کارگر

کارگر

 “Ey inananlar! Namaza durmak istediğiniz zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin.” (Maide Suresi, 6. Ayet)

"Ey inananlar! Namaza durmak istediğiniz zaman..." Ayetin orijinalinde geçen "kumtum" fiilinin mastarı olan "kıyâm" kelimesi, "ilâ" harf-i cerriyle geçişli kılındığı zaman, bazı zamanlar sözü edilen şeyin istendiğinden kinaye olur. Çünkü bu ikisi birbirinden ayrılmazlar, birbirlerini gerektirirler. Bir şeyi istemekle, ona yönelik hareket sergilemek birbirinden ayrı düşünülemez. Örneğin bir insanın oturduğu varsayılsın. Bu normal olarak hareketsizliğinin hâli ve durgunluğunun gereğidir. Öte taraftan istenilen şeyin de normal olarak kendisine doğru hareket edilmeyi ve yinelenmeyi gerektiren bir eylem olduğu varsayılırsa, bu durumda onu gerçekleştirmek genel olarak ondan taraf bir kıyamı, bir kalkışı gerektirir.

Dolayısıyla insanın hareketsizliği terk edip ameli algılamaya başlaması, fiili işlemeye kalkması demektir. Bu da istemenin ve iradenin ayrılmaz bir unsurudur. Şu ayet, bu ayetin bir örneği konumundadır: "Sen de içlerinde bulunup onlara namazı kıldırdığın zaman." (Nisâ, 102) Yani, onlara namazı kıldırmak istediğin zaman. Bunun aksi örnekliğini de bir açıdan şu ayet oluşturmaktadır: "Eğer bir eşinizi bırakıp yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklü miktarda mal (mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şeyi geri almayın." (Nisâ, 20) Yani, bir eşi boşayıp, bir başkasıyla evlendiğiniz zaman. Burada bir fiili işleme isteği ve talebi, onu işlemenin yerinde kullanılmıştır.

Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayet, namaz kılmak için bazı organların yıkanmasının, bazılarının da meshedilmesinin, yani abdest alınmasının şart olduğunu vurguluyor. Şayet ayetin ifadesi her açıdan mutlak olsaydı, "Eğer cünüp iseniz temizlenin (gusül edin)."ifadesini bir an için görmezlikten gelseydik, her namaz için bir abdest almanın şart olduğunu söyleyebilirdik. Ne var ki, yasa nitelikli hükümler içeren ayetlerin her açıdan mutlak olmaları pek az rastlanan bir durumdur.

Kaldı ki, "sizi tertemiz kılmak... istiyor" ifadesinin, ileride değineceğimiz gibi, bu şartın açıklayıcısı olması mümkündür [yani, amaç manevî temizliktir. Öyleyse alınan abdest bozulmadıkça, onunla namaz kılınabilir ve her namaz için bir abdest gerekemez].Ayetin tefsiri bağlamında söyleyebileceklerimiz bundan ibarettir. Bundan ötesi, ki tefsir bilginleri uzun uzun söz etmişlerdir, fıkıh biliminin alanına girer; tefsirle ilgisi yoktur.

"Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın." Ayette geçen "igsilû" fiilinin mastarı olan "gasl=yıkamak", bir şeyin üzerine su dökmek, üstünden su akıtmak demektir. Genellikle temizleme, kir ve pasağı giderme amacına yönelik olur. Yüz, bir şeyin sana bakan tarafına denir. Daha çok, insan gibi bir canlının başının ön kısmı, yani üzerinde göz, burun ve ağız gibi organların bulunduğu taraf için kullanılır. Bunun sınırı ise, karşılıklı konuşmalarda taraflar için belirgin bir şekilde görünen miktarda belirlenir.

Ehlibeyt İmamlarından gelen rivayetlerde yüzün miktarı şu şekilde belirlenmiştir: Uzunluğu alnın üzerindeki saçlardan başlayıp çenenin alt kısmına kadar devam eder. Eni ise, baş parmak, orta parmak veya şehadet parmağının çevreleyebileceği kadardır. Tefsircilerin ve fıkıhçıların çizdikleri başka çerçeveler de vardır.

Ayetin orijinalinde geçen "el-eydî" "yed"in çoğuludur ve "el" demektir. Tutma, bırakma ve yakalama gibi fiiller bu organla gerçekleştirilir. Omuzla parmak uçları arasında kalan kısma denir. Organlar bağlamında daha çok insanın onunla ilintilendirdiği amaç esas alınır. Söz gelimi el organı denilince, tutma ve bırakma olguları akla gelir. Elin ilintili olduğu amaç, büyük ölçüde dirseklerden parmak uçlarına kadar olan kısmıyla gerçekleşir. Bu yüzden bu kısma da ayrıca el denir. Yine aynı gerekçeyle bilekten başlayıp parmak uçlarına kadar olan kısma da ayrıca el denir. Böylece el lafzı, organın bütünü ve parçaları arasında ortak veya buna benzer bir isim işlevini görmüş oluyor.

Bu ortaklık, anlamlardan sadece biri kastedildiğinde, buna ilişkin somut ve belirleyici bir karinenin zikredilmesini kaçınılmaz kılar. Bu yüzden yüce Allah, "ellerinizi" ifadesini "dirseklere kadar..."ifadesiyle kayıtlandırmıştır. Ki maksadın, dirseklerde son bulan elin yıkanması olduğu anlaşılsın. Sonra bu somut karine, bununla organın avucu da içeren kısmının kastedildiğini ortaya koyuyor. Nitekim hadisler de maksadın bu olduğunu göstermektedir.

"İla" harf-i cerrinin kullanıldığı yerlerde ifade ettiği anlam, hareketin sürekliliğini ifade eden bir fiilin sona erişidir. Fakat başına "ila" edatı gelen nesnenin öncesindeki ifadeye ilişkin hükmün kapsamına girip girmediği hususu edatın anlamının dışındadır. Dolayısıyla yıkama hükmünün dirsekleri de kapsaması "ila" edatına değil, hadislerin açıklamasına dayanır.

Bazıları, "Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin." (Nisâ, 2)ayetini örnek göstererek "ila" edatının "beraber" (mea) anlamında kullanıldığını ileri sürmüşlerdir. Bunu söylerken de, Peygamberimizin (s.a.a) abdest alırken dirseklerini de yıkamış olmasını dayanak olarak göstermişlerdir. Ama bu, Allah'ın sözünün tefsiri açısından oldukça cüretkâr bir değerlendirmedir. Çünkü bu hususta nakledilen hadisler ya Peygamberin fiilini aktarır, ki fiiller çok yönlü ve müphem olurlar, herhangi bir lafzın anlamı onlar aracılığıyla belirlenemez; nerede kaldı ki lafzın anlamlarından biri sayılsın. Ya da bu husustaki hadisler bir hükmün açıklamasına ilişkin sözdür, ayetin tefsiri değildir.

Fakat dirseklerin yıkanmasının insanın fiili tam olarak yerine getir-diğinden emin olmasından dolayı gerekmiş olabildiği gibi, Peygamberimizin (s.a.a) de bir eklemesi olabilir. Nitekim Peygamber efendimizin (s.a.a) böyle bir yetkisi vardı ve sahih rivayetlerde belirtildiği gibi, günlük beş vakit namazla ilgili olarak bu yetkisini kullanmıştır. [Sahih rivayetlerde yer aldığına göre, namazlar iki rekât olarak farz kılınmıştır; ancak Peygamber (s.a.a) bazı eklemelerde bulunmuştur.]

"Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin." (Nisâ, 2) ayetine gelince, ekl=yeme fiili "ila" edatıyla geçişli kılındığından, katma ve benzeri bir anlam içerir. Yoksa "ila" edatı "mea=beraber" anlamında kullanılmamıştır.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılıyor ki: "dirseklere kadar" ifadesi, "ellerinizi..."ifadesine ilişkin bir kayıttır. Dolayısıyla dirseklerle ilintili yıkama mutlak olur, bir sınırla kayıtlı olmaz. Bu bakımdan yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak uçlarına doğru devam etmek mümkündür. Nitekim abdest dışındaki hâllerde insanlar ellerini doğal olarak bu şekilde yıkarlar. Ya da parmaklardan başlanıp dirseklere kadar devam edilir. Fakat Ehlibeyt İmamlarından (hepsine selam olsun) nakledilen hadislerden, yıkamanın birinci şekilde olması gerektiği anlaşılıyor; ikinci şekilde olması değil.

Böylece ileri sürülebilecek, cümlenin "dirseklere kadar..."ifadesiyle kayıtlı olması gösteriyor ki, yıkamaya parmak uçlarından başlayıp, dirseklere doğru devam edip tamamlamak gerekir, şeklindeki değerlendirmeler de kendiliğinden çürümüş oluyor. Şöyle ki bu problem, "ilel merafik=dirseklere kadar..." sözünün "feğsilû=yıkayın..." sözüne [yani hükme] yönelik bir kayıt olarak algılanmasından ileri gelmektedir. Oysa, bu ifadenin "eydîkum=elleriniz..." ifadesine [yani hükmün konusuna] ilişkin bir kayıt olduğunu belirtmiştik. Bunun böyle olması kaçınılmazdır. Çünkü "el",belirleyici somut bir karineyi gerektiren ortak bir isimdir. Hem "eller", hem de "yıkayın"a yönelik bir kayıt olmasının da bir anlamı yoktur.

Kaldı ki, Mecma-ul Beyan tefsirinde belirtildiği gibi, İslâm ümmeti, abdest alırken ellerini yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak uçlarına doğru devam eden kimsenin abdestinin sahih olduğu noktasında görüş birliği içindedir. Bunun nedeni ise ancak ayetin lafzı bu ihtimali içeriyor olmasıdır ve yine "dirseklere kadar" sözünün "yıkamaya" değil, "ellere" ilişkin bir kayıt oluşundan kaynaklanıyor. (yani yıkanılacak yerin miktarını belirtmektedir, yıkamanın nasıl olduğu değil; çünkü her akıllı insan bilir ki su aşağıdan yukarı doğru akıtılmaz, hatta namaz kılmayan başka topluluklar kollarını yıkamak istediklerinde ellerinden kollarına doğru suyu akıtmaz, çünkü bu fıtri bir konudur…)

"Başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı meshedin." Meshetme, elin ya da dokunan herhangi bir organın bir şeye doğrudan dokundurularak üzerinden geçirilmesi demektir. Araplar bu anlamda, "Mesehtu'ş şey'e" ve "Mesehtu biş-şey'i" derler. Bu fiil, kendisiyle geçişli kılındığı zaman kapsama anlamını ifade eder [yani o şeyin hepsini meshettim]. "Ba" harf-i cerriyle geçişli kılındığında, kapsama ve kuşatma anlamını içermeden nesnenin bir kısmının meshedildiğine delâlet eder.

Bu bakımdan, "vemsehû biruûsikum=başlarınızı meshedin" ifadesi, cümle içinde başın bir kısmının meshedilmesini ifade eder. Kastedi-len kısmın başın hangi tarafı olduğu hususu ise, ayetin anlamsal maksadının dışındadır. Bunun açıklaması sünnetin alanına girer. Sahih rivayete göre de başın alın tarafının, perçemin kastedildiği anlaşılıyor.

"ve... ayaklarınızı..." ifadesinin orijinali "ve erculikum" şeklinde okunmuştur. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak "ruûsikum=başlarınız" ifadesine matuftur. Bazıları, mecrur oluşun, tıpkı "ve cealna minel mâi kulle şeyin hayyin=Her canlı şeyi sudan yarattık." (Enbiyâ, 30) ayetinde olduğu gibi tâbi oluştan kaynaklanan bir durum olduğunu söylemişlerdir. [Aslına bakılırsa "hayyen" denilmesi gerekirken, "hayyin" denilmesi, "şey'in" kelimesine tebaiyetten kaynaklanmıştır.] Bu yanlıştır. Çünkü tâbi kılma söz sanatı açısından itibar edilmeyen, seviyesiz bir uygulamadır. Allah'ın sözünün böyle bir kullanımla yorumlanması ihtimal dışıdır. "Her canlı şey" ifadesinin orijinalindeki "cealna" kelimesi, "kıldık" anlamında değildir, yaratma anlamına gelir. [Buna göre "hayyin" kelimesi, "şey'in" kelimesinin sıfatıdır.] Burada tâbi kılmaya ilişkin bir belirti söz konusu değildir.

Kaldı ki, söylendiği gibi "tâbi kılma" ancak tâbi olanla tâbi olunanın bitişik oldukları durumlarda söz konusu olabilir. Örneğin, Araplar "Kertenkelenin harap yuvası" anlamında "hucru dabbin haribin" derler. Burada "haribin" kelimesi, öncekine tâbi oluşu itibariyle mecrur kılınmıştır [aslında "hucrun"kelimesinin vasfı olduğu için merfu, yani "ha-ribun"okunması gerekirdi]. Bu kural, üzerinde durduğumuz ayet hakkında geçerli değildir.

Ayetin orijinali "ve erculekum" şeklinde de okunmuştur. Şayet zihnini bütün ön yargılardan arındırıp cümleyi öyle okursan, hiç duraklamadan kesinlikle "erculekum=ayaklarınız" kelimesinin "ruûsikum =başınız" ifadesinin takdirî harekesine -ki nasbtır [çünkü gerçekte mes-hedin fiilinin mefulüdür]- matuf olup mansup olduğuna karar verirsin ve ifadenin akışından yüzün ve ellerin yıkanmasının, başın ve ayakların da meshedilmesinin gerektiğini anlarsın. "Erculekum=ayaklarınız" ifadesini, ayetin başındaki "vucûhekum=yüzünüz" ifadesine atfetmek aklına bile gelmez. Çünkü, ayetin girişindeki, "yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" hükmü başka bir hükmün, yani "başlarınızın bir kısmını... meshedin" hükmünün başlamasıyla bitmiş ve kesilmiştir. Sağlam fıtrat, belâgatlı bir ifadeyi böyle bir kullanıma yorumlamayı kabul etmez; yüce Allah'ın kelâmı açısından hiçbir şekilde düşünülmez.

Beliğ bir konuşma yapan bir insan, ["Zeyd'in yüzünü, başını ve ellerini öptüm ve omuzlarına elimi çektim" ifadesini anlatmak isterken] nasıl "kabbeltu veche zeydin ve re'sehu ve mesahtu bi kitfihi ve yedehu" der yani "yedehu" ifadesini mensup okuyarak "veche" ifadesine atfedebilir [yani şöyle diyebilir: Zeyd'in yüzünü ve başını öptüm ve omuzlarına elimi çektim ve ellerini öptüm]. Oysa, bir hüküm sona ermiş, diğer bir hüküm araya girmiştir ve "yedehu=elini" ifadesinin onun bitişinde olan mecrur ismin mahalline atfedilip mecrur kılınması câizdir. Özellikle üstelik Arapların konuşmalarında da bunun örnekleri çoktur. Durum böyleyken beliğ bir konuşmacının böyle yapması, edebî sanatlara aykırı basit bir konuşma olur.

Ehlibeyt İmamlarından (a.s) gelen rivayetler bu yöndedir. Ehlisünnet kanallarından gelen rivayetlerse, ayetin lafzını tefsir etme özelliğine sahip olmayıp, Peygamberimizin (s.a.a) fiilini ve bazı sahabelerin fetvasını anlatma esasına dayanmaktadırlar. Bu arada kendi aralarında da ihtilaf vardır. Bu rivayetlerin bir kısmı ayakların meshedilmesini zorunlu görürken, bir kısmı da yıkanmasını zorunlu görmektedir.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğu, ayakların yıkanmasına ilişkin rivayetleri, onların meshedilmesine ilişkin rivayetlere tercih etmişlerdir. Bu konuda onlarla tartışacak değiliz. Çünkü konu fıkıh bilimini ilgilendirir, tefsir biliminin ilgi alanının dışındadır.

Bununla beraber, Ehlisünnet âlimleri ayeti fıkhî görüşlerine uyarlayan bir yaklaşım içindedirler ve bu konuda farklı yorumlar ileri sürmüşlerdir. Fakat bunların hiçbiri için ayetten kanıt edinmek mümkün değildir. Ancak ayetin ifadesinin belâgat sanatının doruklarından, sıradan zevksiz, karışık bir konuşmanın diplerine indirgeme başka.

Bazıları demişlerdir ki: Nasb kıraatine göre "erculekum=ayaklarınız..." kelimesi "vucûhekum=yüzleriniz" kelimesine matuftur. Cerr kıraatinde ise, tâbi oluşa yorumlanır. Ama biz daha önce, insan öz doğasıyla örtüşen bir beliğ konuşmanın böyle bir ihtimali içermediğini belirtmiştik.

Bazıları: Cerr kıraatini yorumlarken bunun anlamsal değil, lafzî bir atıf örneği olduğunu söylemişlerdir. "alleftuha tibnen ve mâen barî-den=deveyi samanla yemledim ve soğuk suyla" ifadesinde olduğu gibi. ["Mâen bariden=soğuk suyla" ifadesi, anlam açısından "tibnen=saman" ifadesine matuf değildir. Bundan bir fiil takdir edilir. Örneğin "sakey-tuha", yani suvardım soğuk suyla gibi. Ayet de bunun bir örneğidir. Yani "erculikum" şeklinde okunsa bile, bu meshin gerekliliğine kanıt oluşturmaz, lafzî açıdan "biruûsikum" yerine matuf olsa bile anlam açısından "erculekum"yerine matuftur ve yıkamanın zorunluluğunu ifade eder!!!]

Bu görüşle ilgili değerlendirmemiz şudur: Bu yaklaşımın dayanağı, atfın durumuna ilişkin iraba uygun bir amelde bulunan bir fiilin takdir edilmesidir. Buna örnek olarak sunulan şiir kanıt oluşturur. Ayetle ilgili olarak takdir edilen bu fiil ya "yıkayın" olacak ve o da harfi cerle değil, bizzat geçişli fiildir ya da başka bir fiil olacaktır. Bu ise ifadenin zahirine aykırıdır ve lafız açısından buna ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Öte yandan örnek olarak sunulan şiir ise ya aklî mecaz dediğimiz türe girer ya da "alleftu" fiilinin "verdim", "doyurdum" vb. anlamları içermesi şeklinde gerçekleşen kullanımlardır. Kaldı ki, bu tür kullanımları içeren şiirler açısından normal bir fiilin takdiri şeklinde bir uygulamaya baş vurulmazsa, anlamı bozuk ve fasit kabul edilir. Şu hâlde, bu tür kullanımlar için düzeltici, normalleştirici ifadelerin takdir edilmesine ihtiyaç vardır. Fakat ayetin, lafzî açıdan zorunlu ve bilinen böyle bir takdire ihtiyacı yoktur.

Ayakları yıkamanın zorunluluğu anlayışından hareketle, "erculi-kum=ayaklar" ifadesinin mecrur oluşuyla ilgili olarak şu iddiayı ileri sürenler de olmuştur: Evet atıf önceki kelimeyle ilintilidir, ancak meshetme yıkamanın hafif şeklidir. Yani meshetme de bir bakıma yıkamadır. Dolayısıyla ayakların meshedilmesi ifadesiyle onların yıkanmalarının kastedilmiş olmasını önleyecek hiçbir engel söz konusu değildir. Bunu destekleyen bir unsur da ifadede yer alan sınırlandırma ve vakitlendirmedir. Bu ise, yıkanan organ, yani yüz için söz konusudur. Meshedilen organ açısından böyle bir duruma rastlanmıyor. "Ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı..." ifadesiyle meshetmeyle ilgili sınırlandırma kalkınca, bunun da yıkama hükmüne tâbi olduğu anlaşılmış oluyor. Çünkü sınırlandırma açısından yıkama olgusuna daha uygundur.

Aslında bu, konuya ilişkin yorumların en seviyesizidir. Çünkü meshetme yıkamadan ayrıdır ve bu iki eylem arasında birbirini gerektirme gibi bir zorunluluk yoktur. Kaldı ki, başın değil de ayakların meshedilmesini yıkama şeklinde yorumlamak, dayanaksız bir tercihtir. Bu iddiayı ileri sürenlere sormak lazım: Kitap ve sünnette mutlak olarak meshetme şeklinde geçen bütün ifadeleri yıkama şeklinde, yıkama olarak geçen ifadeleri de meshetme şeklinde yorumlamanızı engelleyen nedir? Neden yıkamadan söz eden rivayetler meshetme ve meshetmeden söz eden rivayetler yıkama şeklinde algılanmıyor? Böylece bütün kanıtlar, açıklayıcıları olmaksızın mücmel kanıtlar olurlar.

İddia sahibinin görüşünü desteklemek için ortaya attığı şey, [bir lafzı diğer bir lafızla] kıyas yoluyla lafzı, bir anlama delâlet etmeye zorlamadır. Bu ise kıyasların en fasididir.

Bazıları da şöyle demişlerdir: "Yüce Allah, abdest bağlamında ayakların tamamının su ile meshedilmesini emretmiştir. Teyemmümde yüzün tamamının toprakla meshedilmesini emrettiği gibi... Abdest alan kişi bu iki organı ile ilgili emredilenleri yapınca mesheden-yıkayan adını hakkeder. Çünkü bu iki organın yıkanması, üzerlerinden suyun geçirilmesi veya onların suya değdirilmesi demektir. Meshedilmeleri ise, elin veya el işlevini görebilecek başka bir organın üzerlerinden geçirilmesi demektir. Bir kimse söz konusu organlar açısından bu fiili gerçekleştirince, o kimse yıkayan-meshedendir. Dolayısıyla, 'ercule-kum' şeklinde okunduğu zaman, bu iki organın yıkanmasının zorunluluğu esas alınmış olur. 'Erculikum' şeklinde okunduğu zaman da, kişinin su ile organlarını yıkamak suretiyle meshettiği anlamı esas alınmış olur." (Bu görüş özet olarak bundan ibaretti.)

Anlamıyorum: Ayette başın meshedilmesi ile yıkanmadan meshedilmelerinin, buna karşın ayakların meshedilmesiyle, onların yıkanarak meshedilmelerinin kastedildiği sonucuna nasıl varılıyor? Bu da önceki iddia gibidir, hatta bozukluğu ondan daha fazladır! Dolayısıyla buna karşı söyleyeceklerimiz öncekinin aynısıdır.

"Yüce Allah abdest bağlamında iki ayakların tamamının su ile meshedilmesini emretmiştir." diye tutarsız sözünü de eklemek gerekir. Bu söz onun aleyhine olmak üzere problemi daha da derinleştiriyor. Çünkü burada abdesti teyemmümle kıyaslamıştır. Eğer bununla bir hükmün başka bir hükme, yani kendince sabit olan rivayetlere kıyaslamayı amaçlıyorsa, ayetin bu hususa delâlet ettiğine kanıt oluşturacak hangi rivayet vardır acaba? Rivayetler nasıl bu hususa delâlet ediyorlar? Bilindiği gibi, rivayetlerin hedefi ayetin lafzını açıklamak değildir. Eğer abdestle ilgili, "Başınızı ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı meshedin." ifadesinin, teyemmümle ilgili, "Onunla yüzünüzü ve ellerinizi meshedin." ifadesiyle kıyaslamayı amaçlıyorsa, bu hem kıyaslanan, hem de kıyaslanılan şey açısından olumsuzdur. Yüce Allah, her iki konuyu da, "ba" harf-i cerriyle geçişli kılan meshetme fiiliyle ifade etmiştir. Daha önce "ba" harfiyle geçişli yapılan meshin, dil açısından meshedilen şeyin kapsanmasını ifade etmediğini belirtmiştik. Buna ancak kendiliğinden geçişli meshin delâlet ettiğini vurgulamıştık.

Bu ve benzeri yorumlar, rivayetlerin korunması için ayeti zahirinin aksine yorumlama temelinden hareketle, kaçınılmaz olan kitaba muhalefet durumundan sıyırmak için baş vurulan zorlamalardan başka bir anlam ifade etmezler. Eğer ayetin zahirinin aksine yorumlamak suretiyle bir rivayetin anlamını ayete dayatmamız caiz olsaydı, Kur'ân'a muhalefetten hiçbir örnekten söz edilemezdi.

Abdest bağlamında ayakların yıkanmasının zorunlu olduğuna inananların Enes ve Şa'bi gibi bazı selef kuşağı âlimleri gibi görüşler ileri sürmeleri daha uygun olurdu. Onlardan nakledilen görüş şudur: "Cebrail, ayakların meshedilmesine ilişkin hüküm indirdi. Ancak sünnet yıkanmasını öngördü." Bunun anlamı kitabın (Kur'ân'ın) sünnet tarafından neshedilmesidir. Bu durumda mesele, tefsir biliminin sınırlarını aşıp, metodoloji biliminin kapsamına taşınmış olur: Sünnetin Kitabı neshetmesi caiz midir, değil midir? Bu konuda araştırma yapmak usulcünün görevidir, müfessirin değil. Müfessirin, "Falan rivayet kitaba muhaliftir" sözü müfessir olması açısından, ancak şunu açıklamak içindir ki bu haber, maksadın ortaya çıkarılmasında esas alınan kitabın zahirinin delâlet ettiği anlamla örtüşmüyor. Yoksa fıkıh bilgininin görevi olan şer'î bir hükme fetva vermek değildir.

"üzerindeki çıkıntıya kadar" ifadesinin orijinalinde geçen "kaab", ayağın arkasında bir çıkıntı biçiminde beliren kemiğe verilen addır. Bazılarına göre topuk, ayakla bacağı birbirinden ayıran eklem bölgesinde belirgin olarak fark edilen kemiğin adıdır ki her bir ayağın eklem bölgesinde iki çıkıntı olur.

Ayetin Hadisler Işığında Açıklaması

el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare'den şöyle rivayet eder: İmam Bâkır'a (a.s) sordum: "Meshin başın bir kısmına ve ayakların bir kısmına olmasını nereden bildin (çıkardın) ve söyledin?" İmam (a.s) güldü ve buyurdu: "Ey Zürare, bunu Resulullah (s.a.a) söyledi ve Allah katından gelen kitap da bu açıklamayı içermektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Feğsilû vucûhekum =yüzlerinizi yıkayın.' Bu ifadeden anlıyoruz ki, yüzün tamamı yıkanmalıdır. Ardından 've dirseklere kadar ellerinizi' buyurmuştur. Dirseklere kadar elleri yüzlere atfedilmiş ve bitişik kılınmıştır. Dolayısıyla dirseklere kadar ellerin yıkanmasının gerektiğini öğrenmiş oluyoruz."

"Sonra ayetin akışını bölerek 'Meshedin, başlarınızı.' buyurmuştur. Ayetin orijinalinde 'bi-ruûsikum'buyurduğu için 'ba'harf-i cerrinin fonksiyonundan hareketle, başın bir kısmının meshedilmesi gerektiğini öğreniyoruz. Sonra elleri yüzle ilintilendirdiği gibi ayakları da başla ilintilendirerek, 've üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı' buyurmuştur. Ayakların başla ilintilendirildiğini görünce, ayakların bir kısmının yıkanması gerektiğini öğreniyoruz. Sonra Resulullah (s.a.a) bunu halka açıkladı; ama onlar bu açıklamaları yitirdiler."

"Ardından yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'su bulamadığınız takdirde, doğası üzere olan yeryüzüne yönelin. Ondan yüzleriniz ve ellerinizin bir kısmına meshedin.' Suyun bulunamaması durumunda ab-destin askıya alınması öngörülünce, yıkanması gereken organların bir kısmı için meshetme öngörüldü. Çünkü yüce Allah, 'bi-vucûhikum' buyurmuştur. Sonra buna, 'eydîkum=elleriniz' ifadesini eklemiştir. Ardından 'ondan', yani bu teyemmümden buyurmuştur. Çünkü Allah,elin bütün yüze çekilmeyeceğini biliyor; çünkü teyemmüm esnasında elin ayasının bir kısmına toz bulaşmakta, bir kısmına da bulaşmamaktadır. Ardından şöyle buyurmuştur: 'Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor.' Güçlükten maksat sıkıntıya sokmaktır." [Füru-u Kâfi, c.3, s.30, h:4]

Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare ve Bukeyr'den nakleder ki: Bu iki zat, İmam Bâkır'dan (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) nasıl abdest aldığını sorarlar. Bunun üzerine İmam içi su dolu bir leğen -veya küçük bir kap- ister. Sağ elini suya daldırır ve ondan bir avuç alarak yüzüne döker, onunla yüzünü yıkar. Sonra sol elini suya sokar, avucunu doldurur, sağ kolunun üzerine döker, onunla kolunu dirsekten avuca doğru yıkar, avuçtan dirseğe doğru yıkamaz. Sonra sağ avucunu doldurur, dirsekten başlayarak sol kolunun üzerine boşaltır. Sağ koluna uyguladığını sol koluna da uygular. Sonra başını ve iki ayağını avucunun ıslaklığıyla mesheder. Bu esnada ellerini yeniden su ile ıslatmaz.

Ravi sonra şöyle diyor: İmam parmaklarını papucunun tasmasının altına sokmazdı. Sonra şöyle derdi: "Allah buyurur ki: 'Namaza durmak istediğiniz zaman, yüzlerinizi ve...ellerinizi yıkayın' Şu hâlde yüzde yıkanmamış bir yer bırakmamak gerekir. Ellerin de dirseklere kadar yıkanmasını emretmiştir. Dolayısıyla dirseklere kadar ellerin yıkanmamış bir yerinin bırakılmaması lazım gelir. Çünkü yüce Allah, 'yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın' buyurmuştur. Sonra, 'başınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin' buyurmuştur. Dolayısıyla bir insan başının bir kısmını ve ayağının kâabı ile parmakları arasında kalan kısmından bir yerini meshederse yükümlülüğünü yerine getirmiş olur."

Ravilerden biri der ki: Bunun üzerine ikimiz (Zürare ve Bukeyr) sorduk: "İki kâab nerededir?" Buyurdu ki: "Burası, bacak kemiğinin bitiş noktasındaki eklem bölgesinin aşağısında yer alırlar." Dedik ki: "Bu gösterdiğin [eklemin üstündeki kemiği kastederek] nedir?"Buyurdu ki: "Bu bacak kemiğidir. Kâab onun aşağısında olur." Dedik ki: "Allah işlerini düzeltsin, yüzün ve kolların yıkanması için birer avuç su yeter mi?" Buyurdu ki: Evet, ama suyun dikkatle tüm organa dökülmesi şarttır. İki avuç [biri yüz için, biri de bilek için] su bu hususta yeterli olabilir." [Füru-u Kâfi, c.3, s.25-26, h:4]

Ben derim ki: Bu rivayet meşhurdur. Ayyâşî, Bukeyr ve Zürare kanalıyla İmam Bâkır'dan (a.s), aynı şekilde Abdullah b. Süleyman kanalıyla da İmam Bâkır'dan (a.s) aynısını rivayet etmiştir. [2] Bu ve bundan önceki rivayetin anlamını yansıtan başka rivayetler de vardır.

Tefsir-ul Burhan'da, Ayyâşî Zürare b. A'yen'den ve Ebu Hanife Ebu Bekir b. Hazm'dan şöyle rivayet eder: Adamın biri abdest aldı ve Mest üzerine meshetti. Sonra mescide girerek namaz kıldı. Bu sırada Hz. Ali (a.s) mescide girdi ve adamın boynuna ayağını bastırarak, "Yazıklar olsun sana, abdestsiz mi namaz kılıyorsun?" buyurdu. Adam, "Böyle yapmamı Ömer b. Hattab emretti" dedi. Bunun üzerine Hz. Ali adamın elinden tutarak Ömer'in yanına götürdü ve "Bak, bu adam senin adına neler söylüyor?" dedi ve sesini de yükseltti. Ömer: "Evet, ben emrettim, çünkü Resulullah (s.a.a) mest üzerine meshetti" dedi. Ali, "Mâide suresinden önce mi, sonra mı?" diye sordu. Ömer, "Bilmiyorum" dedi. Ali, "Peki, bilmediğin bir şey hakkında nasıl fetva veriyorsun? Mest üzerine meshetmeyi, Mâide suresi geçersiz kılmıştır."

Ben derim ki: Rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ömer zamanında mest üzerine meshetme hususunda görüş ayrılıkları yaygınlaşmıştı ve yine rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ali (a.s) bu uygulamanın Mâide suresinin ilgili ayetiyle neshedildiği görüşündeydi. Bu nedenle bazıları Berâ Bilal ve Cerir b. Abdullah gibi bazı zatlardan, onların Resulullah'ın (s.a.a) Mâide suresinin inişinden sonra da mest üzerine meshettiği yönünde görüş belirttiklerini rivayet etmiştir. [3] Fakat bu tür rivayetler problemlidir. Çünkü bu görüşte olan, iddia edilen neshin ayete dayanmadığını sanmıştır. Oysa onların sandığı gibi değil; çünkü ayet, kâaba kadar ayakların meshedilmesini öngörüyor. Mest ise ayağın bir parçası değildir. Aşağıdaki rivayetin anlamı da budur.

Tefsir-ul Ayyâşîkendi tefsirinde Muhammed b. Ahmed el-Horasanî'den aradaki ravilere yer vermeksizin şöyle rivayet eder: "Emir-ül Müminin'in (a.s) yanına bir adam geldi ve ona mest üzerine meshetmenin hükmünü sordu. Hz. Ali (a.s) bir süre başını eğerek yere baktı, sonra başını kaldırarak dedi ki: Yüce Allah kullarına temizliği emretti. Bunu organlar arasında bölüştürdü; bundan yüze bir, başa bir, ayaklara bir ve ellere bir pay ayırdı. Eğer senin mestlerin, bu saydığın organlardan birinin bir parçası ise onlara meshedebilirsin." [c.1, s.301, h:59]

Aynı eserde şöyle rivayet edilir: Hasan b. Zeyd İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle aktardı: Hz. Ali (a.s) Ömer zamanında, mest üzerine meshetme hususunda başkalarıyla ihtilafa düştü. Karşıt görüşü savunanlar: "Biz Resulullah'ın (s.a.a) mest üzerine meshettiğini gördük." diyorlardı. Ali (a.s) ise onlara soruyordu: "Mâide suresinin inişinden önce mi, sonra mı?" Onlar, "Bilmiyoruz" karşılığını verince, Ali (a.s) "Ama ben biliyorum ki, Mâide suresi inince Resulullah (s.a.a) mest üzerine meshetmeyi terk etti. Eşeğin sırtına meshetmek bana göre meste meshetmekten daha sevimlidir." dedi. Daha sonra İmam şu ayeti okudu: "Ey inananlar... dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin." [c.1, s.301-302, h:62]

Allame Muıhammed Hüseyin TABATABAİ

________________________________________

[1]- [el-Menar Tefsiri, c.6, s.229]

[2]- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.298-299, h:51 ve s.300, h:56]

[3]- el-Menar tefsiri, c.6, s.237.

 

 

İmam Hamanei, Suriye'ye herhangi bir dış müdaheleye karşı olduğunu vurgulayarak, Suriye sorununun aşılabilmesi için tek yolun, sorumsuz gruplara silah gönderilmesinin önlenmesi olduğunun altını çizdi.

İmam Hamenei Lübnan Cumhurbaşkanı'yla yaptığı görüşmede bu ülkenin bölgede taşıdığı önem ve hassasiyete değinerek, Lübnanlı liderler ve şahsiyetlerin sahip oldukları tecrübeyle çeşitli ihtilaflar karşısında dikildiklerini ve direnişi destekleyerek bir çok problemi aştıklarını söyledi.

İmam Hamenei bazı yabancıların kimi bölgesel sorunları Lübnan'a sirayet ettirmeye çalıştıklarını, ancak Lübnan'daki gruplar arasındaki işbirliği ve büyük değer taşıyan direnişe dayanılması sayesinde bu entrikaların suya düşeceğini belirtti.

İmam Hamanei, ayrıca Suriye'ye herhangi bir dış müdahaleye karşı olduğunu vurgulayarak, Suriye sorununun aşılabilmesi için tek yolun, sorumsuz gruplara silah gönderilmesinin önlenmesi olduğunun altını çizdi.

Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman ise İran ve Lübnan arasındaki ilişkilerin genişletilmesi gerektiğini kaydetti ve şöyle konuştu:

'Tahran Konferansı ve İslami İran'ın Bağlantısızlar Hareketi'nin başına getirilişi, çeşitli alanlarda ve özellikle de Filistin konusunda olumlu pratik sonuçlara ulaşılmasını sağlayacaktır.'

Mişel Süleyman ayrıca Suriye sorununa da değinerek, Lübnan'ın bu alanda dış müdaheleye karşı olduğunu ve buhranın müzakereler vasıtasıyla çözümlenmesi gerektiğini kaydetti.

 

Pazar, 02 Eylül 2012 07:16

Akp’nin İran’la Gizli Savaşı

 

Bismillah

Emperyalizmin bir sonucu olarak dünyada peydahlanan senaryoların hayata geçirilmesi için seçilen oyuncular farkındaysanız hep Müslümanlar oluyor veya emperyalist güçlerin dininden olmayan diğer halklar oyuncu olarak seçiliyorlar. Emperyalizmin ana vatanı olan batılı ülkeler kendi refahları için kendilerinden olmayan insanlara her türlü zulmü, zorluğu ve işkenceyi reva görmektedirler. Onlara göre New York’un yaşanabilir bir yer olması için diğer insanların ülkelerini cehenneme çevirmek huzur verici bir olaydır. Osmanlı devletinin gücünü yitirmeye başlayıp diğer toplumların güçlenmeye başladığı günden beri sürekli olarak zulüm altında olan İslam ülkeleri ve Afrika coğrafyasında bulunan ülkeler emperyalistler için tepside sunulan bir nimet gibi görmektedirler ve bu ülkelerle beslenmektedirler.

Ortadoğu da etkin bir sömürü düzeni kuran batılı güçler buradaki hâkimiyeti kaybetmemek için yapay bir ülke tohumu atarak onu besleyip büyütmüşlerdir. Bu büyüttükleri fitne tohumu İsrail batılı güçlerin orta doğudaki can damarı konumundadır. Siyonist İsrail bulunduğu Müslüman coğrafyasına getirildiği günden beri katliamlarına hız kesmeden devam etmektedir. Özellikle gaspettiği Filistin topraklarında Filistin halkına adeta bir soykırım gerçekleştirmektedir fakat; İran,Hizbullah ve Suriye dışında hiçbir İslam ülkesi bu soykırıma müdahale etmemektedir. Bu soykırım neticesinde İsrail’in yaptığı katliamlara karşı çıkan ülkeleri ortadan kaldırmak isteyen güçler planlarını gerçekleştirmek için çeşitli senaryolar uydurarak amaçlarına ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu kurgulanan oyunlar içerisinde yönetmenlerin batılı güçler olduğunu herkes bilmektedir ama yardımcı yönetmenlerin kim olduğuna kısaca değinmek gerekmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti başbakanı sayın Recep Tayip Erdoğan yönetime geldiği ilk günden beri Alevi ve Şiiler üzerine çeşitli açılımlar yapmaktadır. Akp hükümeti her fırsatta yeni ve etkileyici fikirlerle Alevi ve Caferi toplumunu kendi yanına çekmeye çalışarak onlarla aynı safta olduğu izlenimini oluşturmaya çalışmaktadır. Çalıştay adı altında kanaat önderlerini kendi safına almak için çeşitli adımlar atmış ve bu adımlarında azda olsa meyvesini almış durumdadır. Geçtiğimiz yıllarda sayın Erdoğan bazı ataklar yaparak Şii toplumu için önem arz eden kutsal mekanları ziyaret etmiş ve Şii Toplumu için önemli bir İslam önderi olan Ayetullah Sistani’yi makamında ziyaret etmiştir. Daha sonrasında İran’ da görüşmelere devam eden başbakan Rehber Ayetullah Hamaney’le Görüşmeler gerçekleştirerek Şii nüfusun dikkatini üzerine çekmeye çalışmıştır. Türkiye’de düzenlenen Aşura Merasimlerinin yapıldığı Halkalıda programa katılmış onbinlere hitaben yaptı konuşmayla Şiilerin sempatisini üzerine çekmeyi başarmıştır. Geçmişe baktığımızda bunlar bizi sevindirmişti ama daha sonra yaptıkları Sayın Erdoğanın bunları samimi olarak yapmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Şiiler için önemli bir ülke olan İran 1979 da İmam Humeyni (ra) önderliğinde gerçekleştirilen İran İslam İnklabıyla tüm dünyada İslamın yeniden diriliş sembolü haline gelmiştir. İslam devrimiyle beraber emperyalist ve siyonist güçlere büyük bir ders veren İmam Humeyni önderliğindeki İran halkı dünya kamu oyunda büyük bir başarı elde etmiş ve herkes tarafından hem Şii hemde Sünni gruplar tarafından büyük bir sevgiye dönüşmüştür. 1979 yılından beri emperyalizme meydan okuyan İran İslam Cumhuriyeti , Ahmedinejat’ın başkanlığında emperyalizim ve siyonizimle mücadelesiyle tüm dünyada büyük bir sempati toplamıştır. Batılı güçler bu sevgi selinin önüne geçmek için ve bu büyük tehlikeyi zayıflatmak için Ahmedinejat’ın karşısında yeni bir Ahmedinejat oluşturmaya çalışmışlardır. Bu projelerini gerçekleştirmek için seçmiş oldukları Sayın Erdoğan görevini çok iyi yapmış ve Türkiye’de Caferi alim ve aydınların beğenisini alarak kendisi hakkında övgü dolu sözler söylemesine ve övgü yazılarının yazılmasına sebep olmuştur. Birçok yazarımız Erdoğan’ın bu tutumu karşısında samimiyetine inanmış ve her ortamda Erdoğan’a övgülerde bulunarak toplum içerisinde de sempati duyulmasına sebep olmuşlardır. Bu emperyalist planın o an farkına varamayan insanlar şu an büyük bir pişmanlık içerisine girmişlerdir. Bu emperyalist plan karşısında İran’ın Ortadoğu bölgesindeki etkisini azaltmaya çalışan dış güçler Erdoğan’ın da başarılı oyunculuğu sayesinde büyük bir yol katletmişlerdir. Ahmedinejat sevgisini ikiye bölmek için planlanan bu muaviye tarzı planla sayın R.T.Erdoğan tüm Ortadoğu bölgesinde büyük bir sempatiye ulaşmıştır. Maalesef bu plan yapmacık olduğundan dolayı fazla uzun sürmemiştir.

Komşularla sıfır problem düşüncesiyle yola çıktıpları bu yolda kardeşim dediği, elini sıktığı ve yanına aldığı tüm ülkeleri bir anda karşısına alarak bu ülkelere emperyalist güçlerin müdahale etmesine izin vermiş, ayrıca Suriye devletine bizzat müdahale ederek emperyalizmin bir parçası olduğunun sinyallerini vermekten çekinmemiştir. Suriye’yi kendisine tehdit olarak gören İsrail ve Amerika bu ülkeyi zayıflatmak ve yönetimi değişmek için planladıkları senaryoyu devreye koymak için AKP Hükümetini , kendi deyimiyle Büyük Ortadoğu Projesi Eş Başkanı olan Sayın Erdoğan’ı başrol oyuncusu olarak seçmişlerdir. Amerika’nın Suriye’ye kendisinin müdahale etmemesinin sebebiyse ; daha önce müdahale ettiği diğer Ortadoğu ülkelerinde büyük kayıplar verdiği için ve bu ülkelerde başarısız olduğu için bizzat kendisinin müdahalesini gündeme getirmemiştir. Zaten BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) Başkanı Sayın Erdoğan’ı bugünler için desteklemişlerdi. Türkiye’de yaşayan Şii vatandaşların bu olaya sessiz kalması için ve İran’ın Türkiye’de yaşayan Şii halk arasındaki etkisini azaltmak adına yaptıkları açılımların tüm sebebi Ortadoğuda kurulacak büyük İsrail devletinin oluşumunu hızlandırmak içindir. Büyük Ortadoğu Projesi diye adlandırılan bu proje aslında Tevrat’ta geçen ve İsrail devletinin büyük bir ümitle çalıştığı BÜYÜK İSRAİL DEVLETİ projesidir. Arz-ı Mevud diye adlandırılan, vaat edilen topraklarda kurulacak İsrail Devletini oluşturmak adına İsrail’in önündeki bütün engellerin kaldırılmaya çalışıldığı bir projedir bu. Bu Projeye başkanlık eden de kendisinin de ifade ettiği üzere Recep Tayip Erdoğan’dır. Bu projede önlerinde engel teşkil eden asıl tehlike Suriye veya diğer ülkeler değil İRAN’ dır.

İran 30 yıla aşkındır Emperyalizm’e ve Siyonizm’e savaş açmış bir ülke konumundadır. Bu yüzden yıllardır yıpratmaya çalıştıkları İran davasından ve ilkelerinden ödün vermeden çizgisine devam ederek ilerlediği bu yolda sömürgeci güçleri iyice rahatsız etmeye başlamıştır. İran üzerine her noktadan her konumdan saldıran dış tehditler İran’ı Ortadoğuda yalnızlaştırmak adına İran’ın safında yer alan ülkeleri hedef almaya başlamıştır. Suriye bu ülkelerden biridir. Birçok bahaneyle saldırdıkları Suriye planladıkları gibi çabuk teslim olmamış haklılığını tüm dünyaya duyurmak için mücadelesini sürdürmektedir. Çeşitli senaryolar yazdıkları Suriye’yi iç karışıklığa sürükleyen AKP Hükümeti kendisinin kölesi olduğu ABD ‘nin istediklerini yerine getirmek için eline silah verdiği terörist grupları Suriyeye göndererek ve oradaki muhalifleri de destekleyerek masum insanları katletmeleri için emir vermiştir. İslam ülkelerini yanına almak adına İsrail’e one minute (van minut) diyen Erdoğan bu girişimle Davos Fatihi olmuş İsrail Düşmanı Ülkeleri yanına almayı bir nebzede olsa başarmıştı. Mavi Marmara olayıyla beraber 8 vatandaşımızı katleden İsrail’e sadece sözle karşılık veren ve yine sözle yani Bir ÖZÜR ile karşılık beklemektedir. İsrail’in yaptığı bu zulme seyirci kalan AKP yönetimi yapay bir düşmanlık güttüğü katil İsrail’e hiçbir dayatmada bulunmadığı gibi ekonomistlerin bildirdiği verilere göre ticaret hacmini de arttırmıştır. Sayın Erdoğan bu tutumuyla gerçekte neye hizmet ettiğini göstermektedir. Asıl hedefinin İslam olmadığı açıkça belli olan AKP hükümeti İslam ülkelerine karşı başlattığı bu savaşla asıl amacının orta doğuda kurulacak Büyük İsrail’e hizmet olduğunu ve emperyalist güçlerin bir oyuncusu olduğunu aleni bir şekilde ortaya koymuştur.

Medya gücünü baskı ve tehditlerle ve emperyalist güçlerin desteğiyle elinde bulunduran AKP Yönetimi Suriye’nin ardından Asıl HEDEF İRAN’A yönlerini şimdiden çevirmeye başlamıştır. Sözde İslami Yazar ve Medya Grupları İran’ı karalamaya başlamış durumda. Libya Yönetimi değiştikten sonra ABD’nin talimatıyla İrandan petrol alımını azaltıp Amerikanın kontrolünde olan Libya ile yeni petrol anlaşması yaparak iran ile ticareti zayıflatmaya çalışmıştır. Batılı güçlerin yıllardır irana uyguladığı ambargonun yetmediği gibi sözde İSLAMCI AKP yüzünü yavaş yavaş İSLAMİ İRAN’a dönmeye başlamıştır. İranı Suriye yönetimine destek vermekle suçlayan AKP, İran’ın emperyalizme ve Siyonizm’e savaş açan tüm ülkelerin yanında olduğunun frkında değil midir?

Amerika’nın beyaz sarayından çıkmayan AKP hükümetinden zaten İran’ı ve Suriye’yi haklı görmesi beklenemezdi. İran tutumuyla emperyalist ve Siyonist güçlerin hedefindeyken AKP hükümeti de yaptıklarıyla onların safında olduğunu aleni bir şekilde ortaya koymaktadır. Diyanet işleri başkanının yapmış olduğu açıklama “ Caferi vatandaşlarımızın çocuklarını eğitim için İRAN’a göndermeleri kabul edilemez” AKP zihniyetinin İran’la açık gizli bir savaş içerisinde olduğunun açık bir göstergesidir. Bu anlamda başlattıkları çalışmalarla Din Alimlerini Diyanetin Bünyesine almak için uğraşmaktadırlar. İran’la Ortadoğudaki Şiilerin daha doğrusu Müslümanların irtibatını ve ilişkilerini kopararak bir yalnızlaştırma politikası gütmektedirler.

Daha öncede bahsettiğimiz medya gücü sayesinde bu yalnızlaştırma ve insanların zihnindeki İran’ı karalama çalışmalarına hız kesmeden başlamış durumda. Hakkâri’deki PKK olaylarını İran’a mal etmek için uğraşan medya yalan haberlerle Türkiye’deki halkı İran’a karşı doldurmaya çalışmaktadır. Yakın zamanda Iğdır da İranlı Turistleri ve Depremden dolayı Iğdır’a gelen İran vatandaşlarını ve bunlarla ilgilenen Caferi vatandaşları İran’a ajanlık yaptıkları iddiasıyla soruşturma başlattıkları haberini yayarak gizli savaşlarını uygulamaya koymuşlardır.

ABD nin çizgisinde bulunan TC. Hükümeti Malatya’ya kurduğu füze kalkanıyla beraber yine Emperyalist ve Siyonist güçlerin orta doğudaki üssü olduğunu ortaya koymuştur. Bu kalkanı kurmasının birçok sebebi olsa bile asıl sebebi İran füzelerine karşı İsrail’i korumaktan başka bir şey değildir. Her fırsatta İran’a saldırıda bulunan Abd ve Müttefikleri İran için planladıkları oyunlardan bir tanesi de Güney Azerbaycan diye bilinen Azeri kökenli vatandaşların yoğun olarak yaşadığı coğrafyada milliyetçilik duygularını körükleyerek ülkeyi iç savaşa sürüklemek. Güney Azerbaycan’da peydahladıkları GAMOH (Güney Azerbaycan Milli Oyanış Harekatı) diye bir örgüt oluşturmaya çalışmışlardır. Bu örgüt sayesinde İran’da yaşayan Türkleri yönetime başkaldırmaya yönlendirmeye çalışacaklardır. İsrail ve ABD ajanları burada planladıkları senaryoları gerçekleştirmek için uydurdukları görüşleri halka empoze etmek için yoğun bir çalışma başlatmıştır. Bu ajanlar orada yaşayan halkın arasına sızarak Siz Türksünüz Farslar size zulmediyor, Siz neden zulme sesiz kalıyorsunuz diye söylemlerle milliyetçilik duygularını tahrik ediyorlar. ABD ve müttefikleri İran’da İslam birliği olduğunu ve bu birliği bölmenin zor olduğunu bildiği için ırkçılığı hortlatmayı seçmiştir. Bu yolla İran’ı zayıflatmaya çalışacak olan dış güçler unutmamalıdır ki İran da Devrimi sadece Farslar veya Türkler değil tüm İran halkı gerçekleştirmiştir. Bu birlikteliği bölmek onlar için kolay olmayacaktır.

Bu bağlamda Biz akıl ve vicdan sahibi insanların üzerine düşense emperyalist ve Siyonist güçlerin planladıkları bu senaryolara oyuncu olmamak ve bu senaryoları bertaraf ederek kendi üzerlerine çevirmektir. Yaptıklarıyla emperyalist ve Siyonistlere bilerek veya bilmeyerek hizmet eden AKP hükümetini de buradan uyarıyoruz: Yolunuz doğru yol değildir. En kısa zamanda uşaklığını yaptığınız ABD’nin baskısından kurtularak hakka hizmet eden samimi kullar arasında yer almanızdır. Türkiye de yaşayan Şiiler olarak Sayın Erdoğan’a şunu söylemek isteriz; bizler Kerbela Çocuklarıyız, bizi Yezitler ölümle korkutamazlar. Önder edindiğimiz İmam Hüseyin bize şunu öğretmiştir:” Zilletle yaşamaktansa İzzetle ölüm daha şereflidir” biz ölene kadar emperyalistlerle ve Siyonistlerle savaşacağız, biz sadece Türkiyeli Şiiler değiliz biz Velayeti Fakihin arkasında olan vahdet sevdalısı Şiileriz. Hani Sayın Beşar Esada demiştiniz ya” Men Dakka Dukka” bizde size diyoruz MEN DAKKA DUKKA Sayın ERDOĞAN…

30/08/2012 - 23:23  MURAT MUTLU

Pazar, 02 Eylül 2012 07:07

ULUSLARARSI TOPLUM TAHRAN‘DAYDI

 Bismillah...

“Uluslararası toplum”, genellikle ABD ve birkaç yandaşı ülkeler yetkili makamlarınca sıkca kullanılan bir terimdir. Sultalarını sürdürmek için kafaya koydukları planlarını uygulamak veya ülkelere yapacakları müdahaleye kılıf uydurmak istediklerinde “uluslararası toplum” adına hareket ettiklerini iddia ederler. Ancak kastettikleri ABD ve Avrupa’lı birkaç emperyalist müttefikdir. Ülke ve nüfus sayısı temsilinde küçük bir bölümü oluşturmalarına rağmen kendilerini dünyanın efendisi olarak gördükleri için uluslararsı toplum, yani dünya adına konuştuklarını iddia ederler. İkinci Dünya Savaşının galipleri bu ülkeler BM teşkilatı, aynı teşkilata bağlı Güvenlik Konseyi, UAEK gibi önemli uluslararası kuruluşlar ve medya üzerinde kontrolleri sayesinde müstekbirliklerini sürdürmektedirler. Dünyanın çoğunluğunu oluşturan ülke ve milletler ise sulta sistemine karşı olmalarına rağmen bu sistemi yıkma ve değiştirme doğrultusunda şimdiye kadar başarılı olamamıştır.

2. Dünya savaşından bir kaç yıl sonra dünyayı iki kutuba bölen savaş galibi ABD ve Sovyet Rusya kendi liderliklerinde NATO ve Varşova paktlarını kurdular. Batı ve Doğu diye adlandırılan bu paktlara katılmak istemeyen ve bağımsızlığına yeni kavuşmuş veya bağımlı diktatörlüklerden yeni kurtulmuş ülkelerden Endonezya, Mısır, Hindistan, Gana ve eski Yugoslavya’dan oluşan beş ülke liderleri yeni bir uluslararası oluşuma öncülük ettiler. Non-Alligned Movement, Bağlantısızlar Hareketi olarak adlandırılan bu yeni oluşuma zamanla onlarca ülke katıldı. Bugün 120 ülkenin resmen ve 17 ülkenin ise gözlemci üyesi olduğu Bağlantısızlar Hareketi, BMT’dan sonra en büyük uluslararası kuruluştur.

İslam inkılabının zaferinden sonra Batı blokunun sultasından kurtulan İran da bu harekete üye oldu ve son bir haftadır bu teşkilatın 16. Zirve toplantısına ev sahipliği yaptı. Her biri iki gün süren uzmanlar ve dışişleri bakanları toplantısından sonra geçen Perşembe ve Cuma günleri Tahran’da zirve toplantısını yapan Bağlantısızlar Hareketi, BM’e üye ülkelerin üçte ikisini ve dünya nüfusunun %60’ını temsil etmektedir. Beş kıtaya yayılmış, çeşitli din, ırk ve dillerden oluşan bu hareket işte bu açıdan bakıldığında gerçek bir uluslararası toplum olarak adlandırılabilir. Dünya’nın yönetiminde şimdiye kadar herhangi bir etkinlik gösteremeyen bu hareketin bu misyonu mevcut şartlarda ve bundan sonra yerine getirip getiremiyeceği bir yana temsil açısından uluslararası toplumun çoğunluğunu oluşturduğu inkar edilemez bir gerçektir. Batı müstekbirliğinin uluslararası toplum olarak sadece kendisini gördüğü ve uluslararası kararlarda dünyanın ekseriyetinin görmezden gelindiği dünyanın böyle kalacağını kimse garanti edemiyeceğine göre Bağlantısızlar Hareketinin bu haliyle muhafaza edilmesi bile beşeriyetin geleceği açısından önemlidir.

ABD ve uluslararası siyonizmin düzenlenmesini ve önemliülke liderlerinin katılımını engellemek için aylar öncesinden başlatmış oldukları psikolojik savaş, baskı, tehdit ve medya racılığıyla sürdürdüğü propagandaya rağmen katılım oranı ve katılım düzeyi bakımından Tahran zirvesi bu hareket tarihinde rekor seviyeye ulaştı. İlk defa olarak 50’ye yakın ülke cumhurbaşkanlığı, cumhurbaşkanı yardımcısı, krallık ve başbakanlık seviyesinde, buna ilaveten üye ülkelerin çoğu dışişleri bakanlığı ve özel temsilci seviyesinde katıldılar.

Üye ülkelerden bir kısmı ise bu zirve toplantısını fırsat bilerek İran’la ikili ilişkilerini geliştirmek ve üst düzey ekonomik ve siyasal ilişkiler kurmak veya geliştirmek için onlarca kişilik heyetlerle bir nevi İran’a çıkartma yaptılar. Buna en belirgin örnek ise 250 kişilik heyet başkanlığında Tahran’a gelen Hindistan Başbakani Manmohan Singh’dir.

BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, BM Genel Kurulu Dönem Başkanı, İİÖ Genel Sekreteri, Arap Ligi sekreteri ve başta Dünya İnsan Hakları komisyonu olmak üzere onlarca STK temsilcisinin katıldığı Bağlantısızlar Hareketi 16. Zirvesi birçok açıdan oldukça önemlidir:

1- İran gibi müstekbir güçlerin en katı yaptırımları ve medya boykotuyla karşı karşıya bulunan bir ülke açısından bu düzey ve hacimde bir toplantının yapılması oldukça büyük bir başarıdır. Uluslararası Siyonist medya ile birlikte hareket eden Türkiye kartel ve yandaş medyanın sansürlemesine ve bazı eski İslamcı yeni muhafazakar iktidarcı yazarların karalamasına rağmen Tahran zirvesi dünyanın ve bölgenin geleceğine dair yapılan görüşmeler ve ileri sürülen görüşler açısından oldukça etkili olacağa benziyor.

2- Bağlantısızlar Hareketinin başkanlığını üstlenen İran’ın, dünyanın yönetimindeki bozuk, eskimiş ve diktatoryal mekanizma konusunda toplantı boyunca öne sürdüğü görüşlerle katılımcıları etkilediği ve yönlendirdiği açıkca görülmekteydi. İmam Hamanei’nin açılış konuşmasında dile getirdiği konular başta Mısır’ın çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi olmak üzere sonraki konuşmacılar tarafından adete tekrar edildi. İran’ın üç yıl süreyle başkanlığını yapacağı Bağlantısızlar Hareketi’ni İslam İnkılabının söylemleri doğrultusunda yönlendireceği, uluslararası arenada etkin bir konuma taşıyacağı daha şimdiden hissedilmekte ve üye ülkeler tarafından da kabul edilmiş görünmektedir. İstedikleri halde uluslararası ilişkilerde iradelerini ortaya koyamayan veya müstekbir güçlerin hışmına uğramamak için dile getirmekten çekinen çoğu ülke İran’ın sahip olduğu irade ve cesaretle bunu yerine getirmesini umut etmektedir ve liderlerinin konuşmaları bunu göstermektedir.

3- Batı ülkelerinin ekonomik krizle boğuştuğu bir dönemde dünya enerji ve maden kaynaklarının yarısından fazlasına sahip üye ülkeler müstekbir ülkelerin ekonomik sultasına son vermek ve kalkınmak yönünde aralarındaki işbirliğini geliştirmek doğrultusunda Tahran zirvesiyle birlikte iyi bir fırsat yakalamış bulunuyorlar. Bu fırsatın değerlendirilmesi çok doğal olarak bu ülkelere hakim iktidarların cesaret ve bağımsız hareket etmelerine bağlıdır. En azından bu harekete bağlı önemli ülkeler arasında güçlü bir siyasal-ekonomik kutubun oluşturulması mümkündür.

4- Asya’dan Afrika’ya ve Güney Amerika’ya kadar bir çok ülke liderlerinin sıkça dile getirdikleri konuların başında dünya idaresinin belli güçlerin tekelinde olduğu ve bu zalimce sistemin değiştirilmesine dair milletlerin kararlı irade açıklaması gelmekteydi. Bu yönde başarılı olup olmayacakları veya bu iradenin ne zaman tahakkuk bulacağı bir yana böyle bir talebin dünyanın gözü önünde özgürce dile getirilmesi bile olumlu ve ümitlendirici bir aşamadır. Artık dünya halkları başını ABD’nin çektiği emperyal güçlerin kontrolündeki uluslararası kuruluşların yapı ve işleyiş mekanizmasının adaletten uzak olduğunu çekinmeden dile getirmekteler ve bu yönde somut teklifler, görüşler ileri sürmekteler.

5- Tahran zirvesinde gündem konusu edilen ve bütün ülkelerin görüş birliği içinde bulundukları bölgesel konuların başında Filistin meselesi gemekteydi. Filistin halkına yapılan zulüm ve cinayetler sarih bir şekilde mahkum edildi, Siyonist Rejimin varlığı ve gayri meşru eylemleri açıkca sorgulandı ve Filistin meselesinin köklü ve kalıcı çözümü için somut teklifler önerildi ve zirvenin nihai belgesinde oy birliği ile kabul edilerek kayda geçirildi. Filistin halkının Tahran zirvesinde temsili konusunda bazı muhafazakar/iktidarcı medya ve kalemlerin kafa karıştırıcı iddialrının aksine Mahmud Abbas ve Hamas arasında tercih yapmak gibi bir konu mevzubahis bile olmadı. Çünkü her ne kadar Filistin halkının çoğunluğunu temsil etmese de Mahmud Abbas uluslararası kuruluşlarca Filistin halkının resmi temsilcisi olarak kabul görmektedir ve Bağlantısızlar Hareketi de bundan istisna değildir. Hamas temsilcisi davet edilmiş olsa bile resmi temsilci olarak değil de onur konuğu olarak davet edilebilirdi sadece. İİÖ toplantılarında bile Filistin halkını maalesef Mahmud Abbas’ın başında bulunduğu özerk yönetim temsil etmektedir. Bu arada hatırlatmak gerekir ki İran’lı yetkililer Filistin meselesini tanımlama ve çözümü hususunu hiç bir zaman Filistinli gruplara endeksli olarak görmemiş, genel olarak Filistin halkının haklarını savunmayı ön plana almıştır. Dün Fetih, bugün Hamas ve yarın başka parti ve akımlar Filistin halkını temsil edebilir ve bu Filistin’in iç meselesidir.

6- Tahran zirvesinde üzerinde durulan ve farklı görüşler ileri sürülen önemli konulardan biri de Suriye meselesiydi. Farklı görüş ve çözüm tekliflerinin dile getirildiği Cuma günkü oturumlarda Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin teklifinin kabul gördüğü bildirildi.

Irak Başbakanı Nuri el Maliki, Bağlantısızlar Hareketi iderler zirvesinde yaptığı konuşmasında, Suriye'ye yönelik her türlü müdahaleye karşı olduklarını belirterek, bu müdahaleler, sadece Suriye'de iç savaşa neden olmakla kalmaz aynı zamanda, bölge ülkelerine de sıçrar diye konuştu.

Maliki, Beşar Esad’ın da içinde bulunduğu bir geçiş hükümeti kurulmasını, geçiş hükümetinde toplumun her kesimini kapsayacak millet vekillerinin seçilmesini ve muhaliflerle anlaşmak için başlatılacak görüşmeler için iki tarafında kabul ettiği bir kişinin seçilmesi önerisinde bulunmuştu. Bu öneriye göre her ki taraf da ateşkese uymalı ve Arap Birliği hakemliğinde anlaşmaya oturmalılar. Daha sonra Arap ve uluslararası kuruluşlar hakemliğinde seçime gidilmelidir.

7- Liderlerinin konuşmaları ve beklentileri dikkate alındığında İran başkanlığındaki Bağlantısızlar Hareketi’nin geçmiştekinin aksine önümüzdeki üç yıl içerisinde uluslararası ve bölgesel siyasal, ekonomik, kültürel, insan hakları, sağlık, çevre sağlığı vb konularda önemli girişimlerde bulunacağı daha şimdiden söylenebilir. Bu Bağlantısızlar Hareketi üyesi 120 ülke halkları için olduğu gibi bütün bir dünya ve beşeriyet için de önemli bir aşamadır denilebilir.

31/08/2012 - 22:50 Y. ZİYA T.YILMAZ

 İran'ın ev sahipliğindeki 16. Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi, sonuç bildirisinin kabulüyle çalışmalarını tamamladı. Sonuç bildirisinin ayrıntılarını İslami İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad açıkladı.

MHA - Başkent Tahran'da 120'den fazla ülkenin katılımıyla yapılan 16. Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi, Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın, sonuç bildirisi üzerinde ittifak sağlandığını açıklamasıyla sona erdi.

Ahmedinejad kapanış töreninde yaptığı açıklamada, Bağlantısızlar Hareketi bünyesinde geçici bir sekretarya kurulması ve kurumsallaşmaya yönelik somut adımlar atılması gerektiğini söyledi.

Zirveye katılım düzeyi ve sayının benzersiz olduğunu kaydeden Ahmedinejad, katılımcı ülke devlet ya da hükümet başkanları ile temsilcilerinin konuşmalarında Bağlantısızlar Hareketi'nin ilke ve hedeflerine bağlılıklarını vurguladıklarını ifade etti.

Ahmedinejad, Bağlantısızlar Hareketi'nin, dünya yönetimindeki sistemin daha çoğulcu ve katılımcı bir yapıya kavuşturulması gerektiği yönünde ortak görüş belirttiğini söyledi.

Uluslararası sorunların diyalog, müzakere ve barışçıl yollarla çözümü konusunda mutabık kalındığını anlatan Ahmedinejad, bireyin saygınlığı, insan hakları, insani ve ilahi değerlere saygının tartışılamayacağının altının çizildiğini kaydetti.

Bağlantısızlar Hareketi'nin, tek kutupluluğa, yayılmacılığa ve çıkarcılığa karşı konulmasını tasvip ettiğini belirten Ahmedinejad, ortak düşmanlara gerçekte tüm insanlığın düşmanlarına karşı da dikkatli olunmasının gerekliliğinin bir kez daha teyit edildiğini bildirdi.

Ahmedinejad, Bağlantısızlar Hareketi üyeleri arasındaki derin bağların uluslararası siyasi gelişmelerde etkili rol oynama imkanı vereceğini söyledi.

Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi'nin düzenlenmesinde emeği geçen yerli ve yabancı herkese teşekkür eden Ahmedinejad, üye ve gözlemci ülkeler ile uluslararası kuruluşların temsilcilerine de katılımlarından dolayı teşekkür borçlu olduklarını kaydetti.

Bağlantısızlar Hareketi, sonuç bildirisinde BM'nin yapısında reforma gidilmesi, Filistin sorunu ve Filistin topraklarındaki İsrail işgali, nükleer silahların imhası, terörizmle mücadele, insan haklarına saygı, barışçıl nükleer enerjiden istifade hakkı gibi konular öncelikli olarak yer aldı.

İran'ın, zirvede Mısır'dan devraldığı dönem başkanlığını, üç yılın sonunda Venezüella'ya devretmesi de varılan kararlardan biri olarak açıklandı.

Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi'nde, 26-27 Ağustos'ta uzmanlar, 28-29 Ağustos'ta dışişleri bakanları düzeyinde çalışmalarda bulunulmuş ve sonuç bildirisi taslağı hazırlanmıştı.

İmam Hamanei'nin açılış konuşmasıyla başlayan Liderler Zirvesi'nde BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, katılımcı ülke temsilcilerine hitap etmişti.

Aralarında Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas'ın da bulunduğu 40 kadar ülke devlet ya da hükümet başkanları düzeyinde, diğer ülkeler de dışişleri bakanı veya özel elçi düzeyinde zirvede temsil edildi.

Türkiye'nin özel konuk olarak davet edildiği zirveye katılan Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, İranlı yetkililerin yanı sıra diğer bazı ülke temsilcileriyle görüşmelerde bulundu.

Zirveyi 110 ülkeden basın kuruluşu temsilcileri izlerken, güvenliğin sağlanmasında 100 binden fazla polisin görev aldığı belirtildi.

 

 Tahran’da düzenlenen Birleşmiş Milletler üyesi 120 ülke temsilcisinin katıldığı 16. Bağlantısızlar Zirvesi, İslam Devrimi Rehberi İmam Hamanei’nin yaptığı konuşmayla açıldı.

Ayetullah Hamanei’nin Zirve’de yaptığı konuşmanın tam metnini aşağıda okuyabilirsiniz.

 

Rahman Rahim Allah’ın adıyla

Hamd âlemlerin Rabbine özgüdür. Salât ve selam Hz. Peygamber’in, pak Ehlibeyti’nin, seçkin sahabenin, bütün nebilerin ve resullerin üzerine olsun!

Değerli misafirler, Bağlantısızlar Hareketi üyesi ülkelerin kıymetli liderleri ve temsilcileri ve diğer katılımcılar, hepinize hoş geldiniz diyorum.

Biz burada, Allah’ın hidayeti ve yardımıyla bundan altmış yıl önce sorumluluk sahibi ve müşfik birkaç siyasî lider tarafından kurulan hareketi bugünkü dünyanın şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun cevaplar arayarak devam ettirmek, hatta bu harekete can vermek için bir araya toplandık.

Yakın ve uzak bölgelerden buraya gelen misafirlerimiz farklı ırklara, çeşitli inançlara, kültürlere, tarihsel birikime ve mirasa sahipler. Ancak bu hareketin kurucularından olan Ahmed Sukarno’nun 1955’teki Bandung Konferansı’nda dediği gibi Bağlantısızların kuruluş amacı coğrafî, ırkî ve dinî birlik sağlamak değildir; bizi bir araya getiren ortak ihtiyaçlardır. O gün Bağımsızlar Hareketi üyesi ülkeler kendilerini diktatör, müstekbir ve doymak bilmez güç odaklarının egemenliğinden kurtarmaya muhtaçtılar; sultacılık araçlarının geliştiği ve yayıldığı bugün de aynı ihtiyaçla karşı karşıyayız.

Ben bir başka hakikatten söz etmek istiyorum:

İslam bizlere ırk, dil ve kültür farklılıklarına rağmen insanların onları adalete, iyiliğe, dert ortaklığına ve işbirliğine çağıran aynı fıtrata sahip olduğunu öğretmiştir. İşte bu ortak tabiat, saptırıcı dürtüler güzergâhından esenlik içerisinde geçebilirse, insanlar tevhide ve Yüce Allah’ın aşkın zatının bilgisine, marifetullaha yöneltilirler.

Bu nurlu hakikat özgür, onurlu, ileri ve adil toplumların kurulmasına temel olabilecek bir kapasiteye sahiptir; maneviyat ışıklarını insanın maddi ve dünyevî bütün faaliyetlerine nüfuz ettirerek -semavî dinlerin vaat ettiği uhrevî cennetten önce- insanlara yeryüzü cennetini hazırlayabilir. Ayrıca görünüş açısından, tarihsel geçmiş açısından ve coğrafî konum bakımından farklılık gösteren, birbirine hiç benzemeyen milletler arasında kardeşçe işbirliklerinin kurulmasını sağlayacak olan da işte bu ortak hakikattir.

Uluslararası işbirlikleri bu temel üzerine bina edilirse, devletler birbirleriyle ilişkilerini korku ve tehdit veya üstünlük ve tek taraflı menfaat veyahut hain ve fırsatçı insanların aracılığı üzerine değil de sağlıklı ve müşterek menfaatler üzerine, hatta ondan daha üstün bir temel olan insanlık menfaatleri üzerine bina eder, kendi vicdanlarını ve halkların zihnini karmaşadan kurtarıp huzura ulaştırırlar.

Bu ideal düzen, son yüzyıllarda sultacı Batılı güç odaklarının, günümüzde ise zorba ve saldırgan ABD’nin tebliğcisi, iddiacısı ve öncüsü olduğu hegemonya düzeninin karşısında yer alır.

Değerli misafirler!

Bugün Bağlantısızlar Hareketi’nin idealleri altmış yıl sonra hâlâ zindedir. Bunlar, sömürü karşıtlığı, siyasal, ekonomik ve kültürel bağımsızlık, güç odaklarına bağlanmamak, üye ülkeler arasında birlik beraberliğin ve işbirliğinin artırılması gibi ideallerdir. Günümüz dünyasının gerçekleriyle bu idealler arasında mesafe vardır; ancak gerçeklerden geçip ideallere ulaşmak için gösterilecek toplu irade ve çok yönlü çalışmalar her ne kadar zor olsa da umut verici ve verimli olacaktır.

Bizler yakın geçmişte soğuk savaş dönemi siyasetlerinin ve daha sonra merkezciliğin yenilgiye uğradığına tanık olduk. Dünya bu tarihsel tecrübeden ibret dersi almıştır ve yeni bir uluslararası düzene doğru yol almaktadır. Bu bağlamda Bağlantısızlar Hareketi yeni bir rol ifa edebilir ve etmelidir. Bu yeni düzen, çoklu katılım ve ulusların hak eşitliği temeli üzerine kurulmalıdır; Harekete üye ülkelerin, bizlerin birlik beraberliği, bu yeni düzenin şekillenmesi bağlamında, içinde bulunduğumuz çağın kaçınılmaz gerekliklerindendir.

Ne mutlu ki dünya çapında meydana gelen gelişmeler çok boyutlu bir düzeninin müjdecisidir. Bu yeni düzende geleneksel güç odakları yerini farklı ülkelerden, çeşitli kültürlerden, muhtelif medeniyetlerden oluşan, farklı ekonomik, sosyal ve siyasal orijinlere sahip bir topluluğa bırakmaktadır. Son otuz yılda tanık olduğumuz ilginç gelişmeler, yeni güç odaklarının yükselişinin eski güç odaklarının zayıflamasıyla eşzamanlı olduğunu açıkça göstermektedir. Gücün bu tedrici yer değişimi Bağlantısızlar Hareketi üyesi ülkelere uluslararası sahada etkin bir rol üstlenme fırsatı vermekte ve dünya çapında adil ve gerçekten çok katılımlı bir yönetimin kurulmasına zemin hazırlamaktadır. Harekete üye olan bizler uzun bir dönemde, farklı bakış açılarına ve eğilimlere rağmen, ortak idealler çerçevesinde ilişkilerimizi korumayı başarabildik. Bu basit ve küçük bir kazanım değildir. Bu bağ, adil ve insanî bir düzene geçişin temel taşı olabilir.

Dünyanın mevcut durumu Bağlantısızlar Hareketi için belki de tekrar ele geçirilemeyecek bir fırsattır. Biz şunu söylüyoruz: Dünyanın komuta odası birkaç Batılı diktatör ülkenin idaresinde olmamalıdır. Uluslararası yönetim sahasında küresel demokratik katılım sağlanmalıdır. Doğrudan veya dolaylı olarak birkaç zorba ülkenin elinden zarar gören ve görmekte olan ülkelerin ihtiyacı işte budur.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi mantık dışı, adaletsiz ve antidemokratik bir yapıya sahiptir. Bu, apaçık bir diktatörlüktür; köhne, yürürlükten kalkmış, kullanım tarihi geçmiş bir sistemdir. Bu yanlış sistemin suiistimali sayesinde ABD ve müttefikleri süslü sloganlar arkasında dünyada zorbalık yapmaktadırlar. Onlar “insan hakları” derken Batı’nın çıkarlarını kastediyorlar. “Demokrasi” diyorlar, ülkelere askerî müdahaleyi gündeme taşıyorlar. “Terörizmle mücadele” diyorlar, köylerdeki ve şehirlerdeki savunmasız halkı bomba ve silahlarına hedef yapıyorlar. Onların gözünde insanlık birinci, ikinci ve üçüncü sınıf vatandaşlıklara ayrılıyor. İnsan hayatı Asya, Afrika ve Latin Amerika’da ucuz, ABD ve Avrupa’da pahalı hesaplanıyor. ABD ve Avrupa’nın güvenliği önemli, geri kalan insanların güvenliği önemsiz telakki ediliyor. İşkence ve terör, Amerikalılar, Siyonistler ve onların kuklaları tarafından yapılırsa caiz sayılarak görmezden geliniyor. Farklı kıtalardaki gizli hapishanelerinde avukattan ve mahkemeden yoksun savunmasız tutuklulara reva görülen çirkin ve iğrenç uygulamalar onların vicdanlarını sızlatmıyor. İyi ve kötü, isteğe bağlı olarak, tek taraflı tanımlanıyor. Kendi çıkarlarını “uluslararası kanunlar” adı altında, yasadışı ve zorbaca sözlerini “uluslararası toplum” adı altında halklara kabul ettiriyor ve örgütlü tekelci medya ağı sayesinde yalanları doğru, batılı hak, zulümlerini adalet gibi gösteriyorlar. Buna mukabil onların aldatmacısını ifşa eden her hak söze yalan, her haklı talebe isyan diyorlar.

Dostlar! Bu zararlı ve hatalı durum devam edemez. Bu hatalı uluslararası geometriden hepimiz bıktık. Amerika halkının yüzde 99’u ülkelerindeki servet ve güç odaklarına karşı isyan etmiştir. Batı Avrupa ülkelerinde ekonomi politikalarına yönelik halk muhalefeti de sabır bardağının taştığını, halkların bu duruma tahammül edemediğini göstermektedir. Bu akıl dışı gidişat düzeltilmeli, tedavi edilmelidir.

Muhterem hazirun!

Uluslararası barış ve güvenlik, günümüz dünyasının kronik sorunlarındandır. Kitle imha silahlarının imhası ivedilikle üzerinde durulması gereken bir zarurettir; herkesin talebi de bu yöndedir. Bugünkü dünyada güvenlik müşterek bir olgudur, ayrımcılık kabul etmez. Cephaneliklerinde insanlık karşıtı silahlar depolayanlar kendilerini küresel güvenliğin sancaktarı addetme hakkına sahip değillerdir. Bu, hiç şüphesiz, kendi güvenliklerini de sağlamayacaktır. Bugün, çok büyük bir üzüntüyle, en fazla nükleer silaha sahip olan ülkelerin askerî politikalarından bu ölüm getiren araçları kullanmaktan vazgeçme yönünde gerçekçi bir irade gösteremediklerini görüyoruz. Nükleer silahı tehdit uzaklaştırma aracı ve siyasal ve uluslararası konumlarını belirleyen önemli bir ölçüt olarak görmektedirler. Bu düşünce tarzı asla kabul edilemez.

Nükleer silah ne güvenliği sağlayabilir, ne de siyasî gücü tahkim edebilir; bilakis her ikisi için de tehdit unsurudur. 90’lı yılların da gösterdiği gibi bu silahlara sahip olmak, Sovyetler Birliği gibi bir rejimi ayakta tutamadı. Bugün de atom bombasına sahip ülkelerin, güvenliklerini tehdit eden tekinsiz dalgalara maruz kaldıklarını görüyoruz.

İran İslam Cumhuriyeti, nükleer, kimyasal vb. silahları kullanmayı bağışlanmaz büyük günah olarak görmektedir. Biz “nükleer silahsız bir Ortadoğu” şiarını gündeme getirdik ve buna bağlı kaldık. Bu, barışçıl nükleer enerji kullanma ve nükleer yakıt üretme hakkını görmezden gelmek anlamına gelmez. Barışçıl nükleer enerji, uluslararası kanunlar çerçevesinde, bütün ülkelerin hakkıdır. Herkes ülkesinin ve halkının çeşitli hayatî ihtiyaçlarını karşılamak için nükleer enerjiden faydalanabilir. Bu hakkını kullanırken başkalarına bağımlı olmamalıdır. Nükleer silaha sahip olan ve bu yasadışı işe karışan birkaç Batı ülkesi nükleer yakıt üretme gücünü tekelleştirmek istiyorlar. Nükleer yakıt üretimini ve satışını sözde uluslararası merkezlerde ama aslında sayılı birkaç Batı ülkesinin pençesinde sabitlemeye ve buna devamlılık kazandırmaya yönelik gizli bir çalışma yürütülmektedir.

Günümüzün ironisi şu: En fazla ve en öldürücü nükleer silahlara ve başka birtakım kitle imha silahlarına sahip olan ve onları kullanarak suç işleyen tek ülke olan ABD, nükleer silahların yaygınlaşmasını önlemek için muhalefet bayrağını açıyor! ABD ve onun Batılı ortakları Siyonist rejimi nükleer silahlarla donatmış ve hassas bölgemizde büyük bir tehdit oluşturmuşlardır. Ama aynı hilebaz topluluk, bağımsız ülkelerin barışçıl amaçlı nükleer enerji kullanmasını kaldıramıyor! Üstelik radyoaktif tedavide kullanılan ilaçları üretmek ve başka barışçıl amaçlı kullanımlar için nükleer yakıt üretmeye de olanca güçleriyle karşı çıkıyorlar. Sözde bahaneleri de nükleer silah üretilmesi korkusu! İran İslam Cumhuriyeti bağlamında yalan söylediklerini kendileri de biliyorlar; ama içinde maneviyatın kırıntısına bile rastlanılmayan siyasetçiliklerinde yalanı caiz görüyorlar. 21. yüzyılda utanmadan atomu bir tehdit unsuru olarak kullanan, yalan söylemekten çekinip utanır mı?!

Ben bir kez daha altını çizerek söylüyorum: İran İslam Cumhuriyeti nükleer silah peşinde değildir ve halkının barışçıl amaçlı nükleer enerji kullanma hakkından asla vazgeçmeyecektir. Bizim düsturumuz şudur: “Herkes için nükleer enerji, hiç kimse için nükleer silah.” Biz bu iki sözümüze de bağlı kalacağız. Nükleer silahların yayılmasını önleme anlaşması çerçevesinde nükleer enerji üretimini birkaç Batı ülkesinin tekelinden çıkarmanın bütün bağımsız ülkelerin, ezcümle Bağlantısızlar Hareketi’ne üye ülkelerin menfaatine olacağını biliyoruz.

ABD ve müttefiklerinin zorbalıkları ve baskıları karşısındaki 30 yıllık başarılı direniş İslam Cumhuriyeti’ni şu kesin inanca ulaştırmıştır: Birlik beraberlik içerisindeki azimli bir halk bütün düşmanlıklara ve inatlara galip gelebilir ve amacına ulaşma yönünde kendisine onurlu bir yol çizebilir. Son yirmi yılda ülkemizin kaydettiği çok yönlü ilerleme herkesin gözünün önünde olan bir gerçektir. Nitekim uluslararası gözlemciler defalarca bu hususu dile getirmişlerdir. Bütün bunları ekonomik ambargolara, baskılara, ABD’nin ve Siyonist rejimin güdümünde hareket eden medyanın saldırılarına rağmen başardık. Boş konuşmayı sevenlerin “felç edici” diye tabir ettikleri yaptırımlar bizi felce uğratmadı, uğratamaz da; aksine daha sağlam adımlar atmamızı, himmetli olmamızı, analizlerimizin doğruluğuna daha da inanmamızı ve ayrıca halkımızın potansiyel gücünün artmasını sağladı. Biz bütün bu zorlu süreçte Allah’ın yardımı defalarca ama defalarca müşahede ettik.

Değerli misafirler!

Burada çok önemli bir mesele üzerinde durmak istiyorum. Bu mesele her ne kadar bizim bölgemizle ilgili olsa da bölgenin sınırlarını aşmış, dünya siyasetini onlarca yıldır etkisi altına almıştır. Sözünü ettiğim mesele acılı Filistin meselesidir. Filistin macerası kısaca, bağımsız ve kendine ait tarihsel bir kimliğe sahip olan Filistin adındaki bir ülkenin, Batılı korkunç komplolar neticesinde, İngiltere öncülüğünde, 40’lı yıllarda halkından silah zoruyla veya kandırmaca ile gasp edilip genelde Avrupa ülkelerinden göç ettirilen bir topluluğa verilmesinden ibarettir. Başlangıçta savunmasız halkın şehirlerde ve köylerde topluca katledilmesi ve evlerinden ve yurtlarından çıkarılarak komşu ülkelere sürülmesiyle başlayan bu büyük gasp altmış yıl boyunca aynı cani yöntemlerle devam ettirilmiştir ve bugün de ettirilmektedir. Bu, insanlığın en büyük sorunlarındandır. Gasıp Siyonist rejimin siyasî ve askerî liderleri bu süre zarfında hiçbir cinayetten kaçınmadılar; katliama, yıkıma, tutuklamalara, erkek, kadın, hatta çocuk demeden işkenceye başvurarak bu halkın onurunu ayaklar altına aldılar ve bu şekilde Filistinlileri Siyonist rejimin haramla dolu midesinde sindirip yok etmeye çalıştılar. Filistin’deki yerleşim yerlerine ve komşu ülkelerde milyonlarca Filistinli mültecinin barındığı kamplara saldırdılar. Sabira, Şetila, Kana ve Deyr Yasin ve benzerleri bölgemizin tarihine mazlum Filistin halkının kanıyla işlenmiştir. Bugün, 65 yıl sonra hâlâ yırtıcı Siyonist kurtlar, işgal altındaki topraklarda kalanlara aynı şekilde davranmaktadırlar. Her gün yeni bir cinayet işliyor, bölgeyi yeni bir krizin eşiğine sürüklüyorlar. Hemen her gün gazetelerde vatanlarını ve onurlarını koruyan, evlerinin ve arazilerinin yıkılmasına itiraz eden mücadeleci gençlerin öldürüldüğünü, yaralandığını, tutuklanıp hapse atıldığını okuyoruz. Savaşlar çıkararak, katliam yaparak, Arap topraklarını işgal ederek, bölgede ve dünyada devlet terörizmini örgütleyerek onlarca yıldır terörist faaliyetlerde bulunan, savaş çıkaran Siyonist rejim haklarını elde etmek için mücadele eden Filistin halkını terörist addediyor ve Siyonist medya ve çok sayıdaki Batılı medya kuruluşu ile onların kuklaları medya ahlakını hiçe sayarak bu büyük yalanı tekrarlıyor. İnsan hakları savunucusu olduklarını iddia eden siyasî liderler de bütün bu zulmü görmezden gelip pervasızca facialara sebebiyet veren rejimi himaye ediyor ve onun avukatlığını yapıyorlar.

Biz Filistin’in Filistinlilere ait olduğunu söylüyoruz. Filistin işgalinin devam etmesi tahammül edilemez büyük bir zulüm ve küresel barış ve güvenlik için en önemli tehdittir. Batılıların ve müttefiklerin “Filistin meselesinin çözümü” için yaptıkları öneriler ve bu uğurda kat ettikleri yol hatalıdır, başarısızlıkla sonuçlanmıştır ve gelecekte de böyle olacaktır. Biz adil ve tam manasıyla demokratik bir çözüm yolu öneriyoruz: Bütün Filistinliler, hem şu anda Filistin’de yaşayanlar hem de ister Müslüman ister Hıristiyan ister Yahudi olsun başka ülkelere sürülüp Filistinli kimliğini koruyanlar referanduma gitsinler ve elverişli koşullar altında oy kullanarak ülkelerinin nasıl bir yönetimle yönetileceğine karar versinler. Yıllarca yersiz yurtsuz yaşayan bütün Filistinliler ülkelerine dönsünler ve bu referanduma, sonrasında anayasa çalışmalarına ve seçime katılsınlar. İşte o zaman barış sağlanır.

Buradan bugüne değin Siyonist rejimi savunan ve destekleyen Amerikalı siyasetçilere iyi niyetli bir nasihatte bulunmak istiyorum: Bu rejim bugüne kadar başınıza sayısız dert açtı, bölge halklarının nefretine maruz kalmanıza sebep oldu. Bölge halklarının gözünde gasıp Siyonistlerin zulümlerine ortak oldunuz. Bu rejim yıllarca ABD’nin ve halkının omuzlarında maddi ve manevi açılardan ağır bir yük oldu. Gelecekte de bu gidişat devam ederse yükünüz daha da ağırlaşacak. Gelin İslam Cumhuriyeti’nin referandum önerisi üzerinde düşünün ve cesurca bir karar alarak mevcut çıkmazdan kendinizi kurtarın. Kuşkusuz bölge halkları ve dünyadaki bütün özgür düşünceli insanlar sizin bu girişiminize destek verecektir.

Muhterem misafirler!

Şimdi en başta söylediğim söze tekrar döneceğim. Dünya dengeleri oldukça hassas bir durumdadır ve dünya çok önemli bir tarihsel dönemeçten geçmektedir. Yeni bir nizamın doğması beklenmektedir. Bağımsızlar topluluğu yaklaşık olarak dünya ülkelerinin üçte ikisine sahiptir. Geleceğin şekillendirilmesinde etkin bir rol oynayabilecek güce sahiptir. Bu zirvenin Tahran’da düzenlenmesi de manidar bir hadisedir; değerlendirmelerde göz önüne alınmalıdır. Hareketin üyeleri olarak bizler imkânlarımızı ve potansiyellerimizi genişletip güçlendirerek, dünyayı güvensiz olmaktan, savaştan ve hegemonyadan kurtarabilir, bu doğrultuda tarihsel ve kalıcı bir rol ifa edebiliriz.

Bu amaca ancak çok yönlü işbirliklerimiz sayesinde ulaşabiliriz. Aramızda oldukça zengin ülkeler bulunmaktadır. Uluslararası sahada sözünü geçiren ülkelerin sayısı da az değildir. Sorunları ekonomi ve basın alanında işbirliği yaparak ve deneyimlerimizi birbirimize aktararak tamamen çözebiliriz. Azimli olmalıyız. Amacımıza bağlı kalmalıyız. Zorba güçlerin surat asmasından korkmamalı, tebessümlerine kanmamalıyız. İlahî iradeyi ve yaradılış kanunlarını arkamızda hissetmeliyiz. Yirmi yıl önce yıkılan komünist ordu tecrübesinin başarısızlığından, günümüzdeki Batılı liberal demokrasi politikalarının muvaffakiyetsizliğinden -nitekim Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin sokakları bunun en güzel göstergesidir ve bu ülkelerdeki ekonomik krizler herkesin malumudur- ibret dersi almalıyız. Ve son olarak ABD’ye bağlı ve Siyonist rejimle el birliği yapan diktatörlerin Kuzey Afrika’da uğradıkları yenilgiyi ve bölge ülkelerindeki İslamî uyanışı bir fırsat telakki etmeliyiz. Dünya yönetiminde Bağımsızlar Hareketi’nin siyasî açıdan güçlenmesini sağlamalıyız. Bu yönetim değişikliğinde tarihsel bir doküman ortaya koyabilir ve yürütme araçlarını hazırlayabiliriz. Etkin ekonomik işbirlikleri için bir proje hazırlayabilir, aramızdaki kültürel ilişkiler için model belirleyebiliriz. Kuşkusuz bu teşkilatın faal bir genel sekreterlik merkezine sahip olması amaçlarımıza ulaşmamız açısından büyük katkı sağlayabilir.

Teşekkür ederim.

 

İslam İnkılabı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamenei bugün Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Sekreteri Ban Ki-mun ve kendisine eşlik eden heyeti kabulü sırasında yaptığı konuşmada İran kültürü ve uygarlığının geçmişine işaretle, İran milletinin kültür ve uygarlık meselelerinde özgün bir konuma sahip olması nedeniyle İran İslam Cumhuriyeti'nin İslam'dan kaynaklanan beşer kültürü ve uygarlığının geliştirilmesi için çok uygun bir zemine sahip olduğunu söyledi.

İmam Hamenei, beşeriyetin kaygı duyduğu konulardan biri olan atom silahlarına değinerek, 'İran İslam Cumhuriyeti 'atom silahlarından arındırılmış bir Ortadoğu'nun oluşturulmasında ısrarlıdır ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı atom silahları alanındaki kaygıların giderilmesi için ciddi girişimlerde bulunmalıdır' dedi.

İnkılap Rehberi, siyonist rejimin Amerika ve diğer güçler tarafından atom silahlarıyla donatılmış olduğunu hatırlatarak, bu durumun bölge için büyük bir tehlike arzettiğini ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın bu konuda girişimlerde bulunmasının beklendiğini ifade etti.

Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın yapısına da değinen İmam Hamenei şöyle konuştu: 'Üzüntüyle belirtmek gerekir ki Birleşmiş Milletler'in yapılanma biçimi normal değildir ve atom silahlarına sahip olup bu silahlardan yararlanan dünyanın en zorba güçleri Güvenlik Konseyi'nde sulta kurmuşlardır.'

İslam İnkılabı Rehberi ayrıca Suriye buhranı hakkında şunları söyledi: 'Suriye sorunu, sonuçta bu ülkedeki günahsız halkın kurban edildiği çok acı bir sorundur. İran İslam Cumhuriyeti dini inançları yüzünden Suriye bunalımının çözüme kavuşturulması için her türlü yardıma hazırdır. Ancak, Suriye sorununun çözüme kavuşturulabilmesi için doğal bir şart sözkonusudur: Suriye içerisindeki sorumsuz gruplara silah gönderiminin önlenmesi. Suriye'nin şu andaki durumu, sınır dışından ülke içerisine muhalif gruplar için sel gibi silah sokulmasının sonucudur. Suriye devletinin elinde silah bulunması, doğaldır. Zira Suriye devletinin de diğer devletler gibi bir ordusu vardır. Suriye hakkındaki acı hakikat, kimi devletlerin Suriye devleti muhalifi grupları kendileri yerine savaşa zorlamasıdır. Suriye bunalımının bugünkü gerçeği, işbu vekiller savaşından kaynaklanmaktadır. Bu vekiller savaşını Suriye'de başlatan devletler, Kufi Annan'ın önerdiği planı da önlediler ve bu planın sonuç vermesine izin vermediler. Bazı devletlerin Suriye'deki bu çok tehlikeli oyunu sürdükçe Suriye'nin durumu değişmeyecektir.'

İmam Hamenei daha sonra nükleer enerji sorunu hakkındaki görüşlerini açıkladı ve şunları söyledi: 'Amerika'lılar, İran'ın nükleer silahlar peşinde olmadığını pekala bilmekteler; ancak yine de bahane peşinde koşmaktalar.'

İmam Hamenei İran'ın Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ile yakın işbirliğine işaretle şunları söyledi: 'Ajans, mevcut kuralları uyarınca teknik ve bilimsel açıdan İran İslam Cumhuriyeti'ne yardımcı olmakla yükümlüdür. Ancak, ajans yardımda bulunmak yerine sürekli olarak İran'ın faaliyetlerini baltalamakla meşguldür.'

İnkılap Rehberi daha sonra batılıların kimi teknikler ve internet yoluyla Stux Net gibi virüsleri devreye sokarak İran'ın nükleer sistemlerinde tahripkar eylemlerde bulunduklarını itiraf etmelerine rağmen, uluslararası atom enerjisi ajansının niçin bu konuda herhangi bir tavır takınmadığını sordu.

İmam Hamenei ayrıca İran'ın, Amerikan Başkanı tarafından nükleer saldırı tehdidine maruz kaldığını hatırlatarak Ban Ki-mun'a 'Birleşmiş Milletlerin derhal bu tehdite karşı çıkması beklenmekteydi' dedi.

İnkılap Rehberi, İran İslam Cumhuriyeti'nin 'atom silahlarının üretimi ve kullanımının yasaklanması' konusundaki tavrını yinelerken, 'bu konu dini inançlarımıza dayanmaktadır; yoksa Amerika ve batılı ülkelerin hoşnutluğu bizi ilgilendirmemektedir' dedi.

İslam İnkılabı Rehberi, konuşmasının sonunda Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Sekreterine şu öğüttü bulundu: 'Nükleer Silahsızlanma konusunda hiç bir güçten çekinmeyiniz ve şu anda elinizdeki mevcut fırsattan doğru yararlanmasını biliniz !'

Görüşme sırasında İran'ın Bağlantısızlar Hareketi'nin yeni dönem başkanlığını devralması münasebetiyle tebriklerini bildiren Ban Ki-mun, İran'ın bölgedeki çok önemli konumu ve rolüne işaretle şöyle konuştu: 'Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Sekreteri olarak, İran'ın sahip olduğu nüfuz ve gücüne dayanarak Suriye buhranının çözümüne zemin hazırlamasını rica ediyorum. Suriye devleti ve muhalif gruplara silah sevkiyatının durdurulması gerektiğine inanmaktayım.'

 

İslam İnkılabı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamenei bugün Hindistan Başbakanı Man Muhan Sing ve kendisine eşlik eden heyeti kabulü sırasında yaptığı konuşmada İran ve Hindistan milletleri arasındaki kültürel ve duygusal bağlar ile tarih ve uygarlık açısından varolan uzun ilişkilere değinerek, İran milletinin Hindistan'a daima olumlu olarak baktığını ve bütün bu faktörlerin ikili ilişkilerin daha da yükseltilmesi için çok uygun şartlar oluşturduğunu vurguladı.

İmam Hamenei Hindistan'dan 'iyi bilimsel ve ekonomik ilerlemeleri olan önemli ve büyük bir güç' olarak söz etti ve şunları söyledi: 'İran milleti, İslam İnkılabı'nın zaferinden sonra ve özellikle de son yıllarda sosyal, ekonomik ve bilimsel alanlarda son bir kaç asırda eşine rastlanmayan büyük faaliyetlerde bulunmuştur.'

İnkılap Rehberi daha sonra dünyadaki tüm uluslararası ortakların işbirliğine güven duyulamayacağını hatırlatarak şunları söyledi: 'Bu güvenilemeyecek uluslararası ortaklardan biri Amerika'dır ve Amerika yalnızca siyonist rejim tarafından güvenilir bir ortak sayılabilir.'

İmam Hamenei İran ve Hindistan'ın Suriye ve Afganistan gibi bölgesel sorunlarda benzeri tavırlar takındıklarını belirterek, bu yüzden bölgesel meseleler etrafındaki işbirliğinin arttırılabileceğini kaydetti.

İnkılap Rehberi İran İslam Cumhuriyeti'nin Hindistan'ın istikrarı, kudreti ve bağımsızlığını önemsediğini açıklarken, İran'ın önümüzdeki üç yılda Bağlantısızlar Hareketi'nin başkanı olarak Hindistan'la önemli bölgesel ve uluslararası meseleler çevresinde yakın işbirliğinde bulunmasını umduğunu ifade etti.

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ın da katıldığı bu görüşmede konuşan Hindistan Başbakanı Man Muhan Sing, İran İslam İnkılabı Rehberi'yle görüşmesinden duyduğu hoşnutluğu belirtirken, İran ve Hindistan milletleri arasındaki yakın kültürel ilişkilerin geçmişini hatırlattı ve Hindistan'ın İran'la özellikle nükleer faaliyetler ve altyapı tesisleri alanındaki işbirliğini yükseltmek amacında olduğunu söyledi.

Hindistan Başbakanı ayrıca Suriye'ye yapılabilecek her türlü dış müdaheleye karşı olduklarını ve Suriye halkının iradesini de yansıtacak yerli bir çözüm yolunu benimseyeceklerini vurguladı.

 

 

Allah tarikatının suluku yolunda olanlar güç kazanmak için savaşmazlar, bilakis onların tüm dert ve tasaları ilahi hedefleri elde etmektir.

İnsan devamlı olarak bela ve imtihanlara tabi tutulmaktadır. Sadece takvaya riayet ederek ve onu kavzayarak kendisini koruyabilir.

Kendimizi ıslah edip arındırmalıyız. Ahlakımızı düzeltelim. Kendimizi batını olarak Allah’a yakınlaştıralım. Bir fert gibi mücadele ve mücahade edelim.

 Ehlibeyt Haber Ajansı ABNA- 1. İslam’daki takva, insanın devamlı olarak kendisini kontrol etmesi (murakabe) ve kendi hareketi için seçtiği yol ve motivasyondur. Bu kontrol ve murakabe, bir çeşit uyanıklık, kendini bulma, sakınma ve korunmadır.

2. Kendini tezkiye ve ıslah etme, din adamlarının ve alimlerin boynunda olan bir görevdir.

3. İzzet, itibar, refah, küresel iktidar ve milli gelişme için ilim ve bilim yolundan dahil olmalıyız.

4. Fakihler ve büyük taklit merciler din adamlarının üstündedir. Dolayısıyla düşmanlar onları ilmi ve takva açısından suçlayamazlar.

5. Allah tarikatının suluku yolunda olanlar güç kazanmak için savaşmazlar, bilakis onların tüm dert ve tasaları ilahi hedefleri elde etmektir.

6. Tüm bacı ve kardeşlerimi amel, beyan, düşünce, fikir, işitme ve konuşmalarında ilahi takvaya riayet etmeleri çağrısında bulunuyorum.

7. Kendimizi ıslah edip arındırmalıyız. Ahlakımızı düzeltelim. Kendimizi batını olarak Allah’a yakınlaştıralım. Bir fert gibi mücadele ve mücahade edelim.

8. Devrimsel değişim, başkalarını üzen ve rahatsız eden veya insanın kendisinin geri kalmasına neden olan her düşük ve alçak ahlakı, her kötü ahlakı, her kötü ve istenmeyen ruhiyeyi terk etmesi ve kendi güzel ve faziletli ahlakını geliştirerek müzeyyen etmesi demektir.

9. Günah, biz ve ilahi rahmet ve lütuf arasında hicap olmaktadır. İstiğfar ve bağış dilemek bu hicabı kaldırır ve Allah’ın rahmet ve lütuf yolunun bize doğru açılmasına sebep olur.

10. İslam ahlakı insanların eğitim ve terbiyesi konusunda temel bir rükündür. Müslüman insan terbiye ve eğitim, ilim ve İslami amel konularında belirgin olmalıdır.

11. İhtiyaç sahiplerinin elinden tutma, yardımlaşma ve yardım etme İslam’ın bir yöntemidir. Bu ruhiye günbegün toplumda güçlendirilmelidir.

12. İnsan devamlı olarak bela ve imtihanlara tabi tutulmaktadır. Sadece takvaya riayet ederek ve onu kavzayarak kendisini koruyabilir.

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, 16. Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi'ne katılmak üzere Tahran'da bulunan Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile görüştü

 Ahmedinecad, Abbas'a Filistinli grupların 'topraklarını özgürleştirmek' için bir araya gelmesi gerektiğini belirtti. Ahmedinejad görüşmede yaptığı açıklamada, Filistin'in bugün bölgenin en önemli meselesi olduğunu ve uluslararası boyut kazandığını belirtti.

Ahmedinejad, Abbas'a hitaben, 'Siz ve diğer Filistinli kardeşlerimiz istemeniz halinde birleşmeye zemin hazırlayacak müzakerelere ev sahipliği yapmaya hazırız' dedi. Ahmedinecad, Filistin topraklarını işgal eden Siyonist İsrail rejimini tanımadıklarını hatırlattı.

BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun, zirve kapsamında Suriye Başbakanı Vail El Haliki ve Dışişleri Bakanı Velid Muallim'le görüştü. Ban, şiddetin durması için 'Hükümetin üzerindeki öncelikli sorumluluk, ağır silahların kullanımını durdurmak' dedi.

Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Batı’nın İran ile olan çekişmesi ve baskısının asıl nedeninin, Filistin’i desteklemek olduğunu belirtti.

Ahmedinejad “İran, Filistinli kardeşler arasında her türlü uzlaşma için yardıma hazırdır. Filistin, bugün bölgenin en önemli konusudur. Bu konu uluslar arası alanda da önem kazanmış durumda ve tüm dünya bir şekilde bu konuyla ilgilidir” dedi.

34 yıldan bu yana İslam Cumhuriyetinin Filistin meselesi ile ilgili görüşünün şeffaf ve net olduğuna işaret eden Cumhurbaşkanı “Siyonist rejimi asla tanımayan tek ülke biziz. Biz bu rejimin işgalci olduğuna, zorbalıkla bölgede varlık gösterdiğine inanıyoruz” dedi.

Siyonistlerin bölgede köksüz olduğuna değinen Ahmedinejad “İslam Cumhuriyeti her zaman Filistin’in Filistinlilere ait olduğunu açıkladı ve Filistinlilerin kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi gerektiğine inanıyor. Tüm Filistinli gruplar bir araya gelmek istediğinde İran bunu sıcak karşılayacak ve Filistinliler arasında uzlaşmanın sağlanmasına da katkı sağlamaya hazırdır” dedi.

Görüşmede Abbas da “bölge ve dünya gelişmelerine bakıldığında Filistin’in varlığını korumaya ve pekiştirmeye çalışıyoruz ve bu yolda Gazze’deki kardeşlerimizle siyasi bir plana ulaşmak için görüşmelerimizi sürdürüyoruz” dedi.