کارگر

کارگر

Reuters, İran petrolünün alıcıları olarak yayınladığı listede, Türkiye'nin Ağustos ayında bir önceki aya oranla İran'dan petrol ithalatı dört kat arttığını yazdı.

İran'ın petrol alıcıları listesini yayınlayan Reuters, Türkiye Ağustos ayında İran'dan her gün 200 bin varil ham petrol ithal ettiğini yazdı.

Reuters Türkiye'nin Ağustos ayında İran'dan ithal ettiği petrol miktarının bir önceki aya oranla dört kat arttığını kaydetti.

Bazı Çinli firmaların İran'dan ham petrol ithalatını azalttığını yazan Reuters, Çin'in İran'dan petrol ithalatı Temmuz ayında Haziran ayına nazaran düşüş kaydettiğini, ancak Çin'in Haziran ayında İran'dan petrol ithalatı son bir yılın en yüksek düzeyinde olduğunu belirtti.

Reuters, Türkiye şu anda İran petrolünü ithal etmeyi sürdüren tek Avrupa devleti olduğunu da vurguladı.

Winston Churchill doğru bir şekilde “gerçek pantolonunu giyene kadar, yalan dünyanın yarısını dolaşır” demişti. Bugün, elbette, anında her yeri dolaşıyor.

Nazi Almanyası’nın Propaganda Bakanı Joseph Goebbels, bir keresinde şöyle demişti:

“Eğer yeterince büyük bir yalan söyler ve sürekli tekrar edersiniz, insanlar eninde sonunda buna inanacaktır.”

Arkasından da “gerçek, yalanın can düşmanıdır, bu yüzden de, kapsamı büyütürseniz, gerçek Devlet’in de en büyük düşmanıdır” diye eklemişti.

Şirket medyasını yönetenler, geniş kesimlerin en kötü emperyal suçlara desteğini kazanmak için çarpıtacakları, tahrif edecekleri ve insanları kandıracakları büyük hikâyeleri severler.

Gerçekten de, olay ne kadar büyükse, aktarım o kadar kötüdür ve gerçeklik, herkesin anlaması ve kaçınması gereken güdümlü haberler ve fikirler için feda edilir.

David Ray Griffin gibi seçkin araştırmacılar, kapsamlı araştırma ve yazılarında 11 Eylül yalanına ışık tuttular. Kendisi, çok sayıda kitabına, makalesinde ve sunumunda, bunun “çıldırmış Araplar” tarafından gerçekleştirilmiş bir saldırı değil, içeriden gelen bir iş olduğuna dair ikna edici kanıtlar sundu.

5 Nisan 2006 tarihinde “11 Eylül: Mit ve Gerçek” başlıklı sunumunu şu sözlerle bitirmişti:

“Pek çok nedenden ötürü, müdahale yıllarında dini bir mit işlevi gören (ve görmeye devam eden) resmi 11 Eylül hikâyesi, gerçeklikle uyuşmayan, pejoratif anlamda bir mit gibi görünmektedir.”

Griffin bu olayı Büyük Yalan, çağımızın en büyük yalanı olarak tanımlamıştı.

11 Eylül 2008 tarihinde Global Research’te yayınlanan “11 Eylül 2001: Resmi 11 Eylül hikâyesini sorgulamak için 21 neden” başlıklı makalesinde bu nedenleri şöyle sıralamıştı:

(1) Her ne kadar Büyük Yalan Usame bin Ladin’i sorumlu tutuyorsa da, FBI onun saldırıyla “kesin bir bağlantısı olduğuna dair bir kanıt olmadığını” itiraf etti. (NPHR 206-11).

(2) 11 Eylül mitinin iddiasına göre “adanmış Müslümanlar Cennet’te ödül kazanmak için şehit olarak ölmeye hazırdılar, fakat Muhammed Atta (varsayılan liderleri) ve diğer varsayılan uçak korsanları çok içki içiyor, striptiz kulüplerine gidiyor ve seks için para ödüyorlardı (NPHR 153-55).”

(3) 30 bin feet yükseklikte yolcuların yakınlarıyla yaptığı cep telefonu görüşmeleri iddiası, o dönemin teknolojisinin bunu imkânsız kılması nedeniyle çürütüldü. FBI daha sonra hikâyesini değiştirerek yalnızca “United 93’ten, 5 bin feet’e geldikten sonra” iki görüşme yapıldığını söyledi (NPHR 111-17).

(4) Dönemin “ABD Genel Savcısı Tel Olson’un, eşi Barbara Olson’un kendisini AA 77’den iki kez aradığı” ve korsanların uçağın kontrolünü ele geçirdiğini söylediği iddiası da “bu FBI raporu ile çelişkili” idi ve buna göre Barbara Olson’un arama girişimi “bağlantı kuramadı” ve “0 saniye” sürdü (NPRH 60-62).

(5) FBI, Atta’nın arkasında, “El Kaide’nin saldırılardan sorumlu olduğunu gösteren kesin kanıtlar” içeren bir valiz bıraktığını söylerken yalan söylüyordu. (NPHR 155-62)

(6) Varsayılan El Kaide videoları, “çarpmanın olduğu yerlerde bulunan pasaportlar ve United 93’ün çarptığı yerde bulunan bir saç bandı, üretilmiş olduklarını gösteren çok açık işaretler taşıyordu.” (NPHR 170-73).

(7) Kanıtlar, korsanların uçaklarda OLMADIĞINI gösteriyor. Dahası, eğer “kokpitlere girmiş olsalardı, pilotlar uluslararası kaçırma koduyla ‘alarm’ verirlerdi”, ki bu iki saniye sürecek basit bir hareketti. Ne var ki dört uçaktan hiçbirinde bu yapılmadı (NPHR 175-79).

(8) “Uçuşta olağanüstü durum işaretleri gösteren uçakları yaklaşık 10 dakika içinde” durdurmak üzere uygulanması gereken standart prosedürler uygulanmadı. Aksine, bir “iniş emri bu prosedürlerin uygulanmasını engelledi. (NPHR 1-10, 81-84).

(9) Ulaştırma Bakanı Norman Mineta, Beyaz Saray sığınağında Dick Cheney’e, “Sabah 9.25 dolaylarında bir iniş emri verildiğinin doğrulandığını” söyledi, bu ise Pentagon’a yapıldığı varsayılan uçak saldırısından önceydi. “Bir başka kişi, LAX güvenliğin bir üyesinden Beyaz Saray’ın ‘en yüksek seviyesinden’ bir iniş emri geldiğini öğrendiğini söyledi.” (NPHR 94-96).

(10) 11 Eylül Açıklama Komisyonu Mineta’nın aktarımını görmezden geldi, resmi kayıtlardan sildi ve “Cheney’nin sığınağa saat 10 dolaylarından önce girmediğini iddia etti.” Yalan söylüyorlardı. (NPHR 91-94).

Gerçekte, 11 Eylül Komisyonu’nun başkanı Philip Zelikow, Bush’un Beyaz Saray memurlarından biriydi.

(11) 11 Eylül Komisyonu, Cheney’nin Tim Russett’a 16 Eylül’deki basın toplantısında söyledikleriyle bile çelişiyordu (NPHR 93).

(12) Tek motorlu bir uçağı kullanamayan berbat bir pilot olduğu söylenen Hani Hanjour’un Pentagon’un 1 numaralı köşesine vurmak için AA 77’nin izlemesi gereken sıradışı yolu izlemiş olması mümkün değildi, çünkü deneyimli uçak pilotları bile çarpıp yanacakları korkusuyla bu yolu denemezlerdi. (NPHR 78-80).

(13) 1 numaralı köşe, vurulması en mantıksız yerdi. Hedeflendiği varsayılan üst düzey isimler olan Rumsfeld ve Pentagon şeflerinin ofislerinden en uzakta olan noktaydı.

Aynı zamanda da “Pentagon’un takviye edilen tek kısmı” idi. İnşaat yenilememesi tamamlanmamıştı ve bu yüzden orada çok az insan vardı. Uçuş bakımından da en zor yolun üzerindeydi (NPHR 76-78).

(14) Pentagon yetkilileri, yaklaşan bir uçağa dair ikaz almadıklarını söylerken yalan söylüyorlardı. Gerçekte, “bir askeri E-4B – Hava Kuvvetleri’nin en ileri iletişim, komut ve kontrol donanımlarına sahip uçağı – o sırada Beyaz Saray’ın üzerinde uçuyordu. Şaşkınlık yaratacak bir şekilde Pentagon, “bu uçağın kendilerine ait olduğunu inkâr etti” (NPHR 96-98).”

Bunlara ilave olarak Pentagon, yaklaşan bir tehdidi durdurup yok edebilecek gelişmiş radar ve yerden fırlatılan füzeleriyle, dünyanın en iyi korunan yapısıdır.

(15) İkinci kulenin vurulduğu öğrenildikten sonra Gizli Servis, açıklama yapmaksızın George Bush’un 30 dakika boyunca Sarasota, FL’deki bir okulda kalmasına izin verdi ve en üst düzey yetkililerin hedef alındığı varsayılan bir sırada onun güvenliğini sağlamak için uyması gereken standart prosedürleri ihmal etmiş oldu.

Medya, Amerika’nın saldırı altında olduğunu söylerken kendisine tehlike olmadığı şeklinde bilgi veriliyordu.

11 Eylül’ün birinci yıldönümünde yeni bir Beyaz Saray hikâyesi ortaya çıktı. Bu hikâye, Bush’un derhal okulu terk ettiğini iddia ediyordu. “Bu yalan önde gelen gazetelerde ve MSNBC ve ABC kanallarında yerini aldı (NHHR 129-31).”

(16) Sağlam çelik kolonları, patlayıcılar yoluyla parçalanmadığı sürece, serbest düşüş hızında kulelerin yıkılmasını imkânsız hale getiriyordu. Bir başka deyişle, uçakların çarpmasının ve yangın çıkmasının yıkılmanın nedeni olduğu şeklindeki iddialar “bilimsel olarak imkânsızdır. (NPHR 12-25).

(17) Kulelerin yıkılmasını sağlayan diğer özellikler, “yalnızca güçlü patlayıcılarla izah edilebilir”. “Çelik kirişlerin yatay ejeksiyonu, çeliğin erimesi, çelik sülfidasyonu ve incelmesi” de bu özellikler arasındadır. Dahası, “ateşler çeliğin erimesi için gerekli 1000 Fahrenheit derecelik ısıya gelemezdi” (NPHR 30-36).

(18) New York İtfaiye Teşkilatı’nın “11 Eylül’den kısa süre aktardığı sözlü hikâyeler İkiz Kuleler’de patlamalar gören” tanıklıklar aktardı. “Şehir yetkilileri, Dünya Ticaret Merkezi çalışanları ve gazeteciler de 7 Dünya Ticaret Merkezi ’ni yıkan patlamalar gördüklerini söylediler.” (NPHR 27-30, 45-48, 51).

(19) 11 Eylül’de Belediye Başkanı Rudy Giuliani, ABC News spikeri Peter Jennings’e, böyle düşünmek için hiçbir neden olmadığı halde kendisine binaların yıkılabileceğinin söylendiğini anlattı. Acil Durum Yönetimi Ofisi’nden gelen bu bilgi ya çarpıtmaydı ya da komplo önceden biliniyordu. (NPH 40).

(20) “İkiz Kuleler ve (yakın zamanda) 7 Dünya Ticaret Merkezi hakkındaki resmi raporları hazırlayan NIST, bilimsel olmaktan bütünüyle çıkartılarak politikanın alanına taşındı”. Gerçekte bu kuruluşun “bilim adamları”, “kiralık tabanca” işlevi görmektedir. (NPHR 11, 238-51).”

(21) Giderek artan sayıda “fizikçi, kimyacı, mimar, mühendis, pilot, eski askeri yetkili ve eski istihbarat memuru”, resmi 11 Eylül mitini reddetmekte ve küstah bir yalan olarak tanımlamaktadır (NPHR xi).

Ticaret Bakanlığı’na bağlı Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü (NIST - eski adıyla Ulusal Standartlar Bürosu, NBS) bilimsel açıdan doğrulanabilir, çarpıtılmayan analizler yapması beklenen bir ölçüm standartları laboratuvarıdır.

Bir başka yazısında Griffin, 11 Eylül hakkında örtbas edilen gerçekleri açığa çıkardı ve kuruluşun, böyle bir şeyin olmasının imkânsız olduğunu bilmelerine rağmen “büyük çelik çerçeve binaların (ikiz kuleler gibi) yangından kaynaklı olarak yıkılması normal bir olaydır” iddiasında bulunduğunu söyledi.

NIST ayrıca 7 Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılmasının “nihai açıklamasını” sunmayı hedef olarak önüne koydu. Bir kez daha, ifade edilmeyen hedef, gerçeklerin örtbas edilmesiydi.

Kuruluş, “iki tür bilimsel hile yaptı: İlgili kanıtları (patlayıcıların kullanıldığını gösteren kanıtları) görmezden geldi ve gerçekleri çarpıttı.”

Örneğin bağımsız değerlendirmenin sonucu olan ve “DTM enkazında reaksiyona girmemiş nanotermit bulunuyordu. Yangın çıkaran normal termitten farklı olarak nanotermit yüksek derecede patlayıcı nitelik taşır” diyen Kopenhag Üniversitesi raporunun ortaya koyduğu kanıtları ortadan kaldırdı.

İçeriden gelen doğrulanabilir itirafların dışında, ikiz kuleleri ve 7 DTM’yi yok eden kontrollü yıkımların yangın veya başka nedenlerden kaynaklanmadığına dair kesin deliller bulunuyor.

11 Eylül Gerçeğinin Peşindeki Araştırmacılar

James Fetzer, öğretim üyeleri, öğrenciler ve araştırmacılardan oluşan, resmi yalanları ifşa etme, hile örtüsünü kaldırma ve 11 Eylül’ün arkasındaki gerçekleri ortaya çıkarma hedefi güden, partilerden bağımsız bir kuruluş olan “Scholars for 9/11 Truth” (11 Eylül Gerçeğinin Peşindeki Araştırmacılar) derneğini kurdu.

İnternet sitesindeki “11 Eylül’den neden şüphe etmek gerekir” başlıklı bir kısımda, resmi yalanı çürüten 20 örnek sunuluyor. Bunlar, şöyle sıralanıyor:

(1) İkiz Kuleler, onlara büyük uçakların çarpması gibi darbelere dayanıklı olarak inşa edilmiştir.

(2) Jet yakıtının büyük bölümü “yaklaşık olarak ilk on beş saniye içinde yanmıştır. Kuzey kulesinin 96. katı ve Güney kulesinin 80. katından aşağısı soğuk çeliktendir ve yukarıdan gelen ateşten etkilenmez.”

(3) Çelik, 2,800 Fahrenheit derecelik ısıda yanar ve bu, yanan jet yakıtlarının ürettiği “maksimum ısıdan yaklaşık 1000 derece daha yüksektir.”

(4) Sigorta laboratuarı, hazırladığı raporda binanın çeliklerinin “üç veya dört saat boyunca belirgin sonuçlar olmaksızın” 2000 dereceye kadar Fahrenheit ısıya direnebileceğini belirtmektedir.

Oluşan 500 derecelik ateşler, çelikleri eritmekten ziyade, tatlı kızartmaya daha elverişliydi.

(5) Eğer çelik erimiş veya binaları zayıflatmış olsaydı, etkilenen zeminler, imkânsız olan yıkılmadan bütünüyle farklı davranış gösterirdi.

(6) Güney kulesinin üst 30 katının, alt katların dayanamaması sonucunda yan tarafa çöktüğü sırada bile, “alttaki 80 katın üzerine yeterince basınç uygulaması” mümkün değildi.

Dahası, Kuzey kulesinin “tek birim gibi aşağıya güç uygulayan” üstteki 16 katı, “yukarıya doğru karşı güç uygulayan 199 birim tarafından” dengeleniyordu.

(7) Kuzey kulesinden son çıkan kişi olan William Rodriguez “subasmanlarda büyük yıkıma neden olan dev patlamalar işittiğini” aktardı.

(8) “Patlamanın üst katlardan gelen seslerden önce meydana geldiğini” söyledi ve bu iddia Craig Furlong ve Gordon Ross tarafından hazırlanan, “patlamaların uçakların çarpmalarından 14 ila 17 saniye gibi uzun bir süre önce gerçekleştiğini” gösteren “Deprem Yaratan Kanıt: 11 Eylül İçeriden Geldi” başlıklı çalışmada kanıtlandı.

(9) Kuleler gibi ağır çelik konstrüksiyonlu yapılar, yerleştirilmiş patlayıcılar buna neden olmadığı sürece kesinlikle düşey çökme yaşayamazlar.

(10) Her iki kulenin ateşten veya kendi başına başka bir nedenden serbest düşüş hızında yıkılması imkansızdır.

(11) Mekanik Mühendislik Profesörü Judy Wood, kulelerin çökmesini “iki dev ağacın tepeden tırnağına talaşa dönmesine” benzetti.

(12) 7 DTM’nin yıkılması, saat 5.20’de klasik bir kontrollü yıkımdı.

(13) İkiz kuleler, farklı yıkılma biçimleriyle yıkıldı.

(14) “Pentagon’un vurulduğu nokta, 125 feet kanat genişliği ve 44 feet yüksekliğinde kuyruğu olan 100 tonluk bir uçağı alamayacak kadar küçüktü…”

Dahası, enkazda “hiçbir kanat parçası, hiçbir gövde parçası, hiçbir koltuk, hiçbir ceset, hiçbir bavul, hiçbir kuyruk parçası” ve hiçbir motor bulunmadı.

Bir başka deyişle, hiçbir uçak Pentagon’a çarpmadı. Muhtemelen bir cruise füzesi kullanıldı; böyle bir silahın, fırlatılması olanağı bir yana, herhangi bir yerde, varsayılan teröristlerin elinde bulunması bile mümkün değildir.

(15) Pentagon’un video kayıtlarında binaya çarpan bir Boeing 757 görünmemektedir.

(16) “Resmi açıklamalarda söylenen – yer seviyesinden çok az yüksekte yüksek hızda uçuş – fiziksel olarak imkânsızdı.” Deneyimli uçak pilotlarının bile bunu yapması aerodinamik bakımdan kabul edilebilir değildir. Elbette hiç kimse bunu denemiş olamaz.

(17) NTSB tarafından 11 Eylül gerçeğinin peşindeki pilotlara verilen uçuş kayıt verileri, farklı bir yaklaşım ve irtifaya sahip bir uçağa denk düşmektedir. Eğer gelen bir Boeing 757 olsaydı, Pentagon’a çarpmaz, üzerinden geçerdi.

(18) Eğer Uçuş 93 aktarıldığı gibi çarpmış olsaydı, sonrasında hayatta kalanları bulmak için çaba yürütülürdü. Aksine, gerçek örtbas edilmeye çalışıldı ve aktarılandan farklı bir olay ileri sürüldü.

(19) Varsayılan korsanlar, ticari jetleri kullanmak bir yana, tek motorlu uçakları kullanacak yetkinliğe bile pek sahip değillerdi. Dahası, “isimleri hiçbir orijinal, onaylı yolcu belgesinde geçmemektedir.”

Gerçekte, bunlardan çoğunun “hayatta ve iyi olduğu ve Ortadoğu’da yaşadığı ortaya çıkmıştır.” Washington hiçbir zaman bu kişilerin biletlerini kanıt olarak kullanmadı, çünkü bu kişiler uçaklarda değildi ve olaylarla bir ilgileri de yoktu.

(20) George Bush daha sonra Saddam Hüseyin’in 11 Eylül’le hiçbir ilgisi olmadığını kabul etti. Senato İstihbarat Komitesi onun El Kaide ile bağlantısı olmadığını söyledi. Dahası FBI, Bin Ladin’le 11 Eylül arasında bir bağlantı olduğuna dair bir kanıt olmadığını itiraf etti.

11 Eylül Gerçeğinin Peşindeki Mimarlar & Mühendisler (AE911Truth)

AE911Truth, büyük 11 Eylül yalanının temelindeki sahtekârlıkları ifşa etmeyi ve gerçekleri açığa çıkarıp, mitin yerine gerçeği koymayı hedefleyen, mimar, mühendis ve ilgili sektör çalışanlarından oluşan, partilerden bağımsız bir dernektir.

Sayıları giderek artan üyeleri, şunları hedeflemektedir:

(1) Hatalı bilgilerin yerine bilimsel olguları ve hukuki kanıtları yaymak

(2) Mimarları, mühendisleri ve kamuoyunu en geniş şekilde bilgilendirmek ve harekete geçirmek

(3) Mahkeme davetiyle gerçekten bağımsız bir 11 Eylül soruşturmasının gerçekleşmesini sağlamak

(4) 11 Eylül Gerçeği’nin ana akım medyada yer bulmasını başarmak

Dünya çapında pek çok insan bugün resmi mite karşı çıkıyor ve buna, 11 Eylül Gerçeğinin Peşindeki Müslümanlar da dâhil.

Müslümanlar hakkaniyetsiz bir şekilde, dünyanın herhangi bir yerindeki başka insanlardan çok daha fazla ve en büyük bedeli ödediler – siyasi avantaj için, inançları ve etnik kökenleri nedeniyle karalandılar, zulme ve saldırıya uğradılar.

11 Eylül yalanı, savaş, zulüm ve çeşitli suistimallerle dolu bir dönemin temel sorumluluğunu taşıyor. Bunu durdurmak, gerçeği açığa çıkarmak ve sorumluların kim olduğunu göstermek hepimizin görevi.

Son kitabı olan “11 Eylül – On Yıl Sonra”da David Ray Griffin şunları söylüyor:

“11 Eylül yalanını ifşa etmek temel önemdedir. Bunun en açık nedenlerinden biri, basitçe, adalettir.” Yalnızca hiçbir zaman gerçeği söylememiş ve mümkün olan her yoldan tazmin edilmiş olan aileler için değil.

Üst düzey hükümet yetkilileri ve askeri yetkililer de dahil olmak üzere “bu suçu işlemiş olan kişiler için cezalandırma anlamında da adalet olmalı”. Belki bu kişiler kendilerinin yurtsever olduğunu sanıyorlardır. Gerçekte onlar, “cinayet ve ihanet suçlusu”.

11 Eylül gerçeğinin anlaşılması aynı zamanda “gelecekte demokrasiye karşı işlenebilecek suçları engellemek adına” da hayati öneme sahip.

“Pek çok kanıt, 11 Eylül’ün içeriden geldiğini gösteriyor. Bu, gerçekten de su götürmez bir durum. Bunun sonucu olarak, herkesin “bir daha asla” sözüne gerçek manasını vereceği şekilde ortaya konması gerekiyor.

Son Bir Yorum

11 Eylül, çağımızın dönüştürücü olayı oldu ve bu dönüşüm iyiye doğru değil, kötüye doğru oldu. Çok sayıda savaşın kıvılcımını çaktı ve bunlar da yeni savaşlara yurtiçinde baskılara yol açtı.

Aynı zamanda “küresel çapta terörizmle savaş” konseptini getirdi ve bu, Amerika’nın ve NATO’daki partnerlerinin kendini gösterdiği her yerde gerçeklere, insan ve yurttaşlık haklarına, sosyal adalete, hukuk devleti ilkelerine ve demokratik değerlere karşı savaşa dönüştü.

11 Eylül 2011’in onuncu yıldönümü olduğu olay, yaşı o günü görmüş olacak kadar büyük olan insanların asla unutmayacağı bir hadisedir ve insanların, bu olayı insanlığa karşı savaş açmak için kullanmasından ötürü Washington’u affetmemesi gerekiyor.

Bütün savaşlar zenginlik ve iktidar içindir, hiçbiri özgürlük ya da sosyal adalet getirmek için değildir.

Resmi 11 Eylül yalanını ifşa etmek, Amerika’yı, kendisini yok eden bir habislikten özgürleştirmeye ve elinde tuttuğu her yerdeki insanları özgürleştirmeye giden yolda ilk yaşamsal adımdır.

* Stephen Lendman Chicago’da yaşamaktadır ve kendisine Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. adresinden erişilebilir. sjlendman.blogspot.com adresindeki blog sitesine erişerek Perşembe günleri ABD Merkez saatiyle sabah 10’da ve Cumartesi ve Pazar günleri öğlen saatinde İlerici Radyo Ağı’nda İlerici Radyo Haberleri’ne aldığı seçkin konuklarıyla yürüttüğü zengin tartışmaları dinleyebilirsiniz.

medyaşafak

 

 

Cumartesi, 15 Eylül 2012 04:41

Büyük Şeytan ve İğrenç Filim üzerine

Bismillah...

Kavram kargaşasının kol gezdiği günümüzde bir takım çevrelerin kafasının karıştığı, karıştırıldığı veya geniş çaplı dezenformasyon karşısında bazılarının afalladığına, infiali tepkiler verdiğine tanık olmaktayız. Vatan, millet, yurt ve bayrak sevgisinden tutun İslami vahdet, mezhebi taassup, mazlumiyet, Kerbela faciası vb bir çok kavrama sarılarak rakipler karşısında üstün çıkmak, muhalifleri altetmek amaçlanmaktadır.

 İslam'ın ve müslümanların maslahatı namına daha islam'ın ilk asrında başlatılan cinayetler ve saptırmaları kimse inkar edemez. Bütün bunlar kavramlardan kendine göre yorum çıkarma düşüncesinden kaynaklanmıştır. Ayrı bir ifadeyle hak ile batıl bir birine benzetilmiş, hak söz ve kavramlarla batıl murad edilmiştir. Mesela "ümmetin vahdetini koruma" gibi kutsal değerler öne sürülerek vahdetin mihverleri devre dışı bırakılmış, "Kur'ana saygılı olalım" diye Kur'an'ın müfessiri yalnızlığa itilmiş,"ulu'l emr'e" itaat namına hak İmam şehid edilmiştir. Kısacası, kavram kargaşası ve saptırması yeni bir olgu değildir, tarihte hep var olmuştur ve bundan sonra da var olacaktır.

İslam İnkılabının İran'da zafere ulaşmasıyla birlikte müslümanlar yeni kavramlarla tanıştılar: Büyük Şeytan, İstikbar, Müstekbirler, Mustazaflar, İslami direniş ve...

İmam Humeyni(ra) emperyalist ABD'yi "Büyük Şeytan" olarak adlandırdığında bu kavram birçoklarımızın ilgisini çekmişti. Çünkü biz dindarlar o zamana kadar dinsizliğin temsilcisi olarak tanıtılan Komünist Sovyetler Birliği'ni büyük şeytan bilirdik veya bize öyle anlatılmıştı. Dinsizliğe karşı dini ve dindarları koruyan ABD ise desteklenmesi gerekiyordu. Hatta bunun düşünce/inanç alt yapısı bile oluşturulmuş, ABD emperyalizmi "ehven-i şerr", şerlerin hafifi, yumuşağı olarak zihinlere kazınmıştı. İran'da bile bazı çevreler Batı ile Hristiyanlığından(!) dolayı çelişkiye düşülmemesi ve Komünizmin asıl düşman olduğu telkinlerinde bulunuyordu. İmam ise başını ABD'nin çektiği Batı emperyalizmini bütün kurumlarıyla İslam'ın ve dünya mustazaflarının baş düşmanı ilan ediyordu. Aradan geçen zaman, Rahmetli İmam'ın ne kadar isabetli tespitlerde bulunduğunu gözler önüne serdi.

İmam(ra) bir yandan müslümanları vahdete çağırıyor ve bu doğrultuda İslam ulemasını her fırsatta bir araya toplarken dünya mustazaflarının da başta büyük şeytan ABD olmak üzere müstekbirlere karşı desteklenmesini açık seçik bir dile haykırıyordu. O zamana kadar müslüman olmayan mazlum halklarla dayanışma kavramını sadece sol çevreler seslendirdiği için müslüman dindar çevreler saflarını ehven-i şerr ABD ve müttefiklerinin yanında belirlemeyi tercih ediyorlardı. İmam Humeyni ise Kur'ani kavramlar olan " mustazaflar ve müstekbirler" mücadelesinde mustazafların yanında yer aldığını ve yeryüzünden zulmün, fitnenin ve sultanın kaldırılmasına kadar mücadele etmeye dair kararlılığı vurgularken gerçekte alışılagelen kavramları da altüst ediyordu. İmam'a göre; durulması, desteklenmesi gereken safın adı mustazaflar cephesi ve dağıtılması, yıkılması gereken saf ise müstekbirler cephesiydi. Mustazafların (zayıf bırakılmışlar, ezilmişler, hakları ellerinden alınmışlar) illa da müslüman olması gerekmediği gibi müstekbirler cephesinde iktidar sahipleri ve kapı kulu alimlerden oluşan müslüman müttefikler de yer alabilirdi ve nitekim hala da öyleydir.

İslam İnkılabının zaferinden sonra Ortadoğu bölgesinde vuku bulan direniş ve savaşlarda ve özellikle de son iki yıldır İslam dünyasında tanık olduğumuz gelişmelerde bu saflaşmalara daha belirgin bir şekilde rastlamaktayız. Suriyedeki Baasçı rejimi devirmek için müstekbir güçlerle onlarca defa toplantılar yapılması ve istikbarın vurucu gücü NATO’nun Suriye’ye müdahale etmesi için davetlerde bulunulması müstekbirlerle işbirliğinin en açık örneğidir.

Sovyetlerin dağılmasından sonra NATO gibi bazı kurumlarının işlerliğini kaybettiği durumuyla karşılaşan Batı müstekbirliği, terörizmle mücadele bahanesiyle gerçek mahiyetini ortaya koyarak yeni görevini İslami uyanış ve direnişle mücadele olarak tanımladı. Irak ve Afganistan'ın doğrudan bazı ülkelerin ise dolaylı olarak işgali bu yeni konsept doğrultusundadır. İslami uyanış ve direnişi yenilgiye uğratmak amacıyla yumuşak savaş başlatılması da aynı hedefe yöneliktir. Son yıllarda İslam'ın kutsal değerlerine doğrudan saldırılar, iki cihan serveri Resulullah'a(sa) yönelik ihanetler bu cümleden olup ehven-i şerr(!) Batı'nın desteği ile sürdürülmektedir. Son olarak İsrail asıllı Sam Bacile adlı Amerikalı siyonistin yönetmenliğinde İslami direnişi kırmak ve İslami uyanışı yenilgiye uğratmak amacıyla yapılan " Müslümanların Masumiyeti" adlı filim hiç kuşkusuz ABD'nin maddi ve manevi desteği ile yayına sokulmuştur. Bu gibi planlı faaliyetleri münferid olaylar olarak görmek açık bir safdilliktir.

Saflarını ABD'den yana belirleyenlere bir sözümüz olmaz, onlar İslam dünyasında ortaya konulan tepkileri yine radikal çevreler üzerine atacak ve ABD çıkarlarına yönelik kayıplar konusunda ABD'ye geçmiş olsun dileklerinde bulunacaklardır. Bu çevreler yapılan ihaneti kınamak ve müsebbiplerinin cezalandırılmasını haykırmak yerine reel politika namına müstekbir güçlere yaltaklık yapacaklardır. Müstekbir-Mustazaf cepheleşmesinde saflarını belirlememiş, hatta geçmişte mustazaf cephedeyken bugün afallayan ve her ne pahasına olursa olsun Suriye meselesi gibi hususlarda ABD ve yandaşlarından destek arayışı içinde olan müslüman çevrelerin bu duruşu ise zavallılıklarının kanıtıdır.

Allah rahmet etsin İmam Humeyni'yle birlikte dünyaya, olaylara bakış açımız değişmiş, çevremizde olup bitenleri değerlendirecek yeni ölçüler edinmiş bulunuyoruz. Artık ABD ehven-i şerr değil, şerrin en belirgin temsilcisi ve kendisidir. ABD ile aynı çizgide hareket edenler, ABD 'ye bağlı NATO gibi kurumlarla işbirliği yapanlar, müstekbirlerden medet umanlar ve bunları sözleri ve davranışlarıyla onaylayanlar dile getirmeseler de istikbar cephesinde yerlerini almış bulunmaktadırlar. Bu çevrelerden bazılarının geçmişte ABD ve istikbar karşıtlığı ve hatta İslam İnkılabı ve direniş cephesiyle gönül birliktelikleri olsa bile hatalarını görmezden gelme, onları temize çıkarma hakkımız yoktur . Ve yine dün istikbar cephesinde bulundukları halde müstekbirlerin uğursuz varlığı ve sultasının farkına varıp bugün mustazaflar cephesine geçenleri geçmişlerinden dolayı veya yarın yeniden yön değiştirecekleri ihtimalleriyle dışlayamayız. Çünkü ölçü, şimdi bulundukları konumdur. Yarın kimin hangi cephede olacağını Allah bilir.

Burada bazı dostlara da dostça bir uyarıda bulunmak istiyorum:

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kriterler ışığında İmam'ın çizgisinde hareket eden bazı dostların son günlerde girmiş oldukları polemikte bir birlerine karşı incitici sözler sarfetmelerinden duyduğumuz rahatsızlığı dile getirmek ve İmam'ın mücadele yöntemini yeniden gözden geçirmelerini hatırlatmak isteriz.

İçinde bulunduğumuz hassas zaman diliminde konuyu daha fazla deşip somut örnekler vermek yerine dostların özel ortamlarda birbirlerini uyarmaları ve aleni ortamlarda ise dayanışma ve işbirliği içinde olmaları gerektiğine inanıyoruz. Çeşitli çevrelere hangi kriterlerle yaklaşılacağı İmam Humeyni ve halefi İmam Hamanei'nin söz ve davranışlarında apaçık ortadayken birbirimizi tazyif edecek eleştirilerde bulunmamız tasvip edilecek gibi değildir. Bir takım kişi ve çevrelere yaklaşma ve uzaklaşmada ölçümüz Allah’ın rızası olmalıdır. O’nun rızasına ise hiç kuşkusuz velayet sahipleri takip edilerek varılır ancak.

Hidayete ve hidayet önderlerine tabi olanlara selam olsun.

Y. ZİYA T.YILMAZ

 

Eminullah Ziyaret namesinde İmam Zeynel Abidin (a.s) Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) mukaddes dergahına sevgi ve isteğini arz ettikten sonra ilahi evliya ve kamil insanların on üç tane seçkin sıfatını Yüce Allah’tan talep etmektedir. Elbette o Hazretin kendisi bu sıfatların en yücesine sahiptir, yinede onları Yüce Allah’tan talep etmesiyle bunun hiçbir çelişkisi yoktur. Şayet, hakiki bir kulun hiçbir zaman Rububi makamdan ihtiyaçsız olmadığı ve Hak Teala’nın feyiz vermesine daimi olarak ihtiyaç duyduğunu bize anlatmak için olabilir.

 Buna ilave olarak ilahi evliyaları ziyaret sırasında bu kemalatları istemenin dışında ziyaretteki hedeflerden birisinin de Kemaliye vasıflarıyla vasıflanmak ve ilahi evliyaların hat ve yolunda karar kılınmaktır. Bundan dolayı bu duaların yüce anlam ve mazmunlarına dakik bir şekilde teveccüh etmek gerekmektedir. Böylelikle istek makamında hangi şeyleri isteyeceğimizi anlayalım.

KAZA VE KADERE SAHİH İTİKAT

Bu konuların burada tasarlanıp ele alınmasının asıl maksadı ahlaki ve nefsanî etkilerin beyan edilmesidir, ancak İslami ahlak konularının, itikat ve tevhidi meselelerle has bir bağı olduğundan -özellikle taktire emin olmak ve kazaya razılık gibi- dolayı bu konuda Kur’an ve sünnetten kısa bir mukaddimeyle giriş yapmak zorunludur. Kaza ve kader konusu öğle bir konudur ki İslam’dan önce de bahis konusu olmuş ve İslam’ın başlangıcında da çok gürültü patırtı koparmış, onu kabul veya reddetmek çeşitli mezhep ve eğilimlere neden olmuştur. Şöyle ki Kur’an ve masum Ehlibeytin (a.s) rivayetlerinde akli delillere de mutabık kalınarak Allah’ın taktirinden insanın muhtar olması gibi çok bahisler olmuştur. Ancak bütün müminlerin Allah’a, elçisine, kıyamete ve ona iman etmeleri gerekmektedir. Allah Resulünün[1] (s.a.a) kadere (taktire) imanı Allah’a, elçisine ve mead’a imanla müminlerin imanlarının nişanesi olarak bilmiştir. Başka bir rivayette[2] de taktiri yalanlayanı lanet etmiş ve buyurmuştur[3] ki Allah kıyamet günü ona rahmet gözüyle bakmaz. Elbette bazı rivayetlerde bu derin konuları halletme gücü olmayanlar bu konulardan men olmuşlardır.[4] Ancak İmamların (a.s) kendileri bunu bazı fertler için beyan etmişlerdir. Bu açıdan buradaki mümininden maksat has anlamındaki manasıdır. Yani “12 imam Şia’sı” ve Masum İmamlara (a.s) tabi olanlardır. Onlar tüm inançsal, ahlaki ve ameli merhalelerde “vasat[5] ve mutedil” ümmettiler. Kadere iman konusunda da bu şekildedirler. Şöyle ki ne Allah’ı işlerinde sınırlı ne de insanı, Eşaire mektebinin mukabilinde taktiri mantıksızca ve gerçek dışı manasında bilmişler ve zorunlu olarak insanın ihtiyari amellerinde cebre kail olmuşlardır ve ne de ayrıca mutezile mektebi gibi cebirden kurtulmak için –adli ilahiye aykırı bildikleri için- taktiri inkâr etmişler ve tefrit tarafına yönelerek insanın mantıksızca ve gerçek dışı olarak –bütün rabıtaların Hak Teala’dan kesilmesi- tefvize (mutlak ihtiyar) kail olmuşlardır. (Şia vasat bir yolu seçerek her iki yanlış görüşten uzak olmuştur.) Bu sebepten dolayı bazı rivayetlerde[6] Mutezile kaderiye ve bu ümmetin Mecusileri olarak adlandırılmıştır. Zira Mecusiler alem için hayır ve şer olmak üzere iki yaratıcıya inanırlardı.

KAZA VE KADERİN MEFHUMU VE ONUNLA İLİŞKİLİ AYETLER

“Kader” ölçü ve mizan anlamına, “taktir” ise ölçme, ölçü alma ve bir şeyi belirli bir ölçüde yapmaya denir.[7] “Kaza” ise Kur’an’da ve Arap lügatinde kullanıldığına göre çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Lakin istersek bu manaların arasında ortak bir yön bulabiliriz. O da şu ki (kaza) son bulmak, sona erdirmek ve bitirmek manalarına gelmektedir.[8]

Kur’an-ı Kerim bazen ilahi taktiri “Şüphesiz Biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.” [9] Ayetinde olduğu gibi bütün mahlûkatı kapsayacak şekilde anlatmış ve bazen de mevcudat ve cüzi olaylar hakkında anlatmıştır.[10] Güneş ve ayın hareketi, gökyüzünden yağmurun inişi, dört mevsim veya yerin dört devresi, Hz. Nuh (a.s) ve Musa (a.s) tufanı ve...

Kur’an-ı Kerim’de, umumiyeti anlayabileceğimiz ilahi kazayı kapsayan ayetlerde vardır örneğin: “Bir işe hükmedince ona sadece «Ol!» der; o da oluverir.” [11] Ve bazen cüzi meselelerde ilahi kazayı ortaya koyar örneğin:[12] insanın ölümü, Müslümanların zaferiyle sonuçlanan Allah’ın onlara olan yardımı, önemli bir işin yasamasında, ilahi kadılıkta ve ayrıca Hz. Meryem’in (a.s) hikayesinde ve Hz. İsa’nın (a.s) doğumunda..., bütün bu durumların hepsinde kaza son bulmak, sona erdirmek ve bitirmek manalarına gelmektedir. Kadılık ve kesin hüküm vermelerde de bu mana geçerlidir. Elbette kaza ve kader bazen eşanlamlı kullanılmış ancak bu şekilde kullanılması, bilinen maruf ıstılah ve mütedavil dışıdır.

KAZA VE KEDERİN TAHLİLİ

Yaratılış düzenine ve Kur’an ayetlerine dikkat edildiğinde has yaratıkların ortaya çıkarılmasından bahsedilmiş ve ayrıca bütün eşyalar hakkında taktir ve ilahi kaza ayetlerinin toplamından bu alemin mevcudatları ölçü ve müşahhaslara sahiptirler, onlarsız ortaya çıkamazlar ve devamlılıkları yoktur. Yani onların mevcut olmaları ve vücutlarından kaynaklanan eserlerin oluşması onların vücut şartları ve illetlerin tahakkuku ile beraber gerçekleşmektedir. Şöyle ki her mevcudun kendine has illet ve şartları vardır. Onların azalıp çoğalmasıyla, o mevcudun keyfiyet ve niteliği de değişecektir. Buna örnek olarak şöyle bir misal verebiliriz: En küçük bitki veya hayvanı incelediğimiz zaman onun çeşitli şartlara ve yerlere bağlı olduğunu ve o (şartların) tamamının olmasıyla, o şey mevcut olmuş ve ondan kaynaklanan eserler kâmil bir şekilde oluşmuştur. Bu kaide ihtiyari fiiller, kimyevi, fiziki fiil ve infialler ve insanın ruhi ve yaşamsal işlerini kapsamaktadır. Örneğin: insanın yemek yemesi için sindirim sisteminin kâmil ve salim olması ve ayrıca dış alemde yenilmeye elverişli şeylerin olması ve bu ihtiyari amelin oluşması için de insanın ihtiyari olarak hareket etmesi gerekmektedir. Elbette bütün şart, illet, nitelik, nicelik, zaman ve mekânla ilgili ölçü ve hudutları dikkate almak zorundayız ki diğer has hudut ve şartlarda son bulsun. Bu alemin ilk unsurları olan basit (bileşik olmayan) mevcudatların ortaya çıkması bu alemin bileşiklerinden daha az şartlara ihtiyaçları vardır ve esasen onların vücutları ibdaıdır ve maddi şartlardan uzaktır. Onların, sadece vücut veren feyiz failine ihtiyaçları vardır. Onların vücutlarının oluşumunun niteliğini, Allah ve Onun bilgilendirdikleri dışında kimse bilmez. Netice olarak bu alemin mevcudatlarına dikkatli bir şekilde baktığımız zaman akıl, külli bir şekilde her mevcudatın nitelik, nicelik, zamansal ve mekânsal olmak üzere has hudut ve ölçülere sahip olduğuna hükmeder ve vücudun bütün şart ve sebeplerinin tahakkuku ile o şeyin vücudu kesin olur ve artık o şeyin oluşması için intizar haleti kalmaz. Şeyin hudut ve ölçüsüne “kader” ve “taktir”, kesin vücuda da “kaza” denir.

Bu iki merhalenin biri diğerine mukaddemdir ve bazen aynı şekilde kader merhalesinin, kaza merhalesine zamansal takaddümü vardır ve bu maddi mevcudatların çoğunluğunun oluşumunda geçerlidir. Şöyle ki şeyin vücudunun hudut ve ölçüsü tedricen mevcut olur. Lakin bazen şeyin kader merhalesinin, kaza merhalesine zamansal takaddümü yoktur, bilakis mertebe ve akli takaddümü vardır. O ise ilahi evliyaların kerameti veya mucize vasıtasıyla tahakkuk bulmuş mevcudatlardır, bastonun Hz. Musa (a.s) eliyle yılana dönüşmesi gibi. Her halükârda şeyin kaza merhalesi tedrici değildir, zira bütün şart ve illetlerin tahakkuku ile şey derhal tahakkuk bulur. Elbette çünkü eşyanın nitelik, nicelik, zamansal ve mekânsal hudut ve ölçüleri tedrici olarak vücut bulduğundan onların bazılarının değişmesi, tebdili ve yer değişiklikleri mümkün olacaktır. Örneğin bir bitkinin tahakkuk bulması için çiftçinin tohumu toprağa ekmesi gerekmektedir ama bu işlemi bazen rüzgarın onun yerine geçerek yerine getirmesi mümkündür. Veya bir insan veya hayvanın tahakkuk olması için zahiri olarak erkek ve dişinin birleşmesi gerekmektedir, ama bazen erkek spermlerinin dişi rahmine yerleştirilmesiyle o birleşme işleminin yerini alır. Ayrıca civcivlerin oluşması için gerekli olan doğal hararet ve ışığın yerini de yapay ışık ve hararet alabilmektedir. Bilim ve sanatın ilerlemesiyle bunun gibi şeyler tahakkuk bulabilmektedir. Ama her ne olursa olsun bu, mevcudatın vücut bulabilmesi için hudut ve ölçülerin belirlendiği ilahi taktirdir. Her ne kadar onlar değişikliğe ve tebdile elverişlide olsalar ve beşer ilminin sınırlı vasıtasıyla, -“Size sadece az bir ilim verilmiştir.” [13]- eşyanın vücudunun bütün şartlarına vakıf olamaz ve bu hudut ve ölçülerin sınırını aşamazlar. Bu sebepten dolayı kur’an-ı Kerim’de kaç yerde şöyle buyrulmuştur: Allah her şeyi ölçü ve bir mizanla yaratmıştır. Ve ayrıca bu, O Allah’tır ki her ne kadar vasıtalarla da olsa –insan ve gayrı insan olabilir- şeyin vücudunun şartlarını muhakkak ettikten sonra o şeyi derhal muhakkak etmektedir. İşte bu onun kaza ve iradesinin fiiliyat bulmasıdır. Bundan dolayı bazen kur’an’da kaza kelimesini kullanmakta ve bazen de irade kelimesini kullanmaktadır. Bu şekilde Allah bir şeye geçit verip yaratmak ister veya irade etmek istediği zaman[14] ona ol der o da hemen oluverir. Elbette bu gibi tabirler Allah’a nispet verilmiş fiilde tedrici ihtimallerdir, zamansal mevcut olduğumuzdan ve bu tür tabirlerin kullanılmasından başka çare olmadığından dolayı, bizim anlamamız için böyle tabirler kullanılmıştır. Yoksa Allah bir şeye irade ettiği zaman veya hükmettiği zaman ona ol der o da hemen oluverir. Bu Allah’ın hüküm ve iradesi şeyin tahakkuk bulmasının aynısıdır. (yani önce hüküm ve irade sonra tahakkuk değildir. irade ve istemek tahakkukun ta kendisidir.)

Bu yüzden taktir ve kaza eşyanın vücudundan iki kısımdır. Biri, şeyin hudut ve şartlarının içtima açısıyla, diğeri de şeyin tahakkuk bulma açısıyladır. Akıl Allah’ın fiilinden alır ve bu Allah’ın fiilinden hesap edilir. Bizim rivayetlerde İmamlar (a.s) Allah-u Teala tarafından eşyanın vücudu için merhaleler beyan etmişlerdir. Bu da eşyanın Allah’tan tedrici olarak çıkma yönünde değil, dış alemde eşyanın tedrici tahakkukuna nezaret etmektedir. Yunus diyor ki İmam Rızaya (a.s) dedim ki: Allah’ın isteyip irade etmesinden, taktir ve hüküm vermesinden başka hiçbir şey yoktu. Ona arz ettim ki, istemek ne anlama gelmektedir? Buyurdular: “İşin iptida ve başlangıcıdır.” Dedim ki: “İrade ne anlama gelmektedir?” Buyurdular: “Onda sağlam ve sabit kalmaktır.” Dedim ki: “Taktir ne anlama gelmektedir?” Buyurdular ki: “Şeyin, uzunluk ve genişliğinden mizan ve ölçüsüdür.” Dedim ki: “Kaza ne anlama gelmektedir?” Buyurdular ki: “Ona hükmettiği zaman onu imzalar ve sonuçta vücut bulmaktan başka çaresi kalmaz.”[15]

İLMİ VE AYNİ KAZA VE KADER

Üsteki rivayette ve onun benzeri[16] rivayetlerde, Yüce Allah’ın icat etmesini, ihtiyarı olması yönünden insan fiiline benzetmiştir, yani nasıl ki insan her hangi bir işi yapmadan önce onu tasavvur eder sonra gayet veya faydasını tasdikler, daha sonra onu yapma kararı alır, onu yapmaya başladığı zaman da onun hudut ve kayıtlarını dikkate alarak onları hazırlar, sonra onu yapar. Allah Teala eşyayı yaratmadan önce onun hududunu bilir, ancak insanda tasavvur edildiği gibi değildir, bilakis Allah, zat makamında eşyaya ilmi vardır. Bu ilim basit (mürekkep olmayan) ve değiştirilmesi imkânsız olan ilimdir. Eşyaya olan ilmi, vücutlarının (oluş) esnasında vardır ve bununda eşyanın vücudundan önceki ilmi taktirden alakası yoktur. Zira o eşyanın vücudunun aynıdır ve eşyanın Allah katında aşikâr olma anlamına gelmektedir. Ama ayet ve rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Allah’ın, yaratıklarının dışarıda muhakkak olduğu gibi başka bir ilmi daha vardır. Bu ilim, yüce ve şerif bir mahlûku olan “levhi mahfuz” denilen “ümmul kitap”tır. Onda hiçbir değişikliğin olması söz konusu değildir. Eğer birisi Allah’ın izni ile onunla irtibat kurarsa geçmiş ve gelecek olaylar hakkında haberdar olur ve ayrıca eksik ve noksan illetlerin ve şartlı bir şekilde gerçekleşecek olayların onda yansıdığı taktirlerin yer aldığı ondan daha aşağı levhalar vardır ve onunla irtibat kuranlarda değiştirilmeye elverişli ve şartlı olan mahdut haberler elde edebilirler. Kesin olmayan, şartlı taktirlerin değişmesine Rivayetlerde “beda” denilmiştir. Bunun bahsi çok ayrıntılı olduğundan bu konuların işlendiği ayrıntılı yerlere müracaat edilmelidir.[17] Şayet, bu mübarek ayet Allah’ın fiili ilminin bu iki merhalesine işaret etmektedir: “Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır; Ana Kitap O'nun katındadır.” [18] Bu hakikate ıstılahı açıdan “kaza ve kaderi ilmi” denir. Ancak eşyanın noksan illetlerinin vücuduyla vücudun oluşması kesinlik kazanmayan ve ayrıca bütün merhalelerin tahakkuku ve eşyanın vücudunun mukaddime ve illetlerinin oluşmasından sonra şeyin vücudu kesinlik kazanır, buna da “kaza ve kaderi aynı” denir. Kaza ve kader, maddi mevcudatlara mahsus olduğundan dolayı taktir merhalesi kaza merhalesinden öncedir.

KAZA VE KADERİN İNSAN İHTİYARI İLE İLİŞKİSİ

Geçen konuları dikkate alırsak taktir Allah’ta son bulan şeyin hudut ve ölçüsüdür. Açıktır ki her ne kadar insanın bazen tefekkür, basiret ve ihtiyar hududunun dışında bağları olsa[19] da insanın yaratılışı[20] eylemlerinin ihtiyarla yapılmasına göre dizayn edilmiştir, lakin bu ilişkilerin mizan ve ölçüleri, ihtiyari fiillerin mahdudun da müşahhas olur. Allah bunlardan haberdardır ve ihtiyarla herhangi bir çelişkisi olmadan (Allah) fiilleri onların esasına göre ölçer. İnsanın son olarak seçip irade ettiği şey olan fiilin mukaddimeleri[21] hazırlandıktan sonra fiilin vücudu zorunlu ve kaçınılmaz olu. Fiilin oluşması için tam illet tahakkuk bulduktan sonra artık irade için yer baki kalmaz, zira irade onun son cüzüydü. Her ne kadar insan ihtiyar ve serbestlikte bağımsız değilse de Allah, insanın işlerini irade yoluyla yapmasını istemiştir. Bu da öyle bir şekilde olmalı ki insanın vücudu, iradesi ve fiili irade yolundan Allah’a isnada sahiptir. İşte bu insan fiilleri hakkındaki ilahi kazanın umumiyetidir. Bu sebepten dolayı kur’an-ı Kerim insan fiillerini Allah’ın mahlûku saymış ve şöyle buyurmuştur: “Hâlbuki sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah’tır.” [22] İlahi kaza konusunda onun yaratılmasını da taktir ve ölçüyle olduğunu bildirmiştir: “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” [23] Ayrıca insanın yaratılışını belirli ölçülere sahip, en iyi ve en güzel bir şekilde olduğunu bildirmiştir: “Muhakkak ki, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” [24] Diğer taraftan bütün yaratılışın hak üzere –hakikatin aynısı ve gerçek hedefe sahiptirler.- olduğunu açıklamıştır: “Biz; gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak üzere ve belirli bir süre için yarattık.” [25]İnsan hakkında ise şöyle buyurmuştur: “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” [26] Ama insanın hilkatini şu anda olduğu gibi, hak ve en güzel yaratılış olarak bilmiş bu da öyle bir şekilde ki insan kendi ihtiyar ve seçimiyle matlup hedefe varmak için fiilleri yerine getirmelidir bu doğrultuda bir gurup batıl, sapık yolu seçerek dünya alemine meyli seçer. Diğer gurup hak yolu seçerek ahiret alemini seçer. Ve ayrıca şöyle buyurur: “Sonra da onu aşağıların en aşağısına döndürdük. (hakkı inkâr ve layık olmayan amellere) Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar müstesnadır.” [27] Bu suret haricinde resullerin gönderilmesi, emir, men, sevaba vade, azaptan korkutma ve sonunda Mead’ın olması saçma ve yalan olurdu, halbuki kur’an ayetleri ilahi resuller vasıtasıyla cenneti müjdelemek ve azaptan korkutmak üzere hüccetin itmamıyla doludur.[28]

Bu kısımdaki bahsin neticesi şudur; Allah biliyor, istiyor ve hükmediyor ki insan kendi irade ve seçimi vasıtasıyla, sevilen sıfat ve fiillerle saadet yolunu veya sevilmeyen sıfat ve fiillerle şekavet yoluna gitsin. ve onun gereçlerini -onlar; enbiya, evliya, hakkı ve batılı teşhis edebilen akıl ve intihap edip seçmeye yarayan iradedir.- hazırlamış, onun mukabilinde de onun için imtihan gereçlerini –onlar; kötülüklere davet eden şeytan ve vücudundaki maddi temayüllerdir.- hazırlamıştır, onun için matlup hedef –kendisine hakiki kulluk- merhalelerin hiç birinde Yüce Allah’tan bağımsız ve müstakil olmadığı bir şekildedir.

Devam edecek…

 --------------------------------------------------------------------------------

[1] —Bihar’ul- Envar, c.5 s.87 rivayet,2

[2] —a.g.e, s.88, rivayet,4.5.6

[3] —a.g.e, s.87, rivayet,3

[4] —a.g.e, s.110, rivayet,35

[5] —Tefsiri Ayyaşi, c.1 s.63, rivayet,111

[6] —el-Mizan, c.19 s.100

[7] —Müfredat’ı –Rağıb, s.409

[8] —a.g.e, s.421

[9] —Kamer, 49, Furkan,2, Hicr,21, Ala,3

[10] —Yasin,38–39, Muminun,18, Fussilet,10, Kamer,12, Taha,40

[11] —Bakara,117, Ali imran,47, Meryem,30, Mumin,68

[12] -Zümer,42, İnfal,44, İsra,23 Mümin,20 Meryem,21

[13] -İsra,85

[14] -Yasin,82

[15] -Bihar’ul- Envar, c.5 s.122, rivayet,68

[16] -a.g.e, rivayet,64-65 ve 69

[17] -el-Mizan, c.11 s.420 ve 421

[18] -Rad,39

[19] -örneğin birisi her hangi bir iş yapmak için kendi ihtiyarıyla evinden dışarı çıkıyor onun arkadaşı da kendi ihtiyarıyla evden dışarı çıkıyor her hangi bir öngörü olmadan onunla yolda karşılaşıyor bu ihtiyari iş bizim haberimiz olmayan ihtiyari olmayan bir işle bağlanıyor. Bizim bu olaydan önceden haberimiz yoktu ancak Allah-u Teala biliyordu. Bu konunun örnekleri kur’an’da da vardır örneğin: Hz. Musa’nın peygamberliğiyle sonuçlanan Medyen şehrine geliş olayı, Taha,40 ve 41

[20] -insanın yaratılışı zamansal, mekânsal, ırksal, türsel ve ayrıca vücudunun güç ve azaları hatta ihtiyar, tefekkür ve onun seçme kudreti her ne kadar ilahi taktire bağlıda olsa onun ihtiyarıyla alakası yoktur. Hatta onda tabii bir şekilde sadır olan fiiller örneğin: sindirim sistemi, teneffüs etmek ve bu bunun gibi şeyler.

[21] - son cüzü irade olmak üzere insanın bütün fiilleri mukaddimeye sahiptir ancak genelde bu günlük ve sıradan işlerde seri bir şekilde muhakkak olur sadece üzerinde çok düşünülmesi icap eden akıllıca seçim yapılması gereken önemli işlerde bu aşikâr olur. Üniversitede bölüm tercihi, meslek seçimi ve evlilik gibi konularda ve ayrıca insanın fiillerinin iradi olması aklın olgunlaşması sonucu malumatların anlaşılmaya başlandığı zaman aşikâr olur, çünkü insanın buluğa ermeden önceki işlerinin çoğunluğu noksan iradi veya bilinçsizcedir.

[22] -Saffat,96

[23] -Kamer,49

[24] -Tin,4

[25] -Ahkaf,3, Hicr,85

[26] -Muminun,115

[27] -Tin,5 ve 6

[28] -Bihar’ul- Envar, c.5, s.12, rivayet,19

İslam dini ve Müslümanlarla açık bir savaş yürüten ABD ve İsrail’i şu ana kadar bir kez dahi kınamayan Amerikancı İslam’ın başlarından Fethullah Gülen, yine kendisine yakışanı yaptı ve Amerika için başsağlığı mesajı yayınladı!!

 Kutsallarımıza aşağılık saldırı düzenlenmesinin ardından çıkan çatışmalarda öldürülen ABD'liler için Fethullah Gülen'in taziye mesajı.

Fethullah Gülen'in mesajı şöyle;

Amerika Birleşik Devletleri'nin Bingazi'deki Konsolosluğu'na yapılan saldırıda, Büyükelçi Christopher Stevens ve üç konsolosluk çalışanının hayatını kaybettiğini teessüfle öğrenmiş bulunuyorum. Görevi itibariyle Amerika Birleşik Devletler'ini Libya'da temsil eden ve aynı zamanda bu ülkede misafir hükmünde olan Büyükelçiyi hedef alan saldırıyı en şiddetli şekilde kınıyor ve bu vesileyle faili kim olursa olsun terörün her türlüsünü lanetliyorum.

Kahire ve Yemen'deki şiddet içeren protesto gösterileri münasebetiyle hatırlatmak isterim ki; kalıcı müspet değişimler ancak barışçı ve diyaloga açık bir yaklaşımla gerçekleşebilir. Masum insanları hedef alan şiddet, onu müdafaa etme iddiasıyla yola çıkılan İslam'ın ruhuna ihanettir. Müslümanlara yakışan, tepkilerini dinlerinin izzetine uygun bir tarzda barış ve sükunet içerisinde ifade etmeleridir.

Olayda hayatını kaybedenlerin yakınlarına, Amerikan halkına, hassaten ABD Dışişleri Bakanı Sayın Hillary Clinton'a başsağlığı diliyorum.

Yaralılara acil şifalar temenni ediyor ve acılarını yürekten paylaşıyorum"

İslam düşmanlarının İslam peygamberi Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem'in yüce şahsiyetine yönelik iğrenç hakaretleri ardından İslam İnkılabı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamenei büyük İslam ümmeti ve İran halkına hitaben bir mesaj yayınlayarak, bu şer eyleminin arka planında siyonizm, Amerika ve diğer emperyalist güçlerin politikalarının görüldüğünü vurguladı. Ayetullah Hamenei, mesajında siyonistlerin İslam ve Kur'an'a kin kusmalarının nedenlerine değinerek, ‘Amerika'lı politikacılar eğer kendilerinin bu bağlamda herhangi bir müdaheleleri olmadığında samimi iseler, müslüman halkları üzen bu çirkin cinayetin failleri ve arkasındaki finansörleri bu büyük suçun gerektirdiği cezaya çarptırmalıdırlar' dedi.

İslam İnkılabı Rehberi'nin bu konudaki mesajı şöyle:

‘Bismillahirrahmanirrahim,

Aziz ve Hakim olan Allah şöyle buyurmaktadır:

‘Onlar ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır.'

Değerli İran milleti ve büyük İslam ümmeti,

İslam düşmanları, yüce peygamberimiz sallallahu aleyhi ve âlihi ve selleme hakaretle derin kinlerini bir kez daha ortaya koydu ve cinnet içerisinde nefret duyulası bir eylemi gerçekleştirerek, İslam ve Kur'an'ın günümüz dünyasında giderek daha bir ilgi odağı olması karşısında habis siyonist çevrelerin duyduğu öfkeyi göz önüne serdi. Dünyadaki en mukaddes ve nurani şahsiyetin çehresini iğrenç hakaretleriyle hedef alarak böylesine büyük bir günah ve cinayeti gerçekleştiren yüzü kara failler ve bu şer eyleminin arka planında siyonizm, Amerika ve diğer emperyalist güçlerin politikaları dikkat çekmektedir. Bu güçler batıl hayallerine dayanarak, İslam mukaddesatını genç kuşakların gözünde gerçek konumundan aşağıya çekip küçük düşürmek ve onların dini duygularını söndürmek amacını gütmekteler. Eğer bu çirkin zincirin önceki halkalarını, yani Selman Rüşdi, Danimarka'lı karikatürist ve Kur'an'ı ateşe veren Amerika'lı rahibi desteklemeseydiler ve siyonist sermaye sahiplerine bağlı merkezlere İslam aleyhtarı onlarca filmin yapımını sipariş etmeseydiler, bugün iş bu büyük ve bağışlanması mümkün olmayan günaha varmazdı. Bu cinayette ilk sıradaki sanık siyonizm ve Amerikan hükümetidir. Amerika'lı politikacılar eğer kendilerinin bu bağlamda herhangi bir müdaheleleri olmadığında samimi iseler, müslüman halkları üzen bu çirkin cinayetin failleri ve arkasındaki finansörleri bu büyük suçun gerektirdiği cezaya çarptırmalıdırlar.

Dünyanın çeşitli noktalarındaki müslüman kardeşlerim şunu bilmelidir ki, düşmanların İslami uyanış karşısındaki bu alçakça hareketi, bu kıyamın önem ve azametinin göstergesi ve giderek yükseleceğinin müjdecisidir. Allah, yaptığı işde daima üstündür.'

Seyyid Ali Hamenei / 13 Eylül 2012

 

 

Hazreti Mehdi(a.f) hakkında tefsir edilen ayetler

Kuran da bulunan bazı ayetler, Ehlisünnet ve Şia tarafından, O Hazretin hükümetinin zuhuruna tefsir edilmiştir ve biz sadece bir kaçına değinmekle yetineceğiz:

1- “O, Elçisini hidayetle ve hak dinle gönderdi ki (Allah'a) ortak koşanlar hoşlanmasa da onu, bütün din(ler)in üstüne çıkarsın.”‌[1]

Ehlisünnet âlimlerinden olan Muhammed Genci der ki; “Mehdi’nin kalmasına gelince, bu konu Kitap ve sünnette geçmiştir. Kitapta şöyle geçmiştir: Said b. Cübeyr mezkûr ayetin tefsirinde şöyle demiştir: O, Fatıma’nın (s.a) soyundan olan Mehdi’dir.”‌[2]

Kurtubu ise kendi tefsirinde şöyle yazmaktadır: “Rivayetlerde geçtiği üzere yeryüzünün tamamına hükmeden sultanların sayısı dörttür; ikisi mümin ve ikisi de kâfirdir.

Mümin olanlar Süleyman b. Davut ve İskender’dir. Kâfir olanlar ise Nemrut ve Buhtunnasr’dır. “Bütün din(ler)in üstüne çıkarsın”‌ ayeti gereği bu ümmetten dünyaya beşinci bir sultan daha gelecektir ve O, Mehdi’dir”‌.[3]

Şia âlimleri de, Kâfi ve Kemal’ud Din ve Temam’un Nimet ve diğer birçok kitaplarında bunlara yakın tefsirlerde bulunmuşlardır.[4]

2-“Onlar ki gayba inanıp namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızktan harcarlar.”‌[5]

Ehlisünnetin büyük âlimlerinden olan Fahr-i Razî şöyle diyor: Bazı Şialar gayptan maksadın Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de ve rivayetlerde vaat ettiği beklenilen Mehdi olduğunu söylemişlerdir.

Kuran’ı Kerim’de bu konuda şöyle geçmiştir: “Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir: Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak.

”‌ Hadislerde ise, Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Dünyanın ömründen bir günden fazla bir zaman kalmasa bile Allah o günü Ehli Beytimden benim ismimde olan ve benim künyemi taşıyan, zulüm ve haksızlıkla dolan yeryüzünü adalet ve eşitlikle dolduracak olan bir kişiyi gönderinceye kadar uzatır.”‌ Daha sonra şöyle bir eleştiride bulunmuştur: Mutlak bir şeyi delilsiz tahsis etmek batıldır.[6]

Fahr-i Razî,- Kuran’ın delili ve Allah Resulü’(s.a.a) in vaat edilen Mehdi hakkındaki buyruğu karşısında teslim olmuş, gaybın, Onu kapsadığını itiraf etmiştir- ancak Şia’nın, gaybı sadece Hz. Mehdi’ye has bildiğini sanarak yanılmış ve Şia’nın, gaybın mısdaklarından sadece birini Mehdi(a.f) bildiğinden gaflet etmiştir.

3- O, kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir. O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, bana uyun, doğru yol budur.[7]

Ehlisünnet âlimlerinden İbni Hacer der ki: “Mekatil b. Süleyman ve onu takip eden müfessirler bu ayetin Mehdi(a.f) hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.[8]

4- “Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir: Onlardan öncekileri nasıl halife (hükümran) kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar. Ama kim(ler) bundan sonra da nankörlük ederse işte onlar, yoldan çıkanlardır.”‌[9]

El-Gaybet kitabında, Tefsiri Kummi, Tefsiri Tibyan, Mecme-ül Beyan ve birçok eserde bu ayet Hz. Mehdi(a.f) ye ve O hazretin hükümetine tefsir edilmiştir.[10]

5- “Dilesek onların üzerine gökten bir ayet indiririz de boyunları ona eğilir (inanırlar).”‌[11] Ehlisünnet kitaplarından Yenebi-ul Mevedde ve Tefsiri Nesefi de şöyle geçer:

Mezkûr ayette geçen “ayeten”‌ kelimesi, Hz. Mehdi (a.f) zuhur ettiği zaman yeryüzündeki bütün herkesin duyacağı, gökyüzünden gelen nida olarak tefsir edilmiştir. Ve o nida şudur: “Haberiniz olsun! Allah’ın hücceti Beytullah’ın yanı başında zuhur etmiştir. Öyleyse ona uyunuz. Gerçekten hak onunla birlikte ve ondadır.”‌[12]

6- “Biz de o yerde ezilmekte olanlara lütufta bulunmak, onları öncül rehberler yapmak ve onları varisler kılmak istiyoruz.”‌[13]

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s): “Dünya bizden yüz çevirdikten sonra, uyumsuz dişi devenin yavrusuna şefkat beslemesi gibi bize yönelecektir.”‌ buyurduktan sonra bu ayeti okumuştur.[14]

7- Bakara suresinde şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın mescitlerinde onun adının anılmasını yasak eden ve onların yıkılması için çalışandan kim daha zalimdir. Böyleleri oralara (eğer girerlerse) ancak korka korka girebilmelidirler. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.”‌[15] Cami’ul Beyan tefsirinde, Asbat Suddi’den şöyle nakleder: “lehum fid dunya hizyun”‌ cümlesindeki “hizy”‌(dünyada rezillik) Hz. Mehdi(a.f) kıyam ettiğinde Kostantinye(İstanbul)fethedilecek ve onları(hızy) öldürecektir.[16] Dürrul Mensur[17] ve Kurtubi[18] tefsirinde yine Kutade, Suddi’den nakleder ki: Hızy yani dünyada onlar için olan rezillik, Mehdi’ (a.f)in kıyamı ile ve Kostantiyne(İstanbul),Rum, Umuriye ve diğer şehirlerin fethi ile gerçekleşecektir.

8- “Andolsun Tevrat’tan sonra Zebur’da da: "Yeryüzüne mutlaka iyi kullarım vâris olacak (bu yer onların eline geçecek)" diye yazmıştık.”‌[19]

Bu Ayet de Ehlisünnet ve Şia[20] kitaplarında O hazret ve ashabına tefsir edilmiştir. Yeryüzünde salih kulların hüküm süreceklerini bildiren bu ayetin anlamı Davud’un Zebur’unda vardır:

Davud’un Zebur’u, otuz yedinci Mezmur 29. ayet: “Kötülerinse kökü kazınacak. Salihler yeryüzünü miras alacak, Orada sonsuza dek yaşayacaklar. Salih’in, ağzı hikmeti beyan eder. Dili insafı zikreder. Rabbinin Şeriati Onun gönlündedir, dolaysıyla ayakları kaymaz.”‌

Mezamir kitabı yetmiş ikinci mezmur birinci ayet: “Ey Tanrı, adaletini krala, doğruluğunu kralın oğluna armağan et. Senin halkını doğrulukla, mazlum kullarını adilce yargılasın!

Dağlar, tepeler, halka adilce güvenç getirsin! Mazlumlara hakkını versin, yoksulların çocuklarını kurtarsın, zalimleriyse ezsin! Güneş ve ay durdukça, senden korkacaklar. Yeni biçilmiş çayıra düşen yağmur gibi, toprağı sulayan bereketli yağmurlar gibi olsun!

Onun günlerinde doğruluk serpilip gelişsin, ay ışıdığı sürece esenlik artsın! Egemenlik sürsün denizden denize, Fırat'tan yeryüzünün ucuna dek! Çöl kabileleri diz çöksün önünde, düşmanları toz yalasın”‌

--------------------------------------------------------------------------------

DİPNOTLAR

1-Tevbe,33

2- el- Beyan fiy Ahbar’i Sahib’i Zaman(a.s) s. 528(Kifaye’tut Talip kitabında) ve diğer Ehlisünnet eserleri.

3- el- Cami’ul Ahkâm-ul Kuran c. 11 s. 48

4- el- Kâfi c.1 s. 432, Kemal’ud Din ve Temam’un Nimet s. 680, el- İtigadat s. 95, Tefsiri Ayyaşi c.2 s. 87 ve Şianın diğer eserleri.

5- Bakara,3

6- Fahri Razi’nin Tefsiri Kebiri c.2 s.28

7- Zuhruf, 61

8- es-Sevaik’ul Muhrika s. 162

9- Nur, 55

10- Fahri Razi’nin Tefsiri Kebiri c.2 s.28, Gaybet-i Numani, Şeyh Tusi (r.a), s.177, Tefsir-i kKummi, c-1, s.14 ve diğer kaynaklar

11- Şuara,4

12- Yenabiu'l Mevedde, s.448

13- Kasas, 5

14- Nehc’ül Belaga, hikmetli sözler, rakam 209.

15- Bakara Suresi 114. Ayet

16- Cami-ul Beyan mezkûr ayeti şerifenin tefsiri c. 1 s. 399

17- Ed-Dürrul Mensur c.1 s.264

18- El- Cami’ul Ahkam’ul Kuran c. 2 s. 79

19- Enbiya, 105

20- Biharu'l Envar, c.51, s.47, rakam 6.

Salı, 11 Eylül 2012 04:46

Suriye konusunda algı ve gerçek

Politikada en büyük hata hatanın kabul edilmemesidir. Ne demek istediğimi anlamak için, geçmişine toz kondurtmayan, uzun iktidarında yapılmış hatalı uygulamalara aradan yarım asır geçtiği halde bugün bile sahip çıkan CHP’ye bakmak yeterli.

Ancak bugün konum CHP değil, Ak Parti; daha doğrusu Ak Parti’nin Suriye politikası...

Biliyorum, Ak Parti yetkilileri Suriye politikalarının yanlış olmadığında ısrarlılar. Ben de onlar gibi düşünüyorum aslında. Doğru ve ilkeli bir politik çizgi izlendi Suriye konusunda; o politikanın tespitine yarayan varsayımlar doğru çıkmasa da... Bugün de aynı ilkeli çizgiyi sürdürüyor Türkiye...

Onlar ve ben böyle düşünüyoruz da ne oluyor? Önemli olan bizlerin değil halkın ne düşündüğü. Eminim, halkın Suriye politikasından duyduğu memnuniyetsizlik, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sık sık yaptırdığı kamuoyu yoklamalarına da yansıyordur... Halkın algısı önemli ve algı da maalesef ‘hata’ yapıldığı yönünde...

‘Hata’ olarak algılanan, Türkiye’nin konuya çok fazla müdahil olduğu görüntüsü... Baas yönetimiyle Suriye’ye arka çıkan ülkelerin Ankara’nın mesajlarına verdiği cevaplardan huzursuz millet... Ayrıca sınıra yığılan mültecilerin kaldıkları kamplara sığamaz hale gelmeleri... Sınırlardan iki taraflı geçişlerin artması... Silâh trafiğine ek olarak Suriyeli olmayan unsurların savaşmak için Türkiye topraklarını kullanması... Bu yoldaki haberler de insanların canını sıkıyor...

En yüksek perdeden “Hatay asla Peşaver değildir” diyoruz demesine, ancak Afganistan’da Sovyet istilâsı sonrası başgösteren savaş yüzünden komşu Pakistan’ın düştüğü durumu bilenleri iknada zorlanıyoruz. Yerli-yabancı propaganda unsurları, hepsi birarada, ülkemizde ‘Sünni-Alevi’ ayrışmasını kaşıyor.

İzlenen ‘politik çizgi’ hatalı olmadığı için itirazlar ve eleştirilere aldırmıyor hükümet; Başbakan Erdoğan en sert sözlerini Suriye politikasını eleştirenler için sarf ediyor. Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu katıldığı uluslararası platformlarda ülkemizi yalnız bırakan müttefikleri kıyasıya suçluyor.

Burada durup soru-cevap faslına geçebiliriz:

Sonuç? Sonuçta ‘hatasız’ Suriye politikası halkın önemli bir bölümü tarafından ‘hatalı’ görülüyor. Uluslararası medya keşfettiği yumuşak karnı gıdıklayıp durdukça hata algılaması daha da büyüyor.

Ne yapılmalı? “En büyük hata hatanın kabul edilmemesidir” tezinin sahibinin bu soruya vereceği cevap belli: Önce hatayı kabul edeceğiz ve politikayı değiştirme yolunda adımlar atıldığını hissettireceğiz.

Önce cirit attığı söylenen yabancı ajanlara bölgeyi kapatıp sayıları her gün artan mülteciler konusunda BM Mülteciler Yüksek Komiserliğini (UNHCR) kampların yönetiminde görünür kılmak şart. Kamplara sızmış Suriyeli olmayan kişiler varsa onları geldikleri yere gönderip sınırlarımızı yol geçen hanı olmaktan çıkarmak da... ‘Silâh trafiği’ deniyor ya, onun gölgesine bile müsamaha etmemek...

En kısa yoldan çözüm, Suriye’nin yalnızca Türkiye’nin sorunuymuş gibi algılanmasını engellemektir. Özgür Suriye Ordusu savaşacaksa savaşsın, ama silâhlarının bizden geçmediği bilinsin. Savaşmaya gelenler başka ülkelerden Suriye’ye geçsin. Türkiye’ye sığınanlara da BM adresi gösterilsin.

Türkiye, aradan çekilip taşın altına ellerini koymaya başkalarını mecbur bırakarak, belki de istediği sonuca daha çabuk erişebilir.

08/09/2012 - Fehmi Koru

Örtü(lü)süz operasyon: İran 

Türkiye-İran ilişkileri son dönemde dolaylı faktörlerden kaynaklanan bir takım "zorlama meselelerden" dolayı adeta bir "kriz enflasyonu" yaşıyor. Hedef çok açık; öyle ya da böyle bu iki ülkeyi savaştırmak. Bunun için de "örtülü", "örtüsüz" tüm operasyon yöntemlerine başvuruluyor. Arzu edenler, Türkiye'de başta "merkez medya" olmak üzere, ilgili diğer medya organlarınca servis edilen yazılı ve görsel nitelikteki yayınlara bakabilirler...

Kabaca bir bakış bile sizleri haddi aşan, sınırları zorlayan, bundan dolayı da fazlasıyla sırıtan, çifte standardın zirve yaptığı bir dezenformasyon ve kirli bir operasyon sürecine, ilişkiler ağına götürecektir. Göreceksiniz ki "tanıdık birleri", bir kez daha "herkesi kör, âlemi sersem", kendilerini ise "fazlasıyla uyanık ve akıllı" zannetmektedirler. Muhtemelen, ikili ilişkilerin tarihinde böylesi bir durumun eşi-emsali yoktur; en azından bu yoğunlukta, şiddette ve de "at izinin it izine karıştığı" bir ortamda...

Peki, tüm bu operasyonların altında ne yatıyor, hangi hedefler gözetiliyor? İki ülkenin savaşa tutuşturulması gerçekte kimlere hizmet eder? Ve daha da önemlisi, bu iki kadim ülke bu oyuna gelir mi?

Bu sorulara verilecek sağlıklı cevaplar öncelikle oyunun arka planını, bu kapsamda içinde bulunulan sürecin zorluğunu, tarafların karşı karşıya kaldığı sıkıntıyı ve yaşanması muhtemel gelişmeleri ortaya koyacaktır. Ve pek tabi ki, operasyonun akamete uğratılması noktasında deşifre edilmesini de...

Öncelikle şu hususun altını çizmekte fayda var. Bu kritik geçiş sürecinde İran'dan ve iki ülke ilişkilerinden bahsederken; makulü oynamanın, tarafları akl-ı selime davet etmenin bir takım çevrelerdeki karşılığı doğrudan doğruya "İrancılık"tır, "İrancı damgasını" yemektir.

Kimin ne olduğunun, "google" ortamında bile fazlasıyla sırıttığı bir ortamda, bunla ilgili bir polemiğe girmek fazlasıyla gereksiz olacaktır. Kimin ne olduğunu ilgili bir çok kesim, kimse zaten bilir.

Nitekim yakın tarihimiz bunun bir çok örneğiyle doludur. Fakat, burada üzücü olan husus Türk insanının zihninin bazı ithal kavramlar ve satılık "yerli" beyinler, kalemler üzerinden kirletilmesi ve bir kafa karışıklığının oluşturulmasıdır.

Türkiye'de belli başlı kesimlerin ısrarla "reel politik", "diplomasi", "işbirliği" ya da "uluslararası ilişkiler" denildiğinde sadece ve sadece Batı'yı, Batı'da da belli çevreleri ve ilgili diğer güç odaklarını anlaması, anlatmaya çalışması da bunun en tipik örnekleri arasındadır. Onlara göre sadece yön ve ilişki olarak bir "batı" vardır, "doğu"ya karşı ise gözleri kördür! Çünkü onlar Doğu'yu Batı üzerinden okumaya çalışırlar; aslında onlar birer zavallı doğulu, Doğu cahilidir!

Kissinger'in da açık bir şekilde ifade ettiği üzere; çok sevdikleri muteber "bu tipler", hizmetlerinin karşılığını fazlasıyla alırlar. Efendileri tarafından ödüllendirilirler. Bakalım bu ödüllendirmeler nereye kadar sürecek?

Gerçek anlamda özgür olmanın bedelinin fazlasıyla ağır olduğu bir dünyada ve bu ülkede, "bu tipler" ne kadar pişman olur ve rücu ederler bilinmez. Çünkü onlar, bunun ağır bir bedelinin olduğunu gayet net bir şekilde bilirler.

Bu husus, kaçınılmaz olarak akıllara Ömer Seyfettin'in meşhur "Diyet" hikayesini getirmektedir, fakat çok büyük bir olasılıkla onlar bunu da bilmezler!

Şimdi gelelim meselenin bam teline ve tekrar kendimize soralım: "Niçin bu çok boyutlu operasyonlar? Türkiye üzerinde Suriye sonrası bir de İran baskısının arkasında hangi nedenler yatmaktadır? Suriye krizinin bir Türkiye-İran krizine dönüştürülmesi ve PKK terör örgütünün burada süreci hızlandırıcı bir rol oynaması tesadüf müdür? PKK konusunda düne kadar farklı başkentler işaret edilirken, ne oldu da şimdi Tahran deniliyor ve ihale bu ülkeye yıkılmak isteniliyor? "Kandil-Karayılan" bağlamında farklı süreçlerin yaşandığı bir Ankara-Tahran hattında, Irak-Suriye merkezli ortak sorun üzerinden endişeler, tahdit algıları devam ederken; İran niçin böyle bir karta başvursun? Acaba, İran üzerinden Türkiye'nin Suriye krizinde ve Yeni Ortadoğu sürecinde inisiyatif alma girişimleri ve bölgede manevra alanını genişletme hareketleri mi sabote edilmek isteniliyor? Türkiye-Mısır-Suudi Arabistan ve İran arasında gündeme gelmeye başlayan bölgesel inisiyatif arayışları ve İsrail'in yalnızlığı bu operasyonda ne kadar önemli bir yer tutuyor? Hedeflerden biri de, 2003-2007 duruşu mu? Ortada nasıl bir oyun dönüyor? Türkiye ve bölge nasıl bir kirli tezgah ile karşı karşıya?"

Sanırım, buradaki bir çok soru bile içinde barındırdığı cevaplarla sizde bir takım fikirler uyandırmıştır; pek tabi ki anlayana, anlamak isteyene...

10/09/2012 - Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL

Irak’ta ‘ölüm mangaları kurmak’la suçlanınca kaçıp Türkiye’ye sığınan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi idama mahkûm edildi. Ankara, Haşimi’ye güvence verdi, Bağdat’a rest çekti.

Irak Yargıtay Sözcüsü Hakim Abdüssettar Bayraktar, Ağır Ceza Mahkemesi'nin, Türk Hükümeti’nin koruması altında İstanbul Başakşehir’de yaşayan Tarık el Haşimi için gıyabında idam cezası kararı verdiğini açıkladı.

Irak mahkemesinin, Haşimi'nin koruması Ahmed Kahtan için de idam cezası kararı verdiği bildirildi.

Bilindiği gibi daha önce, eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi hakkındaki suçlamaları araştırmak üzere kurulan komisyon, Haşimi’nin Irak’taki 150 terörist eyleme destek sağladığının kesinleştiğini açıklamıştı.

Tarık Haşimi’nin koruma görevlilerinden ve himayesi altındaki kişilerden oluşan grubun bomba yerleştirilmiş araçlarla saldırı düzenlemek, roket saldırılarında bulunmak ve üst düzey güvenlik görevlilerine ve parlamenterlere suikast yapmak gibi terör eylemlerini gerçekleştirdiğinin anlaşıldığını açıklayan araştırma komisyonu, Tarık Haşimi himayesindeki grubun bazı üst düzey müdürleri, yargıçları ve doktorları da susturuculu silahlarla öldürdüklerinin anlaşıldığını ifade etmişti.

DAVANIN KRONOLOJİSİ

18 Aralık 2011: Son ABD askeri de Irak’tan çekildi. Başbakan Nuri El Malik Ulusal Güvenlik, İçişleri ve Savunma Bakanlıklarını da üstlendi.

19 Aralık 2011: Irak Yüksek Yargı Konseyi,birçok terörist eyleme katıldığı kesinleşen eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi hakkında gıyabında idam kararı verdi.Haşimi hakkında tutuklama kararı çıkardı.

20 Aralık 2011: El Irakiye ittifakının liderlerinden Haşimi, Bağdat’tan kaçıp Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin merkezi Erbil’e sığındı.

16 Mart 2012: Erbil yönetiminin başkanı Mesud Barzani, “Kürt ahlâkı” izin vermediği için Haşimi’yi Bağdat’a teslim etmeyeceklerini açıkladı.

1 Nisan 2012: Kürt yetkililer, Haşimi’nin Irak dışına çıkışına izin verdiler. Haşimi, Katar ve Suudi Arabistan’da “resmi” temaslarda bulunduktan sonra Türkiye’ye geldi.

8 Mayıs 2012: Irak’taki tartışmalı dava başlarken, Bağdat hükümetinin talebi üzerine İnterpol, Haşimi hakkında kırmızı bülten yayınladı. “Siyasi” bulunan dava sürecinde Türkiye, geçici olarak İstanbul’a yerleşen Haşimi’ye oturma izni verdi.

ÇOK KRİTİK ZAMANLAMA

TALABANİ KORUDU: Irak Başbakanı Maliki, devrik lider Saddam Hüseyin’in idam cezasını da imzalamıştı. O imzayı atmayı reddeden Cumhurbaşkanı Talabani, Maliki’nin Haşimi hakkında oluşturduğu dosyayı da “Ben yardımcıma güveniyorum” diye iade etmişti.

DÜŞMANLARA UYARI : Önceki hafta yapılan mahkemeleri sonucu terör ve katliam yaptıkları kesinleşen Irak’ta 26 kişi birden idam edilmiş, ABD yapımı gelişmiş tankların son partisini teslim alan Maliki hükümeti yine Washington’dan gelecek F-16’ların kullanımı konusunda “sınır olmadığını” açıkladı.

PETROL KRİZİ : Kürdistan Bölgesel Yönetimi, petrol ihracatında Bağdat’taki hükümete ait boru hatlarını 15 Eylül’e kadar kullanacaklarını açıkladı. 15 Eylül’den sonra ne olacağı meçhul. Bağdat Kürtlerden, Türkiye’ye ihraç ettikleri petrol için 3 milyar dolar talep etti.

Uluslararası Polis Teşkilatı (Interpol), eski Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi'nin yakalanması için kırmızı bülten yayımlamış, buna rağmen Türkiye makamları Haşimi’ye sahip çıkarak Interpol’un kararını tanımadıklarını açıklamıştı. Bu da Irak’la Türkiye arasında sorunların büyümesine neden olmuştu

Haşimi'den idam açıklaması

Haşimi, "hakkımda verilen bu kararı , kabul etmeyeceğim" dedi.

Bir süredir İstanbul'da yaşayan Haşimi, hakkında idam cezası verildiği saatlerde Ankara'ya gelmişti.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüşen Haşimi bugün bir basın toplantısı düzenledi.

Haşimi, gıyabında alınan idam kararının meşru olmadığını ve kabul etmeyeceğini söyledi.

Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi, ülkesinde gıyabında verilen idam kararını tanımadığını, savunması alınmadan karar verildiğini belirtti.

Haşimi, Ankara Swiss Otel'de düzenlediği basın toplantısında, kendisi hakkında verilen kararın aslında beraati olduğunu söyledi.

Gıyabında verilen bu kararı tanımadığını ifade eden Haşimi, savunması alınmadan karar verildiğini ve kararın zalimce olduğunu kaydetti.

Haşimi, "Bana inanan hiç kimse şu anda güvenlik içinde değil, hepsi tehlikede" dedi.

Haşimi, "Benim değil Maliki'nin BM'de yargılanması lazım. Yüz binlerce insanın ölümünden sorumludur" diye konuştu.