
کارگر
İranlı Haham vurguladıDünya Kudüs Günü'nü anmak vaciptir
İranlı yahudilerin resmi din adamı Haham Maşaallah Gülistaninejad, Dünya Kudüs Günü'nü anmanın Tevrat öğretilerine göre vacip olduğunu vurguladı.
Muhabirimize Dünya Kudüs Günü'nü değerlendiren Haham Gülistaninejad, bu gün ilahi ve büyük bir insanın yadigarı olduğunu ve onu sevenlere bu günü anmanın vacip olduğunu belirtti.
Haham Gülistaninejad, Tevrat tealimine göre büyüklere saygı göstermek ilahi emir olduğunu ve buna göre kendini Allah yoluna adayan imam Humeyni'ye –ks- cani gönülden saygı duyduklarını vurguladı.
Kudüs günü, mazlumları savunma gününün simgesi olduğunu belirten Haham Gülistaninejad, İranlı yahudiler olarak bu günde düzenlenen ve siyonistleri kınayan yürüyüşe katılacaklarını ifade etti.
Haham Gülistaninejad, siyonizmin kalıcı olmadığını ve er geç yok olacağını sözlerine ekledi.
Son gülen olmak için
ABD Dışişleri Bakanı Clinton, Türkiye’deki temaslarında “tampon bölge” üzerinde durdu.
Olayların patlak vermesinin ardından sınırımızı geçerek ülkemize sığınan Suriyelilere sahip çıkan Türkiye, şimdi de ABD’nin “tampon bölge” talebi ile karşı karşıya…
Burada oluşturulacak bir “tampon bölge” sadece Suriyeli vatandaşları koruyacak güvenli bir toprak parçası manasına gelmemektedir.
Tampon bölge, Türkiye’nin Güneydoğu coğrafyasının bizden ayrılmasının zeminidir.
Bizim bunu kabul etmemiz, Kürt Devletinin Türkiye ayağını elimizle hayata geçirmemize neden olacaktır.
Yani, Türkiye izlediği dış politika ile aslında kendi bindiği dalı kesmek üzeredir.
Tampon bölge, bölgesel yönetimle idare edileceği için bu, muhtemelen ABD’nin baş olacağı bir ekibin tampon bölge içinde yerleşecek terörist kadro oluşumuna ses çıkarmaması demektir.
Geçmişte Irak ile yaşanılan gerginliklerin önümüzdeki süreçte Suriye ile devam etmesi kaçınılmazdır. Birleşik Devletler, Arap Baharı sürecinde izlediği “ince” siyasetle perde arkasından hem ülke liderlerini alaşağı etmiş, hem de bölge kaynaklarına erişmeyi başarmıştır.
Tampon bölge konusunda da geri planda durmakta, Türkiye’yi öne sürmektedir.
Asıl hedefin Büyük İsrail olduğu dikkate alındığında, Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit edecek böyle bir projede başrol oynamak bizim de “son”umuzu hazırlayacaktır.
Zira tampon bölge Türkiye sınırlarında gerçekleşse TSK tarafından kontrolü düşünülebilirdi.
Ancak Suriye’deki bir oluşumda Türk ordusunun hiçbir inisiyatifi olmayacaktır.
Irak Başbakanı Maliki, “Türkiye’nin Irak’ın bütünlüğünü tehdit eder şekilde” hareket ettiğini açıkladı.
Hazırlanacaktır, Davutoğlu’nun Barzani ziyareti öncesinde Türkiye, Irak Bölgesel Yönetimi’yle direkt ilişkilere girmiş, ticaret yapmaya ve petrol alımına başlamıştı.
Kısa bir zaman önce, PKK konusunda tehdit görülen Barzani bugün devlet erkânı tarafından muhataptır.
Suriye lideri Esad ve yakın çalışma arkadaşlarının da Türkiye’nin Suriye politikası ile ilgili görüşleri Maliki’nin açıklamalarından farklı değildir.
Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünü de riske atmaktadır.
Malatya Kürecik’te konuşlanmasına izin verdiğimiz füze kalkanı da İran’ın parçalanmasına neden olabilecek hassasiyettedir.
Demek ki gelinen noktada Türkiye, komşular Irak’ın, Suriye’nin, İran’ın toprak bütünlüğünün ve bekasının önünde engel haline gelmiştir.
Unutulmamalıdır ki, Irak’ın, Suriye’nin ve İran’ın bölgesel varlığı aslında Türkiye’nin bekasıdır.
ABD’nin “tampon bölge” konusundaki ısrarları Türkiye eli ile bu coğrafyadaki taşları yerinden oynatmanın son adımıdır.
Türkiye, “son gülen” olmak istiyorsa, hem komşularının ikazlarını dikkate almalı, hem de üzerinden oynanan oyunu bozmalıdır.
Prof. Dr. Haydar Baş 14 Ağustos 2012
SalıSadr'ın kanseri
İç alemimizde; aklımızı kullanmamakla, gönlümüze "ırk" veya "millet" varsayımını put olarak yerleştirmekle başlayan çok tehlikeli bir hastalık vardır ki; tedbir alınıp akıl ve gönlün uyumlu işbirliği "iman" ile sağlanmaz, "İman"ın ilâhi sevgi demek olduğu idrâk edilmezse; bu hastalık akla da "metastaz" yapar. Bu gibilerin hangi dili konuştukları, hangi dinden oldukları önemli değildir.
Hastalığın ilerlemiş dönemlerinde bu kimseler, şuurlarını da kaybettikleri gibi, hastalığın başlangıcından itibaren esasen aklâkî hareket etme bilinçlerini, vicdanlarını da yitirirler. Bunlar için "insan sevgisi" demek yalnız kendilerini ve bir de kendileri en küçük bir zarar görmemek şartıyla kendilerinden saydıkları kimseleri sevmektir.
Ben, Suriyeli İhvan'ın herbirinin bir "Seyyid Kutub" olduğunun zannedilmesinin yanılgı olduğunu söyledim. Bu sözümde yanlış olan hiçbirşey yoktur. Seyyid Kutub Ehl-i Beyt sevgisine sahip idi ve şehid oldu. Sözümün delilini vermeye geçen haftaki yazımda gerek duymadım. Madem ki beni iftiracılıkla, zulmün ve zalimin savunuculuğuyla itham edecek kadar hastalığı ilerlemiş olan biçareler var, "Allah şifa versin!" dua ve niyazını gönülden söyleyerek delili açıklıyorum.. Cihan Haber Ajansına Suriyeli İhvan'ın lideri Riyad El-Shakfa'nın 5 Mayıs günü verdiği beyanat, internetten bulunabilir. Bu zat'ın beyanatında zurnanın zort dediği yer şu mealde idi: Ayaklanmaların (Esed devrildikten sonra) İran'a geçmesiyle (oradaki kürd, belûc, türkmen, arap sünnîlerin de (Afganistan'dan gelen müstevlilerin Safevî baharını Isfahan'da boğdukları gibi), Şi'î'leri yok etmesi ile asıl İslâmî bahar başlayacaktır!
Aklını yitirmemiş birisi bu sözleri duyunca asıl amacın Esed'in zalimliği değil, İran'ı, Kerbelâ'yı, Necef'i, Şam'ı; Afganistan'ın Taliban yönetimindeki bölgelerinden beter etmek olduğunu anlar. Bu gibiler ırkçılığa dînî bir maske de geçirdikleri için, Ebu Hanife Sünnîliliğini de, Şafi'îliği de hedef almaktan çekinmezler. Yeter ki, üzerlerine tarikat dolayısıyla Ehl-i Beyt'i sevme şüphesi düşmüş olsun. Araya çapulcular da karışır. Oysa, Terör'den asla bahar doğmaz. "Onlara Arz'da fesad çıkarmayın dendiğinde, "biz elbette muslihleriz" deler. Bilin ki onlar müfsiddirler, ne var ki bilinçlerini yitirmişlerdir". (Kur'an-i Kerim, Bakara/2.,11-12)
Bu zat, asıl amacının ne olduğunu hiç gizlemiyor: (-Bizim bu eylemlerimizin sonucunda) İran, Suriye, Irak Şi'î Hükümeti ve Hizbullah'ın (Seyyid Hasan Nasrullah'ın) beli kırılacaktır. Çünkü İran Şi'îliği yaymakla İslam'ı bölmektedir, demek ki Siyonizm'e hizmet etmektedir"- Bu beşer suretindeki varlıkta nasıl bir muhakeme ve mantık bulunduğunu görmeyenler de oluyor ki bu sözlere hak veriliyor. Oysa, siyonizmin amacı tam da bu beşer suretindeki varlığın değil midir? İran siyonizme hizmet ediyorsa, siyonizm niçin İran'ı hedef alıyor ve bu gibi kimseleri de istihdam ediyor?
Cihan Haber Ajansı bu beyanatı Merhum Alvarlı Efe'ye iletseydi, her halde hayır dua ile karşılanmazdı. Bedi'uzzaman hiç şüphesiz şiddetle tekdir ederdi. Okyanus Ötesi'nde neler oluyor?
Bir de "Tâhâ Haber"e Emîr-ul-mü'minîn'in kızı Zeyneb Haremi'nden Nuri Serdar'ın gönderdiği feryada bakalım: -Şimdiye kadar bu "muhalifler" nice sünnî, alevî şi'î ve hristiyanı katlettiler, Türkiye'de yaşayan her mezhebden müslümanlara sesimizi duyurun! Dünya sesimizi duymuyor mu?" Bu feryad da üç ay sonra, 5 Ağustos 2012'de gönderilmiştir.
Ruh ve akıl hastalarını Allah'dan korkmaz-kuldan utanmazlar güdümlerine alırlarsa, ne söylerseniz faydası yoktur. Bana yönelttikleri iftiralara cevap vermeye tenezzül etmem. Dileyen "Haksöz" de yayımlanan yazıya ve altına dizilen hezeyenlara bakabilir. Bir şeye hayret ediyorum: -Bir yandan Hesab Günü'ne inandığınızı söyleyip, diğer yandan bu bâtıl sözlerinizden hesap sorulmayacağınızı mı zannedersiniz? Yoksa Münkir ve Nekir ve sonunda Din Günü'nün Maliki sizi sadece "Musikıy"den ve Türkçe güftelerden mi imtihan edecek? Haydi benim için söylediklerinize bir mesned bulduğunuzu sanıyorsunuz, İbrahim (Karagül) Bey, Salih(Tuna) Bey de mi Şi'î? Ben bu dördüncü başlayışımdan beri gazete sahipleriyle telefonla dahi görüşmüş değilim. Abdullah Cevdet Bey siyonist lider T. Herzl'e bu hizmetleri için kaç para aldığını sormuş ve "hiç para almadığım gibi cebimden de harcıyorum" cevabını alınca çok şaşırarak Herzl'in dürüstlüğünden şüpheye düşmüştü.. Herzl'in yazdığına göre; hiç para almadan bir gaye uğruna çalışmanın mümkün olabileceğini bu kimsenin dürüst kalabileceğini aklı almıyordu. Herhalde bu gibi biçarelerin de böyle bir kafa yapısı var ki bana yazı yazdırılmasını gazete sahiplerinin İran'da ticari ilişkileri olma ihtimaline bağlayabiliyorlar. Allah zekalarını nazardan saklasın!
11 Ağustos 2012 tarihli Taraf'da Roni (Margulies) Bey de " Yahudilerin ortak millî karakterinin küfür, şirk, nifak" olduğu, Yahudiler'in ırkçı, bozguncu, entrikacı, kinci, intikamcı, dünyacı, isyankâr, dönek.. karakter özelliklerine sahip olduğu" yargılarını bir İlahiyat Fakültesi Dergisi'nde okumuş ve çok haklı olarak derinden yaralanmış. Oysa hastalar ve utanmazlar her millette görüldüğü gibi, "insan-i kâmil"ler de her millette- çok daha az da olsa görülebilir. Ehl-i dildir diyemem sinesi sâf olmayana / Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil! Bu kafada olanlardan birinin yazdığı bir kitapta, üstelik adım da zikredilerek benim "İran Yahudisi ve Şi'î misyoneri" olduğum bilgisi verilmekte idi. Roni Bey hiç değilse sadece "Yahudi" olmakla kalmış, Şi'î misyoneri" olmaktan-kendi deyimi ile "yırtmış". "Ne saâdet! Hani ondan bile mahrümum ben!" (Akif Merhum). Bu kafasızlara "Şi'î" olduğumu söyleme gafletinde bulundum, yoksa onlar beni sadece Yahudi sanacaklardı!
Ali Bulaç Bey "İslâmcılık altın çağını yaşıyor" demiş. İslamcılık nedir? İslâm'ın benimsenmesi ve doğru uygulanması ise heyhat! İslâm'ın kendisi ise, İslâm esasen parayla, altınla ölçülemez. İslâm satıcılığı yapanlar bile pek öyle altın çağ yaşamıyorlar. Herhalde, sadece bazı İslam kalpazanları altın çağlarını yaşıyorlar. Bunlar, İslam'a salınan tetikçi güruhudur.
İslâm altın çağını yaşamıyor amma yaşayacaktır. İslâm'ı, "Şi'îler'in belini kırmak" diye anlayanların "dolar çağı" son bulacaktır. Artık hiçbir densiz hatun mübarek Dersaadet'de veya başka bir yerde emperyalizmin tetikçi elebaşılarına "hanginize kaç para vereceğiz" diye soramayacaktır. İstanbul İstanbulluğunu bilecektir. Doğacaktır sana vaad ettiği günler Hakk'ın! / Kim bilir? Belki yarın belki yarından da yakın! (Akif Merhum) Bu altın çağ, Salihlerin, Adalet'e susayanların altın çağı olacaktır, hiçbir milletin değil! Yol kardeşlerine selâm!
Hüseyin Hatemi
''Düşman İran’ın ilmi ilerlemesinden dehşete düşmüştür''
İran’ın ilmi ilerlemesine işaret eden İran İslam Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Mustafa Muhammed Neccar, düşmanın İran’ın ilmi ilerlemesinden dehşete düştüğünü söyledi.
Mehr haber ajansı muhabirinin bildirdiğine göre, Sistan Belucistan eyalet Valisi'nin devir teslim töreninde konuşan İran İslam Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Mustafa Muhammed Neccar, emperyalist, sömürgeci devletler ve Siyonistlerin müslümanlar arasında tarfika çıkarmaya çalıştığını ve bu komployla Suriye, Irak ve Afganistan’daki etnik grupları arasında çatışma ortamı sağlayarak insanların katledilmesine sebep olduğunu ifade etti.
Neccar, Şii ve Sünni arasında fark koymayan düşmanın bölge gelişmesini önlemek için terörist eylemlerde bulunarak sermaye sahipleri ve mühendisleri kaçırmaya teşebbüs ettiğini konuşmasına ekledi.
Bölgenin gelişmesi için vahdet, güvenlik ve adaletin üç önemli unsur olduğunu dile getiren İran İslam Cumhuriyeti İçişleri Bakanı, düşmanın İslami düzene ve İran milletine darbe vurmaya niyetli olduğunu vurguladı.
Neccar, bütün baskılar ve komlolara rağmen İran İslam Cumhuriyeti düzeninin ilerlemeye devam edeceğini konuşmasına ekledi.
İran’ın ilmi ilerlemesine işaret eden İran İslam Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Mustafa Muhammed Neccar, düşmanın İran’ın ilmi ilerlemesinden dehşete düştüğümü söyledi.
Kenan Çamuruc ile röportaj: 'Davutoğlu'nın dış politikası büyük bir yıkıma yol açtı'
Suriye’de yaşanan süreç birçok kesim tarafından değerlendirmeye tabi tutulurken araştırmacı yazar Kenan Çamurcu da konuyu yorumladı. Ortadoğu’da başlayan isyanlarla ilgili olarak ‘Arap baharı’ nitelemesini kabul etmeyen Çamurcu bu süreci küresel kapitalizmin gerçekleştirmek istediği renkli devrimlerin bir parçası olarak yorumluyor. Kenan Çamurcu’nun yorumlarında Türkiye’nin bölgede ABD’nin yanında bir politika izlediği düşüncesi öne çıkarken özellikle Suriye Kürdistanı’yle ilgili söyledikleri dikkat çekiyor. Çamurcu, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a karşı ABD tarafından oluşturulan ‘koalisyonu’ da eleştiriyor...
Suriye'de neler oluyor? Yaşanan çatışma ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslına bakılırsa “çatışma” kavramı Suriye'de yaşanan durumun doğru tanımı olmayabilir. Çünkü El-Kaide ve onun onlarca türevinin oluşturduğu çokuluslu terörist ordu, ABD'nin liderliğini yaptığı 133 devletin desteğinde Suriye'ye saldırmış durumda. Bazı analistler Washington'ın Irak tecrübesinden sonra Suriye savaşını bu yolla ucuza getirdiğini yazıyor. Ankara ise Suriye'ye saldıran çokuluslu terörist orduya hem silah desteği sağlayarak, hem sınırdan güvenli geçiş organizasyonunu yaparak, hem de çatışmalarda yaralananlara tıbbi bakım imkanlarını seferber ederek kara savaşının cephesi rolünü oynuyor. Suriye, nüvesini ABD'nin koordinasyonunda Suud, Katar ve Türkiye'nin oluşturduğu bir koalisyonun savaşıyla yüz yüzedir. Tek fark şu ki, savaşın saha güçleri bu ülkelerin resmi orduları değil, çokuluslu lejyonerlerdir.
‘ARAP ÜLKELERİNDE YAŞANANLAR RENKLİ DEVRİMDİR’
Arap ülkelerindeki isyanların “Arap baharı” adı verilerek küresel kapitalizm tarafından devşirilmek istendiği renkli devrim projesinde Suriye zincirin altın halkasıydı. Küresel kapitalizm (veya liberal demokrasiler ya da İran'ın dinî lideri Seyyid Ali Hamenei'nin tabiriyle kapitokrasiler), “ortadoğu” adını verdikleri Anglo-Frank bölgesel rejimi güncelleyerek koruyabilmek için Suriye halkasını zincirden çıkarmaya 2000 yılından beri büyük çaba gösteriyordu. 2011'deki Arap isyanlarının enerjisiyle Suriye'nin birkaç şehrinde düzenlenen sokak gösterilerini bir çırpıda “devrim” havasına büründürecek medyatik mizansenlerin yüzlerce örneğini gördük. Fakat bu mizansenler, gösterilerin umulan “devrim”e evrilmesini sağlamayınca devreye el-Kaide girdi. 2011'in Mart'ında ilk reformcu gösterilerin yaşandığını hatırlarsak Nisan girmeden silahlı eylemler başlamıştı bile. Selefi terör gruplarının o sırada çoktan Lübnan ve Türkiye sınırından Suriye'ye girmiş olduğunu çok sonra öğrendik. Nihayet Haziran'da Cisr el-Şuğur faciası yaşandı. Silahlı gruplar bu şehirde 120 polisi öldürdü, öldürmekle kalmadı vahşice bedenlerini parçaladı ve halka “Esad rejiminden vazgeçmesi” için gözdağı verdi. Esas itibariyle Suriye'ye yönelik çokuluslu terör ordusunun savaşını bu tarihten başlatmak mümkün.
Sonuç itibariyle aradan geçen 17 ay boyunca yeni sömürgecilerin Suriye'de silahlı şiddet yoluyla Libya modelini uygulamaya çalıştığını görüyoruz. Birkaç kez Suriye'de Bingazi üretme denemesi yapıldı. Hums, Bab el-Amr denemeleri bu kapsamdadır. Başarılamadı. 18 Temmuz 2012'de Şam'a yapılan bombalı, suikastli, ağır silahlı baskın ise halk ayaklanması ve Bingazi denemelerinin sonuç vermemesi nedeniyle darbe girişimi olarak kaydedilmelidir. 18 Temmuz çok kritik bir gündü. Bir hükümet darbesi planlanmıştı ama o da olmadı. Son olarak çokuluslu terör ordusunun Halep'e yığılması olayını yaşadık. Tam olarak sayısı bilinmemekle birlikte 6 bin ile 12 bin arasında ağır silahlı, mühimmatlı, ileri seviyede iletişim teknolojileriyle donatılmış, hatta Adana'da gizli bir üsten komuta edilen lejyonerlerin Halep'i Bingazi yapma girişimidir bu. Silahlı gruplar Halep'in Türkiye güzergahı dahil birkaç bölgesini ele bile geçirmişti. Ama Suriye ordusunun Şam'daki operasyonlarını tamamlayıp bütün ağırlığını Halep'e verdiği şu günlerde (9 Ağustos) Halep'in silahlı gruplardan tamamen arındırıldığı haberleri geliyor. Özgür Suriye Ordusu ve el-Kaide'nin önemli liderleri ya öldürüldü ya da tutuklandı. Geriye kalanların da Türkiye sınırına doğru kaçtığı bildiriliyor. Şam'dan sonra Halep'te de Suriye ordusu tam hakimiyet sağladı. Sonuç itibariyle ABD'nin Suriye'ye yönelik vekalet savaşında lejyonerler ağır bir yenilgiye uğradı.
Suriye Kürdistanı kurulması Suriye'de ne ifade ediyor? Esad'ın Türkiye'ye dönük hamlesi miydi? Yoksa tarihsel bir sürecin gerekliliği miydi?
Suriye, İran ve Irak'taki Kürt ağırlıklı nüfusun bölgeleri (Irak ve İran'da buralara fiilen de resmen de Kürdistan deniyor, Suriye'de fiilen Kürdistan deniyor) Türkiye'dekine benzer üniter yapının parçaları değildir. O nedenle Suriye Kürdistan'ını konuşurken Türkiye'deki durumu emsal alan kavramsal çerçeveden çıkmalıyız. Suriye, İran ve Irak Kürdistanları Aryan kültür ve medeniyet havzasının üyesidir ve 19. yüzyılın nasyonalizminin peşine takılarak toprağı alıp başka bir iklime gitmeleri olacak iş değildir. Bu yüzden Suriye'de devlet çokuluslu terör savaşına karşılık verdiği sırada Kürdistan sayılabilecek bölgeden silahlı güçlerini çektiğinde burada Aryan kültür ve medeniyet havzasından kopuş anlamına gelecek bir gelişme yaşanmadı. Aksine PYD ve diğer Kürt örgütleri, ABD'nin liderliğindeki 133 devletin desteklediği çokuluslu teröristlerin Kürdistan'a giremeyeceğini en başta ilan etti ve mahalli güçlerle Türkiye sınırını korumayı üstlendi. Bu ilginç bir gelişme kuşkusuz. Ankara'nın bu gelişme karşısında derin hayal kırıklığı yaşadığı ve bu sebeple Suriye Kürtlerini tehdide başladığını söyleyebiliriz. Hatta Kürt örgütlerinin koalisyonu, Türkiye eğer tehditle kalmaz ve müdahaleye kalkışırsa çok kanlı bir direnişle karşılaşacağını bile uyardı. Bütün bu gelişmelerin “Esad'ın Türkiye'ye yönelik hamlesi” şeklinde tarif edilmesi Ankara'nın karşılaştığı beklenmedik duruma acele tepki verilmesiyle ilgisi var. Oysa Ankara, Hatay'dan sonra başta Kamışlı olmak üzere Kürt illerinden yeni bir cephe daha açmayı planlamıştı, bu plan oradaki Kürtlerin sert tepkisiyle suya düştü. Benim kanaatim, Suriyeli Kürtler, diğer Kürdistanlardaki gibi, Aryan kültür ve medeniyet havzası içindeki geçirgenliğin mutlaka 19. yüzyıl tipi nasyonalist, bağımsız bir ulus devletle sonuçlanması gerektiğini düşünmüyor. Irak'taki örneğin kendine özgü koşulların ürünü olduğunu not etmek gerek. Orada da Irak'ın akıbeti kesinleşmediği için, yani Irak'ın bölüneceği mi, yoksa bütün olarak kalacağı mı henüz belli olmadığından Kürdistan'ın bağımsızlığı seçeneğinin elde durmasını istiyor yerel idareciler. Yoksa Irak, Avrupa ulus devlet tecrübesini asla uygulamaz, uygulayamaz, çünkü Avrupa tarihsel deneyimi buraların kültürel genetiğine aykırıdır. Türkiye'deki durumun kırılganlığı da aynı sebepten kaynaklanıyor. Türkiye'deki Kürtler ait oldukları Aryan kültür ve medeniyet havzasının geçirgenliğine katılmak istediğinde Türk ulus devletinin verdiği tepki aşırı kırılganlık yaratıyor. İran, Suriye ve Irak'tan farklı olarak Türkiye teritoryal değil etnisite devleti olduğundan başka bir etnisitenin kendi kültürel havzasıyla doğal temas içinde olma talebini bile ayrılıkçılık olarak tarif ediyor bu nedenle. Ankara galiba Suriye Kürdistan'ında yaşanan gelişmeyi bu çerçevede algılayamadığı için, mesela “kuzey Suriye” rüşveti verildiğinde Kürtlerin hemen Esad'a karşı darbe planına katılacağını sandı ve umdu. Öyle olmadı, hatta Ankara'nın rüşvetine sert tepki verdiler. Ben Suriyeli Kürtlerin -yarın ne olur bilemem- şimdilik eski düzen “ortadoğu”ya itiraz edip “ortadünya” aidiyetine önem verdikleri kanaatindeyim.
Suriye'de Kürdistan'ın kurulmasını bölge ve dünya ülkeleri bekliyor muydu? Sürpriz mi oldu?
Galiba buradaki temel soru, iki dünya savaşıyla kurulan bölgemizdeki uluslararası rejimin (ortadoğu) nasıl sürdürülebileceğiyle ilgili. Bu bölgesel rejimi İngilizler ve Fransızlar kurdu. Onlar kendi siyasal modellerini temel alarak bölgeyi imparatorluk nizamından çıkarıp Avrupa tecrübesine uygun 19. yüzyıl tipi nasyonalist ulus devletlere böldüler. İkinci dünya savaşından sonra bölgesel rejimi sürdürme emanetini devralan Amerikalılar ise bölgeyi daha küçük ünitelere bölerek eyalet/devlet düzenine dönüştürmeye çalışıyor. Kosova örneğini bunun için icat ettiler zaten. Her ağızlarını açtıklarında küçücük Lübnan'da üç devletçikten bahsetmeleri veya Suriye'yi yine üç küçük devlete bölmenin harikulade fikir olduğunu savunmaları bundan. Bu açıdan bakıldığında Aryan kültür ve medeniyet havzasındaki Kürdistanları birleştirip büyük bir devlet kurulmasını arzu ettikleri fikri yanlıştır. Böyle bir şeyden sözederek bugün için İran, Suriye, Irak ve Türkiye'ye baskı yapıyor olabilir. Fakat nihai anlamda büyük Kürdistan Amerikalıların Kosova tipi devletçikler modeline aykırıdır. Eğer yapabilseler birden fazla Kürdistan devleti kurmak isterler. Yani İngiltere'nin Arapları binbir parçaya bölüp kurdurduğu devletlerin Kürt versiyonu gibi. O nedenle zaten Irak'taki gibi Suriye'de de Kürdistan devletine gidildiği varsayımından heyecan duydular ve Türkiye'nin tehditlerine karşı “ileri gitme” uyarısı yaptılar. Obama sopa bile teşhir etti. Amerikalıların eski dışişleri bakanı Rice'tan beri üzerinde durduğu “yeni ortadoğu” nizamı Kosova tipi devletçikler öngörüyor ve Obama kabinesine monte edilen Amerikan neoconlarının reenkarnesi Hillary Clinton da bu stratejiyi takip ediyor. ABD'nin müttefiki hükümetler bu stratejiyi gönüllü veya mecburi destekliyorlar. Burada dikkatlerden kaçan önemli detay, adına “ortadoğu” denilmiş Anglo-Frank bölgesel rejimin kurucusu İngiltere'nin, Amerikalılardan farklı olarak Araplarla oyun kurma geleneğidir. Öyle anlaşılıyor ki İngilizler yeni sömürgeciliğin “ortadoğu”sunun Araplar eliyle sürdürülebileceğine inandığından Amerikalıların Kürtleri ve onların devletlerini eksene alan modeline sıcak bakmıyor. ABD ise bölgesel rejimi güncellemenin imkanı olarak gördüğü Kürtleri “yeni ortadoğu”nun Arapları gibi varsayıyor. Bazı Kürt örgütlerinin bu yaklaşımdan haberdar olduğunu ve bu role gönüllerini kaptırdıklarını düşündürecek gelişmeler yaşanmıyor değil.
PYD nasıl bir yapılanma içinde. Suriye Kürdistanı'nın geleceğini nasıl görmek gerekir?
PYD bir anda kendisini Suriye Kürdistan'ın birinci oyuncusu olarak buluverdi. Bu şaşkınlığı üzerinden atabilmiş değil. Bölgesel nâzım planda hangi stratejiye katılacağını da henüz kestiremedi. Mesela Şam'a karşı silahlı isyan başlatmadı, aksine kendi topraklarını kendi mahalli gücüyle “Türkiye'nin saldırılarına karşı koruma” amacıyla mevzilendi. Barzani'nin Suriye Kürdistan'ında kontrolü ele alma denemesine de sert tepki verdi. Her ne kadar Irak Kürdistanındaki bölgesel yönetim genel olarak Kürtlerin iftiharı olarak görülüyorsa da idari ve mali bakımlardan yönetimine katıldıkları bir siyasal varlık değildir. PYD bu nedenle Suriye'de yönetiminin tamamen kendisinde olacağı bir bölgeye ihtiyaç duyuyor. Üstelik PKK'nın Türkiye ile ilişkilenmesi bakımından Suriye Kürdistanının topoğrafik özelliği Irak-Türkiye topoğrafyasıyla kıyaslanmaz bile. Irak Kürdistanında olduğu gibi Suriye Kürdistanında da politik gruplaşmalar var, Barzani ailesinin kabilevi bağları var ama PYD'nin -şimdilik- Amerikalıların “yeni ortadoğu” stratejisine katılmama yönünde irade beyan etmelerinin onlara sağladığı politik enerji ile diğer grupların hiçbirinin rekabet edemeyeceği anlaşılıyor. Suriye Kürdistanında tam bağımsız bir Kürt ulus devleti veya Irak'takine benzer bir yapı doğacağına dair şu anda bir işaret yok. Fakat Şam'ın, Suriye'ye yönelik çokuluslu terör savaşını bitirdiğinde Suriye Kürdistanından PYD'yi söküp atacağını da öngörmüyorum. Şu anki mevcut durum bundan böyle Suriye'nin yeni siyasal rejiminin gevşek üniterlik ve yerinden yönetim ufkuna ilişkin fikir verebilir. Suriye, halihazırdaki terör savaşının üstesinden geldiğinde ilk girişeceği reformlar arasında mutlaka yerinden yönetimin güçlendirilmesi olacaktır. Soğuk savaş yıllarının tek partici rejimine asla dönülmeyecektir. Bu da Suriye Kürdistanında PYD'nin kurucu oyuncu olma şansını yükseltiyor.
‘PYD İLE BARZANİ ARASINDAKİ POLİTİK FARKLILIĞIN ÇATIŞMAYA DÖNÜŞME İHTİMALİ ZAYIF’
PYD-PKK-Barzani ilşkisi Türkiye'yi nasıl etkiler? Türkiye'nin korkmasını gerektirecek bir durum söz konusu mu?
Ankara'nın mevcut kriz döneminde Şam hükümetine karşı darbe gerçekleştirmenin imkanı olarak Suriye'de Kürtleri görmesine PYD tepki gösterdi. Bu gerilim, PYD'nin Ankara ile ilişkilerinin doğasına çatışmayı yerleştirdi. Bu sorunu aşmak için de muhafazakar iktidar Barzani'den yardım istedi. Barzani'nin PYD'ye usülen Ankara'nın mesajını taşımanın ötesine geçeğini düşünmek hayaldir. Barzani Suriye'de sınırlarının farkındadır. Barzani ile PYD arasındaki politik farklılık ve ihtilafın çatışmaya dönüşeceğini uman Ankara yanılıyor. Böyle bir çatışma umuduyla Türkiye'nin Suriye Kürdistanıyla ilgili siyasetini üretme çabasını zavallı buluyorum. Mevcut muhafazakar rejimle Türkiye Irak, İran ve Lübnan'la olduğu gibi Suriye ile de ileri düzeyde yabancılaşmıştır. Muhafazakar iktidar Türkiye'nin İsrailifikasyonunu emin adımlarla sürdürüyor. Türkiye, Mustafa Kemal'den bu yana hiçbir iktidar döneminde bölgesine bu kadar yabancılaşmadı. Batılı yeni sömürgecilerin eğer Türkiye'den, bölgesine yabancı ve batılı emellerin taşıyıcısı olmaktan başka hiçbir amacı olmayan ikinci bir İsrail çıkarma stratejileri vardıysa mevcut muhafazakar rejim sayesinde bu hedefe ulaşmış oldular. Muhafazakar rejimin yarattığı dışpolitika yıkımının nasıl telafi edilebileceğini kestirmek zor. Erdoğan eğer bugüne kadar yaptıklarının tamamen yanlış olduğunu itiraf edip bu politikaların hiç yaşanmamış varsayılmasını talep eder de yeni bir başlangıç yaparsa bilemem. Değilse ancak bu iktidarın yaptıklarının tümünü tersine çevirecek yeni bir hükümetle bu yıkım telafi edilebilir.
Kürt devleti gibi Suriye'de Alevi devleti de konuşuluyor. Bu mümkün mü?
“Suriye senaryoları” adı altında gündeme getirilen herşey Esad'a karşı hükümet darbesinin öğeleridir. Alevi devleti de bu darbenin Esad'a rüşveti oluyor. Yahut Alevilerin Esad'la arasını açması karşılığında bir sığınak lütfedilmesi gibi bir şey. Alevi devleti denilen şey getto önerisidir. Büyük bir aşağılamadır bu. Aleviler bunu böyle algılıyor ama Ankara'daki muhafazakar akıl bunu anlayacak yeterlilikte değildir. Türkiye veya başka bir ülke Alevi devletinden sözettikçe Aleviler, Hıristiyan devletinden sözettikçe Hıristiyanlar, “İslam devleti”nden sözettikçe dindar/laik Sünniler Esad'ın etrafında kenetleniyor. “Ulusal konsey”in içindeki İhvan-ı Müslimin veya başka grupların “İslam devleti” fikri, Taliban'ın Afganistan'da yaptığının muadilidir. Suriyeliler medeni insanlardır; selefi/vahhabi teröristlerin dar, dışlayıcı, farklılıkları imhaya odaklı bir devlet kurma emeli Sünni, Alevi ve Hıristiyan Suriyelileri ürkütüyor, korkutuyor. Suriye'nin parçalanmasına dayalı hiçbir öneri Suriyelileri mutlu etmez. Bu yüzden olsa gerek, Esad'ın defalarca, diledikleri sayıda yabancı gözlemci huzurunda seçim düzenlenmesi ve sandıktan çıkacak iradeye herkesin rıza göstermesi teklifi hem batılı güçler ve Ankara, hem de silahlı gruplar tarafından reddedildi.
İran, Suriye politikasını nasıl belirliyor?
İslam devrimi sonrasında İran'ın dış politikasında Suriye'nin yerini iki döneme ayırmak gerek. Birinci dönem, Lübnan'da İsrail yayılmacılığına karşı oluşan (1982) direncin korunması ve desteklenmesi açısından Suriye'nin stratejik önemidir. Lübnanlı efsanevi lider Ayetullah İmam Musa Sadr'ın temellerini attığı bu direnç hattının veya Lübnanlıların tabiriyle “el-Mukaveme (Direniş)” hareketinin santrali olan İran'dan Lübnan'a akımın ulaşabilmesinin tek imkanı hep Suriye oldu. Fakat bu ilişkinin sadece Suriye'nin taşıyıcılık veya aktarıcılık rolünden ibaret olmadığını gözardı etmeyelim. Suriye devrimci hareketlere hep evsahipliği yaptı. Dolayısıyla İran'la Suriye arasındaki stratejik ilişki pragmatik değil, Suriye'nin stratejik tercihiyle doğru temas kurmuş üretken bir ilişki türüdür. 2003'te Irak'ın ABD tarafından işgal edilmesiyle Saddam rejimi yıkılınca bu kez Suriye, İran-Irak-Suriye-Lübnan plakasının ortaya çıkmasında temel rolü olan ülke haline geldi. Ortadünya tektoniğinde İran-Irak-Suriye-Lübnan plakası içinde Suriye'nin taşıdığı yüksek anlamı, Suriye'de oğul Esad'ın cumhurbaşkanı seçildiği 2000'den bu yana batılıların Suriye üzerinde odaklanmış baskı ve tecrit, ama aynı zamanda vaat ve ödül hareketliliğinden anlıyoruz. Hiç kuşku yok Suriye'nin bu yüksek anlamı İran'ın dışpolitikasına olduğu gibi yansıyor. Burada durum, Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah'ın “İran Hizbullah'ın değil, Hizbullah İran'ın dışpolitikasını yönlendiriyor” dediği gibidir. Yani İran Suriye'nin değil, Suriye İran'ın dışpolitikasını belirliyor. Suriye, küresel gidişata etki eden iki önemli havzada, Lübnan ve Filistin meselelerinde karargahtır. Küresel merkez güçlerin politik dalgalanmasına yolaçan Lübnan ve Filistin merkezkaç güçleri, bu etkili rollerini Suriye sayesinde oynayabiliyorlar. İsrail yayılmacılığının 1982'de Hizbullah tarafından durdurulmasından bu yana İsrail bir karış toprak kazanamadıysa bu Suriye sayesindedir. Suriye'de hükümet darbesi için Atlantik güçlerinden yardım dilenen kimilerinin Suriye'nin bu önemli siciline gölge düşürebilmek amacıyla yaptıkları hiçbir suçlama gerçeği değiştiremez. Gerçek, Suriye'nin neden Golan'ı geri alamadığı değil (o toprağın geri kazanılacağı gün uzak görünmüyor), İsrail'in yayılmayı sürdürüp sürdüremediğidir. İran, Suriye'nin bu kök konumuna göre dışpolitikasını belirliyor. Suriye'yi İsrail yayılmacılığının üssüne dönüştürecek hiçbir politik girişimi desteklemeyeceğini açıkça söylüyor. Ayrıca bu tür siyasi projelerin Suriye halkının iradesine aykırı olduğunu ve bunu doğrulamanın yolunun da demokratik seçimlerden geçtiğini hatırlatıyor. O nedenle mesela 2011 Mart'ında bir iki Suriye şehrinde reform talep eden gösteriler yapıldığından beri İran aynı şeyi söylüyor: Dış müdahaleye hayır, reformlara evet, demokratikleşmeye evet... İranlılar başından beri muhaliflerin de katılacağı bir koalisyon hükümeti kurulmasını ve bu hükümetin yönetiminde seçimlere gidilip sandıktan halkın iradesinin çıkması gerektiğini söylüyor. ABD ve müttefikleri ise bugüne kadar Esad hükümetine karşı darbeden başka hiçbir seçeneği desteklemedi. Bize sergilenen medyatik mizansenler veya selefilerin nihilist terörüyle can veren, yahut güvenlik güçleri ile bu tedhiş grupları arasındaki çatışmalarda arada kalıp hayatını kaybeden masum insanlar hep Suriye'de hükümet darbesini meşrulaştırmak amacıyla kullanıldı. İran bu gibi terörizme destek girişimlerini uluslararası sözleşmelere aykırı bularak reddetti ve uluslararası toplumu kurallara uymaya çağırdı.
‘DAVUTOĞLU’NUN DIŞ POLİTİKA DOKTRİNİ YIKIM YARATTI’
Türkiye'de Suriye politikasını Erdoğan mı, Davutoğlu mu belirliyor? Özgür Suriye Ordusu ve Suriye Ulusal Konseyi çizgisinde belirlenen bu politikayı nasıl okumak gerekir?
Ben mevcut dışpolitika doktrininden ve onun Türkiye'nin başına açtığı gailelerden Davutoğlu'nu sorumlu tutanlardanım. Erdoğan kuşkusuz başbakan ve aynı söylemi kullanıyor ama Davutoğlu'nun politik ufkunu, niyetini ve öngörülerini hükümetinin politik tercihi yaptığı için ona uygun davranıyor. Fakat görünen o ki Davutoğlu'nun doktrini yanlışlandı. Dahası dış politikada kelimenin tam anlamıyla bir yıkım yarattı. Ankara'nın muhafazakar hükümeti tarihsel anlamı, toplumsal dokusu ve iktisadi büyüklüğüyle hiç bağdaşmayacak biçimde komşusu Suriye'ye karşı Özgür Suriye Ordusu isimli terör örgütünü destekliyor. Bu örgütün ve onun yan kollarının Türkiye topraklarını serbestçe kullanmasını sağlıyor. Egemen bir ülkenin (Suriye) aleyhine kendi topraklarında yarı zamanlı politikacılara konsey falan kurdurup onlar için hükümet darbesi yapmaya kalkışıyor. İstanbul'daki tüccar Suriyeliler, ABD'nin liderliğindeki koalisyon güçleri hükümet darbesini başaramazsa işlerine güçlerine dönecek, isimlerini bile hatırlamayacağız ama Ankara'nın bu süreçte bulaştığı her türlü şaibe, kirli ilişkiler, karanlık operasyonlar baki kalacak. Bunları Türkiye'nin dışpolitika sicilinden silip atabilmek için keskin bir redd-i mirasa hep ihtiyaç duyacağız. Bütün bunların baş sorumlusu Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'dur. Türkiye'nin muhafazakar rejim döneminde bulaştığı Suriye kampanyasının yıkımını telafi etmek için belki de 1914'teki tenkil ve tehcirin sorumlularının yargı önüne çıkarılması boyutunda seçenekleri düşünmek gerekir. Aklı eren herkes başından beri Türkiye'nin Suriye'de ne yapmak istediğini soruyor. Bu sorunun cevabı yoktur. Ankara'nın özgürlük, demokrasi, insan hakları edebiyatı 20 bin insanın canına malolmuş bir macerayı denemesini aklayabilir mi? Başka bir ülke için insan hakları, özgürlük ve demokrasi mücadelesine soyunan Türkiye'nin demokrasi sabıkasında kayıt düşülecek sayfa kalmadı. İktidarda olduğu 10 yıldır 12 Eylül askeri rejimine dokunmamış muhafazakar rejim, Suriye'deki siyasi rejimi tartışma konusu yapıyor. Kendi darbe rejiminde aldatıcı makyajla yetinip iktidarı korumayı herşeyden üstün tutan muhafazakar rejim, Suriye'de hükümet darbesi için terörü araç olarak kullanıyor. Bu illegaldir, gayri ahlakidir, insanlık dışıdır. Suriye'de çokuluslu teröre verilen destek yüzünden 20 bine yakın insan hayatını kaybetti ve bunun birinci derecede sorumlusu, Erdoğan'ın Davutoğlu doktrinini hükümet siyaseti olarak benimsemesidir. Türkiye'nin 70'li yıllarını karanlık yıllar olarak tarif eden muhafazakarlar, aynısını Suriye'ye yaşatıyor. Türkiye'de darbeyle, gayri meşru ve siyaset dışı yollarla hükümeti devirmek isteyen karanlık odaklardan bahseden muhafazakar rejim ve tüm ilişikleri, Suriye'de tam da bunu destekliyor. Türkiye'nin acilen bu anormal durumdan çıkıp normalleşmesi gerekir.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun görevden alınacağını daha önce farklı mecralarda yazıp, söylemiştiniz. Sanırım yerine de talipleri var. Sayın Gürsel Tekin de bunu söyledi. Açar mısınız?
Amerikan neoconları Amerika'ya ne yaptıysa ve ne zarar verdiyse Davutoğlu ve onun neocon kadrosu da Türkiye'ye aynısını yaptı. 2009'da bakan olmasıyla birlikte bu zarar kurumsal ve sistematik nitelik kazandı. Bunun sürdürülebilir olmadığını bir yıldır söylüyorum. Başka mecralarda kendimi ifade edemediğim, bu imkandan mahrum edildiğim için sosyal medyada son bir yıldır Davutoğlu ve neocon kadrosunun tasfiye edilmesi ve Türkiye'nin normalleşmeye başlaması gerektiğini yazıyorum. Fakat beş altı ay önce Davutoğlu döneminin kapandığına ve onun artık “topal ördek” olduğuna ilişkin net görüşümü açıkladım. Şimdilerde bu görüşün anamuhalefet partisinde ve başka çevrelerde konuşulur hale geldiğine bakmayın, beş altı ay önce bu kimsenin aklına bile gelmemişti. Ben Davutoğlu döneminin bitmesi gerektiğini, Türkiye'nin normalleşebilmek için buna şiddetle ihtiyaç duyduğunu twitter hesabımdan yazdığımda muhtelif ortamlarda karşılaştığım kimi AK Partili milletvekillerin veya iktidar partisinin kimi yöneticilerinin ve teşkilatlardaki yöneticilerin ilginç biçimde görüşüme ilgi gösterdiklerine tanık oldum. Davutoğlu, “yeni ortadoğu” nâzım planının şemsiyesi altında yeni osmanlıcılığın icra edilebileceğini muhafazakar ana gövdeye de, İslamcılığın marjinal radikalizmine de kabul ettirebildi. Suriye macerası bunun sonucudur. NATO'nun yeni Gladyosu olmaya istekli İslamcılık da Davutoğlu'nun kendine özgü reelpolitisizmi sayesinde mümkün olabildi. Selefiliğin, yani Vahhabiliğin etkisi altındaki bugünkü İslamcılık, 1969'da Amerikan 6. filosunu protesto etmeye giden sosyalistlere saldırmış güruhun reenkarnasyonudur. İslamcılık, Davutoğlu'nun dışpolitika doktrininin milis gücü gibi faaliyet gösteriyor. Sokaklarda Suriye karşıtı NATO kampanyasında her göründüklerinde veya görünmediklerinde bu misyonun gereğini yerine getiriyorlar. Galiba bu şaibe nedeniyle NATO'nun Suriye kampanyası boyunca hiçbir zaman dindar kitleleri sokağa dökemediler. Her defasında 20 küsur İslamcı STK, iktidara ilişik medyanın yoğun propagandayla desteklemesine rağmen kendi mensupları sayısınca insanı bile sokağa çıkaramadı. Devlet aygıtına ilişmiş bu örgütler Davutoğlu doktrininin propagandasından başka bir işle uğraşmıyorlar. O sebeple Suriye krizi Davutoğlu kadar onların da tükenişinin fotoğrafıdır.
‘BAŞBAKAN, DAVUTOĞLU İLE DEVAM EDEMEYECEĞİNİN FARKINDA’
Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile yola devam edemeyeceğinin farkında. Suriye kampanyasının hız kestiğini gördüğünde Davutoğlu'ndan vazgeçecektir. Otuz kere, hatta partisinin ilçe kongrelerinde bile BOP eşbaşkanı olmakla övünmüşken Bush iktidarı bittiğinde “BOP kötü fikirdi” demiş bir siyasetçi Erdoğan. Kendi siyasi kaderini Davutoğlu'nunkiyle asla özdeşleştirmez. Ayrıca onunla ortak politik geçmişleri de yok. Başka isimlerle kıyaslandığında Davutoğlu siyaseten yabancıdır, kolay vazgeçilebilir bir isimdir. Türkiye'nin normalleşme sürecinin başlangıcı Davutoğlu'nun ve neocon kadrosunun tasfiyesidir ve Erdoğan bu gerçeği görmektedir. Hatta bana kalırsa bununla yetinmemeli, Davutoğlu'nun yarattığı tahribatı tamir için bir de “komşularla ilişkileri onarmadan sorumlu bakanlık” ihdas etmelidir. Ben, başkalarından farklı olarak, Davutoğlu'nun batıcı/batılı stratejik yürüyüşe çıpalı yeni osmanlıcı doktrininin dışpolitikada yıkım yarattığı kanaatindeyim ve onun görevden alınmasını bu tahribatın tamiri için gerekli görüyorum. Davutoğlu'nun doktrini, Türkiye'yi “yeni Sünnilik” ideolosiyle bir Sünni ulus devlete dönüştürmek ve küresel güçlerin himayesinde bölgesel hegemoni kurmaktır. Davutoğlu garpzede muhafazakarlığa ideoloji kazandırma çabasındaydı. Adına “dışpolitika hamlesi” denilen şey, onun bu çabasının kızıl elmasıdır. Bu maceraperestlik iflas etmiştir. İflasın müflis sorumlusunun behemehal görevden alınması gerekir.
Suriye'de ne olursa Esad gider? Esad sonrası Suriye ne olur?
“Esad'ın gitmesi” klişesi NATO'nun Suriye karşıtı kampanyasının şifrelerindendir. Manası, hükümet darbesi yapılıp Esad'ın devrilmesi ve batı yanlısı yeni bir rejim kurulmasıdır. Böyle bir seçeneğin sözkonusu bile olmadığı birbuçuk yıllık Suriye kampanyası boyunca gözlemlendi. Kampanyanın sahibi ABD ve onun ardına dizilmiş 133 devlet, çokuluslu profesyonel teröristlerden kurduğu lejyonerlerle de, 18 Temmuz Şam saldırısı gibi doğrudan kendi istihbarat servislerinin operasyonlarından da sonuç alamadı. Libya'daki Bingazi modeli de işlemedi. Ne Bab el-Amr, ne Hums, ne Halep Bingazi yapılamadı. Çünkü bu girişimlerin sahibi ülkeler ikinci dünya savaşının mihver güçlerine karşılık geliyor. Başını ABD'nin çektiği mihver güçlerin hegemoni savaşına, başını Rusya ve İran'ın çektiği müttefik güçler direniyor. Suriye bu savaşın Stalingrad'ıdır. “Esad gitsin” klişesi, mihver güçlerin hegemoni savaşına gösterilen direnç ve direniş nedeniyle hükümet darbesinden medet ummanın kodlanmış şeklidir. Esad'ın gitmesi ancak halkın oylarıyla olur. Mihver güçler Suriye meydan muharebesini kaybettiklerini kabul eder ve anlaşmak için masaya otururlarsa Suriye hükümeti de serbest, şeffaf, hatta istedikleri sayıda gözlemciyle seçim düzenler ve sonucuna herkes rıza gösterir. O seçimde halk Esad'ı istemezse o da iktidarı rakibine devreder. Bunun dışında Esad'ın gitmesinden bahseden bütün ihtimaller darbeciliktir, gayri meşrudur, silah zoruyla iktidar değişikliği dayatmaktır, bir devletin iç işlerine müdahaledir.
SERBAY MANSUROĞLU/BİRGÜN
İmam Hamanei: İslami uyanış dalgası çok büyük bir değişim
İmam Hamenei, dünyanın yeni yapısında İslami İran’ın konumunun yükseltilmesinde üniversite ve bilim çevrelerinin rolünü önemli ve belirleyici olarak niteledi.
İmam Hamanei, dün yüzlerce üniversiteli, araştırmacı ve öğretim üyesine hitaben yaptığı konuşmada, dünyanın halihazırda çok büyük bir değişim içinde olduğunu belirterek, dünyanın mevcut haliyle, siyasi, iktisadi ve sosyal alanda yeni bir yapıya bürünmekte olduğunu hatırlattı ve İran milletinin böyle bir zaman diliminde konumunu tarihi olarak niteledi.
Böyle bir süreçte başta üniversiteliler olmak üzere yetişmiş insanlar gibi İran'ın ileri gelenlerinin İran'ın dünyanın yeni yapısında konumunun yükseltilmesinde rolünün çok önemli olacağını belirten İmam Hamanei, aynı zamanda Ortadoğu bölgesi ve Kuzey Afrika'da başlayan ve hala devam eden İslami uyanış dalgasının da çok büyük bir değişim olduğunu kaydederek, "çeşitli İslam ülkeleri ve halkları arasında İslami uyanış dalgası ve İslami kimlik bilincindeki bu gelişme bu zamana kadar görülmemiş bir gelişmedir ve bu durum dünyanın geleceğinde derin gelişmelerin olacağının da habercisidir" dedi.
İmam Hamanei, Amerika'nın liderliğindeki Batının, Asya'nın batısında sulta kurmaya dayalı planlarının yenilgiye uğramasını da dünyanın şimdiki gelişmelerinin bir diğer göstergesi olarak nitelerken, Amerika'nın Irak ve Afganistan üzerinde sulta kurma olayında yenilgiye uğramasının da dünyadaki derin gelişmelerin neticelerinden biri olduğunu söyledi.
İmam Hamanei, Amerika'nın bugün dünya genelinde konumunun zayıfladığına da temas ederek, bu durumun bile tek başına bugün dünyanın yeni bir duruma geçiş sürecini gösterdiğinin altını çizdi.
İmam Hamenei, Amerika'nın geçmiş yıllarda, servet, ilim, askeri ve sivil teknoloji açısından dünya milletleri nazarında iyi bir konuma sahip olmasına rağmen ama bugün bu ülkenin milletler arasında yerinin olmadığı gibi Amerika'nın zorbalık, zulüm, diğer milletlerin içişlerine karışan ve sürekli savaş kışkırtıcılığı yapan bir ülke olarak sembol haline geldiğini söyledi.
İmam Hamanei, İran'ın üniversite ve diğer bilim çevrelerine böyle bir zaman diliminde çok önemli görevler düştüğünü hatırlatarak, hak cephesi için mücadele ve kültürel çabanın aslında ılımlı savaş komutasının idaresi anlamında olduğunu kaydetti.
''Silah ve teröristlerin gönderilmesiyle Suriye'ye demokrasi getirilemez!''
İran Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreteri Said Celili; Suriye’de demokasinin silah ve teröristlerin gönderilmesiyle sağlanamayacağını belirterek, Suriye halkına kendi geleceğini belirleme fırsatının verilmesine çağrı yaptı.
Al- Alem Haber kanalının aktardığı televizyon açıklamalarında Celili; Suriye'deki krize çözümün ülke sınırları dışından planlanan yabancı müdahalelerle olmayacağının altını çizdi.
Celili; Suriye'de çözümün dış müdahaleler, silah ve terörist göndermekle olmayacağını ve ancak halkın iradesiyle olabileceğine dikkat çekerek bunları Kofi Annan’a Tahran ziyareti sırasında aktardığını söyledi.
Ülkesinin Suriye'de krize son vermek için dört temel bende vurgu yaptığını açıklayan Celili, bunların; şiddete ve çatışmalara son verme, kanların akıtılmasını durdurma, ardından ulusal diyaloga girme, daha sonra hür ve dürüst seçimler düzenlemekten ibaret olduğunu söyledi.
Celili Annan’ın kendisine; Suriye'deki krizde çözümün bir parçası olduğunu iddia eden bazı ülkelerin temelde sorunun bir parçası olduklarını net bir şekilde bildirdiğine işaret etti.
İslam aleminin İsrail'in önünde durmasını yada bu alemin kendi olanaklarını kullanmasını istemeyen bazı tarafların Suriye halkının iradesini hedef alan tarafların aynısı olduğunu belirten Celili; Suriye halının iradesini korumak ve yaralarını sarmak için daha fazla çaba harcamak gerektiğini ekledi.
Celili; Suriye'nin direniş ve mücadelede güçlü bir kale olduğunun altını çizerek, Suriye halkının direniş ve mücadeleden yana sabit ilkeli tutumunun bedelini ödediğini söyledi.
Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın tüm bu komplo ve dış planların büyüklüğüne rağmen şu ana kadar nasıl yönetimde kaldığına işaret eden Celili; halkının desteği olmadan hiç bir liderin bu denli büyük bir komplo ve evrensel saldırılara baş koymasının mümkün olmadığının altını çizdi. Celili; Suriye'de muhalefetin varlığının kabul edildiğini, fakat halkın büyük iradesinin Suriye ve lideri Esad’ın yanında olduğuna işaret etti.
İran'dan Arınç'a PKK tepkisi!...
İslami İran dışişleri bakanlığı sözcüsü Ramin Mihmanperest, İran'ın PKK'ya destek verdiği ve işbirliği yaptığına dair Türkiye başbakan yardımcısı Bülent Arınç'a tepki gösterdi.
MHA'nın İran devlet televizyonuna dayandırdığı habere göre, İslami İran dışişleri bakanlığı sözcüsü Ramin Mihmanperest, Türkiye başbakan yardımcısı Bülent Arınç'ın, İran'ın PKK'ya destek verdiği ve işbirliği yaptığına dair delilsiz açıklamasına tepki göstererek, İran'ın böyle bir iddiayı kabul etmediği gibi İran'ın son 30 yıldır her zaman başta Filistin halkı olmak üzere mazlum milletlerin hamisi olduğunu söyledi.
Mihmanperest, İran ve Türkiye'nin Suriye konusunda her ne kadar farklı tutumlarının olmasına rağmen bu durumun iki ülke arasında siyasi tutumlarında tefrikaya neden olmaması gerektiğini dile getirdi.
İran dışişleri bakanlığı sözcüsü, PKK güçlerinin İran topraklarından Türkiye'ye nüfuz ettiğine dair iddiaları da reddederken gerçekleri çarpıtmak için yapılan bu gibi asılsız iddiaların Türkiye'nin iç meselesinin hallinde bir katkısının olmayacağını söyledi.
İran ve Türkiye'yi bölgenin iki güçlü ülkesi olarak niteleyen Mihmanperest, iki ülkenin kendi güçlerini, Amerika-siyonist fitnenin önlenmesinde kullanmaları gereğine vurgu yaptı.
Şah- Merdan Ali’nin (a.s) Şehadeti
Bismillahirrahmanirrahim
Şah-ı merdan imam Ali (a.s) hicretin 40. yılı ramazan ayının 19. günü İbni Mülcem lanetisi tarafından zehirli kılıçla darbe almıştı ve ramazanın 21. günü şehadete ermişti.
Mülcemi Muradi, Berke ve Sadi b. Amr bir araya geldiler. Bunların üçü de hariciydi, halkın arasına düşen fikir ayrılığı hakkında konuştular. Nehravan’daki ölülerini andılar, ağlaştılar.’’Onlardan sonra yaşayıp da ne yapacağız, canlarımızı Allah için satmamız, sapıklık ehline öncü olanları öldürmemiz ve şehirleri onlardan kurtarmamız gerekir.’’ diye kendi aralarında ahitleştiler.
İbni Mülcem l.a: ‘’ Ali'ye ben yeterim.’’ dedi. Berke:’’ Ben Muaviye’yi öldürmeyi üstüme alıyorum.’’ Amr: ‘’Ben de As oğlunu öldürürüm.’’ dedi. Üçü de öldürmedikçe veyahut ölmedikçe bu kararlarından asla vazgeçmeyecekleri sözünü verdiler. Kılıçlarını aldılar, zehirlettiler, ramazan ayının 19. günü sabah vakti harekete geçeceklerini kararlaştırdılar.
İbni Mülcem l.a Kufe'ye geldi. Fikirdaşlarıyla buluştu ama yapacağı işi kimseye açmadı. Bir gün fikirdaşlarından birinin evinde bir kadın gördü, kadın çok güzeldi. Adı Kutam’dı. Kadına aşık oldu ve evlenme teklifinde bulundu.
Kadın: ‘’Benim mihriyem çok ağırdır, üç bin dirhem vermedikçe, bir köle alıp bana bağışlamadıkça ve Ali'yi öldürmedikçe sana varmamın imkanı yoktur.’’ dedi.
İbni Mülcem l.a: ‘’ İlk iki şartını yerine getiremem fakat Ali'yi öldürme işi Allah indinde benim için dünyadan daha hayırlıdır.’’ dedi. Kutam’ın babasıyla kardeşi Nehrevan’da öldürülenlerdendi. İbni Mülcem’e dedi ki: ‘’Eğer Ali'yi öldürürsen senin yüreğin de soğur benim de. Ondan sonra seninle güzelce geçinir gideriz.’’ dedi. Ve kavminden olan Verdan ile Şebip isimli kişilerin ona yardım etmelerini sağladı.
Hicretin 40. yılıydı Şah-ı merdan mevla (a.s) bir akşam imam Hasan’ın (a.s), bir akşam imam Huseyn’in a.s bir akşam da Caferi Tayyar oğlunun evinde iftar eder, üç lokmadan fazla yemezdi. ‘’Aç olduğum, midemin dolu olmadığı halde Allah’ın emrinin gelmesi daha sevimlidir.’’ derdi.
Hz. imam Ali (a.s) kılıçla vurulacağı gün fecr vakti evinden çıkıp Kufe mescidine giderken imam Hasaneyn a.s lara hediye olarak getirilmiş olunan ördekler mübarek mevlamızın abasının alt kısmına yapışarak gitmesine engel olmaya çalıştılar.Ördekleri uzaklaştırmak isteyenlere:''Bırakın onlar ölüye ağlayanlardır.'' buyurdular.
İmam Ali (a.s) mescide geldi, namaz kıldırırken namazın ilk secdesine varırken ibni Mülcem l.a : ''Ya Ali hüküm Allah'ındır, senin adamlarının değil.'' diyerek bir kılıç vurdu. Kılıç Hz. imam Ali’nin (a.s) başına Hendek savaşında Amr’ ın vurduğu yere rastladı.Öyle sert bir darbeydi ki, kılıç derinlere kadar işledi. O anda imam Ali (a.s) yere düşüp ''AND OLSUN KABE’NİN RABBİNE KURTULDUM.'' sözünü buyurdular.
Cemaat Ali’nin (a.s) vurulduğunu fark edince hemen her biri mescidin kapısına koşarak ibni Mülcem lanetisini yakaladılar, kılıcını elinden aldılar.Verdan ve Şebip kaçmayı başardılar.Şebip’i, amcasının oğlu gizlendiği evinde öldürerek cehenneme gönderdi.
İmam Ali (a.s) çok ağır yaralanmıştı, çok da kan kaybediyordu, hemen bir kilimin içine bırakarak fazla zahmet vermeden evine götürdüler. Daha sonra ibni Mülcem lanetisini elleri bağlı bir şekilde mübarek huzurlarına getirdiler. Hz. imam Ali a.s : ''Ey Allah'ın düşmanı, ben sana iyilik etmedim mi?'' diye sorunca Mülcem oğlu: ‘’Evet, iyilik ettin.’’ dedi.
İmam Ali (a.s): ‘’ Bunu niçin yaptın ?’’ diye sorduklarında, o zalim şöyle dedi: ‘’Kılıcımı kırk biledim Allah'tan onunla halkın en kötüsünü öldürmesini istedim.’’ dedi. İmam Ali (a.s) :''Sen onunla öldürüleceksin. Halkın en kötüsü görüyorum ki sensin''.
Sonra şöyle devam ettiler: ''Ben ölürsem bu adamı o beni nasıl vurduysa öyle vurun öldürün, eğer sağ kalırsam hüküm benimdir ne yapacağımı ben bilirim.'' Sonra odada toplanmış olan evlatlarına dönerek şöyle buyurdular:''Ey Ebutalip oğulları! Müminlerin emiri öldürüldü diye Müslümanların kanlarını dökmeye kalkmayın, ancak beni öldüreni öldürün. Ey Hasan o bana bir kılıç vurdu, ölürsem sen de onu bir kılıç darbesiyle öldür. Çünkü ben Allah resulünden duydum ki buyurdular: ‘’ Sakının işkenceden, kudurmuş köpek bile olsa eziyetle öldürmeyin.''
İmam Ali (a.s) kanına karışan zehirin etkisiyle çok ağır yaralıydı, dönemin en ünlü tabipleri bile bir şey yapamadılar.Şah-ı merdan Ali (a.s) yaralanmalarından üç gün sonra şehadete erdi.
Mübarek imamın defin işlerinden sonra imam Hasan (a.s) Mülcem oğlu lanetisini huzurlarına getirttiler ve imam Hasan (a.s) babalarının vasiyetine uyarak bir kılıç darbesiyle onu cehenneme gönderdi.
İmam ALİ (a.s) mübarek kabirlerinin yeri düşmanların tehlikesi dolayısıyla çok uzun yıllar gizli kalmıştır. İmam Caferi sadık (a.s) döneminde kabirlerinin yeri halka aşikar olmuştur.
Allah’ın selamı aziz imamımıza olsun, laneti ise ibni Mülcem ve Mülcemi zihniyetlere olsun. Şefaat ve ziyaretleri cümle arzulayan dostlara olsun.
Selam ve dua ile
Ebuzer Göktaş
Uyuyan güzel
Bir cadının büyüsüyle Şato'nun Güzel'i uykuya daldı. Bazı kimseleri de uykunun devamını sağlamakla görevlendirdi. Biz Şato'ya yaklaşamıyoruz, yatak odasına hiç giremiyoruz. Merhum Barış Manço'nun 'domates, biber, patlıcan' türküsünü köşemizden haftada iki kez çağırır gibi yaparken, araya bir de Merhum Cenab Şehabeddin'in mısralarını sokuşturuyoruz ki ninni söyleyenlerin, cadının uyku tozunu Şatoya serpiştirenlerin Hışm-i Devletleri'ne maruz kalmayalım!
Arada; 'domates, biber, patlıcan'ın yeni bir düzenlemesiymiş gibi fısıldıyoruz, 'nakarat' olarak terennüm ediyoruz: -Artık uyan ey Mah! / Ey Mâh-i Dil-ârâm! / Zira geçiyor âh! / Sâât-i semen-fâm!... / Zira geçiyor âh! / Sâât-i muhabbet!
Mâbeynciler'den; duyan ve cevaba tenezzül eden olursa şu cevabı alıyoruz:
-Uyuyan sizsiniz! Kendinize bakın!
Bu arada 'sâât-i muhabbet', sevgi saatleri geçiyor, şuur altlarına gömülü savaş baltaları çıkarılıyor Neyleyelim ey Azîzan? Merhum Cenab Şehabeddin gibi ye'se kapılıp 'artık uyu ey Mâh!'mı diyelim? Ayşe Hanım (Böhürler) gibi 'lâf orucu'na mı girelim? Yanılmıyorsam Ayşe Hanım kardeşimizin orucu, yine yanılmıyorsam Şeref Hanım'ın Sultan Mahmud'a hitab ettiği 'şarkı'sındaki oruç kabilinden idi: -Pür ateşim, açtırma benim ağzımı zinhar! / (Ey Mah!=Aslında: Zâlim!) beni söyletme derunumda neler var!
Ne var ki mâbeynciler, sussanız da, konuşsanız da, aynı sonuca varıyorlar: -Şi'i takıyyesi! Bunlara güvenmemek lazım! Bütün tutum ve davranışları takıyyedir. Biz takıyye yapmayız, Cadı Hazretleri'nin talimatında ne yazılıysa onu terennüm ederiz! Bu mülkün sahibi cadı değil mi? Ul-ül-emre itâat farz değil midir?
Esasen bu şi'iler asırlarca nikah yoluyla Şatomuz'a nüfuz etmişler de nihayet 1915'de ermenilere haddini bildiren şanlı Hükümetimiz acemlerle nikahı da yasak eylemiş! Nur içinde yatalar! 1926'da acemler yine bir oyunla bize Medeni Kanun'u kabul ettirdiler ve bu yasak kalktı. Ne durursuz ey müslümanlar? Bu yasağı ihya vakti değil midir? Görmediniz mi? Acem Serdarı coştu, yanıtını aldı! Bir o eksikti! Cadı benim, ben Cadı'nın, el ne karışır? / Obama'ya beyzbol sopası ne güzel yakışır! Esasen biz Acem'i nükleer krizde yalnız bırakmayıp kendilerine bir hücum olursa yardımlarına koşabilelim ve onları cadının arabasına koşup Cadı'nın gazabından kurtarabilelim deyû füze kalkanı kurdurmuş iken bu nankörlüğe, bu vefasızlığa bakın! Üstelik Cadı Sultan'dan haber geldi: PKK'yı destekleyen de Acem imiş!
Yine 'domates, biber, patlıcan!' arasına bir 'fısıltı' katıyoruz: -Bre Devletlûm, bizde bir haksızlığa uğrayanlar, 'dilsiz şeytan olma!' anlamında, '-susma, sustukça sıra sana gelecek!' deyû çığrışmazlar mı? 'Acem Serdarı' da 'men gelerem şırtu pırtınızı dağıdaram haa!' mı dedi ki bu kadar hiddet buyuruyorsunuz? -'Cadı'nın yangın kundakçıları komşu şatoyu hâk ile yeksân ve Seyyide Zeyneb ve Seyyide Rukayye haremlerini viran ettikten sonra Cadı'nın günlüğündeki sıraya göre ergeç sıra size de gelecek, bugün bana ise yarın sanadır!' demedi mi? Yoksa bunu söylerken, elinde kalyan marpucu varmış da biz mi bilmiyoruz?
Yine soruyorum ey gerçek Azizan, apaçık bir sözün bu kadar aksine yorumu, güven ilkesine göre yorum mu demektir? Alacağım cevabı biliyorum: -Acem'e güven olmaz ki sözünü de güven ilkesine göre yorumlayalım!- -Pes çi bâyed kerd ey akvâm-i, Şark? (Ey Doğu Milletleri! Bu durumda ne yapmalı? -Merhum İkbal'in bir kitap başlığı) '-Süleyman tahtını sanki mâr almış!' Beyzbol sopası; 'Süleyman asâsı'nın yerine geçmiş. Süleyman Asâsı'nın Musa'nın asâsından farkı yoktu. Bugün bunun yerini Dâbbet-ul-Arz'ın sopası aldı. İftar sofrasında Ehl-i Beyt'den bahsetmemi dahî 'Şi'îlik propagandası' sayıp tepki gösteren ebna-i zaman devletluleri, ninni söyleyen mabeynciler ve Cadı marka enfiye tiryakilerinin sayıdan, saygıdan, insafdan ârî yorumları karşısında 'domates, biber, patlıcan' demek dahî zor! İyi bir 'Müslüman Kardeş' bundan gayet mantıklı bir idam fetvası gerekçesi çıkarabilir: -Domatesin çekirdeği kırmızı kırmızı! Biber de yeşildir mâlûm-i devletleri! Şu halde bu söz, aslında 'kızıl' olup da 'yeşil' görünme parolasıdır, yani takıyyedir, değil mi efendim? Patlıcan da Acem Serdarı'nın beyanatından sonra âşikâr oldu ki patlıyacan! 'tehdididir vs. vs.
Bir kez bu yola girilip de insafa, mantık ve akla 'elveda' dendikten sonra, 'neo-Kemaltahirizm' de peşinden gelir kiKemal Tahir'e dahi parmak ısırtır:
-Pir Sultan Abdal İran casusu idi. Şi'i propagandası ile Anadolu'nun milli birliğini bozdu. Yavuz'a da altmışbin küsûr halkı katletmekten başka seçenek bırakmadı. Şu halde bu tenkillerin sevabı Hünkâr'a, varsa günahı Acem'e yazıla! -Efendi Hazretleri, Pir Sultan Abdal, Yavuz'dan sonra yaşamış değil mi? -Kaziyye değişir mi a dümbelek? -Bu fetvânızdanBeşşar Esed de yararlanabilir mi? -Aslâ ve kat'â! Kaziyye ve kazın ayağı öyle değil! Zalim de olsa, fâsık da olsa sünnî emîre itaat farz, buna mukabil râfızîyî ne olursa olsun alaşağı etmek yine farzdır!
Cenab Şehabeddin Merhum ye'se düşerek: –Artık uyu ey Mâh!... / Etdi güzer eyvâh! Sâât-i Mülakaat! demişdi. Biz 'artık uyu ey Mah!' desek bile 'tala'al-Bedru aleyna!' diyeceğimiz mülâkat saatini bekliyoruz. Akıbet muttakıylerindir. Selâm!
Hû diyelim Gerçekler'in demine!
Hüseyin Hatemi 11 Ağustos 2012 Cumartesi