapılacak olan üçüncü köprüye tabii ki Yavuz Sultan Selim ismi verilecekti, ne bekliyordunuz ki?

11 yıldır bu ülkede yaşananlara bir bakın şunu göreceksiniz; Yavuz unvanlı I. Selim, AKP iktidarının yerinde olsaydı aynı şeyleri yapardı.

Hemen itiraz etmeyin, bir sakinleşin önce… Biraz tarihe ilgi duymak yeterlidir yukarıdaki tespitimin doğruluğunu görmek için.

Şimdi size Yavuz unvanlı I. Selimin icraatlarından birkaçını sıralayayım, varın siz onu Türkiye’nin son 11 yılında yapılanlarla kıyaslayın.

Yavuz dönemini anlatan tarih kitaplarına baktığınızda şu önemli vakalarla karşılaşırsınız:

- Babası II. Bayezid, şehzadeyken onu Trabzona gönderir ki payitahttan uzak olsun. Çünkü hırslı ve zulme meyilli fıtratını çok iyi bildiğinden, kendisinden sonra Selimin tahta geçmesini bu yolla engelleyeceğini düşünüyordu II. Bayezid.

- Selim, babası II. Bayezide karşı ciddi bir yıpratma politikası izlemiştir. Trabzonda önemli devlet adamlarını yanına alarak güçlenen Şehzade Selim, babasını korkaklıkla suçlamış, özellikle Payitahtta yaydığı yalan haberlerle padişahı milletin gözünden düşürmüştür.

- Daha da ileri giden Selim babasının üzerine ordu çıkararak onunla Çorum yakınlarında savaşmıştır.

- Bu manevralarla iktidarı iyice zayıflayan II. Bayezid, oğlu Selimin darbesiyle tahttan uzaklaşmıştır. Hatta babasının ölümünden Selimi sorumlu tutan tarihçiler vardır.

- Padişah olduktan sonra Yavuzun ilk hedefi II. Bayezid’in veliahtı, ağabeyi Ahmedi ortadan kaldırmak olmuştur. Ayrıca zerre iktidar hırsı taşımayan, tam bir kitap kurdu olan kardeşi Korkutu taa Antalyada sığındığı mağaralara kadar takip ettirip öldürten yine Selimdir.

- Enteresandır, Yavuz, kardeşlerini acımadan ortadan kaldırdıktan sonra Batıdaki bütün Hıristiyan devletlerle barış anlaşmaları imzalamış ve devletin yönünü tamamen Doğuya yani Müslüman devletlere çevirmiştir. Meşhur Çaldıran savaşıyla binlerce Müslüman öldürülmüş, özellikle Ehl-i Beyt yolunun takipçilerine hiç merhamet edilmemiştir.

Kısaca bir özet yaptım size. Tabii ki bu konular, üzerinde uzun uzadıya konuşulup değerlendirilecek konulardır. Yerimiz buna müsaade etmez.

Tarihten günümüze dönelim ve bakalım:

İktidarın AB politikası neredeyse sevda boyutunda, dolayısıyla, AB ülkeleri hep baş tacımız,

ABD sanki bizim öz kardeşimiz,

İsrail zaten doğal müttefikimiz…

Yani Batı cephesinde her şey süt liman.

Peki, Doğu cephesindeki durum…

Bize dost bir tane Müslüman ülke kalmadı,

Irakın mevcut halinin en büyük müsebbibiyiz,

Libyayı parçalayan sürecin payandası olduk,

Suriyede akan kan elimize bulaştı.

Kısaca, İslam coğrafyasında Haçlı marifetiyle akıtılan Müslüman kanında Hükümetimizin Yavuzca politikasının direkt katkısı var.

Küresel güçlerin gönüllü askeri olarak yürütülen yanlış politikalarla tamamen yalnızlaşan Türkiye ayrıca bölünmenin de eşiğinde.

Tabii ki, böyle bir iktidar profilinden, Taksimde başlayıp tüm ülkeye dalga dalga yayılan yeter artık feryatlarına karşı vatandaşa gül dağıtmasını beklemek abesle iştigal olurdu.

Rol model Yavuz olunca, manzara-i umumiye böyle şekillendi.

İlginç bir notla bitirelim:

Hükümeti Yavuz gibi ol diyerek gazlayıp, istediklerini elde edenler şimdi neden vatandaşına gaz sıkıyorsun deyip yalnız bıraktılar.

Bu da size ders olsun diyeceğim ama dönecek yolunuz da kalmadı ki…

Okan Egesel 7 Haziran 2013

İngiliz The Guardian gazetesi, İran'ın uranyum zenginleştirme hakkı tanınmadan nükleer enerji konusunun çözülmeyeceğini açıkladı.

Gazete yazarlarından Peter Auburn ve David Morrison şöyle yazdı:

"İran(cumhurbaşkanlık) seçimlerinde kimin kazanacağının pek bir önemi yok. Çünkü bütün adaylar, İran'ın kendi topraklarında nükleer enerji üretme hakkına sahip olduğu görüşünde.

2003-2005 yıllarında İran barışçıl nükleer enerji üretimine devam etmeyi teklif ederek gayet mantıklı teklif sunmuştu.İran, Atom silahlarının çoğalmasını engelleme anlaşmasının 4.1 maddesine istinaden bu teklifi sunmuştu.

Ama buna rağmen bu teklif reddedildi. Peki neden? Çünkü, Avrupalılar ABD'nin baskısıyla bu teklifi reddetmek zorunda kalmıştı.

İran'ın uranyum zenginleştirme hakkı resmi olarak tanınmadan, nükleer enerji müzakerelerinde hiç bir ilerleme yaşanmayacak."

 

 

Bi'set bayramı münasebetiyle, İranlı üst düzey yöneticiler, şehit aileleri, Müslüman ülke temsilcileri ve büyükelçileri, İmam Hamanei ile görüştü.

İmam Hamanei, Bi'set bayramını tebrik ederken, günümüzde Müslümanların en büyük vazifesinin bilinçli olması ve kendi yol haritasını ve düşmanın komplolarını bilmek olduğuna değinerek, şu konulara değindi:

"Düşmanın asıl planı, Müslümanlar arasında ayırımcılık ve kargaşa çıkarmaktır.Öyleyse İslam dünyasının en büyük ihtiyacı, birlik, beraberlik, işbirliği ve empatidir.

Marksist ve Liberal gibi ilahi olmayan davetler insanları mutluluğa ulaştıramayınca,kalpler ve gözler İslam'a yöneldi.

Müslümanlar, insanları İslam'a davet ederken, cesur, doğru sözlü ve adil olmalıdır. Müslümanlar, İslam Peygamberi'ne (saa) yapılan düşmanlığa karşı çıkmalıdır.

Dünyanın baskıcı hükümetleri, Müslümanlar arasında ayrımcılık çıkararak , onları asıl konulardan ve gelişmekten alıkoymaya çalışıyor.

Batı geçmişte sömürgecilikle bu hedeflerini uygularken, bugün Müslümanlar arasında ayrılık çıkararak yapmaya çalışıyor."

 

Cumartesi, 08 Haziran 2013 04:05

Bi’set Bayramı Ümmete Mübarek Olsun

Recep ayının 27’si, Hz. Muhammed’in(sav) peygamberliğe tayin ediliş günüdür. Bu büyük bayram münasebetiyle başta zamanın imamı olmak üzere müslümanlara ve bütün bir insanlığa tebriklerimizi sunuyor, Ümmet-i Muhammed’in içinde bulunduğu acı durumdan kurtulması için Rabbimize yardımlarını esirgememesini diliyor ve yalvarıyoruz.

Bi’set’in daha iyi anlaşılması için İmam Hamanei’nin bu münasebetle yapmış olduğu konuşmalarından bazı pasajlar sunuyoruz:

“Nübüvvet ve Bi’set”

Nübüvvet bir kıyam ve bi’settir. Bir suskunluk ve durgunluk döneminden sonra ortaya çıkan bir yeniden diriliş ve atılım hareketidir. Bu inkılapçı kıyam, önce peygamberin kendi içinde, daha sonra çevresinde ve dış dünyada gerçekleşir.

Peygamberler, normal insandan daha üstün özelliklere sahip olduklarından, o denli büyük ve ağır bir mesuliyeti yüklenebiliyorlar. Ne var ki, bu üstün yetenekler, bi’setten önceye kadar üstü kapalı kalır ve bir süre içerisinde, peygamberler de toplumun diğer fertleri gibi hayatlarını normal olarak sürdürürler. İlahi vahyin gelişiyle birlikte peygamberin ruhunda yeni bir diriliş, değişme ve inkılap meydana gelmekte ve O’da kıyam etmektedir.

Bu ruhi inkılap, Resulüllah’ta vahyin ilk nameleriyle, yani “alak” suresinin nuzulüyle başladı:

“Yaratan Rabbinin adı ile oku. O, insanı kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti. Hayır (Rabbinin bu kadar iyiliğine rağmen yine de) insan azar. Kendini zengin(kendini yeterli) gördüğünde. Dönüş ise Rabbbinedir. ”(Alak/1-8)

 Nübüvvetin Felsefesi

İnsanın iç ve dış duyguları ve bunlardan daha üstün olan bilgisi, ona saadet yolunu göstermeye yeterli değildir. Bu yüzden, aklının yol göstericiliğinden daha iyi bir kılavuza ihtiyaç duyar. İşte bu kılavuz “vahiy”dir. Başka bir tabirle, insanı yaratan, onun eksiklerini, dertlerini, ihtiyaçlarını ve bütün bunların çözümünü bilen Allah(c. c), tarafından gönderilen bir kılavuza, vahye muhtaçtır insan. Bütün ilahi dinlerin savunduğu mantık ve nübüvvetin felsefesi, bundan ibarettir.

“İnsanlar bir tek ümmetti. Allah Peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte, hak kitaplar indirdi. Ancak kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden, onda ayrılığa düştüler. Allah, inananları, ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle hidayet etti. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder. (Bakara/213)

“Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar, hükümran, çok kutsal, güçlü ve hakim olan Allah’ı tespih ederler. Ümmi kimseler arasından, kendilerine ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen O’dur. Onlar daha önce, şüphesiz apaçık bir sapıklık içindeydiler. Onlardan başkalarına da -ki henüz onlara katılmamışlardır- (kitap ve hikmeti öğretmek üzere, peygamberi gönderen Allah’tır. ) O, güçlüdür, hakim’dir. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lutuftur. Allah, büyük lütuf sahibidir. (Cuma/1-4)

Peygamberlerin Toplumsal Kıyamı

Peygamberler, sapıklığa uğramış toplum düzeni içerisinde, insan fıtratına uygun olan ve insanı her yönüyle geliştiren toplum düzenini kurmak, yani batılı ortadan kaldırığ, hakkı hakim kılmak için kıyam ederler.

Kainatın yaratılışıyla uygunluk içerisinde olan insan, yüceliğe ve olgunluğa doğru ilerlemesini sağlayan tabii bir yapıya sahiptir. Insandaki bu fıtri gelişme, ancak, insanın ruhi ve cismi yapısına uygun, kainatın yaratılış felsefesinden kaynaklana kuralların hakim olduğu bir çevrede kendini gösterebilir.

Tarih boyunca ortaya çıkan cehalet ve sapmalar sonucu, insanlığın fıtri yaratılışına uygun düzenler ortadan kaldırılmış ve insanlık dışı sistemler, insanlara empoze edilmiştir.

Peygamberler, insanı bu batıl çizgiden çıkarıp hak yola davet etmek için gönderilmişlerdir. Bu açıklamadan anlaşıldığı gibi cahiliyet ve sapıklığa batmış toplumda, köklü ve çok yönlü bir değişme gerçekleştirmek, toplumun batıl düzenini yıkıp yerine hak nizamını kurmakla görevlidirler. Peygamberin, toplumdaki bi’set ve kıyamının manası da budur zaten. Bu muhteşem kıyamla, cahiliyet düzenlerinde geçerli olan bütün gelenekler, değerler ve kanunlar yıkılmakta ve Allah’ın dini olan, doğru nizam ve kanun onun yerine konulmakta.

Nübüvvetin Hedefleri

Doğal olarak peygamberlerin en başta gelen hedefi, insanları fesad ve bataklıklardan kurtarmak ve onların yeteneklerini devreye sokarak, insanlığın en yüksek olgunluk mertebelerine ulaştırmaktır.

Insan, fazilet ve iyilik yeteneklerinin zengin birikintileriyle doludur. Doğru, sistemli bir eğitim görerek bu yeteneklerini ortaya koyup, üstün bir kemale ulaşabilir. Peygamberlerin gönderilmelerinden gaye de bu eğitim ve terbiyenin gerçekleştirilmesidir. Kur’an-ı Kerim, bu eğitimden “tezkiye” ve “talim” terbiyeleriyle sözetmektedir. Peygamberlerin doğru terbiyeleriyle insan bu merhalelere ulaşır ve yaratılışın son gayesi temin olur.

Ancak "insan sahib olduğu yeteneklerinden yararlanıp yükselebilmesi içn hangi yolu takip etmelidir" sorusuna peygamberlerin cevabı, insanın tabii yapısına uygun, müsait bir çevrenin oluşmasıdır. İşte bu çevre, tevhidi ve ilahi adilane olan bir toplum nizamıdır . Ancak böyle bir toplum düzeninde bulunmakla insanın hedefe doğru ilerleyişi kolaylaşıp süratleşir ve insanın kemale doğru ilerlemesi sağlanır.

Demek oluyor ki vahyi, insanlara nakletmekle görevli peygamberlerin asıl gayeye ulaşmak için güttükleri yakın bir hedefleri daha vardır. O da bir islami ve tevhidi bir toplum düzeni kurmaktır. Öyle bir toplum düzeni ki, tevhid ve adalet temelleri üzerine oturtulmuş ve her türlü zulüm, şirk hurafe, cahiliyet ve insani değerleri aşağılayan kötülülüklerden uzaktır.

Davetin İlk Sesleri

Peygamberlerin davetinde ilk şiar, onların getirdikleri mektebin(ekolün) en hassas noktasını, daha doğrusu temel prensibini oluşturan tevhid çağrısıdır. Diğer dünya görüşleri hatta inkılabçı metodları savunanlar tedrici olarak yani adım adım hedefe ulaşmayı tercih eder. Ve ilk ortaya attıkları şiarlarla sadece ortam hazırlamak gayesini güderler. Ama peygamberlerin metodu bunun tam tersidir. Peygamberlerin programında asıl anlatılmak istenen tevhid, ilk baştan söylenir. Peygamberlere iman edenler, daha ilk baştan bu bağlanışın yönünün ve doğuracağı sonuçların ne olacağını idrak ederek peygamberlere bağlanırlar.

Davet’in tevhid esasına göre yapıldığını görerek, ona bağlananlar da, ona karşı çıkanlarda bu yeni sistemin her türlü beşeri tahakküme, sınıfsal farklılıklara, sömürüye ve zülme karşı çıkacağını anlıyor ve yine öğreniyorlar ki bu ilahi sistemde hürriyet, sosyal adalet ve insana değer vermeye davet edilmektedir.

“Biz, her ümmet içinde: Allaha kulluk edin, tağuttan kaçının diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allah hidayet etti, onlardan kimine de sapıklık hak oldu. İşte yeryüzünde gezinde bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuştur. ” (Nahl/36)

Bi’setin, egemen sınıflara karşı mazlum ve mustaz’af kitleleri savunmak için toplumda yapılan köklü, temel bir değişim ve inkilaptan ibaret olduğunu gördük. Bu ise, nübüvvetin en önemli konularından olan çatışmalar ve cepheleşmeler meselesini ele almamızı gerektirdi.

Şurası açıktır ki; sınıfsal imtiyazlara karşı, ortaya çıkan bütün kıyamlar, hiçbir zaman ve hiçbir yerde kolay olmamıştır. Bu mücadelede hakkı elinden alınmış mahrum tabakalarla, topluma egemen, varlıklı tabakayı temsil eden taraflar cepheleşmişlerdir. Bu cepheleşmeler, bir dizi çatışmaların ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır.

Muhalif Gruplar

Peygamberlerin karşısında yeralan grupları tanımak için Kuranı Kerime dönelim. Kuran, bu gruplardan genel olarak bahsettiği gibi, bazı yerlerde isimleri ile de zikretmektedir. Bir yerde üç sınıfı temsil eden Firavun (hakim tabaka), Haman(nüfuzlu kişiler) ve Karun(servetliler)’den sözederken, başka bir yerde de bu üç sınıfa, ruhban ve ahbarı(sapık din adamlarını)da ekleyerek dört muhalif gruptan bahsetmektedir. Kuranı Kerim, peygamberlere karşı savaşanlar arasında bu dört grup-tağut, mele, müfrit, ahbar ve ruhban- üzerine durmuştur. Bu konuyla ilgili olarak Kuran'da yeralan bir çok ayetten yalnız birkaçını zikrediyoruz.

Nübüvvetin Sonu

Peygamberlerin davet ettiği yol, insanların fıtri ve tabii yaratılışlarına uygundur. Halkın o yolda hareket etmesi, tabii yollarıyla çelişmediği için azami sür’at ve kolaylıkla gerçekleşebilir. Oysa ki, tağuti düzenler, insanları bu tabii yoldan çıkarıp yaratılışına ters düşen bir yolda yürütmeğe çalıştığı için yıkılmaya mahkumdurlar. İşte bu temele dayanarak peygamberlerin çabalarının sonucunu kestirmek mümkündür.

Dar ve sathi görüşlerin aksine, peygamberlerin çaba ve hareketleri başarısız kalmış hareketler değildir. “Batıl”, tarih boyunca insanlık üzerine egemenlik kuramamıştır. Tarihin akşına peygamberler yön vermiştir. Bundan sonra da bu çizgi devam edecektir. Bu gerçek yolun habercileri, insanlık tarihinin her merhalesinde insanlığı ileriye, yani onun yaratılış olan gayesi yüceliğe ve kemale doğru götürmüş, bu yolda her türlü meşakkat ve eziyetlere katlanarak mücadele etmiş ve bu hidayet meş’alelerini Allah’ın emriyle bir sonrakine intikal ettirerek muhafa etmişlerdir. Günümüz insanı da her zamankinden daha fazla kendisini hidayet olmaya muhtaç görmektedir.

Bu tabii akım, insanlığın tekamülü yolundan bütün engelleri kaldırılarak, evrensel ilahi nizamın kurulacağı ve insanların doğru yolda ilerlemelerinin sağlanacağı güne ulaşıncaya kadar böylece sürüp gidecektir. Peygamberliğin izlediği yolun neticesi budur işte. . .

Önemli bir nokta da şu ki; her merhalede engeller olup, başarı iki faktöre bağlıdır: İman ve sabır. Bu akım içerisinde eğer başarısızlık görülmüşse, mutlaka bu faktörlerden uzaklaşmaktan ve zaferler de bu iki faktöre bağlılıktan kaynaklanmıştır.

Bütün peygamberler, hatta bazı dönemlerde zahiren yenilgiye uğrayanlar bile, insanların düşünce ufuklarını genişletmek ve onların ruhlarını etkileyerek daha ileri bir merhaleye ulaşmalarını sağlamak için, kendi hedefleri olan noktaya varmakta muvaffak olmuşlardır.

 

Allah’ın adıyla

Mezhepçilik artık hükümet eliyle yapılıyor. İşte 3. Boğaz köprüsünün adının açıklanması ile, Hükümet ve yönlerini onlara bağlayan, onlar ne yana dönerse onlarla dönen kötüyü ve iyiyi onlara göre belirleyen medya ile bu gerçek açıkça ortaya konmuştur…

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, köprünün adını açıklarken aynen şöyle demiştir:

“Bu üçüncü köprü, eminim ki herkesin zihninde vardır, ‘acaba bu köprünün ismi ne olacak’ diye. Arkadaşlarımız, hükümetimiz hep düşündü, konuşuldu ve neticede hep beraber şu karara vardık ki; üçüncü köprünün ismi Yavuz Sultan Selim Köprüsü olsun. “

“Arkadaşlar”, hükümet, hep birlikte düşünmüşler ve hep beraber, ülkenin önemli bir kesimi için “acı ve ölüm” anlamı taşıyan, “40 bin insanın öldürülüp, hapsedilmesi”nin adı olan (1) “kaçışları, sürgünleri, ötekileştirmeyi, dağlara sığınarak ölümden kurtulma çabalarını” hatırlatan bir isim üzerinde karar kılmışlar!... Çünkü saflar artık iyice belirlenmiş, “Şiilere, özellikle de İran’a mesaj” olsun diye böyle bir isim seçilmiş… 15 milyondan fazla vatandaşı rahatsız mı olurmuş? Ne gam!... Kim takar ki onları?...

Peki “yapılan yanlışlara karşı kamuoyunun sesi olması gereken” medya ne yapmış? Her zamanki gibi yandaşlığını konuşturmuş, tevillere girişmiş tabi… Önce Yavuz’un ne büyük bir padişah, ne yüce bir şahsiyet, ne kutlu bir mümin olduğunu ballandıra ballandıra anlatmış, sonra da yarım ağızla “aslında başka bir isim de olabilirdi” diye mırıldanıvermişler hep bir ağızdan… Ama içlerinden “yavuz” olan bazıları, mesela Mümtazer Türköne gibi; böyle bir ismin faziletlerini saya saya bitirememiş, üstüne üstlük “ne büyük bir düşünce, ne büyük bir mesaj” diye de alkış çalmış avuçları patlarcasına… (2)(3)

Üçüncü köprü ve Yavuz ismi ile ilgili yazı yazan yandaşlar, İran ve Hizbullah’a da dokunmadan edememişler tabi… Hani Bekir Bozdağ’ın “Hizbullah değil, Hibuşşeytan” tanımlaması var ya, ona destek de verilmesi, bu büyük buluşun çabucak unutulmaması için, Bekir Bey’in de sözünü onaylamaktan geri de kalmamak için bunu yapmaları da gerekirmiş hani… Ama bazıları hızlarını alamamış, Bekir Bey’den dahi öne fırlama, Ona dahi sol çekme hissiyatıyla, daha galiz bir ifade bulmuş: “Hizbullât!” (4)

Gerçi, yazısını eğip bükerek, Hizbullah’ın geçmişte İsrail’e vurduğu darbelere ne kadar sevindiğini, o zamanlar Nasrallah’ı ne kadar da sevdiğini ballandıra ballandıra anlatmış, bu arada da “biz Sünniler böyleyiz, doğru olanı sever, yanlışa yanlış deriz, Takiyye de yapmayız” diye inceden de saydırmayı ihmal etmemiş… Ve Hizbullah’ın şimdiki durumuna, “ben demiyorum canım, işte o kendisine böyle dedirttiriyor” hinliği ve cinliği ile ad veriyor: “Hizbullât”… Yani, Lat putunun hizbi… Yani Mekke Müşriklerinin büyük Putu Lat’a yandaş olan… Yani, Mekke müşriklerinin günümüzdeki benzeri…

Bir “İslam alimi” de olan bu zat, hiç sıkılmadan şu anda kendilerinin İsrail ile “müttefik” olduklarını nasıl da gizliyor değil mi? Sanki “Büyük Şeytan” Obama’nın sesini özleyenler, Hilary ile “çak” yapanlar, Kerry ile “ortak kader birliği” yaptıklarını deklare edenler, destekledikleri ÖSO’nun ABD’li senatör McCain ile verdiği pozu “daha çok yardım geliyor” diye sevinerek yorumlayanlar, “Ürdün’de Suriye’yi işgal için 18 ülke anlaştı” haberleri ile bayram yapanlar kendileri değil… Çağın en büyük putu Beyaz Saray’da “şöyle ağırlandık, böyle iltifata tabi tutulduk” diye kaplarına sığmayanlar, nasıl da asıl “Hizbullât” olduklarını unutup, pişkince başkalarını suçlayabiliyorlar!...

Bunların bu pişkinliği neye delalet? Basının büyük kısmını satın almış, satın alamadıklarının da boğazını sıkarak baskı altına almışlar ve meydanı boşaltmışlar… Ve şimdi de bu boş meydanda at koşturuyorlar dilediğince… Kimse soramıyor: “Yahu siz dün Reyhanlı’da yaşanan facianın müsebbibi olarak anında “Esed” dediniz, ama bakın sizin himayeniz altında olan El Nusra militanları, Antep ve Adana’da da katliam yapmak için Suriye’de adam eğitip, Libya’dan “sarin gazı” getiriyorlar. Bu ne iş?”

“Katliama seyirci kalırsak, ahrette Allah bizden sorar” diye nutuk atanlar ve yandaşları, yanı başımızda Irak’ta bir günde yüzlerce kişini öldürülmesinden sorumlu El Kaide’nin hamisi olduklarını ne de çabuk unutuyorlar… Ve yandaş gazeteler, El Kaide’nin bombaları ile parça parça olanlara, satır aralarında dahi yer vermiyorlar, ya da “üçüncü sayfa haberi” muamelesi çekiyorlar… Ve bunun adı da “İslami duyarlılık” oluyor… Çünkü öldürülenler Şii… Çünkü, o üçüncü köprüye adını verdikleri Yavuz’un Şeyhülislamı Müftü Nurettin El Hamza, bu Şiiler için aynen şu fetvayı vermişti:

“Müslümanlar! Bilin ve öğrenin ki şu Kızılbaş toplumunun başkanları Erdebil-oğlu Şâh İsmail'dir. Peygamberimiz aleyhisselâm'ın şeriatini ve sünnetini ve İslâm dînini ve din bilgisini ve Kur'ânı küçümsedikleri ve de Allah Tâlâ'nın haram kıldığı günahlara "Helâldir" dedikleri ve Kur'ân'ı ve mushafları ve şerîat kitaplarını hor görüp ateşte yaktıkları ve de bilginlere ve dindarlara ihanet edip öldürüp mescitlerini yaktıkları ve de pis başkanlarını Tanrı sayıp secde ettikleri ve de Hazret-i Ebû Bekir'e ve Hazret-i Ömer'e sövüp halifeliklerini inkâr edip sövdükleri ve de peygamberimizin şeriatini ve İslâm'ı yok etmeye kast ettikleri, bu anılan ve de bunların Şeriat'a karşı söz ve davranışları bu fakire ve diğer İslâm âlimlerine göre tevâtürle bilinip açıkça belli olduğundan biz dahî Şeriat’ın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile fetvâ verdik ki adı geçen toplum Kızılbaşlar kâfir ve dinsizdirler ve de her kimse ki onlara uyup o sapık dinlerine râzı ve yardımcı olursa onlar da kâfir ve dinsizlerdir.

Bunları dahî öldürüp toplumlarını darmadağın etmek, tüm Müslümanlara vâcip ve farzdır. Müslümanlardan ölen said ve şehid olup Cennet'e girer ve onlardan ölen aşağılayan Cehennem'in dibindedir. Bunların hâli kâfirlerin hâlinden daha fena ve çirkindir. Zîrâ bunların kestikleri ve avladıkları ister doğanla, ister ok ile ve av köpeği ile olsun, murdardır ve nikâhları gerek kendilerinden, gerek başkasından alsınlar, bâtıldır ve de bunlara kimseden mîras yoktur.

Bir bucak halkı bunlardan olsa da Allah yardımcısı olsun, Osmanlı Padişahı'na gerekir ki bunların (Kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını dahî ve çocuklarını İslâm gâzilerine taksim ede ve bunları ele geçirilince tövbeliklerine ve pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli ve de bir kimse ki vilâyette olup onlardan olduğu bilinirse ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmeli ve tüm bu toplum hem dinsizdir ve hem bozguncudur, iki yönden katledilmeleri vâciptir. Ey Allah'ım! Dîne yardım edene sen de yardım et ve Müslümanları hor göreni sen de hor gör, (bu fetvâyı veren) Sarı Görez adıyla meşhur el-Müftü Hamza" (5)

Herhalde bunun için Samanyolu Tv’de yayınlanan “Derin devlet Osmanlı” adlı dizide, bir “Şii karaktere” aynen şunları söyletiyorlar:

“Biz Acemler (İran halkı), zorla Müslüman edilmiş bir milletiz. Aslında Müslüman değiliz. Müslüman gibi gözüküp İslam'ı yok etmeye çalışıyoruz!!”

Ülkemizde, “Mezhep savaşının” sonuçları bütün acısıyla yaşanmışken, böylesine bir basiret körlüğü ile mezhepçiliği kaşıyan, halkını ötekileştiren bir hükümetin ülkeyi nereye götürmekte olduğunu gören gözlerin dillerine pranga vurulmuş ne yazıkki…

Evet, bir meydan ki, Şeytan dahi bu meydanda şaşkın… O bile bu kadarına akıl erdiremiyor… Çünkü bu meydanda kendi sıfatlarını başkalarına yamayan çığırtkanların sesi yankılanıp duruyor…

---------------------

(1)İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi, Cilt 2, sayfa 257

(2)Mümtazer Türköne, “Yavuz” başlıklı yazı, zaman Gazetesi, 30.05.2013

(3)Mümtazer Türköne, “Yavuz’un Bıraktığı Miras” başlıklı yazı, zaman Gazetesi, 31.05.2013

(4)Faruk Beşer, “nasrallah Hizbullah mı, Hizbullât mı” başlıklı yazı, Yeni Şafak, 31.05.2013

(5)http://tr.wikisource.org/wiki/M%C3%BCft%C3%BC_El_Hamza%27n%C4%B1n_K%C4%B1z%C4%B1lba%C5%9Flarla_ilgili_fetvas%C4%B1

( Not: Sitenin bu fetva için gösterdiği kaynak:

 Şehabeddin Tekindağ, "Yeni Kaynak ve Vesîkaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi", İstanbul Üniversitesi Eedbiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Sayı 22, s. 17, 1968

 ↑ Gülağ Öz. İslamiyet Türkler ve Alevilik. s. 188, 1999, Ankara, ISBN 9757059021

MUHSİN KÜÇÜKER - rast habar

Şeyh Yusuf el Kardavi, dünya Müslümanlarının Suriye ve Kuseyr'de huzur bulmalarının farz olduğunu ilan ederek şunları söyledi: Hafız Esad mezhepçilikle! Ve ondan sonra oğlu bu ülkede hükümeti ele geçirdikten sonra bu ülke halkının huzuru ortadan kayboldu!

Aşırı radikal Selefilerin manevi babası olarak kabul edilen Katar sakini Mısırlı alim şeyh Yusuf el Kardavi, Katar'ın başkenti Doha'da kıldırdığı Cuma namazının hutbesinde bir kez daha Şialara karşı olan inat ve kinini ortaya koydu.

Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanlığı sıfatı bulunan NATO ve Amerikancı (Amerika ve NATOA'yu Suriye'ye müdahaleye çağıran fetvalarından dolayı bu isimle anılmaktadır) Şeyh Yusuf el Kardavi, dünya Müslümanlarının Suriye ve Kuseyr'de Suriye devletine karşı savaşmaları için huzur bulmalarının farz olduğunu ilan ederek şunları söyledi: Hafız Esad mezhepçilikle! Ve ondan sonra oğlu bu ülkede hükümeti ele geçirdikten sonra bu ülke halkının huzuru ortadan kayboldu!

Yusuf el Kardavi, Şia ve Alevilerin Yahudi ve Hıristiyanlardan daha kafir olduğunu, konuşmasının devamında ise Rusya ve Hizbullah'ın Beşşar Esad'ı desteklediğinden ötürü Rusya ve Hizbullah'ı şiddetle eleştirdi.

Tartışmalı konumuyla meşhur olan Kardavi, Arap ülkelerinden Tahran ve Moskova'ya Şam hükümetini desteklediklerinden ötürü bu ülkelere siyasi ve ekonomik yaptırımlar uygulamasını istedi.

Halbuki teröristler her gün Suriye halkını hedef almakta, bombalamakta; buna karşın Suriye Ordusu yabancı teröristlerle bu ülkede savaş vermektedir. Ama Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanı Yusuf el Kardavi, Suriye halkının katledilme sorumluluğunu İran ve Rusya'nın üzerine atmakta ve şunları söylemektedir: Katar Emiri Şeyh Hammad Al-i Sani Esad'a karşı savaş çağrısında bulundu, ancak onu bu konuda himaye edecek kimseyi bulamadı!

Katar'da yaşayan Mısırlı müftü Yusuf el Kardavi, radikal Selefi grupları desteklediğinden dolayı bu akımların manevi babası olarak sayılmaktadır.

Kardavi'nin son yıllardaki Amerika ve Batılıları sevindirici tarzdaki çıkışları dünya genelindeki devrimci Müslümanlar nezdinde şiddetle kınanmakta ve eleştirilere maruz kalmaktadır. Şu anda Filistin, Lübnan, Mısır, Irak… gibi ülkelerde NATO müftüsü olarak anılmaktadır.

 

Sünni Aliminden Kardavi'ye Sert Tepki

Mescid-i Aksa İmamlarından Şeyh Salahuddin Bin İbrahim Ebu Arafe'den Yusuf el Kardavi'nin katliam fetvalarına sert tepki gösterdi. Mescid-i Aksa İmamlarından Şeyh Salahuddin Bin İbrahim Ebu Arafe, başta Karadavi olmak üzere saray alimlerinin geçen iki yıl içerisinde haramı helal yaptıklarını belirterek bu alimleri Allah ve Resulü'nün yoluna ihanet ettiklerini söyledi. Hz. Resul-i Ekrem'in Müslüman olan bir kişinin öldürülmesini hiç bir zaman mübah kılmadığını söyleyen Şeyh Ebu Arafe, "nasıl olur da Karadavi, ilim, iman ve din üzerine saçlarını beyazlaştıran Allame Dr. Muhammed Said Ramadan el-Buti’nin öldürülmesini mübah kılar? Rejimi destekleyen alim, cahil, sivil ve askerlerin öldürülmesini insanlara caiz kılan Karadavi, beraber okuduğu ve büyüdüğü kardeşi Buti’yi nasıl olur da öldürebildi, nasıl olur da prensin sarayında ikamet eden bir prens haline geldi? diye sordu.

Karadavi’nin Allah'ın haramlarını helal kıldığını söyleyen Şeyh Ebu Arafe, "Kardavi, Amerikan demirini arkasına alarak kardeşlerini yaktı. Ne ABD’nin ne de Filistin’i işgal eden Siyonist varlığın yapamadığını kardeşlerine yaptı" dedi.Şeyh Kardavi bir televizyon programında Suriye'deki rejimi destekleyen alimlerin öldürülmesinin caiz olup olmadığını sorusuna "Rejimle çalışanlar ister sivil olsun, ister asker, isterse de ulema, herkes öldürülmelidir" şeklinde fetva vermiş, fetvanın ardından İslam dünyasının önde gelen alimlerinden Allame Ramazan el Buti bir camiide onlarca kişiyle birlikte bombalı bir saldırıyla şehid olmuştu.

ABNA

 

 "El Cezire" TV kanalı, bu savaşın başını çekiyor. Bugün, Lübnan’ın bir numaralı partisi bu Katar kanalının ilgi odağında ve kanal, Suriye rejimi ve Başkan Beşar Esad’a karşı savaşını sürdürüyor.

Hizbullah karşıtı ve yanlısı medya kuruluşları şu günlerde ateşli bir medya seferberliği içinde karşılıklı atışıyorlar. Bu savaş kademeli olarak tırmanarak, Hizbullah Lideri Seyyid Hasan Nasrallah'ın Direniş ve Kurtuluş Günü vesilesiyle yaptığı son konuşmanın ardından zirve noktasına ulaştı.

"El Cezire" TV kanalı, bu savaşın başını çekiyor. Bugün, Lübnan'ın bir numaralı partisi bu Katar kanalının ilgi odağında ve kanal, Suriye rejimi ve Başkan Beşar Esad'a karşı savaşını sürdürüyor.

Seyyid Nasrallah'ın geçen Cumartesi günü yaptığı konuşmanın hemen sonrası, kanal için harekat başlangıç saati oldu. Kanal ateş açtı ve önceden hazırlanmış planını başlattı. Doha kanalının misyonu, bazı Lübnanlı gazetecilere ve diğer Müslüman Kardeşler destekçilerine verildi. Bu bağlantı noktasında, mezhepçiliği alevlendirmek izleyici kitlelerine ulaşmanın en kolay yolu.

Geçen Cuma gününün “Direniş Şarlatanının Cuması/Kudüs Humus'ta değildir” diye etiketlenmesi, El Cezire lobisinin çabalarıyla yapıldı. Ayrıca, talk show programcısı Faysal El Kasım'ın sorduğu “Hizbullah'ın Arap ve Müslümanların çoğunluğunun gözünde düşman haline geldiğini düşünüyor musunuz?” sorusu gibi, Hizbullah hakkında provokatif kamuoyu anketleri yapıldı. Pek çok kişi, Facebook'ta sonuçların manipüle edildiğini gösteren bir fotoğrafın paylaşılmasından sonra, anket sonuçlarının üzerinde oynandığını söyledi.

Aynı sırada El Menar kanalı dürüstlüğü tercih etti ve Direniş'i hedef alan bütün medya bağlantılı meselelere yayınlarında yer verdi. Kanal geçen hafta, Suriye'de Direniş bayraklarının ve Nasrallah resimlerinin yakıldığını kabul etmeye başladı.

Sosyal medyada, 400 binden fazla aktivisti bir araya getiren “elektronik direniş” isimli bir grup ortaya çıktı.

Grubun adminlerinden biri olan Rabih, El Ahbar'a "Biz psikolojik savaş, özellikle de Direniş'i hedef alan psikolojik savaş alanıyla ilgileniyoruz” diyor.

"Yıllardır ‘İsrail' medyasının bizimle hangi biçimlerde uğraştığını inceledik” diye ekliyor ve şu günlerde ağır basan tarzın, düşmanın tarzına benzemesinden kaynaklı üzüntüsünü ifade ediyor.

Rabih, örgütlenmemiş olsa da grubunun Direniş'in yolunda olmasından övünüyor. “Bizim görevimiz, kitle olarak bizim peşimizden gelen tehlikelerle yüzleşmektir” diyor.

Rabih, gençliğin eğitilmesinin ve onların arasında duyarlılık geliştirilmesinin esas nokta olduğunu söylüyor. Sanal sitelerin gençliğe daha yakın olduğunu görmüş. “Savaş bugün Temmuz Savaşı'ndan daha zor” itirafında bulunuyor.

El Cezire sorulduğunda, kanal için çok az istek gösteriyor. Ona göre zafer kaçınılmaz, ama biraz zamana ihtiyaç var.

Savaşın amaçlarının ötesinde, bir soru kalıyor: El Cezire, bir zamanlar bir muhabirinin “Burada, Beyrut'un güney banliyösünde, yahut sakinlerinin vermeyi tercih ettiği isimle Direniş'in başkentinde, çok soylu ve haysiyetli Hizbullah gerçeği var” dediği bir programı yayınladığı izleyici kitlesine ne diyecektir?

medyasafak.com