کارگر

کارگر

Ey İslam alemi alimleri! Ey kalem sahipleri! Normal bir evlilik olan “mut’a” konusunda niçin kargaşa çıkarıyorsunuz? Sizin sürekli Şîa’ya saldırıp serzenişte bulunmanızı gerekçesi nedir?

Geçici evlilik konusunda yaptığımız bu kısa açıklama Müslümanlar arasında düşmanlık ateşini alevlendirmenin önünün alınması ve hakkın karşısında teslim olunması için yeterli değil midir?

Hakkın izzetine ve O’nun hakkaniyetinin şerafetine yemin olsun! Bizim söylediğimiz bu şeyler hakkın tarafını tutmaktan başka bir şey değildir. Eğer eleştiride bulunduysak bu eleştiri yalnızca batılın eleştirilmesiydi. Bizim dayanağımız Allah’tır ve hepimiz O’na döneceğiz...

 Şîa Büyüklerinden Birisinin Sözü

Bu meseleyi kaleme alırken bir çok yönleriyle bizim ortaya koyduğumuz sözlerle uyuşan Şîa’nın büyük alimi Muhakkik Muhammed b. İdris’in (sekizinci asrın alimi) sözüyle karşılaştım. Bundan dolayı daha önce sunduğumuz konunun teyidi unvanında söz konusu alimin sözünü olduğu gibi nakledeceğim:

Muhakkik Muhammed b. İdris fıkıh ve hadis kitaplarının en iyilerinden olan “Serair” kitabında nikah konusunda şöyle diyor:

“İslam şeriatında geçici evlilik caizdir ve Müslümanların tamamı Kur’an ve mütevatır hadislerin buna izin verdiğine inanır. Ne var ki bazıları geçici nikahın nesh edildiğini iddia ediyorlar, ancak bu iddiaları için delil getirmeleri gerekir. Önemi olan şudur ki onlar bu delili nereden bulabilirler?

Bunu bir tarafa bıraksak bile elimizde olan sahih belgeler esasına göre faydası olup dünyevi ve uhrevi zararı olmayan her iş aklın hükmünce caiz olup geçici evlilik meselesinde de bu durum geçerlidir. Yani böyle bir evliliğin faydası olduğu bir yana dünyevi ve uhrevi zararı da yoktur, dolayısıyla akıl bunun caiz olduğuna hükmeder.

Eğer birisi: Müslümanlar arasında ihtilaflı olmasıyla birlikte bu işin uhrevi zararının olmadığını nasıl iddia ediyorsunuz? şeklinde eleştiride bulunursa, bu eleştiriye şöyle cevap veririz:

Birincisi: Haram olduğunu iddia eden kimsenin delil getirmesi gerekir ve delilin olmaması durumunda akıl bu işin caiz olduğuna hükmedecektir.

İkincisi: İşaret edildiği gibi bu tür evliliğin Peygamber (s.a.a) zamanında olmadığına dair hiçbir söze rastlanmamıştır, ancak bu hükmün nesh edildiğini iddia ediyorlar. Halbuki hükmün nesh edildiğine dair elimizde sahih belge yoktur. Dolayısıyla hükmün asıl itibariyle meşru olduğu kesin olup nesh edildiği kati değildir ve hükmün nesh edildiği sabit olmaksızın bu işten el çekilemeyeceği açıktır.

Peygamber’den (s.a.a) nakledilen hadislerin bu hükmü nesh ettiğini gösteriyor denilmesi durumunda cevabımız şöyle olacaktır:

Bu rivayetlerin tamamı –senedinin salim olduğunu farz etsek bile – Haber-i Vahit’ir (yani mütevatır değildir) ve böyle bir rivayet ne ilme sebep olacak, ne amel etme dayanağı olacak ve ne de konunun kesin ve açık olması hasebiyle bu işten el çekilmesini gerektirecektir.

Buna ek olarak Kur’an-ı Kerim, kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınları zikrettikten sonra şöyle buyurur: “(Savaş esiri olarak) sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar (da size) haram kılındı. (Bunlar) üzerinize Allah’ın emri olarak yazılmıştır. Bunların dışında ise, iffetli yaşamak ve zina etmemek şartıyla mallarınızla (mehirlerini verip) istenemeniz size helal kılındı. Onlardan (nikâhlanıp) faydalanmanıza karşılık sabit bir hak olarak kendilerine mehirlerini verin. Mehir belirlendikten sonra, onunla ilgili olarak uzlaştığınız şeyler konusunda size günah yoktur. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” [1]

(Ayetin manası şudur: Zikredilen kadınlar, mallarınızdan onlara vermeniz halinde size helaldir; zina yoluyla değil, evlilik yoluyla mut’a yaptığınız kadınların mehrini vermeniz farzdır ve ücret karşılığında mut’anın müddetini yenilemenizde sizin için bir günah yoktur.)

Ayette geçen “İstemta’tüm kelimesi şu iki anlamdan birisine işaret eder: Ya bu kelimeden “faydalanmak ve lezzet almak” anlamında gelen lügat manası kastedilmiş veya şer’i örfte “mut’a akti” kastedilmiştir.

İki sebeple birinci anlamın kastedilmediği açıktır, zira:

1. Usul İlmi alimleri arasında ittifak edildiği üzere Kur’an’da bir lafız “lugat anlamı” ve “Şer’i örf” anlamlarını içeren iki anlamda gelirse, bu lafzın anlamı şer’i örfteki anlamına hamledilir, bunun içindir ki Kur’an’da zikredilen “Salat”, “Savm”, “Zekat” ve “Hac” kelimelerinin lugat manalarına değil, şer’i anlamlarına hamledilmiştir.

2. Peygamber’in (s.a.a) ashabı ve tabiinden (sahabeden sonra iş başına gelenler) bir grup mut’anın caiz olduğuna kaildiler ki sahabelerden Emirü’l Müminin Ali (a.s) ve İbni Abbas bunun örneklerini teşkil eder. İbni Abbas’la Abdullah b. Zübeyr’in münazarası meşhur olup herkesin naklettiği bir olaydır. Söz konusu iki şahıs arasındaki münazarayı şiirlerine konu eden şairlerden birisi şöyle diyor:

Şeyhin sözleri (mut’a konusunda) uzadığında ona şöyle deriz: Acaba İbni Abbas’ın fetvasına da (büyük sahabelerdendir) diyecek bir sözün var mı? [2]

Aynı şekilde Abdullah b. Mesut, Mücahit, Ata, Cabir b. Abdullah Ensari, Selleme b. Ekve, Ebu Sait Hudri, Muğeyre b. Şu’be, Sait b. Cübeyr ve İbni Cerih, mut’aya fetva veriyorlardı ve bu, ayette geçen “İstemta’tüm” kelimesinin ikinci anlama geldiğinin teyididir. Dolayısıyla muhaliflerin “Geçici evliliğin haram edilmesi ittifak konusudur” iddiaları temelsizdir… [3]

Bu alimin bahsindeki metaneti, meseleyi ele almasındaki mantık ve delillendirme gücü, meselelere vakıf olan kimseler için son derece açıktır.

Geçici Evlilik Konusunda Yapılan Bahislerin Neticesi

Şimdiye kadar geçici evlilik konusunda yaptığımız bahislerden şu neticeyi alıyoruz:

Evlilik erkek ve kadın arasında çeşitli eser ve hakları içeren bir çeşit özel irtibat ve alakadan ibaret olup “icab” ve “kabul” gibi belirli şartlar altında yapılan has bir akdi içerir.

“Zaman” açısından hiçbir sınırlandırmanın söz konusu edilmediği evliliğe “daimi evlilik” denir ve bu evlilik talak ve benzeri şeylerin vesilesiyle dağılmadığı sürece sürekli varlığını koruyacaktır.

Ancak evliliğin süresi – bir gün, bir ay, bir yıl ya da daha çok – mahdut ve belirli olması durumunda bu evlilik “geçici ve gayri daimi” olacaktır.

Bu iki tür evlilik pek çok hükümler ve eserler açısından müşterek olup sadece çok sınırlı alanlarda birbirinden ayrılırlar, ne var ki bu ayrılıkları asli ve temel bir ayrılık değil, siyan ve beyaz ırk ayrımı örneğinde olduğu hakikatin korunmasıyla birlikte aynı sınıfı oluşturan çeşitlerin ayrılığı gibidir. Aynı şekilde bu ihtilaf ve ayrılık evlilik akdinin keyfiyeti ve iki kişinin ortak yaşamda birleşmesinde değil, alım satım vesilesiyle ortaya çıkan muamele ve malikiyet türündendir. Örneğin bazen insan hiçbir kayıt ve şart olmaksızın mutlak bir muamele yapar ki böyle bir muamelenin eseri ebedi malikiyettir ve bu malikiyet (bir şeye sahip olma) yeniden alış veriş, hibe ve sulh gibi ihtiyar hakkına sahip olmanın veya iflas etme ve ölme gibi gayri ihtiyari vesilelerin dışında ortadan kalkmayacaktır.

Ancak bazen ilk etapta bu malikiyet sınırlı olup müddeti bellidir yani bu anlaşmada “hıyar-i fesh (anlaşmayı bozma seçeneğine sahip olma hakkı) kararlaştırılmış olup böyle bir sınırlı mülkiyetinde tayin edilen bir ömrünün olacağı açıktır. Her halükarda bu konular aklın ve şeriatın ittifak ettiği konulardandır.

Ey İslam alemi alimleri! Ey kalem sahipleri! Normal bir evlilik olan “mut’a” konusunda niçin kargaşa çıkarıyorsunuz? Sizin sürekli Şîa’ya saldırıp serzenişte bulunmanızı gerekçesi nedir?

Geçici evlilik konusunda yaptığımız bu kısa açıklama Müslümanlar arasında düşmanlık ateşini alevlendirmenin önünün alınması ve hakkın karşısında teslim olunması için yeterli değil midir?

Hakkın izzetine ve O’nun hakkaniyetinin şerafetine yemin olsun! Benim söylediğim bu şeyler hakkın tarafını tutmaktan başka bir şey değildir. Eğer eleştiride bulundumsa, bu eleştiri yalnızca batılın eleştirilmesiydi. Bizim dayanağımız Allah’tır ve hepimiz O’na döneceğiz.

Şîa açısından nikâh akdi ve evlilik konusunda bu kadarıyla yetineceğiz. Elbette nikah, çocuk ve nafaka hükümleri; idde çeşitleri ve benzeri pek çok konulara değinmedik, zira bu konuların yeri burası değildir ve söz konusu edilen meselelere ilgi duyanların kimseleri Şîa âlimlerinin yazdıkları değerli fıkıh kitaplarına müracaat etmeleri gerekir.

Bu alanda çeşitli tür ve kısımlarda kitapların kaleme alınması sevindiricidir: Bu kitapların bazıları son derece özet olmasının yanında – kısa olmasına rağmen taharetten had ve diyeye kadar tüm fıkıh konularını kapsamaktadır – fıkhi konuların tamamını yüz sayfada işlemiştir. Bunun mukabilinde “Cevahir” ve “Hadaik” gibi fıkıh konularının yirmi ciltte (her cildi Sahihi Buhari ve Sahihi Müslim ölçüsündededir) genişçe işlendiği kitaplar kaleme alınmıştır. Elbette normal hacimde kitaplarda kaleme alınmıştır ki bunların sayısı zikredilemeyecek kadar çoktur. [4]

Talak ve Talakı Sınırlandırma Yolları

Önceki konumuzdan evliliğin hakikatinin erkekle kadın arasında özel bir alakayı oluşturan bir tür “çift taraflı bir anlaşma” olduğu ve bu vesileyle erkekle kadına “çift/zevç” ismi verildiği aşikar oldu. İki göz, iki kulak ve iki el gibi birbirine yakın olan çiftlerin birbirleriyle irtibatları hasebiyle böyle bir isim verilmiştir. Hâlbuki akd ve evlenmeden önce söz konusu çiftler birbirlerinden tamamen ayrı hesap edilirken çift taraflı böyle bir anlaşma çiftler arasında tasavvur edilemeyecek ölçüde derin bir irtibatın oluşmasına sebep olmuştur.

Bu derin irtibat ve ilişkinin açıklanması için zikredeceğimiz ayetin ibaretinden daha anlaşılır ve daha nefis bir söylemin olmayacağında hiç şüphe yoktur: “Onlar, size örtüdür, siz de onlara örtüsünüz.” [5]

Aynı şekilde ele aldığımız önceki konuda aydınlığa kavuşan bir diğer konu da şudur: Çiftler arasında yapılan bu anlaşmada zaman açısından hiçbir sınırlandırma ve şart olmazsa bu evlilik daimi olacaktır ve böyle bir evliliğin eserleri evliliği ortadan kaldıracak sebepler olmadığı sürece ölene kadar hatta öldükten sonra bile kalıcıdır.

Diğer taraftan çoğu zaman evlilik bağının ihtiyaçlar, koşullar ve özel durumlar sebebiyle çözüldüğünü görüyoruz. Bu bağın çözülmesi, çiftlerin veya en azından çiftlerden birisinin (bir diğeri çekimser de olabilir) faydasına olması mümkündür.

Bundan dolayı İslam kanunlarında evli çiftlerin birbirinden ayrılıp irtibatlarını kesebileceği kanunlar öngörülmüştür. Evliliğin devamı erkek tarafından istenmemesi durumunda talak erkeğin elindedir ve bu hakkından yararlanabilir.

Bununla birlikte kadının evliliğin devamını istememesi suretinde kadın mehriye veya malını kocasına bağışlama hakkından yararlanarak kocasından ayrılabilir (bunun fıkhi ıstılahı talak-ı hul’i’dir).

Ancak her iki taraf da evliliğin devam etmesini istemiyorlarsa her birisi kendi isteği doğrultusunda “mübarat/mufarekat(ayrılma)” haklarından istifade ederler.

Elbette söz konusu edilen talakın her bir kısmının kendisine has şartları olup bu şartlar olmaksızın talak gerçekleşmez.

Tüm bunların yanında İslam dininin içtimai bir din olması, bu dinin birlik ve beraberlik esasına dayanması ve en önemli hedefinin gönüller arasındaki dostluğu oluşturup kin ve düşmanlığı her şeyden daha çok çirkin bilmesi hasebiyle mümkün olduğu ölçüde talakın önünü almıştır.

Pek çok hadislerde talak nehyedilerek mekruh sayılmış. Örneğin bir hadiste şöyle buyrulmaktadır:

“Allah katında talaktan nefret edildiği ölçüde hiçbir helalden nefret edilmemiştir.” [6]

Dolayısıyla bir taraftan halkın ihtiyacı, kolaylık sağlanmasının gerekliliği ve bazı konularda evliliğin devam etmesiyle olabilecek fesadın önünün alınması, talakın meşru olmasına sebep olmuştur. Ancak diğer taraftan genellikle halk yaptığı işlerin akıbetinden habersiz olmadığı, kendilerinin faydasına olacak şeylere alaka duyduğu, maslahatının olduğu şeylerden nefret ettiği ve çoğu zaman çeşitli etkenlerin tesirinde kalarak işlerinin tüm boyutlarını incelikle düşünmeksizin acele karar aldığı için ilahi hikmet ve rahmeti ilahi mümkün olduğu kadar talakın önünün alınmasını ve soğukkanlılıkla yapılan işlerin sonunun ölçülüp tartılmasını gerektirmektedir.

Bu sebeple İslam kanun koyucusu, pratikte talakın en aza indirilmesine sebep olacak pek çok şart ve sınırlandırma kararlaştırmıştır, zira “Bir şeyin kayıt ve şartları ne kadar çok olursa o işin gerçekleşmesi en aza indirgenir.”

Şîa açısından talakın en önemli şartlarından bir tanesi, talakın uygulanması anında iki adil şahidin olmasıdır, nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “İçinizden iki adil kimseyi şahit tutun.” [7]

Dolayısıyla Şîa açısından iki adil kimse şahit tutulmaksızın yapılan talak batıldır ve bu, gerçekte eşlerin birlikteliğe yönlendirilmesi, aralarının düzeltilmesi ve nifak ve ayrılık sebeplerinin ortadan kaldırılmasının en mükemmel yoludur. Zira açıktır ki Şîa, dağılmanın eşiğinde olan aile merkezindeki erkek ve kadına sözleriyle nüfuz ve etkiye sahip olacak iki adil şahidin varlığına inanır. İki adil şahit, öğüt ve nasihatleriyle eşlerin sorunlarını içeren konuların tamamında etkili olamazlarsa bile en azından dikkate değer ölçüde müessir olabilirler ve çeşitli sebeplerden dolayı kadın ver erkekte meydana gelen ruhi buhranları azaltabilirler.

Ancak maalesef Ehlisünnet kardeşlerimiz bu büyük faydadan mahrum kalmışlardır, zira onların alimleri iki adil şahidin varlığını şart bilmiyorlar. Bu sebeple onlar arasında boşanma oranı daha çoktur ve toplumsal bazdaki bu büyük musibet Ehlisünnet camiasında rahatsız ölçüde büyümektedir.

Üzülerek söylemeliyim ki biz ve onlar, İslam hükümlerinin yüce felsefesi ve toplumsal sırlarından gafiliz. Hâlbuki eğer dikkat etmiş olsaydık ve İslami hükümlere amel etseydik; tüm boyutlarıyla saadet ve mutluluktan nasibimizi alır, bedbahtlığın her türüyle karışmış bu sıkıntı dolu hayatın meşakkatine düşmez, ailelerin temeli böylesine sallantıya uğramaz ve ortak yaşam sistemi hercümerce duçar olmazdı.

Talakın en önemli şartlarından bir tanesi de fikri teadülün kaybedildiği icbar üzere veya gazap ve rahatsızlık halinde talak girişiminde bulunmamalarıdır. Aynı şekilde kadın aylık âdetinden temizlenmesi ve temizlenmenin ardından erkeğin cinsi yakınlıkta bulunmaması da talakın şartları arasında yer alır. Söz konu edilen bu sınırlandırmaların talakın azaltılmasında etkili olduğu açıktır.

Ahmet Zeki Paşa mektubunda “Aslu’ş-Şîa ve Usûluhâ” kitabına eleştirilerini gündeme getirmiş ve müelliften bu eleştirilerine cevap vermesini istemiştir. Biz sadece bunların ikisini zikredeceğiz:

A) “Mut’a” meselesi hakkında şöyle yazıyor: “Mut’a ve geçici evlilik konusunu onca sağlam ve calip delillerle işlemenize rağmen yinede benim zihnimde şer’i ve toplumsal açıdan vesveseler varlığını korumaktadır:

Örneğin mut’a yoluyla doğan çocuğun konumu nedir? Böyle bir çocuğun babası geçici nikâh aktinin bitmesiyle yolculuğa çıkmış ve sonra çocuk dünyaya gelmiştir. Üstat Kâşifu’l-Ğıtâ açıklamalarında bu önemli noktayı açıklığa kavuşturmamıştır.”

B) “Siz, mut’a muhaliflerini, açıkça Kur’an-ı Kerim’in muhalifleri olarak tanıtıyorsunuz, ancak sizin kendiniz miras konusunda kadının özel hallerde (örneğin mut’a yapan kadınların) miras alamayacağına inanıyorsunuz. Acaba bu fetva Kur’an nassının (apaçık emrinin) karşısında değil midir? O halde “Ömer” mut’a konusunda öyle fetva vermiştir Ehli Beyt İmamları da (a.s) miras konusunda böyle fetva vermişlerdir...”

Kâşifu’l-Ğıtâ bu eleştirileri şöyle cevaplıyor: Bu eleştirinin cevabı son derece açıktır, zira ilk olarak: Bu eleştirinin daimi nikâh akti için de gündeme gelmesi mümkündür şöyle ki; kendi vatanından olmayan bir kadınla daimi evlilik akti yapan birisi nikâhtan sonra karısını boşayarak yola çıkarsa bu evlilikten doğan çocuğun konumu ne olacaktır? Bu konumdaki bir çocuk için düşünülebilecek her şeyi geçici nikâh yoluyla doğan çocuk için de düşüneceğiz.

İkincisi: Hiç şüphesiz söz konusu çocuk babasına aittir ve çocuğun babası onu yükümlülüğü altına alacak ve nafakasını verecektir ve bu konuda daimi nikâhla doğan çocukla geçici nikâhla doğan çocuk arasında hiçbir fark yoktur.” Kâşifu’l-Ğıtâ’nın birinci eleştiriye cevabı böyledir.

Müellif kitabın sonlarında söz konusu edilecek “mut’a” hakkında kitabın dipnotlarında gerekli açıklamalarda bulunmuştur ve bu açıklamalar dikkate alındığında yukarıda söz konusu edilen eleştirisel söylemlere yer kalmayacaktır.

Ehli Sünnet kardeşlerimizin çoğunluğu, onun bunun zehirleyici tebligatları etkisiyle geçici evlilik konusunda başka bir zihniyete sahiptirler ve mutayı sadece aktin okunmasıyla başka hiçbir sınırlamanın olmadığı “kendini pazarlamak” ve “fahişelik” gibi bir şey olduğunu zannederler. Hâlbuki böyle bir düşünce yüzde yüz yanlıştır ve konunun geniş açıklamasını dipnotlarda mütalaa edeceksiniz.

Kâşifu’l-Ğıtâ ikinci eleştiriyi şöyle cevaplandırıyor: Kur’an-ı Mecit ayetlerine muhalefet eden bir hadisin tamamen itibar derecesinden düştüğü ve böyle bir hadisin bir kenara bırakılması gerektiği konusu Müslümanların tamamının ittifakıdır. Söz konusu muhalefetten tam bir ayrılık (tebayün-ü külli) olduğu açıktır yani hadisin tamamıyla ayetin karşısında yer alması gerekir. Ancak Kur’an’da “genel” hadiste ise “özel” bir hükmün yer alması ve genel bir hükmün bir hadis vesilesiyle özelleştirilmesinin hiç bir sakıncası yoktur. İslam âlimlerinin çoğunluğu hatta tamamı Kur’an’ın genel hükümlerinin hadislerle özelleştiği konusunda zahiren ortak görüşe sahiptirler.

Sonuç olarak ikinci halifenin mut’a konusundaki muhalif söylemi mut’a ayetiyle tamamen “tebayün-ü külli” suretindedir ve bu konu hiçbir şekilde caiz değildir. Ancak çeşitli hallerde mirası men eden rivayetlerin miras ayetlerine muhalefeti “genel bir hükmün hadislerle özelleştirilmesi”dir ve bu anlamda tamamen caizdir.

Son.

 --------------------------------------------------------------------------------

[1] -Nisa,24.

[2] -Muhazıratü’l Udeba, c.2, s.214, Beyrut baskısı.

[3] -Es-Sera, c.2, s.618-620.

[4] -Şîa nezdinde kemal sürecini kat eden İslam ilimlerinden bir tanesi de fıkıh ilmidir. Hakikaten Şîa’nın fıkhi konuları sistematik olarak ele alması benzersizdir ve insan fıkhi konuları yakından araştırmadığı sürece kabul etmesi zordur. Çok karmaşık feri konular bile Şîa’nın geniş açıklamalı kitaplarında tamamen inceleme konusu yapılmıştır. Sigortacılık, depozit, şirketlerin tüm kısımları ve korsan kitap basımı gibi günümüz asrının sürekli iç içe olduğu yeni meselelerde bile (mesaili müstahdese) çeşitli kitaplar telif edilmiştir. Şîa bu başarısını ilk etapta içtihat kapısını Şîa’nın yüzüne açan ve rivayetleriyle her türlü konularda Şîa’lara kılavuzluk eden Ehlibeyt (a.s) imamlarına borçludur.

[5] -Bakara, 187. Bu ayette kadın ve erkeğin elbiseye benzetilmesinin sebebi, elbisenin ayıpları örtmesi, ziynet olması, hadiseler karşısında bedeni koruması, mahreme karşı bedeni muhafaza etmesi olabilir ki eşlerin birbirlerine karşı böyle olması gerekir.

[6] -Kafi, c.6, s.54, hadis no 2-3.

[7] -Talak, 2.

 

Açıklandığı üzere ayetin bu hükmü nesh ettiği konusundaki sözlerin hiçbirisine güven duyulamayacağı açık olup nesh edilme efsanesi birkaç yönden merduttur:

1. Ayetlerin “Haber-i Vahit” ile nesh edilmesi caiz değildir.

2. Ayetin nesh ettiğine dair iddia edilen rivayetlerle açıkça ayette neshin gerçekleştiğini ortaya koyan diğer rivayetler birbiriyle çelişmektedir ve sayıca pek çok olan bu rivayetler Ehlisünnet tarafından nakledilmiştir.

3. Ehlisünnetin meşhur kitaplarında defalarca zikredilen hadisler, bu hükmün Peygamber zamanında ve hatta birinci halife döneminde var olduğunu ve sadece ikinci halifenin bu hükme muhalefet ettiğini güzelce ortaya koymaktadır. [1] Buhari kendi Sahihinde şöyle diyor: 

“Ebu Reca’, Ömer b. Hasin’den naklediyor: Mut’a ayeti nazil oldu ve biz Peygamber’le (s.a.a) bu ayete amel ediyorduk. Bunu haram eden ayet nazil olmamış ve Peygamber’de (s.a.a) dünyadan gidene kadar bunu haram etmemiştir. Sonra kendi görüşüne göre amel eden birisi bu konuda dedi ki…İbni Hasin bu şahsın İkinci halife olduğunu söylüyor.” [2]

Müslim’de kendi senediyle Ata’dan şöyle naklediyor: “Cabir b. Abdullah Ensari, umre için Mekke’ye gelmiş ve biz de onu görmek için evine gitmiştik. Oradakiler bir takım sorulardan sonra mut’a hakkında sorduklarında şöyle cevap verdi: Evet, biz Peygamber (s.a.a) zamanında mut’a yapıyorduk ve hatta birinci ve ikinci halife zamanında da bu hükme amel ediyorduk.” [3]

Aynı şekilde Sahih Müslim’de Cabir’den başka bir hadis nakledilmiştir: “Allah Resulü (s.a.a) zamanında az bir mihriye karşılığında mut’a yapıyorduk ve Ebu Bekr zamanında da böyleydi, ne var ki Amr b. Haris olayında Ömer bunu yasakladı.” [4]

Yine Sahihi Müslim’de Ebu Nazra’dan naklediliyor: “Cabir b. Abdullah’ın yanındaydım ve ona “Abdullah b. Abbas” ile “ Abdullah b. Zübeyr’in” kadınlarla Mut’a yapılması ve hac mutası hakkında ihtilaf ettiklerini söyledim. Cabir şöyle dedi: Biz her iki mut’ayı da Peygamber (s.a.a) zamanında yapıyorduk, daha sonra Ömer yasakladı ve biz de bir daha tekrarlamadık.” [5]

Hatırlatılması gerekir ki Cabir’in bu işten sakınması yalnızca halifeden korktuğu içindir, zira o, mut’a yapanlara zina haddi uyguluyor ve bu işi yapanları taşlıyordu!

Hakikaten biz Sahihi Müslim kitabını dikkatle mütalaa eder ve bu konuda mutayı yasaklayan ya da ispat eden rivayetleri araştırıp incelersek çok ilginç şeyleri müşahede edeceğiz şöyle ki:

“Cehni” anlatıyor: Peygamber (s.a.a) Mekke’nin fethedildiği yılda Mekke’ye girdiğimiz zaman bize muta yapmamızı emretti, ancak henüz Mekke’den dışarı çıkmadan bu ameli yasakladı! [6]

Bazen Peygamber’in (s.a.a) bu hükmü nesh ettiğini, bazen Peygamber ve birinci halife zamanında bu hükmün olduğunu ve Ömer’in yasakladığını ve bazen de Ali’nin (a.s) İbni Abbas’a bu amelinden ötürü defalarca itiraz ettiğini ve onu mutadan sakındırdığını ve Ali’nin (a.s) defalarca itirazının İbni Abbas’ın mut’a konusu hakkındaki kendi inancından dönmesine sebep olduğunu söylüyorlar. [7]

Abdullah b. Zübeyr’den nakledildiğine göre bir gün Zübeyr Mekke’de şöyle dedi: “Allah’ın gözlerini kör ettiği gibi kalplerini de kör eden kimseler (o zamanlarda gözlerini kaybeden Abdullah b. Abbas kastedilmektedir) mut’a’nın caiz olduğuna fetva veriyorlar! Bu sözü işiten Abdullah b. Abbas şöyle seslendi: Sen; cahil, beyinsiz ve edepsiz birisin. Yemin olsun ki dünya müttakilerinin önderi Ali (a.s) zamanında mut’a yapılıyordu!...” [8]

Bu hadis, İbni Abbas’ın ömrünün sonuna kadar ve hatta İbni Zübeyr’in hükümeti dönemlerinde de kendi inancı ve fetvasında baki kaldığını güzelce ortaya koymaktadır.

Bunlardan daha ilginci Ali’ye (a.s) mut’ayı yasakladığı nispetinde bulunulmasıdır, zira bunun caiz olduğu fetvası Ehlibeyt (a.s) Şialarının sloganlarından birisi hesap edilir ve özellikle Ali’nin (a.s) bizzat kendisinden mut’anın haram edildiğini inkâr ettiğine dair çeşitli rivayetler nakledilmiştir.

Ali (a.s) zarbu’l mesel hükmü bulan sözlerinden birisinde şöyle buyurmuştu: “Ömer mut’ayı haram etmeseydi şakilerin dışında hiç kimse zinaya bulaşmazdı.”[9]Taberi kendi büyük tefsirinde Ali’den (a.s) şöyle naklediyor: “Ömer halkı mut’adan sakındırmasaydı şakilerin dışında kimse zinaya bulaşmazdı veya insanların pek azı dışında kimse ziyayla kendini kirletmezdi.” [10] Hadiste geçen “Şeka” kelimesi lügatte “az” anlamındadır ve “Eşfa” dan türeyen bu kelime ölüm ve helaketle tanışan anlamında olması durumunda çok zor şartlar altında cinsi şehvetinin galebe çaldığı fertlere kinayede bulunulması da mümkündür.

Bizim muteber rivayetlerimizin birisinde İmam Sadık’tan şöyle nakledilmiştir: Üç şey hakkında hiç kimseden takiyye etmem: Haccı temettu, kadınlarla mut’a yapılması ve ayakkabı üzerine meshedilmesi” [11]

Bunların tamamı bir yana hiç kuşkusuz hakiki usul kaideleri gereğince bir konuda rivayetler çeliştiği veya müsavi olduğu takdirde artık bu rivayetlere güven olmayacak ve müteşabihat sayılacaktır. Böyle olması halinde söz konusu bu rivayetler bir kenara bırakılarak muhkemat ve daha açık başka bir rivayetler başvurulması gerekir. [12]

Bizim konumuz olan bu meselede de bu hadislerin çelişmesi durumunda şöyle dememiz gerekir: Müslümanların tamamının ittifakınca mut’a nikâhı ilk etapta şer’i ve mübahtı, usulün “İstishab” ve “Neshin olmayışı aslı” gibi apaçık iki kanunu bu konunun önceki halinde baki kaldığına hükmeder. Dolayısıyla mut’a nikahının günümüze kadar mübah olması dışında bir şeye hükmedilmez.

Mut’a Meselesinin Karmaşıklık Sırrı ve Nihayi Çözüm Yolu

Hakikatler ışığında bu meselenin hakkını eda etmek ister ve bunca çelişik sözlerin karmaşıklık sırrına vakıf olmak istersek incelik isteyen araştırma ve incelemelerden sonra bu söylemlerin bir noktadan kaynaklandığı neticesine ulaşırız. Evet, yalnızca bir nokta şöyle ki: İkinci halife kendi inancına göre o zamanın gerekli kıldığı çevre ve durumların özel maslahatları gereğince mut’a nikahını haram etti, ne var ki onun haram etmesi şer’i ve dini değil, “kanuni ve örfi haramdı, bunun için şu cümle defalarca mütevatir olarak nakledilmiştir: “Allah Resulü (s.a.a) zamanında iki mut’a; Mut’a’yı Hac ve Haccı Temettu helaldi ve ben onları haram ediyorum, kim buna muhalefet ederse onları cezalandıracağım.” [13]

Sizin de dikkat ettiğiniz gibi ikinci halife mut’anın haram edilmesini Peygamber’e (s.a.a) nispet vermeden şöyle demektedir: Ben onu haram kılıyorum ve bu hükme muhalefet edenleri cezalandıracağım. Görüldüğü gibi ikinci halife Allah cezalandıracaktır ifadesini kullanmamıştır.

Niçin? Zira ikinci halife gibi hadlerin ve İslam kanunlarının uygulanmasında ısrar edip şiddet gösterisinde bulunan bir şahsın Allah’ın helalini haram etmesi veya İslam hükümlerinin cüzünden sayılmayan bir şeyi İslam’a sokması uzak bir ihtimal olduğu anlaşılıyor. Bununla birlikte ikinci halife şunu da bilmektedir: “İslam Peygamber’inin (s.a.a) helal ettiği, kıyamet gününe kadar helal ve onun haram ettiği kıyamet gününe kadar haramdır.” [14]

Aynı şekilde o, Allah’ın Peygamber’i hakkında şöyle buyurduğunu biliyordu: “Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı, mutlaka kudretimizle yakalardık. Sonra da onu şahdamarını mutlaka keserdik. Hiçbiriniz de bu cezayı engelleyip ondan savamazdı.” [15]

Dolayısıyla ikinci halifenin ben haram ediyorum demesinden kastı o günlerde var olan bir çeşit “kanuni ve örfi haram kılma” olabilir.

Ne var ki maalesef ikinci halife zamanında yaşayan muhaddisler ve ondan sonra iş başına gelen sathi raviler, bir taraftan bu ince noktadan gafil oldukları ve Ömer gibi İslam’ın sınırlarını korumakla görevli olan bir şahsın Allah’ın helalini haram etmesini ve ilahi sınırları çiğnemesini uzak bildikleri için izin çıkarma fikrine düşerek Peygamber’in (s.a.a) bu meseleyi ilk etapta mübah kıldığını daha sonra da haram ettiğini söylemekten başka bir yol bulamadılar. Diğer taraftan bu iddia hakikatle örtüşmemesi hasebiyle bu hükmün açıklama ve tefsirinde sorunla karşılaşıp çelişik söylemlerde bulundular. Hâlbuki ikinci halifenin amelini bizim yaptığımız gibi yorumlasalardı, bunca külfete ve çelişik söylemlere mecbur olmayacaklardı!

Bu sözümüze daha önce Müslim’in Cabir b. Abdullah Ensari’den naklettiği şu rivayet tanıklık etmektedir: Cabir anlatıyor: Peygamber (s.a.a) ve birinci halife zamanında az bir mihriye karşılığında birkaç günlüğüne mut’a yapıyorduk, derken Amr b. Haris’in olayından sonra Ömer bunu yasakladı.

Sahihi Müslim’e “Kemalü’l Muallim” isminde şerh yazan Sünni âlimlerinden “Veştani Abi” şöyle yazıyor: Bazıları bu yasaklamanın ikinci halifenin hilafetinin son dönemlerinde olduğunu söylerken bazıları da hilafete geldiğinde yasakladığını söyleyerek onun şöyle dediğini kaydediyorlar: “Evli olan birisi mut’a yaparda onu benim yanıma getirirlerse taşlayacağım. Evli olmayan birisi mut’a yaparda benim yanıma getirirlerse onu kırbaçlayacağım.”

Amr b. Haris’in kıssası şöyledir: Amr b. Haris, Peygamber (s.a.a) zamanında mut’a yaptı ve onun bu ameli Ömer’in hilafetine kadar devam etti. Bu olay Ömer’in kulağına çalındı ve Ömer Amr b. Haris’le mut’a yapan kadını yanına çağırarak meselenin aslını sordu. Kadın bu olayın hakikatinin olduğunu söyledi. Ömer kadına şahidinin olup olmadığını sorduğunda kadın anne ve babasını şahit gösterdi. Bunun üzerine Ömer niçin bunların dışında şahit getirmiyorsun? Dedi ve sonra mut’ayı yasakladı.

Cabir’in hadisi Ömer’in özel bir konuda mut’ayı nehyettiğini ortaya koymaktadır, zira bu olay Ömer’in hoşuna gitmiyordu ve maslahat görmediği için mut’ayı nehyetmişti.

Her ne kadar bu olayın (Amr b. Haris’ın olayı) ayrıntıları bizce malum değildir, ancak ikinci halifenin ruhi haleti bize göre bellidir; o, her şeyi zorlaştıran ve haşin birisidir. Çoğu zaman onun için makbul olmayan bir olay onu tahrik etmesi sebebiyle o olay karşısında tamamen kendi içtihadıyla hareket ederek bir daha tekrar etmesinin önünü alıyordu.

Dolayısıyla bu konudaki söylemlerin tamamının kaynağı açıklandığı üzere ikinci halifedir. Mut’anın ikinci halife zamanında yasaklanmasını dikkate almaksızın Kur’an’da açıkça yer alması, Peygamber (s.a.a) ve yaranlarının amel etmesi ve aynı şekilde Ebu Bekr’in hilafetinde ve Ömer’in hilafetinin bir döneminde uygulanıyor olması konunun uzunca söylemlere gerek kalmadan açıklığını ortaya koymaktadır.

İslam tarihi kesitlerinde geçici evliliğin Peygamber (s.a.a) zamanında ve hatta Kureyş büyükleri arasında alışıla gelen bir amel olduğu ve Kureyş’in şahsiyet sahibi pek çok fertlerinin mut’a yoluyla dünyaya geldiği anlaşılmaktadır.

Bu sözümüze Ehlisünnet ’in güvenilir büyük âlimlerinden Ragıb İsfehani’nin şu sözü tanıklık etmektedir:

“Abdullah b. Zübeyr, mut’ayı niçin helal biliyorsun diye İbni Abbas’a serzeniş ediyordu. Abdullah b. Abbas Abdullah b. Zebeyr’e annesiyle babasının nikah merasimini sormasını istedi ve bunun üzerine Zübeyr annesine meselenin ne olduğunu sorduğunda annesi şöyle dedi: Allah’a yenim olsun! Sen mut’a nikahı dışında bir yolla dünyaya gelenler arasında değilsin.” [16]

Bu olayı Ehlisünnet’in tanınmış âlimi Râğıb İsfahânî anlatmaktadır. Ancak Abdullah b. Zebeyr’in annesinin kim olduğunu biliyor musunuz? “Esma”, Ebu Bekr’in kızı Ümmü’l Müminin Ayşe’nin bacısı ve Allah Resulü’nün (s.a.a) yaranlarından Zübeyr’in eşiydi. Böyle bir şecereye sahip olan bir kadını Zübeyr mut’a nikahı altına aldı. O halde apaçık belgeye rağmen bu konu hakkında niçin hala inatçılık yapalım?

Ragıb yukarıdaki olayı anlattıktan sonra başka bir olayı naklederek şöyle diyor: “Yahya b. Eksem (meşhur baş yargıç) Basra büyüklerinden birisine: Sen mut’aya izin verenlerden kime tabisin? diye sorduğunda Ömer b. Hattab’a dedi. Yahya b. Eksem: Nasıl olur? Ömer, mut’aya şiddetli karşı çıkanlardan değil miydi? dediğinde Basra büyüğü şöyle yanıtladı: Evet, ancak ondan nakledilen sahih rivayete göre Ömer minbere çıkıp şöyle demiştir: Ey insanlar! İki mut’ayı Peygamber (s.a.a) size helal etmişti, ben ise haram ediyorum ve bu işi yapanları cezalandıracağım…” Biz bu konuda Ömer’in şehadetini kabul ediyoruz, ancak onun haram etmesini kabul etmiyoruz!” [17]

Bu olayın bir benzeri Abdullah b. Ömer’den de nakledilmiştir,[18]ancak bu hadiste Basra büyüklerinden birisinin Ömer’e nispet verdiği söz son derece sert ve yaralayıcıdır (Allah ve Peygamber onu size helal etti ve ben haram ediyorum).

Herkesin böyle bir tabiri benimsemediği açıktır. İkinci halifeden nakledilen meşhur rivayetler daha yumuşaktır (Peygamber zamanında iki mut’a vardı ve ben onları haram ediyorum). Elbette bu iki tabir arasındaki fark açıktır ve ikinci halifenin kastı, daha önce bizim değindiğimiz gibiyse (şer’i haram değil, örfi ve kanuni anlamda haram etme) mesele biraz daha kolaylaşmaktadır.

Devam edecek…

Kâşifu'l-Gıta, "Aslu'ş-Şia ve Usulühâ"

--------------------------------------------------------------------------------

[1] -El-Gadir, c.3, s.332. Allame Emini (r.a) sahih kitaplarda ve müstenetlerde geçici evliliğin İslam şeriatında helal olduğunu ve bu evliliğin Peygamber (s.a.a) ve birinci halife zamanında ve ikinci halifenin belli bir döneminde alışıla gelmiş bir amel olup ikinci halifenin son dönemlerinde yasaklandığını ortaya koyan 25 hadis nakletmiştir.

[2] -Sahihi Buhari, c.5, s.158.

[3] -Sahihi Müslim, c.4, s.131.

[4] -Sahihi Müslim, c.4, s.131.

[5] -a.g.e.

[6] -a.g.e.

[7] -El-Musannif, c.7, s.501; El-Keşşaf, c.1, s.519.

[8] -Sahihi Müslim, c.4, s.133; Süneni Beyhaki, c.7, s.205.

[9] -Tefsiri Kurtubi, c.5, s.130. İbni Abbas’ta nakledilmiştir.

[10] -Camiu’l Beyan, c.5, s.19; Tefsiri Fahri Razi, c.10, s.50; Ed-Dürü’l Mensur, c.2, s.140; Camiu’l Ahkam, c.8, s.178, Beyrut baskısı,; Et-Tefsiru’l Kebir, c.10, s.50, İran baskısı; Tefsiri Taberi, c.5, s.9; Tefsiru’l Bahri’l Muhid, c.3, s.218.

[11] -Yani “Temettu haccı’nın yapılması”, “geçici nikâhın caiz olduğu” ve “ayakkabı üzerine meshin yapılmaması” konusunda hiç kimseden takiyye yapmam anlamındadır. Bu hadis çeşitli lafızlarda gelmiştir. Daha fazla bilgilenmek için bakınız: Vesailü’ş-Şîa, c.1, s.457, hadis no 1207 ve c.16, s.216, hadis no 21396 ve c.25, s.251, hadis no 32102.

[12] -Sözlükte “sağlam, esaslı ve dayanaklı” anlamına gelen muhkem, terim olarak, manası kolaylıkla anlaşılan, harici bir yoruma ihtiyaç duyulmayan ve tek anlamlı olan, ne anlama geldiği, ne anlatılmak istediği ilk bakışta anlaşılan, manası açık ve net olan, niteliği ve içeriği belli olan Kur’an’ın sarih lafızlarına ve ayetlerine denir.

Sözlükte benzeyen anlamına gelen müteşabih ise terim olarak; manası kolaylıkla anlaşılmayan, bir çok manaya gelmesi mümkün olup bunlardan birini tayin edebilmek için harici bir delile ihtiyaç duyulan, ne anlama geldiği ne anlatılmak istendiği ilk bakışta anlaşılmayan, manası açık ve net olmayan, niteliği belli olsa da içeriği belli olmayan lafız ve ayetlere denir- mütercimin eki.

[13] -Sünenenü’l Kübra, Beyhaki, c.7, s.206; Şerhi Nehcü’l Belağa, İbni Ebi’l Hadid, c.1, s.182 ve c.12, s.251; Zadu’l Mead, c.3, s.463; Mebsutu Serahsi, c.4, s.27; Kenzu’l İrfan, c.2, s.158.

[14] -Kafi, c.1, s.58, hadis no 19; Vesailü’ş-Şîa, c.30, s.196; Fusulü’l Mühimme, Hür Amuli, s.643.

[15] -Hakka, 44-47.

[16] -Muhazıratü’l Udeba, c.3, s.214

[17] -Muhazıratü’l Udeba, c.3, s.214; Kenzü’l İrfan, c.2, s.159 (dipnot); Türasü’l Ukul, c.3, s.481; Tefsiri Numune, c.3, s.339.

[18] -Süneni Tirmizi, c.3, s.185/824.

Şia’ya göre evlilik iki kısımdır: 1. Daimi evlilik, 2. Geçici (muvakkat) evlilik. Evliliğin birinci kısmında Müslümanların tamamı muvafıktır. Evliliğin ikinci kısmı “Mut’a” olarak da tabir edilen “sınırlı ve muvakkat” evliktir ki Kur’an’ın apaçık ayetinde buna işaret edilmiştir: “O halde onlardan yararlanmanıza karşılık, kesilen ücretlerini bir hak olarak onlara verin.” Şia, İslam’ın başlangıcında bu tür evlilik nasıl meşru idiyse şu anda ve hatta kıyamete kadar meşru olduğunu söylemektedir. Bu meselenin çeşitli yönlerden önemli olması hasebiyle üzerinde durulması ve tüm Müslüman kardeşlerimizin aydınlatılması için konuyla alakalı hakikatlerin ortaya çıkarılmasının uygun olacağını düşünüyoruz…

 Şîa’ya Göre Muamelat [1]

Zikredildiği gibi muamelat birkaç kısma ayrılır:

1. İki kişi arasında gerçekleşen muamelat: Bu tür muameleler birisi “Mucib/Satıcı” diğeri ise “Kabil/Alıcı”yı gerektiren bir anlaşma türüdür. Örneğin “Bu mülkü sattım” diyen kimseye mucib/satıcı ve “Satın aldım” diyen kimseye de kabil/satın alan denilir.

Muamele malların alım satımı ekseninde olursa buna “Muaveze/Mübadele” denilir ki bu da iki kısımdır:

1. Ukud-u Lazım: Alış veriş, kira, musalehe, rehin, hibe, bir şeyin karşılığında bağışta bulunma ve benzeri muameleleri kapsar ve bazen bu tür muamelelere “Ukud-u Muğabene” de denir (zir iki tarafta alış verişte kandırılmamak ve daha fazla kar etmek için telaş eder).

2. Ukud-u Caiz: Borç, hibe, karşılıksız bağış ve cuale gibi alış verişlerde iki kişi ya da taraflardan birisinin anlaşmayı bozmasıdır.

Muamelelerin her iki kısmının şart ve hükümlere geniş açıklamayı içeren ya da özet açıklama yapan fıkıh kitaplarında yer verilmiştir.

Hatırlatılması gerekir ki Şîa âlimleri ister muamelat kısmında isterse ibadet kısmında olsun en küçük sapmaya ve hatta Kur’an, Peygamber’in (s.a.a) sünneti ve bunlardan elde edilen kanunlardan zerre miktarı uzaklaşılmasına izin vermemişlerdir. Keza Şîa âlimleri meşru yolun dışında hiç kimsenin ticaret, ziraat, sanat ve benzeri alış verişlerle servet ve mal kazanmasına müsaade etmemişlerdir ve gasp, faiz, hıyanet ve sahtekârlık yoluyla elde edilen kazanç Şîa’ya göre haramdır.

Biz, hiç kimsenin hatta kâfirin bile hile yapılarak malının alınmasına izin vermeyiz ve emanetin geri verilmesini önemli farzlardan biliriz. Bırakın Müslüman’ı kâfirin emanetine dahi hıyanet etmek bize göre caiz değildir.

Muamelatın diğer bir kısmı mali bir hakkı barındırsa da mali boyutu olmayan iki taraf arasında gerçekleşen muameledir ki asli hedefi nesli koruma, aile düzeni ve insan türünün bekasının söz konusu edildiği evlilik bunun örneğidir.

Şîa’ya göre evlilik iki kısımdır: 1. Daimi evlilik, 2. Geçici (muvakkat) evlilik. Evliliğin birinci kısmında Müslümanların tamamı muvafıktır.

Evliliğin ikinci kısmı “Mut’a” olarak da tabir edilen “sınırlı ve muvakkat” evliktir ki Kur’an’ın apaçık ayetinde buna işaret edilmiştir: “O halde onlardan yararlanmanıza karşılık, kesilen ücretlerini bir hak olarak onlara verin.” [2]

Şîa, İslam’ın başlangıcında bu tür evlilik nasıl meşru idiyse şu anda ve hatta kıyamete kadar meşru olduğunu söylemektedir. Başkaları tarafından sürekli eleştirisel gözle bakılan evliliğin bu türü, Peygamber’in (s.a.a) ashabı zamanından bu yana tartışma konusu olagelmiştir.

Bu meselenin çeşitli yönlerden önemli olması hasebiyle üzerinde durulması ve tüm Müslüman kardeşlerimizin aydınlatılması için konuyla alakalı hakikatlerin ortaya çıkarılmasının uygun olacağını düşünüyorum.

Şia’ya Göre Geçici Evlilik

İslam kanunları ve İslami hükümlerle çok az irtibatı olan bir kimsenin inkar edemeyeceği ve şüphe etmeyeceği konulardan bir tanesi mut’a’dır (geçici evlilik). Belli bir zamanı olmayan geçici evliliği bizzat Peygamber’in (s.a.a) şahsı kanunlaştırıp onaylamış ve Peygamber’in (s.a.a) hayatında ve vefatından sonra da bir grup sahabe bu kanundan yararlanmışlardır.

Abdullah b. Abbas, Cabir b. Abdullah Ensari, İmran b. Hasin, Abdullah b. Mesut, Ebi b. Ka’b ve benzeri İslam tefsircileri bu konuda ittifak ederek caizliğine fetva vermişlerdir[3] ve daha önce zikredilen ayeti “Femestetatüm bihi minhünne ila ecelin müsemma/Belli bir süre için “Mut’a” yaptığınız kadınların hakkını verin” şeklinde okumuşlardır. [4]

Bu müfessirler kesinlikle Kur’an’ın tahrif edildiğini düşünmüyorlardı, bilakis onlar işittikleri Peygamber’e (s.a.a) nazil edilen bu yüce semavi Kitabı tefsir ediyorlardı.

İbni Cerir Taberi’nin kendi tefsirinde getirdiği rivayetlerin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla “İla ecelin müsemma” cümlesi Kur’an’ın aslında mevcuttur, zira kendisi şöyle diyor: Ebu Nuseyre naklediyor: Bu ayeti İbni Abbas’a okudum. İbni Abbas da “İla ecelin müsemma” şeklinde okuyunca ben bu cümlenin böyle okunmadığını söyledim. Bunun üzerine İbni Abbas şöyle dedi: Allah’a yemin olsun ki böyle nazil olmuştur (bu sözünü üç defa tekrarladı). [5]

Açıktır ki “Hibru’l Ümme” lakabını alan İslam âlimi İbni Abbas’ın makamı, kendisine Kur’an’ın tahrifinin nispet edilmesinden daha yukarıdadır. Bu hadis doğru bile olsa kesinlikle İbni Abbas ayetin tefsirinin böyle nazil olduğunu kastetmiştir.

Ayetin Nesh (Hükmünün kaldırılması) Efsanesi

Her hâlükârda İslam âlimlerinin genelinin inancı ve hatta dini zaruret gereğince başlangıçta geçici nikâh meşruydu ve Müslümanlar Sadrı İslam’da buna amel ediyorlardı. [6] Bununla birlikte bu hükme muhalefet edenler daha sonra hükmün nesh edilerek haram edildiğini iddia etmişlerdir, ancak söz konusu hükmün nesh edildiği konusunda ihtilaf vardır ve bu doğrultuda geldiği iddia edilen rivayetler zayıftır.

Bu tür hadislerin yakin/ilim sebebi olmayacağı gibi bir zan ve tahmine ulaşılmayacağı da açıktır, zira ilmi kanunlar bize şöyle demektedir: Kesin hüküm, kesin delilin dışında nesh edilemez.

Şöyle ki: Bu hükmün nasıl nesh edildiği konusunda bazen Peygamber’in (s.a.a) kendisinin geçici evliliği caiz kıldığı ve sonra haram ettiğini iddia ediyorlar, dolayısıyla bu hükmün nasihi Peygamber’in (s.a.a) sünneti olacaktır.

Bazen de şöyle iddia ediyorlar: Bu hükmün nasihi Kur’an-ı Kerim ayetleridir. Burada da hangi ayetin bu hükmü nesh ettiği konusunda ihtilaf edilmiştir. Bazıları Talak Ayeti’yle “Kadınları boşamak istediğinizde iddetlerini dikkate alarak boşayın” [7] neshediliğini söylerken bazıları da evli çiftin mirasını konu alan ayetle neshedildiğini söylemiştir “Eğer çocukları yoksa, karılarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir.” [8]

Biz, bu iddiaların cevap verilmesini bile gerektirmeyecek kadar temelsiz olduğunu düşünüyoruz, kaldı ki bu ayetler (miras ve talak ayetleri) geçici nikah ayetiyle çelişmediği bir yana ayetin birisi bir diğerini hükmünü de kaldırmaz. İlerdeki konularda geçici nikâhın bir çeşit hakiki evlilik türü olduğunu ve bu şekilde nikâhlanan kadının gerçekten erkeğin eşi olup evlilik konusundaki hükümlerin tamamının uygulandığını açıklayacağız.

Bununla birlikte muhaliflerin çoğunluğu geçici nikâhı konu alan ayetin “Ancak eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri bunun dışındadır” ayetiyle nesh edildiğini iddia ediyorlar, zira bu ayette cinsel birleşmeye evlilik veya elleri altında bulunan cariyelere sahip olma şartıyla izin verilmiştir ve geçici nikâhta bu iki konunun hiçbirisi yoktur!

Geçici Nikâh Hakiki Bir Evliliktir

Ehlisünnet ’in büyük ve tanınmış âlimi Alusi kendi tefsirinde şöyle diyor: “Şia, mut’a yapılan kadının cariye kapsamında olduğunu iddia edemez, zira bu konunun batıl olduğu açıktır. Keza geçici nikahla yapılan evlilikle kadın ve erkeğin karı koca olduğunu da iddia edemez, zira miras, idde, nafaka ve talak gibi evlilik hükümlerinin eserleri Mut’a yapılan kadın için geçerli değildir!!” [9]

Doğrusu “Alusi”nin bu iddiası gerçekten de ilginçtir, zira Şia geçici nikâh yapılan kadın hakiki eştir diyor ve Alusi de evliliğin gereksinimlerinin olmadığını söylüyor. Görüldüğü gibi onun iddiası tamamen temelsizdir, zira:

1. Alusi’nin miras, nafaka, idde ve talak gibi işaret ettiği evliliğin getirilerinden nikâh türlerinin tamamında bu gereksinimler varsa bu iddia tamamen batıldır, zira bu gereksinim ve eserler nikâhın tüm kısımları için değil, sadece daimi evlilik için söz konusudur.

Yok, eğer nikâh konularının geneli kastediliyorsa, bu gereksinimler sabittir ve biz de böyle bir sözü kabul ediyoruz, ancak Alusi’nin zikrettiği bu gereksinimlerin olmayışı geçici nikâha bir zarar vermez.

Söz konusu bu gereksinimlerin nikahın her türünde geçerli olmadığını gösteren şahitlerden birisi de şudur: Çoğu zaman kadının erkeğin eşi olması yanında miras almadığını görüyoruz örneğin evli çift arasında kadın kafir olursa miras almaz. Aynı şekilde hastalığı ölümle sonuçlanacak birisi bir kadınla evlense ve cinsel ilişkide bulunmadan ölürse, bu erkeğin karısı (her ne kadar daimi nikahlı olsa bile) miras alamayacaktır.

Talak vesilesiyle evliliğin tamamen ortadan kalktığı, ancak miras hakkının baki kaldığı gibi yukarıdaki konunun tam tersinin olduğunu da görmekteyiz. Örneğin hastalığı ölümle sonuçlanacak birisi karısını boşar, karısının iddeti son bulur ve erkek bir yıldan sonra ölürse, bu erkeğin karısı miras alamaz.

2. Evlilikte söz konusu gereksinimlerin tamamını hatta mirası bile evliliğin kaçınılmaz bir parçası bilsek bile yine de öne sürülen delil eksiktir, zira geçici nikâh yapılan kadının mirastan mahrum kalması çok açık değil, bilakis Şia âlimlerinin bazıları böyle bir kadının da tıpkı daimi nikâhlı kadın gibi miras alacağına inanırlarken bazıları da normal şartlarda miras alamayacağına, ancak geçici nikah yapılırken eşlerin birbirlerinden miras almaları koşulunun zikredilmesiyle miras alabileceklerine inanırlar. Böyle bir koşulun olması durumunda geçici nikâhlı bir kadın da tıpkı daimi nikah yapan bir kadın gibi miras alacaktır. Bunların yanı sıra bir grup Şîa alimi de nikah esnasında eşlerin birbirlerinden miras almayacaklarını şart koşmaları dışında her halükarda miras alabileceklerini zikretmiştir.

Bu anlatılanların ışığında geçici nikah yapan bir kadının mirastan mahrum kalmasının kesin olduğu nasıl söylenebilir? Her halükarda elimizde var olan fıkhi kanunlara göre ve ayetlerin (Mut’a ayeti ve Müminun suresindeki evlilik ayeti) bir arada düşünülmesinin gerekliliğince doğru olan şudur ki geçici nikahla evlenen kadın gerçek bir eştir ve evliliğin tüm hükümleri – kesin delilin kadını bazı hükümleri dışına çıkardığı konuların dışında – onun için geçerlidir.

İdde (kadının riayet etmesi gereken belirlenmiş zaman dilimi) konusunda da Şîa âlimlerinin tamamı geçici evlilikte iddenin sabit olduğuna inanır ve bunun aksini kimse iddia etmez (Alusi’nin hangi delile dayanarak Şîa’ya böyle bir yanlış nispette bulunduğu belli değildir).

Nakafa konusuna gelince, kendi eşiyle cinsel birleşmeye yanaşmayan kadının nafaka hakkı olmadığı delilince, evliliğin gereksinimlerinden değildir.

Talak konusunda dikkat edilmesi gerekir ki geçici evlilikte müddet (tayin edilen süre) talakın yerine, zira erkek kararlaştırılan zamanı eşine bağışlar dolayısıyla talaka ihtiyaç duyulmaz.

3. “Mut’a” ayetinin “Evlilik” ayetiyle (Müminun, 6) ayetiyle nesh edilmesi asıl itibariyle muhaldir, zira “Mut’a” ayeti, Nisa suresindedir ve bu sure, Medine’de nazil olmuştur. [10] Hâlbuki “Evlilik” ayeti, Muminun ve Mearic suresindedir ve bu iki sure Mekke’de nazil edilen surelerdendir, [11] dolayısıyla nuzül tarihi açısından birinci ayet daha sonra inmiş olup bir önceki ayet tarafından nesh edilmesi mümkün değildir.

4. Ehlisünnet ’in bir grup büyük âlimlerinin zikrettikleri rivayetler esasınca “Mut’a” ayeti hiçbir zaman nesh edilmemiştir, min cümle “Zamehşeri” kendi tefsiri “Keşşaf”da İbni Abbas’dan “Mut’a” ayetinin muhkem ayetlerden olduğunu nakletmiştir. [12] Aynı şekilde “Hakem b. Uyeyne” “Mut’a ayeti nesh edilmiş midir?” Sorusuna karşılık açıkça: Hayır, cevabını vermiştir. [13]

Özetle bize muhalif olanlar geçici nikâhın meşru olduğunu itiraf ettikten sonra bu hükmün nesh edildiğini iddia ediyorlar ve bazen bu hükmü Kur’an ayetinin nesh ettiğini söylüyorlar, ancak bu iddianın ne ölçüde değer taşıdığı açıktır.

Bazen mut’a hükmünün hadisle nesh edildiğini iddia ediyorlar. Buhari ve Müslim’in naklettiği söz konusu hadis şöyledir: “Peygamber Ekrem (s.a.a) mut’a ve evcil eşeğin etini nehyetti ve bu olay Mekke veya Hayber fethi esnasında ya da Evtas gazvesi [14] zamanındaydı!” [15]

Dikkat edilirse bu hadis zayıftır ve Ehlisünnet alimleri hadis hakkında ihtilafa düşmüşlerdir, bundan dolayı mut’a hükmünün hadis vesilesiyle nesh edildiğini söyleyenlerin her biri bir şey söylemiş ve hatta Kazi Eyaz, bazılarının mut’a konusunun iki defa caiz kılındığına ve iki defe da haram edildiğe inandıklarını nakletmiştir. [16]

Bunlarla birlikte bu konuda araştırma ve mütalaamızı daha geniş tutmak ve bu alanda yazılan kitapları daha ince mütalaa etmek istersek bu konuda çelişik sözlerin çok daha fazla olduğunu göreceğiz.

Ehlisünnet ’in bazı kitaplarında bu hükmün veda haccında olduğu görülmektedir [17] ve bir başka nakil esasınca ise Tebük gazvesinde (hicri onuncu yılda) gerçekleşmiştir. [18]

Bir rivayete göre Evtas veya Huneyn gazvesinde (hicri sekizinci yılın Şevval ayında) gerçekleşmiş, [19] başka bir rivayette ise Mekke’nin fethedildiği günde (hicri sekizinci yılın Ramazan ayında) gerçekleşmiştir. [20]

Bazıları bu hükmü Peygamber’in (s.a.a) Mekke’de caiz kıldığını ve birkaç gün sonra haram ettiğini söylemişlerdir. [21]

Ne var ki Ehlisünnet arasında yaygın olanı şudur: Bu hükmün neshi Hayber gazvesinde (hicri yedinci yılda) veya Umretü’l Kaza’da (hicri yedinci yılın Zikade ayında) gerçekleşmiştir. [22]

Bu söylemlerin tamamını rivayet unvanında kabul edersek bu konunun Ehlisünnet âlimlerinden Nevevi ve Şerhi Müslim’de bazılarının dediği gibi iki ya da üç defa değil, [23] beş veya altı defa helal edildikten sonra haram edildiğini kabul etmemiz gerekecektir.

Ey İslam âlimleri! Dini meselelerin başına getirdiğiniz bu oyun neyin nesidir? Hangi akıl sahibi böyle bir üslubu kabul eder?

Devam edecek…

Kâşifu'l-Gıta, "Aslu'ş-Şia ve Usulühâ"

 --------------------------------------------------------------------------------

[1] -Muamelat: Ticaret hayatı, şahıs hukuku, cezalar, evlenme ve benzeri hususlar (mütercim).

[2] -Nisa, 24

[3] -Mut’a’yı caiz bilen sahabe ve tabiinler için bakınız: Kenzu’l Ummal, c.8, s.294.

[4] -Tefsir-i Fahri Razi, c.3, s.210; Tefsir-i Taberi, c.5, s.9; El-Camiu’l Ahkam, Kurtubi, c.2, s.147; Et-Tefsiru’l Azim, c.1, s.474; Tefsiru Keşşaf, c.1, s.519; Es-Sünenü’l Kübra, c.7, s.205; El-Musannifu Abdü’r-Rezzak, c.7, s.497-498 Babü’l Mut’a; Şerhi Nevevi ber Sahih-i Müslim, c.9, s.179; Kenzü’l İrfan, c.2, s.150.

[5] -Camiu’l Beyan, Taberi, c.5, s.9.

[6] -Abdullah b. Abbas (Zadu’l Mead, c.17, s.213); Cabir b. Abdullah Ensari (Sahihi Müslim, c.2, s.1022); İmran b. Hasin Hazai (Buhari, Müslim ve Beyhaki); Abdullah b. Mesut (Sahihi Müslim, c.2, s.1022); Abdullah b. Amr (Müsned-i Ahmet, c.2, s.95); Muaviye (El-Mualla, Şerhu’ Muvatta, Zerkani); Ebu Sait Hudri (Umdetü’l Kari, c.8, s.310); Ümeyye Oğullarından Selem ve Ma’bet (El-Muhalla, El-İsabe, c.2, s.63); Zübeyr b. Avam (El-Akdü’l Ferid, c.2, s.1026); Ebu Bekr’in kızı Esma (Müsned-i Ebu Davut, s.227); Halit b. Muhacir Mahzumi (Sahihi Müslim, c.2, s.1026); Amr b. Haris Ferşi (Kenzü’l Ummal, c.8, s.293); Ebi b. Ka’b Ensari (Tefsiri Taberi, c.5, s.9; Sait b. Cübeyr (Tefsiri Şevkani, c.1, s.474); Ebu Zer Gaffari (Zadü’l Mead, c.1, s.207).

[7] -Talak, 1.

[8] -Nisa, 12. Bakınız: Et-Tefsirü’l Kebir, c.10, s.50; El-Cevamiu li Ahkami’l Kur’an, c.5, s.130.

[9] -Ruhu’l Meani, c.5, s.7; El-Alusi ve’t-Teşeyyü, s.193 ve sonraki sayfalar.

[10] -El-Camiu’l Ahkamu’l Kur’an, c.5, s.1; El-Keşşaf, c.1, s.492; El-Keşfu an Vucuhi’l Kıraati’s-Seb’, c.1, s.375.

[11] -El-Camiu’l Ahkamu’l Kur’an, c.12, s.102 ve c.18, s.278; El-Keşşaf, c.3, s.24 ve c.4, s.452; El-Keşfu an Vucuhi’l Kıraati’s-Seb’, c.2, s.125 ve 334.

[12] -El-Keşşaf, c.1, s.519.

[13] -Tefsiri Keşşaf, c.1, s.519; Durrü’l Mensur, c.2, s.140.

[14] -Evtas Gazvesi: Huneyn gazvesinden sonra kafir ordusundan bir grup Mekke yakınlarına kaçtılar. Peygamber Ekrem (s.a.a) İslam ordusunun bir kısmıyla onları dağıtmak için takibe geçerek kısa zamanda kaçan kafirleri dağıtıp esir aldı.

[15] -Sahihi Buhari, c.5, s.74; Sahihi Müslim, c.4, s.134.

[16] -Et-Tefsirü’l Azim, c.1, s.474; Şerhi Sahihi Müslim, Nevevi’nin telifi, c.9, s.181.

[17] -Süneni Ebu Davut, c.2, s.227; Tabakatı İbni Sa’d, c.4, s.348; Süneni Beyhaki, c.4, s.348.

[18] -Süneni Beyhaki, c.7, s.207; El-Camiu’l Ahkami’l Kur’an, c.5, s.130; Mecmeu’z-Zevaid, c.4, s.264; Fethu’l Bari, c.11, s.73.

[19] -Sahihi Müslim, c.2, s.1023.

[20] -Sahihi Müslim, c.2, s.1025; Mecmeu’l Zevaid, c.4, s.264; Süneni Beyhaki, c.7, s.202; Süneni Daremi, c.2, s.140; Musannif b. Ebi Şeybe, c.4, s.292.

[21] -Süneni Beyhaki, c.7, s.202; Sahihi Müslim, c.2, s.1025.

[22] -Sahihi Müslim, c.3, s.1027; Süneni İbni Mace, c.1, s.630, hadis no 1961.

[23] -Şerhi Müslim, c.9, s.180.

 

Farkında mısınız? 17 Aralık darbe girişimine paralel yürütülen kampanyalarla sadece iktidar değil, toplumsal değerlere de saldırıyorlar. İslam'ı yaşama biçimi, popüler anlatımla söylersek Türkiye Müslümanlığı da hedef alınıyor.

Oryantalist zihniyetin izlerini taşıyan, bu topraklara yabancı argümanlar ve yöntemlerle algı kampanyaları yürütülüyor. Yolsuzluk, rüşvet iddiaları ve şantaj kasetleriyle 'iktidarın Müslümanlığı' sorgulanırken, İslami değerler de sinsice iğdiş ediliyor.

***

'İktidar el-Kaide militanlarına sahip çıkıyor' propagandası ve MİT TIR'larına baskınla dünyaya ve topluma şu söyleniyordu: 'Aslında Erdoğan iktidarı, el Kaide gibi tehlikeli bir İslam'ı temsil ediyor.'

İsrail ve ABD Neoconları'nın 'Nerede İslam, orada terör' tezine paralel algı operasyonu, eğitimde ve kamuda başörtüsü yasağını kaldıran, Kur'an ve siyeri seçmeli ders yapan, İHL'lerin önünü açarak cemaatin alanını tehdit eden iktidarı cezalandırma girişimiydi aynı zamanda.

Çoğu iktidara yakın işadamı, siyasetçi, gazeteci, sivil toplum kuruluşu temsilcilerini dahil ettikleri hayali Selam Terör Örgütü soruşturması da aynı amaç için hazırlanmıştı. Muhafazakâr bir kitleye operasyonlarla 'gizli gündemi olan bir iktidar' algısı oluşturulacaktı.

Başarılı olamayınca en az Şefkat Tepe dizisinde Peygamber'in ışık haleleri içinde yeryüzüne indirilip, kamyonete bindirilmesi kadar bizim değerlerimize yabancı yeni şantaj ve algı malzemeleriyle karşımıza çıktılar.

***

'Muta nikahı büyük tehlike' kampanyası son numaraları.

Önce sosyal medyada köpürtülen bir sempozyum, cemaat medyasında şöyle yer buldu: 'Alimler muta nikahının Şia hariç tüm mezheplerde haram olduğunu vurguladı. Mutanın toplum ve aile hayatına en büyük tehlike olduğu fikrinde birleşti.'

Normalde köşe altı haber olacak bir sempozyum sayesinde kız ve erkek öğrencilerin aynı evde kalmasına ses çıkarmayan cemaat medyası, aile değerlerini hatırladı!

İyi de oldu.

Bu sayede, genç kızların resimleriyle oluşturulan kataloglardan erkeklere eş seçtiren sistemlerinin toplum hayatına uygunluğunu da sorgularlar. Genç kızların istemedikleri evliliklere manevi baskıyla razı edilmesini de... Ama ümitlenmeyin, sosyal bir sorumluluk aramayın boşuna.

Abdülkadir Selvi 'Kampanyanın yeni operasyonun habercisi olduğunu' yazdı. Sosyal medyadaki tezviratları da bunu gösteriyor.

Koparılan gürültüye bakarsanız, muhafazakâr kesimde müthiş bir muta nikahı salgını ve İranlaşma temayülü var.

28 Şubat'taki 'Türkiye İranlaşıyor' propagandasının paralel versiyonunu devşirmişler.

Ancak New York Times ya da Wall Street Journal gibi Türkiye'ye ön yargılı gazetelerden alışık olduğumuz oryantalist bakış açısını yansıtıyor kampanya.

İsrail'in 'Bir gün arabasında sürprizle karşılaşacak' dediği MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı nasıl İrancı ilan ettilerse, Erdoğan iktidarında halkın da İranlaştığını kamuoyuna pompalayıp, şantaj kasetlerini piyasaya sürecekler.

İnsanların özel hayatları üzerinden bel altı yöntemlere toplumsal bir meşruiyet oluşturacaklar güya. İslam yine kullanışlı bir malzeme!

***

Onlar da biliyorlar bu kampanya Türkiye gerçeğine sığmaz. Ancak ihaleyi aldıkları odaklar, darbe programının içine kendi hedeflerinin kodlarını da sıkıştırmış. İran, el Kaide, İslami terör ihalenin sahibini de ele veriyor.

Kaset operasyonunun bile 'İran'laşıyoruz ahali' propagandasıyla yürütülmesi, paralel yapının, Amerikalı Neoconlar ve İsrail'le ittifakı bırakın, muta nikâhı yaptığını gösteriyor.

 

Suriye Baş Müftüsü Şeyh Ahmed Bedrettin Hassun, Hz. Zeynep’in 1400 yıl geçmesine rağmen hala hatırlandığını; Suriye düşmanlarına diğerleri gibi yok olacaklarını ve Suriye'nin tekfirci teröristlerin karşısında dimdik ayakta olduğunu vurgulayarak şunları ile getirdi: “Suriye bütün evlatları, milleti, Cumhurbaşkanı ve ordusuyla kararlı ve sağlam bir şekilde direnmektedir” dedi.

 Çok sayıda Şia ve Sünni alim ve şahsiyetlerin katıldığı bu kutlama merasiminde, Suriye Baş Müftüsü Şeyh Ahmed Bedrettin Hassun konuşma yaptı. 

Katılımcılar ellerinde taşıdıkları “Lebbeyke Ya Zeynep” yazılı bayrakları dalgalandırdılar. 

Suriye Baş Müftüsü Şeyh Ahmed Bedrettin Hassun yaptığı konuşmasında, Suriye halkına dayatılan üç yıldan beri devam etmekte olan savaşta Suriye cumhurbaşkanı, ordusu ve milletini dik duruşundan dolayı tebrik etti. 

Suriye Baş Müftüsü Hassun: “Hz. Zeynep’in (s.a) türbesini, hatırasını ve nurunu söndürmek isteyen tekfirci teröristlere rağmen Hz. Zeynep’in yad ve hatırası halen devam etmektedir” dedi 

Suriye Baş Müftüsü sözlerinin devamında ise; Hz. Zeynep’in 1400 yıl geçmesine rağmen hala hatırlandığını; Suriye düşmanlarına diğerleri gibi yok olacaklarını ve Suriye'nin tekfirci teröristlerin karşısında dimdik ayakta olduğunu vurgulayarak şunları ile getirdi: “Suriye bütün evlatları, milleti, Cumhurbaşkanı ve ordusuyla kararlı ve sağlam bir şekilde direnmektedir” dedi.

 

Suudi Arabistan'ın Fars Körfezi İşbirliği Konseyi üyelerinin birbirleriyle uyumlu ve müttefik yönetimler olduğunu lanse etmeye çalışmasına rağmen, ancak yaşanan gelişmeler, Fars Körfezi İşbirliği Konseyine üye ülkeler arasında derin anlaşmazlıkların olduğu ortaya çıktı.

Suudi Arabistan, Bahreyn ve BAE Doha büyükelçilerini başkentlerine çağırdı, bu gelişme, Fars Körfezi ülkeleri arasında yakınlaşma değil, uzaklaşma olduğunu su yüzüne çıkarmış oldu. Riyad yönetimi, Katar Emir'ine gönderdiği mesajda, Doha, Müslüman Kardeşlere destek vermeye devam ederse, Suudi Arabistan'ın Katarlar ilişkilerini keseceği uyarısında bulunurken, BAE ve Bahreyn de Suudi Arabistan'a uyarak, Katar aleyhinde bir tutum sergiledi, Riyad'la birlikte, Doha'nın Fars Körfezi İşbirliği Konseyinin ilkelerine uymadığı gerekçesiyle, büyükelçilerinden Katar'ı terk etmelerini istedi.

 Suudi Arabistan, Bahreyn ve BAE'ye tepki gösteren Katar yönetimi, yaşananları şaşkınlıkla karşıladığını, Doha'nın Riyad, Manama ve Ebudabi'deki büyükelçilerini geri çekmek niyetinde olmadığını açıkladı. Katar ayrıca, Fars Körfezi İşbirliği Konseyi üyeleriyle ayrıcalıklı ikili ilişkileri olduğunu ifade ederek, söz konusu üç ülkenin ortak girişiminin pek önemli olmadığı görüntüsünü vermeye çalıştı. Ancak son sırada, Fars Körfezi İşbirliği Konseyi üyeleri arasında yaşanan gelişmeler, üye ülkeler arasında eskiye dayanan sınır ve toprak ihtilaflarının yeniden patlak verdiğini, Suudi Arabistan'ın Konseyin bazı üyelerine rest çekmeye başladığını ortaya koymaktadır.

 

Fars Körfezi İşbirliği Konseyi'nin Umman'a mali yardımı kesme tehdidi ve Suudi Arabistan'ın Katar'ın Fars Körfezi İşbirliği Konseyi üyeleriyle bağlantı yollarını kesmesi, Fars Körfezi İşbirliği Konseyine üye ülkeler arasında yeni bir durumun oluştuğunu gösteren birer örnektir.

 

Bazı siyasi çevreler, bu gelişmeleri dikkat alarak, Konsey üyelerinin birbirinden giderek uzaklaştığını belirtiyor. Hatta Katar, iki gün önce Riyad'da gerçekleşen Fars Körfezi İşbirliği Konseyi Dışişleri Bakanları Toplantısına Dışişleri Bakanını göndermedi. Fars Körfezi İşbirliği Konseyinde yaşanan gelişmeler, basın yayının gözünden kaçmadı, bazı gözlemci ve analistler, bu gelişmelerin daha büyük olayların habercisi olduğunu belirtiyor. Bu arada, Kuveyt de, Fars Körfezi İşbirliği Konseyi üyeleri arasında yaşananlardan endişe duyduğunu açıklayarak, ihtilafları çözmek için arabuluculuk yapmaya hazır olduğunu bildirdi. Kuveyt Parlamento Başkanı, Suudi Arabistan, Manama ve BAE ile Katar arasında patlak verin krizi halletmek için girişimlerde bulunduğunu açıkladı. Bundan önce de arabuluculuk rolüne soyunan Kuveyt Riyad'da Katar ile Suudi Arabistan liderlerini görüştürdü, ancak hiçbir sonuç elde edilmedi, Riyad, Doha'nın karşısında durarak, bu ülkeyi tehdit etti. Katar'ın İhvan'a verdiği destekten dolayı son haftalarda Fars Körfezi İşbirliği Konseyine üyeler arasında ciddi sorunlar yaşanmaya başladı, hatta Konsey üyeleri, ilişkilerini kesmekle Katar'ı tehdit ettiler. Katar'ın İhvan'a verdiği desteğe gelen tepkiler Suudi Arabistan başta olmak üzere Konseyin bazı üyeleriyle sınırlı kalmamakta, Mısır'da aynı Arabistan gibi, Doha'yı bu ülkenin iç işlerine karışmakla suçlayarak, büyükelçisini Katar'dan geri çağırdı. Mısır geçici yönetimine destek veren ve Müslüman Kardeşlerin karşısında yer alan Suudi Arabistan, İhvan'ın Fars Körfezi'nin kıyısındaki ülkelerin hiçbirinde manevra yapabilmesi için gereken ortamı sağlamaya çalışıyor.

 

 Basın mensuplarına açıklamalarda bulunan Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, inkılap rehberinin komutası altındaki silahlı kuvvetlerin kendi gücüne dayanarak yabancı güçler karşısında caydırıcı bir güç olduğunu belirtti.

Ruhani “İslam Cumhuriyetinin gücü, Umman Denizi ve Fars Körfezi’nin korunması ve komşular için dostluk ve barış mesajı içeriyor.” dedi.

İslam Cumhuriyetinin gelişen savunma gücünün neye dayandığı yönündeki bir soruyu yanıtlayan Ruhani “Hürmüzgan kentini ziyaret ederken deniz kuvvetlerini ziyaret etmekten mutluyum. Deniz kuvvetleri İran’ın sularını korumakla görevlidir.” dedi.

Ruhani “Siz de görüyorsunuz silahlı kuvvetlerin kayıklarının yapımı için büyük tesisimiz var şimdi de deniz kuvvetleri mühendislerinin gayretleriyle deniz filosunu yaptık. Bu da deniz kuvvetlerimizin gücünü gösteriyor.” dedi.

Bir ülkede silahlı kuvvetlerin gücü, barışı savunmak için olduğuna işaret eden Ruhani “kudretli bir güç olduğunda bu, bölgede dengeyi sağlayabileceğimiz anlamına geliyor.” dedi.

 

İran'ın başkenti Tahran'da önceki gün Cuma namazını kıldıran Ayetullah Seyyid Ahmed Hatemi, 'direniş ekonomisi'ni, batılı ülkelerin İran aleyhinde sürdürdükleri tek yanlı bütün yaptırımları etkisiz hale getirecek bir plan olduğunu söyledi.

İran devlet televizyonun haberine göre,direniş ekonomisini, İran'ın iktisadi alanda tam bir bağımsızlık için çok önemli bir girişim olarak niteleyen Ayetullah Hatemi, direniş ekonomisinin, yerli bilim ve teknolojiye dayalı, adalet eksenli, ilkeli ve dışa açılımı olarak nitelerken, milyonlarca İranlı yetişmiş insan ve de petrol ve gaz gibi büyük sermayelerin birleştirilmesi ve güzel bir alt yapıyla direniş ekonomisinin İran'da çok büyük bir gelişmeye vesile olacağını söyledi.

Tahran Cuma hatibi, okuduğu hutbede ayrıca, dünyada uluslar arası emperyalizm tarafından sunulan İslamofobia ve İslam düşmanlığı dalgasına da temas ederek, bunun sebebini İslam'ın bütün dünyada yayılmakta olması olarak gösterdi.

Ayetullah Hatemi, 'Asil Muhammedi İslam'ın uluslar arası emperyalizm ve Siyonizm karşısında bir güç olarak çıktığını belirterek, bunun üssünün de İran'da olduğunu ve bundan dolayı düşmanların İran'a karşı büyük bir öfke besledikleri ve düşmanlık sergilediklerini söyledi.

Irkçı İsrail rejimini, müslümanların en nefret ettiği rejim olarak niteleyen Hatemi, Amerika ve Alman heyetlerin işgal altındaki Filistin topraklarına gitmelerine işaretle; "bu ziyaretler; aslında bu rejimlerin ırkçı İsrail'e, Filistin direnişi karşısında senin yanındayız mesajını vermek olduğudur" dedi.

 

Pazartesi, 03 Mart 2014 13:48

Amerika'nın insan hakları raporuna tepki

İran İslam Cumhuriyeti dışişleri bakanlığı yayınladığı bildiride, Amerika'nın diğer ülkelerin insan hakları konusunda tutum bildirme konumunda olmadığını bildirdi.

İran dışişleri bakanlığı, yayınladığı bildiride, Amerika'nın İran'da insan hakları konusundaki açıklamasına tepki göstererek, dünya kamuoyunun Amerika'yı, başta Küba'daki Guantanamo üssündeki cezaevi olmak üzere Irak'ın Ebugureyb ve Afganistan'ın Begram cezaevinde esirlere karşı yaptığı sistematik işkence ve ihlallerin yanı sıra aynı zamanda kişilerin her türlü haklarını çiğneyen bir devlet olarak tanıdığı cümlesi yer aldı.

Bildiride, Amerika'nın Avrupa'da gizli cezaevlerinde başına buyruk şekilde tutukladığı insanlara işkence ettiği, ırkçı İsrail rejiminin Filistinliler aleyhindeki cinayetlerine destek verdiği; Amerika'ya ait insansız hava araçlarının kadın erkek çocuk yaşlı ayrımı yapmaksızın suçsuz insanları öldürdüğüne işaret edilirken; bundan dolayı Amerika'nın insan hakları konusunda görüş bildirmesi gibi bir durumunun sözkonusu olamayacağına dikkat çekildi.

Bildiride, "İran'da insan hakları" konusunda yayınlanan raporların da, genel olarak İran İslam nizamı karşıtı ve terör örgütlerinin verdikleri bilgiler çerçevesinde ve kasıtlı olarak yayınlandığının altı çizildi.

Bildiride, İran'ın insan hakları konusunda her zaman anayasaya, uluslar arası anlaşmalara ve aynı zamanda dini sorumluluklara bağlı kaldığı kaydedildi.

 

 

 Obama, İran'a karşı uygulanan yaptırımların %95'inin devam ettiğini ve Cenevre'de İran'a çok imtiyaz vermediklerini açıkladı.

Obama, sanıldığı gibi, yaptırımların lağvedilmesiyle, batılı tüccarların İran'a akın etmesinin mümkün olmadığını, iplerin kendi ellerinde olduğunu vurguladı.

 Aralarında askeri müdahale de olmak üzere İran'a karşı bütün seçeneklerin masada olduğunu bir kez daha küstahça tekrarlayan Obama, bölgede bulunan paralı askerlerini büyük bir güçmüş gibi göstererek,"İranlılar, bölgedeki tatbikatlara katılan 35 bin askerimizi görüyorlar. Sözlerimizi ciddiye almalılar" dedi.