
کارگر
İbn Teymiyye’nin İmam Mehdî (a.s.) Hakkındaki Görüşünün Eleştirisi
İmam Mehdî'nin (a.f.) zuhur edeceği inancı, genel İslâmî bir itikat olmakla birlikte Şia mezhebinde ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Bunun başlıca sebebinin, Şiîlerin, İmam Mehdî'nin doğduğunu ve hayatta olduğunu kabul etmeleri olduğu söylenebilir
. Ehlisünnet müelliflerinden bazıları, Şia'nın kaynaklarını ve delillerini göz ardı ederek bu inancı eleştirmişlerdir. Bu müelliflerin başında Ahmed b. Teymiyye gelir. İbn Teymiyye, Minhacü's-sünnet başlıklı kitabında Şia'nın inancını tenkit etmiştir. İbn Teymiyye'nin tenkidinin temel dayanağı, İmam Hasan Askerî'nin (a.s) oğlunun olmadığıdır. Ona göre İmam Hasan Askerî'nin oğlu olduğu varsayılsa bile bu çocuk, babasının vefatında ergenlik yaşına ulaşmamış olacağından, ümmetin imametini üstelenemezdi. İbn Teymiyye'nin üçüncü eleştirisi İmam Mehdî'nin hayatta oluşuyla ilgilidir. İbn Teymiyye, “Çocuğun o yaşında imam olduğunu kabul etsek dahi bu kadar uzun süre hayatta kalması nasıl mümkün olabilir?” diye sorar.
Elinizdeki makale, İbn Teymiyye'nin tenkitlerini etraflıca ele almak ve bu tenkitlere Ehlisünnet müelliflerinin kitaplarını kaynak alarak cevap vermek amacıyla kaleme alınmıştır.
Araştırmanın kapsamı
Dünyanın kurtarıcısına ve vaat edilmiş Mehdî'ye inanmak, Müslümanların tamamının üzerinde ittifak ettiği zarurî bir inançtır. Bu inancın kaynağı, Hz. Peygamber'den (s.a.a) bize ulaşan açık beyanlardır1 (Sananî, 11/47; İbn Ebi Şeybe, 7/512). Bu inancı şüpheye karşılayan müellifler de İslâm ümmetinin bu konuda icma ettiğini itiraf etmişlerdir2 (bkz. İbn Haldun, Mukaddime, 425). Öte taraftan kurtarıcının özellikleri bağlamında, her ne kadar fırkalar arasında birtakım ihtilaflar söz konusu olsa da, büyük oranda görüş birliği olduğu kolaylıkla söylenebilir.3 Bu bağlamda Şia ile Ehlisünnet'in çoğunluğu arasındaki ihtilaflı konu, İmam Mehdî'nin dünyaya gelmiş, doğmuş olması konusudur. Şia, İmam Mehdî'nin doğduğuna ve hâlâ hayatta olduğuna inanırken Ehlisünnet'in çoğunluğu İmam Mehdî'nin doğmadığına, sonradan dünyaya geleceğine inanır. Bununla birlikte, Ehlisünnet âlimleri arasında, sayıları az olmakla birlikte Şiîler gibi İmam Mehdî'nin doğduğuna inananlar bulunmaktadır.4
Kimi Ehlisünnet âlimleri, İmam Mehdî'nin doğduğuna ve hayatta olduğuna inanmamakla kalmamış, Şia'nın bu konudaki görüşünü şiddetle tenkit etmiş ve bu inancı ilmî olmayan yollardan, bazen de ilmî nezaket sınırlarını aşan sözler sarf ederek inkâr etmeye kalkışmışlardır. Bu az sayıdaki ulemanın başında Ahmed b. Teymiyye gelir. İbn Teymiyye, Minacü's-sünneti'n-Nebeviyye fi nakzi kelami'ş-Şia ve'l-Kaderiye başlıklı eserinde bu Şiî inancına saldırmış, Şiîlere türlü ithamlarda bulunmuş ve yakışıksız sözler sarf etmekten geri durmamıştır (İbn Teymiyye, 2/86). Muasır Sünnî âlim Ebi Yala Beydavî de Şia'nın Mehdîlik inancını tenkit ederken İbn Teymiyye'nin sözlerini nakletmiştir.5 Bizim bu yazıdaki tenkitlerimiz öncelikle Beydavî'nin kitabındaki İbn Teymiyye alıntılarına yöneliktir. Bu makalede, İbn Teymiyye'nin görüşleri, Ehlisünnet'in kabul ettiği kaynaklara istinat edilerek açıklanmaya ve tenkit edilmeye çalışılmıştır.
İbn Teymiyye'nin tenkitleri ve cevapları
1) İmam Hasan Askerî'nin oğlunun olmaması
İbn Teymiyye'nin Şia'yı tenkit ederken söz konusu ettiği ilk mesele, İmam Hasan Askerî'nin oğlunun olmadığı meselesidir. Ona göre bu durumda İmam Hasan Askerî'nin oğlunun vaat edilen Mehdî olduğu söylemek imkânsızdır. Minhacü's-sünnet'te şöyle yazar:
“Ensab ve tarih ilminin ehli olan Muhammed b. Cerir et-Taberî, Abdülbaki b. Kani ve diğer müellifler el-Hasan b. Ali el-Askerî'nin soyunun devam etmediğini, çocuğunun olmadığını; İmamiye'nin ise onun bir oğlu olduğunu, küçük yaştayken Samirra'da bir mahzene girdiğini… ifade ettikleri söylenir.” (İbn Teymiyye, 4/86)
Bununla ilgili olarak birkaç hususu hatırlatmak mümkündür:
a) Yapılan incelemeler sonucunda Taberî'nin Tarih'inde böyle bir rivayete kesinlikle yer vermediği ortaya çıkmıştır. Taberî, İmam Hasan Askerî'nin bir oğlu olduğu veya olmadığı konusuna değinmemiştir. İbn Teymiyye'nin Taberî'ye isnat ederek naklettiği bu sözü hangi kaynaktan aldığı da bilinmemektedir. Aynı şekilde Abdülbaki b. Kani'ye dayandırdığı rivayetin kaynağı da bilinmemektedir.
b) Tarihî rivayetlere göre İmam Mehdî'nin doğumu ve çocukluk dönemindeki hayatı gizli tutulmuştur. İmam Hasan Askerî ile irtibatlı birkaç kişi dışında onun doğduğu ve hayatta olduğu kimse tarafından bilinmemiştir. Masum İmamlar (a.s) tarafından İmam Hüseyin'in dokuzuncu oğlu olarak tanıtılan vaat edilen Mehdî'nin can güvenliğini sağlamak amacıyla doğumu birkaç kişinin bilgisi dışında tamamen gizli tutulmuştur.6
c) İki tarihçinin kaynağı belirsiz sözlerine istinat eden İbn Teymiyye'ye Ehlisünnet âlimlerinden İmam Hasan Askerî'nin oğlu olduğunu açıkça beyan edenlerin sözlerini hatırlatmak gerekir:
- Siyer müellifi Halebî şöyle yazar: “el-Muntazer, el-Hasan el-Askerî'nin oğlu olan Muhammed el-Kasım'dır ve Şia onun el-Muntazer (beklenen) olduğuna inanır.” (Halebî, 2/348)
- Muhyiddin İbn Arabî (öl. 638), Şaranî'nin el-Yevakit ve'l-cevahir'de aktardığına göre, İmam Hasan Askerî'nin oğlu olan vaat edilmiş Mehdî'nin doğduğunu ve hayatta olduğunu yazar. (Şaranî, 2/562)7
- Şemseddin Zehebî eserlerinde İmam Hasan Askerî'nin Muhammed adında bir oğlu olduğunu yazmıştır:
“el-Hasan b. Ali el-Cevad Şia'nın masum olduklarına inandığı On İki İmam'dan biridir ve el-Muntazer'in babasıdır.” (Zehebî, el-İber, 1/373)
“Ebu Muhammed, Şia'nın imamlarındandır… Oğlu Muhammed b. el-Hasan ise 258 yılında dünyaya gelmiştir.” (Zehebî, Tarihü'l-İslâm, 19/113)
“On İki İmam'dan biri olan el-Hasan b. Ali b. el-Cevad vefat etti. O, beklenen Muhammed b. el-Hasan'ın babasıdır.” (Zehebî, Düvelü'l-İslâm, s. 145)
d) Meşhur sosyolog ve tarihçi İbn Haldun, Talibîler ve ileri gelenleri hakkında şöyle yazar: “Sonra oğlu Hasan el-Askerî gelir. 260 yılında vefat etmiştir. Sonra oğlu Muhammed el-Mehdî gelir. O, on ikincidir. Onlara (Şiîlere) göre o, hayattadır ve beklenmektedir (muntazerdir). Onların bu konuda rivayetleri meşhurdur.” (İbn Haldun, Tarih, 4/148)
e) İbn Hallikan şöyle yazar: “Ebu Muhammed el-Askerî: Ebu Muhammed el-Hasan b. Ali b. Muhammed b. Ali b. Musa er-Rıza… O, el-Muntazer'in babasıdır.” (İbn Hallikan, 4/14)
Eserinin başka bir yerinde ise şöyle yazar: “Ebu'l-Kasım Muhammed b. el-Hasan el-Askerî… İmamiye itikadınca On İki İmam'ın on ikincisidir ve el-Hüccet diye bilinir. 255 yılının Şaban ayının ortasına denk gelen Cuma günü doğmuştur.” (İbn Hallikan, 4/176)
f) İbn Teymiyye'den önce vefat eden ünlü tarihçi İbn Esir, el-Kamil fi't-tarih'inde şöyle yazar: “Bu yılda (260) el-Hasan b. Ali b. Muhammed vefat etmiştir. O, (Şiîlerin) el-Muntazer olduğuna inandıkları Muhammed'in babasıdır.” (İbn Esir, 6/320)
g) İbn Teymiyye'nin selefi olan Muhammed b. Talha eş-Şafiî (öl. 652) Metalibü's-suul'da şöyle yazar: “Ebu'l-Kasım Muhammed b. el-Hasan, Hüccet olan el-Mehdî'dir ve Salih Halef'tir.”(Talha Şafiî, s. 152)
h) İbn Hacer Heytemî (öl. 974) es-Savaikü'l-muhrika'da şöyle yazar: “Ebu'l-Kasım Muhammed el-Hüccet: Babasının vefatında beş yaşındaydı. Lakin Allah ona hikmet verdi ve onu el-Kaim el-Muntazer olarak isimlendirdi.” (İbn Hacer Heytemî, 2/601)
i) İbn Kesir, “On iki emir vardır.” hadisini tefsir ederken şunları yazar: “Hz. Peygamber'in kastettiği, birincileri Ali b. Ebi Talib, sonuncuları el-Muntazer olarak bilinen Muhammed b. el-Hasan el-Askerî olan Şia'nın inandığı on iki imam değildir.” (İbn Kesir, 7/153)
j) Semtü'n-nücumü'l-avali'nin müellifi şöyle yazar: “Ebu Muhammed el-Askerî Mutemid'in hilafetinin ilk yıllarında zehirlenme sonucunda öldü. Oğlu Muhammed'i halife bıraktı. Bu Muhammed, İmam Muhammed el-Mehdî b. el-Hasan el-Askerî'dir.” (el-Asimî el-Mekkî, 2/150)
k) el-Vafi bi'l-vefeyat'ın müellifi de şunları kaydeder: “Beklenen el-Hüccet, Muhammed el-Cevad'ın oğlu Ali el-Hadi'nin oğlu el-Hasan el-Askerî'nin oğlu Muhammed'dir. Beklenen el-Hüccet, Şia'nın beklediği on iki imamın on ikincisidir.” (es-Safedî, s. 249)
Buraya kadar yaptığımız alıntılar neticesinde İbn Teymiyye'nin İmam Hasan Askerî'nin oğlu olmadığı iddiasının asılsız olduğu ortaya çıkmış oldu. Bütün bu müelliflerin yazdıkları İbn Teymiyye'nin sözünü boşa çıkarmakta, kabul edilebilirliğini ortadan kaldırmaktadır. İbn Teymiyye'nin dikkatlice incelemeden ve analiz etmeden böyle bir iddiada bulunması üzücüdür.
2) İmam Mehdî'nin ergenlik yaşına ulaşmamış olması
İbn Teymiyye, “Ergenlik yaşına ulaşmamış ve mükellef olmamış birinin ümmetin imameti becerisine sahip olacağını, topluma liderlik edebileceğini düşünmek nasıl mümkün olur?” diye sorar ve şöyle yazar: “Allah'ın Kitabı'nda buyurduğu gibi evlilik yaşına ulaşıncaya dek, rüştünü ispat edinceye kadar ona mallar teslim edilemez. Bedeni ve malı konusunda hacir altına alınmış birisi nasıl Müslümanların imamı olabilir?” (İbn Teymiye, 4/89)
Bu sorunun cevabını birkaç maddede verebiliriz:
a) Şia itikadınca imametin kaynağı meşveret olmuş olsaydı ve imamı halk seçseydi İbn Teymiyye haklı olurdu ve imametin bir çocuğa ait olması düşünülemezdi. Fakat imametin kaynağının nas ve vesayet olduğu düşünüldüğünde (ki böyledir, bkz. Şeyh Müfid, “Evailü'l-makalat”, Musannifatiçerisinde, 4/40) imameti bir çocuğun üstlenmesinin herhangi bir mahzuru olmayacaktır. İlahî tensiple peygamber olan Hz. İsa ve Hz. Yahya'nın durumları buna örnektir (bkz. Meryem, 12 ve 30). Şia'da benzeri durumlar önceden de yaşanmıştır. Küçük yaşta imamet makamına ulaşan ilk imam İmam Cevad'dır. İmam Cevad imam olduğunda henüz sekiz yaşındaydı. Ondan sonra imam olan İmam Hadi ise altı yaşından büyük değildi.
b) İmam Mehdî'nin imametini kabul etmemenin başlıca nedeni olarak yaş sorununu gündeme getiren İbn Teymiyye'nin, en az iki yerde küçük yaşta manevî makama erişen ve mucize gösteren çocuklardan söz eden Kur'ân ayetleri hakkında ne düşündüğünü sormak gerekir. Kur'ân, Hz. İsa'nın beşikte konuşmaya başladığını bildirmemiş midir? “(Çocuk,) "Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana kitap vermiştir ve beni peygamber kılmıştır." dedi. (Meryem, 30)
Bu ayette iki nükte mevcuttur: Birincisi, yeni doğmuş bir bebek nasıl konuşabilmiş, kendisi ve annesi hakkında ileri sürülen suçlamalara cevap verebilmiştir? Bu bağlamda mutlaka bir mucizenin gerçekleştiğinden söz edeceklerdir. Çünkü böyle bir şey daha önce vuku bulmamıştır. Bu cevap, doğru bir cevaptır. Fakat burada sorulması gereken şudur: Yeni doğmuş bir bebek için böyle bir mucizenin gerçekleştiğini kabul ediyorsunuz da başka çocuklar için böyle bir mucizenin gerçekleşebileceğini niçin kabul etmiyorsunuz?
İkincisi şudur: Allah, yeni doğmuş, süt emen bir bebeğin dilinden “Bana kitap vermiştir ve beni peygamber kılmıştır” diye naklediyor. Birçok müfessire göre Hz. İsa, bebekliğinde nübüvvet makamına ulaşmıştır. Burada geçmiş zaman kalıbı gelecek zamanı işaret etmez; ki bu zahire aykırı bir durum olur ve güçlü bir kanıtı gerektirir. Nitekim müfessirler de bunu beyan etmişlerdir. Örneğin Ebu Hayyan Endülüsî Bahru'l-muhit adlı tefsirinde bu ayetle ilgili olarak şunları yazar: “Allah'ın ‘Bana kitap vermiştir ve beni peygamber kılmıştır.' sözünün zahiri, Hz. İsa'yı bebekliğinde aklî kemale ulaştırdığı ve onu bebekken peygamber seçtiğidir.” (Ebu Hayyan, 7/259)
İbn Ebi Hatem, Enes b. Malik'ten naklettiği rivayetle ayetin tefsirini yapar: “Hz. İsa ana karnında İncil'i öğrendi. Nitekim ‘Bana kitap vermiştir ve beni peygamber kılmıştır.' sözü de bunu göstermektedir. (İbn Ebi Hatem, 7/248)
Reşidüddin Meybudî ise Keşfü'l-esrar ve uddetü'l-ebrar'da şunları yazar: “Doğru görüş, Allah'ın Hz. İsa'ya bebekliğinde akıl verdiği, onu baliğ kıldığı, ona kitap ve peygamberlik bahşettiği, ana karnında ona İncil'i okuduğudur. Tıpkı Allah'ın yaratır yaratmaz peygamberlik verdiği, mükellef ve mebus kıldığı Âdem gibi Hz. İsa da yaratılışında böyleydi. Hz. Meryem'den naklolunur: Ben ve İsa baş başa kaldığımızda sohbet ederdik. Birisi gelip beni meşgul ettiğinde ise o karnımda (Allah'ı) tesbih ederdi, ben de onu duyardım.” (Mubeydî, 6/36)
Fahreddin Razî de şöyle yazar: “Ayetin manasında, ne zaman ona kitap verdiği, ne zaman onu peygamber atadığı noktasında görüş ayrılığı vardır. Görünüşe bakılırsa Hz. İsa onlarla konuşmaya başlamadan önce Allah ona kitap verdi ve onu peygamber seçip ona namaz kılmayı ve onları Allah'a davet etmeyi emretti.” (Razî, 21/535)
c) Allah, Hz. Yahya'ya çocukluğunda şöyle hitap etmiştir: “Ey Yahya! Kitaba tam bir güç ve ciddiyetle sarıl." (dedik.) Daha çocukken ona hüküm verdik.” (Meryem, 12)
Ayette geçen "hüküm" konusunda ihtilaf vardır. Bununla birlikte, müfessirler iki farklı anlama geleceği konusunda birleşmişlerdir. Bir grup hükmün peygamberlik anlamına (bkz. Suyutî, Tefsirü'l-Celaleyn, s. 309; Mubeydî, 6/13; Razî, 21/535); diğer bir grup ahkâmı idrak etme, akıl yürütme ve hikmet anlamına (bkz. Taberî, 16/43; İbn Ebi Hatem, 240; İbn Kesir, 7/191; Suyutî, Durrü'l-mensur, 4/260; Alusî, 8/392) geldiğini söylemiştir.
İster nübüvvet ister kitabı anlama, kavrama gücü şeklinde tefsir edilsin ayet, bir çocuğun küçük yaşta yüksek fikrî ve manevî makamlara ulaşabileceğini göstermektedir. Bilginlerin de dediği gibi, bir şeyin olabileceğine dair en güçlü delil, o şeyin önceden olmuş olmasıdır. Benzeri olaylar daha önce yaşanmıştır ve Kur'ân açık bir dille bu yaşananları anlatmıştır. Buna göre hangi delile dayanarak küçük yaşta imamlık konusuna çirkin ifadelerle saldırılabilir?
3. İmam Mehdî'nin ömrünün uzun olması
İbn Teymiyye bu konuda şunları yazar: “Ümmet-i Muhammed'den kimsenin bu kadar uzun ömürlü olduğu görülmemiştir. Dolayısıyla bu iddia gerçek dışıdır. İslâm'da kimse 120 yıldan fazla yaşamamıştır, böyle biri bulunamaz. Kaldı ki bu kadar uzun ömür süren biri olsun! Hz. Peygamber'den ömrünün sonlarında nakledilen sahih hadiste şöyle buyrulur: ‘Azalacağınızı biliyor musunuz? Şu an mevcut olanlar yüz yaşlarında hayatta olmayacaklar.'8 Şu halde o zamanda bir yaşında olan veya bir yaşına yakın olanlar yüz yıldan fazla yaşamayacaktır. O dönemde ömür bu süreden fazla olamayacağına göre o dönemden sonra da bunun geçerliliği olacaktır.”
İbn Teymiyye'nin ümmet-i Muhammed'den (s.a.a) hiç kimsenin 120 yıldan fazla yaşamadığı iddiası asılsızdır. Çünkü bugün bile 120 yaşını geçmiş yüzlerce insana rastlanabilir. Bu, kanıt istemeyen apaçık bir gerçektir. Öte yandan tarih, önceki asırlarda yaşamış uzun ömürlüler hakkında bilgi vermektedir.
Buna göre Müslümanların kısa ömürlülüğünü ispatlamak için ümmet-i Muhammed'den hiç kimsenin yüz yaşından fazla yaşamayacağını bildiren hadise dayanmak hatalı bir iştir ve böyle bir istidlale başvuran kimse yersiz bir iş yapmış olur.
Buna göre, herhangi bir problemle karşılaşmamak için Hz. Peygamber'in hadisini farklı bir biçimde yorumlamak gerekir. Bu yüzden hadis ve tefsir âlimleri söz konusu hadisin tefsirini yapmışlardır. Nevevî hadisin tefsirinde şunları yazar: “Bu hadiste nübüvvete özgü işaretler, öngörüler vardır ve kastedilen o belli gecede yeryüzünde bulunanların yüz yıldan fazla yaşamayacaklarıdır. Hadiste o geceden sonra dünyaya gelenlerin yüz yıldan fazla yaşamayacaklarına delalet eden bir işaret bulunmamaktadır.” (Nevevî, 16/89)
İbn Hacer Askalanî de hadisi tefsir ederken aynı hususa dikkat çekmiştir (bkz. Askalanî, Fethü'l-bari, 1/212).
Burada üzerinde durulması gereken husus, İbn Teymiyye'nin Hz. Peygamber'den sonra da kimsenin uzun ömür süremeyeceği iddiasıdır. Onun bu iddiasını neye dayandırdığı belli değildir. Naklettiği hadisin hangi ifadesinde böyle bir delalet bulunmaktadır? Nitekim sağlık alanındaki ilerlemelerle birlikte yaş ortalamasının günbegün arttığı günümüz dünyasında yüz yaşından fazla yaşayan insanlara sıkça rastlanmaktadır.
Ayrıca, kimi insanların Allah'ın iradesi doğrultusunda uzun ömür sürmesi gerçeğe aykırı bir durum değildir. Nitekim Kur'ân'da Hz. Nuh'un kavmi arasında 950 yıl yaşadığı vurgulanmaktadır (Ankebut, 14) ve bu sürenin de Hz. Nuh'un ömrünün tamamı olmadığı bilinmektedir.
Kitabında, İmam Mehdî'nin uzun ömürlü oluşunu Hz. Hızır'e delil göstererek ispatlanmaya çalışılması konusuna da değinen İbn Teymiyye şöyle devam eder: “İspat için Hz. Hızır'ın hayatta olduğu deliline sarılmak, batıl bir istidlaldir. Hz. Hızır'ın hayatta olduğunu kim kabul etmiştir? Araştırmacılar onun öldüğünü kabul etmişlerdir. Hayatta olduğu farz edilse bile o bu ümmetten değildir.” (İbn Teymiye, 4/87)
İbn Teymiyye'nin Hz. Hızır'ın hayatta olmadığı iddiası ve bu iddiasını araştırmacılara dayandırması başlı başına bir sorundur. Çünkü Ehlisünnet âlimlerinin çoğunluğu Hz. Hızır'ın hayatta olduğuna inanmaktadır. Kurtubî bu konuda şunları yazar: “Hz. Hızır birtakım nedenlerle döneminin yöneticisinden kaçtı ve bu süreçte âb-ı hayat çeşmesini bulup o sudan içti. Hâlâ hayattadır ve Deccal ortaya çıkana kadar da hayatta kalacaktır. O, Deccal'in öldüreceği kimsedir.”(Kurtubî, 11/44)
el-Bahrü'l-medid fi tefsiri'l-Kur'âni'l-Mecid'in müellifi İbn Acibe Ahmed b. Muhammed şöyle yazar: “Daha önce de geçtiği gibi cumhur (ulemanın çoğunluğu) Hz. Hızır'ın yaşadığı inancındadır.” (İbn Acibe, 6/298)
Müslim'in Sahih'inin meşhur şarihi Nevevî de şunları kaydeder: “Hızır'ın hayatta olup olmadığı ihtilaflıdır. Fakat ulemanın çoğunluğu onun hayatta olduğu ve aramızda bulunduğu kanaatindedir. Mutasavvıflar ve marifet ehli bu konuda hemfikirdir.” (Askalanî, ez-Zehrü'n-nadr, s. 44; el-Azim Abadî, 11/338)
Edvaü'l-beyan'ın müellifi ise şöyle yazar: “Âlimler Hızır'ın hayatı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Çoğunluğu onun hayatta olduğuna ve âb-ı hayat çeşmesi denilen çeşmeden su içtiğine inanır. Bu görüşü güçlendiren âlimlerin başında Kurtubî, Nevevî, ayrıca Sallak ve Nakkaş gelir.” (Şankitî, 3/326-327)
İbn Teymiyye'ye sorulması gereken bir başka soru şudur: Farzı misal Hz. Hızır'ın hayatta olduğu şüpheli bile olsa ulema Hz. İsa'nın hayatta olduğu konusunda görüş birliği içerisinde değil midir? Doğumunun üzerinden 2010 yıl geçen Hz. İsa'nın hayatta oluşunu nasıl yorumluyorsunuz?
Mukatil b. Süleyman Hz. İsa hakkında şöyle yazar: “Allah, Hz. İsa'yı öldürdüklerini iddia eden Yahudileri tekzip etmiş ve onu Ramazan ayında Kadir gecesinde 33 yaşındayken hayatta iken Beytü'l-mukaddes'ten göğe yükselttiğini söylemiştir.” (Mukatil b. Süleyman, 1/421)
Ebu Hayyan Endülüsî “Allah onu kendine doğru yüceltti.” (Nisa, 158) ayetinin tefsirinde şunları yazar: “Bu ayet, Hz. İsa'nın öldürüldüğü ve çarmıha gerildiği iddiasını ortadan kaldırır. Miraç rivayetinde Hz. Peygamber'den nakledilen sahih hadislere göre Hz. İsa hayattadır ve göğün ikinci katında yaşamaktadır. Yine bu hadislere göre Hz. İsa, Allah Deccal'i öldürmesi için kendisini tekrar yeryüzüne gönderinceye dek orada kalacaktır.” (Ebu Hayyan, 4/128)
Merağî, Hz. İsa hakkında söylenenleri naklettikten sonra şöyle yazar: “Miraç hadisi çerçevesinde müfessirlerin ve diğer ulemanın çoğunluğuna göre Allah, Hz. İsa'yı ruhu ve bedeniyle göğe yükseltmiştir.” (Merağî, 6/15)
Buraya kadar ifade edilenlerden öncelikle, Hz. Hızır'ın hayatta olmadığı düşüncesinin İbn Teymiyye'nin iddia ettiği gibi üzerinde icma edilmiş bir konu olmadığı; bilakis Ehlisünnet âlimlerinin çoğunluğunun Hz. Hızır'ın halen hayatta olduğuna inandıkları anlaşılmaktadır. Hz. İsa konusunda ise durum daha açık ve nettir. Dolayısıyla kimi insanların uzun ömürlü olduğu meselesi, Şia'nın İmam Mehdî konusundaki iddiasından önce kabul edilmiş bir meseledir. İmam Mehdî söz konusu olunca İbn Teymiyye'nin bu olasılığı niçin kesin bir dille inkâr ettiği bilinmemektedir.
İlginç olan, Hz. Mehdî'nin hayatta olduğuna inanan Sünnî âlimlerin de meseleyi ispat sadedince Hz. Hızır ve Hz. İsa'yı örnek göstermeleridir. (Gencî Şafiî, s. 97)
Sonuç
Buraya kadar ifade ettiklerimizden şu sonuçlar çıkmaktadır:
a) İbn Teymiyye'nin İmam Hasan Askerî'nin oğlu olmadığı iddiası tamamen asılsızdır. İddiasını temellendirmek için ileri sürdüğü deliller de sağlam ve ilmî değildir. Ehlisünnet müelliflerinin çoğunluğu İmam Hasan Askerî'nin oğlu olduğunu tasrih etmiştir.
b) Nübüvvet, kavrayış, hükümet, hatta imamet gibi yüksek makamlar çocuklukta elde edilmesi mümkün makamlardır ve Kur'ân'da bunun örnekleri zikredilmiştir.
c) Bazı insanların uzun ömürlü olması imkânsız değil, bilakis mümkündür. Nitekim muteber dinî kaynaklarda uzun ömürlü insanlara örnekler zikredilmiştir.
Notlar:
1. Bu konudaki rivayetler Ehlisünnet'in muteber hadis mecmualarında nakledilmiştir. Örneğin bkz. Sananî, Müsned, 7/512-514; İbn Hanbel'in Müsned'indeki rivayetler için bkz. Muhammed Cevad Hüseynî Celalî, Ehadisu el-Mehdî min Müsnedi Ahmed b. Hanbel; İbn Mace, Sünen, hadis no: 4082-4088; İbn Davud, Sünen, hadis no: 4273-4282; Tirmizî, Sünen, hadis no: 2230-2232; Taberanî, el-Mucemü'l-kebir, birçok yerde; İbn Habban, Sahih, c. 15, birçok yerde.
2. Örneğin Mehdîlik inancıyla ilgili hadislerin sıhhatini şüpheyle karşılayan İbn Haldun şöyle yazar: “Bil ki, tarihî süreçte bütün Müslümanlar arasında ahir zamanda Hz. Peygamber'in hanedanından bir adamın ortaya çıkacağı ve dini sabit kılıp adaleti tesis edeceği; bütün Müslümanların da bu adama tabi olacağı, Mehdî adı verilen bu zatın bütün İslâm topraklarına hâkim olacağı inancı meşhur olmuştur…” Bkz. İbn Haldun, 245.
3. Müslümanlar, İmam Mehdî'nin adı, bir gün zuhur edeceği, Hz. Peygamber'in torunu olduğu, Hz. Zehra'nın soyundan geldiği, Mekke'de ortaya çıkacağı vb. konularda görüş birliği içerisindedirler.
4. Bu âlimlerin başında, İbn Arabî, Muhammed b. Talha Şafiî, Gencî Şafiî, Ali b. Muhammed Sibağ Malikî, Süleyman Kunduzî gelir.
5. Ebi Yala Beydavî, Tahkikü'l-örfi'l-verdî fi ahbari'l-Mehdî, s. 1.
6. Daha fazla bilgi için bkz. Kuleynî, el-Kafi, 1/329, 514; Şeyh Saduk, Kemalü'd-din, c. 2, bab: 42; Şeyh Tusî, el-Gaybet, III. Bölüm.
7. Üç Sünnî âlimi; Şaranî, Sabban ve Hamzavî, İbn Arabî'nin el-Futuhatü'l-Mekkiyye'sinden İmam Mehdî'nin İmam Hasan Askerî'nin oğlu olduğunu nakleder (bkz. Şaranî, 2/562; Sabban, İsâfü'r-rağibîn, (Nurü'l-ebsar'ın haşiyesinde), s. 141-142; Hamzavî, Meşarikü'l-envar, s. 112). AncakFutuhat'ın mevcut baskılarında bu bölüm hazfedilmiştir. Merhum Ayetullah Seyyid Celaleddin Aştiyanî, Şerh-i Mukaddime-i Kayserî'de (s. 914) şöyle yazar: “Fakir Futuhat'ın eski elyazması nüshalarını gördüm. Biri beş yüz, diğeri altı yüz yıl önce Mısır, Suriye ve Türkiye'de kitabet olunmuştu. Bu nüshalarda İmam Mehdî'nin şeceresi şöyleydi: Resulullah'ın itretinden, Fatıma'nın oğlu, dedesi Hüseyin b. Ali, babası el-Hasan el-Askerî'dir.” Bu bilgiler ışığında Futuhat'ın mevcut baskılarına müdahaleler olduğu, orijinal metnin bir kısmının hazfedildiği anlaşılmaktadır.
8. Buharî, Sahih, 1/37; Müslim, Sahih, 7/187.
Kaynaklar:
Alusî, Seyyid Mahmud, Ruhu'l-maani fi tefsiri'l-Kur'âni'l-azim, Beyrut 1416.
Askalanî, Ebu'l-Fazl Ahmed b. Ali, ez-Zehrü'n-nadr fi ahbari'l-Hızr, Hindistan 1408.
Askalanî, Ebu'l-Fazl Ahmed b. Ali, Fethü'l-bari bi-şerhi Sahihi'l-Buharî, neşr: Muhbiddin el-Hatib, Beyrut (ty.).
Buharî, Muhammed b. İsmail, Sahih, Beyrut 1407.
Ebu Davud, Süleyman b. Eşas, Sünen, Beyrut 1421.
Ebu Hayyan, Muhammed b. Yusuf Endülüsî, el-Bahrü'l-muhit fi't-tefsir, Beyrut 1420.
el-Asımî el-Mekkî, Abdülmelik b. Hüseyin, Semtü'n-nücumü'l-avali fi ebnai'l-evail ve't-tevali, neşr: Adil Ahmed Abdülmevcud, Beyrut 1419.
el-Azim Abadî, Muhammed Şemsülhak, Avnü'l-mabud fi şerhi Süneni Ebi Davud, Beyrut 1995.
Gencî Şafiî, Muhammed, el-Beyan fi ahbari Sahibü'z-zaman, Beyrut 1421.
Halebî, Ali b. Burhaneddin, es-Sîretü'l-Halebiyye, Beyrut 1400.
Hüseynî Celalî, Muhammed Cevad, Ehadisu el-Mehdî min Müsnedi Ahmed b. Hanbel, Kum 1409.
İbn Acibe, Ahmed b. Muhammed, el-Bahrü'l-medid fi tefsiri'l-Kur'âni'l-Mecid, Kahire 1419.
İbn Ebi Hatem, Abdurrahman b. Muhammed, Tefsirü'l-Kur'ânü'l-azim, neşr: Esad Muhammed b. et-Tayyib, Sayda (ty.).
İbn Ebi Şeybe, Muhammed, el-Kitabü'l-musannef fi'l-ehadis ve'l-asar, Beyrut 1416.
İbn Esir, İzzeddin, el-Kamil fi't-tarih, Beyrut 1420.
İbn Habban, Muhammed b. Ahmed, Sahih, Beyrut 1418.
İbn Hacer Heytemî, Hamd b. Muhammed, es-Savaikü'l-muhrika, Beyrut 1417.
İbn Haldun, Abdurrahman, Mukaddime, Beyrut 1421.
İbn Haldun, Abdurrahman, Tarih, Beyrut 1984.
İbn Hallikan, Şemseddin, Vefeyatü'l-ayan, Kum 1363.
İbn Kesir, İsmail b. Amr, el-Bidaye ve'n-nihaye, Beyrut (ty.).
İbn Kesir, İsmail b. Amr, Tefsirü'l-Kur'âni'l-azim, Beyrut 1419.
İbn Mace, Muhammed b. Yezid, Sünen, Beyrut 1421.
İbn Teymiyye el-Harranî, Ahmed b. Abdülhalim, Minacü's-sünneti'n-Nebeviyye fi nakzi kelami'ş-Şia ve'l-Kaderiye, neşr. Muhammed Reşad Salim, Kurtuba 1406.
Kayserî Davud, Şerh-i Fususu'l-hikem, neşr: Seyyid Celaleddin Aştiyanî, Tahran 1375.
Kuleynî, Muhammed b. Yakub, el-Kafi, Beyrut 1401.
Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, el-Camiü'l-ahkami'l-Kur'ân, Tahran 1364.
Merağî, Ahmed b. Mustafa, Tefsir, Beyrut (ty.).
Mubeydî, Reşidüddin, Keşfü'l-esrar ve uddetü'l-ebrar, Tahran 1371.
Mukatil b. Süleyman, Tefsir, Beyrut 1423.
Nevevî, Yahya b. Şeref, Şerhu Sahih Müslim, Beyrut 1392.
Nişaburî, Müslim b. Hüccac, Sahih, neşr: Muhammed Fuad Abdülbaki, Beyrut (ty.).
Razî, Fahreddin, Mefatihü'l-gayb, Beyrut 1420.
Saduk, Muhammed b. Ali, Kemalü'd-din, 1395.
Safedî, Salahuddin Halil b. Ebik, el-Vafi bi'l-vefeyat, Beyrut 1420.
Sananî, Abdürrezzak, el-Musannef, Hindistan 1390.
Suyutî, Celaleddin, ed-Dürrü'l-mensur fi tefsiri'l-mesur, Kum 1404.
Suyutî, Celaleddin-Mahallî, Celaleddin, Tefsirü'l-Celaleyn, Beyrut 1416.
Şankitî, Muhammed el-Emin b. Muhammed b. el-Muhtar, Edvaü'l-beyan fi izahi'l-Kur'ân bi'l-Kur'ân, Beyrut 1415.
Şaranî, Ahmed b. Ali, el-Yevakit ve'l-cevahir fi beyani akaidü'l-ekabir, Beyrut (ty.).
Taberanî, Süleyman b. Ahmed, el-Mucemü'l-kebir, Beyrut 1406.
Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Camiü'l-beyan fi tefsiri'l-Kur'ân, Beyrut 1412.
Talfa eş-Şafiî, Kemalüddin, Metalibü's-suul fi menakibi Âl-i Resul, Beyrut 1420.
Tirmizî, Muhammed b. İsa, Sünen, Beyrut 1420.
Tusî, Muhammed b. Hasan, el-Gaybet, Kum 1411.
Zehebî, el-İber fi haberi men gaber, Beyrut (ty.).
Zehebî, Şemseddin, Düvelü'l-İslâm, Beyrut 1405.
Zehebî, Şemseddin, Siyeru alamü'n-nübela, Beyrut 1405.
Zehebî, Şemseddin, Tarihü'l-İslâm ve vefeyatü'l-meşahir ve'l-alam, Beyrut 1412.
Kaynak: Mehdî Ekbernejad, “Nakd-i Didgah-i İbn Teymiye derbare-i İmam Mehdî (a)”, Do-faslname-i Pejuheşha-yi Kur'ân ve Hadis, Defter: 1, 1388, s. 25-42.
Doç. Dr. Mehdî Ekbernejad - İlam Üniversitesi
Çev: Ertuğrul Ertekin
medyasafak.com
Türkiyedeki Kavganın Sebepleri ve Temel Hatalar
Bismillah
Ülkede iki aydan fazla bir süredir eski koalisyon ortakları arasında devam edegelen iktidar savaşı gün geçtikçe şiddetleneceğe benziyor. Çünkü savaşı başlatan bu tarafların kendilerinden ziyade Türkiye siyasetini her on yılda bir yeniden dizayn eden dış güçler, ve özellikle de küresel sulta sisteminin başını çeken ABD ve uluslararası siyonizmdir.
“AKP Serüveni ve ABD’nin İktidar Değiştirme Projesi” http://www.rasthaber.com/yazar_17605_37_akp-seruveni-ve-abdnin-iktidar-degistirme-projesi.html
başlıklı yazıda ifade ettiğimiz üzere amaç sulta sisteminin siyasetlerini daha bir koordineli ve uysal biçimde uygulayacak bir ekibi iş başına getirmektir. Çünkü müstekbirler işbirlikçilerinin sadece onların siyasetlerini uygulamaları ve onlarla işbirliği yapmalarıyla yetinmez onların hakkaniyetine inanmaları ve kabul etmelerini de isterler. Halbuki iş başındaki mevcut ekip her ne kadar sulta sistemiyle uyumlu hareket etse de fırsat bulduğunda ve özellikle de –hangi amaçla olursa olsun-iktidarının elinden alınacağını gördüğünde teslim olmayacağının sinyallerini vermiş bulunuyor. Bu ise müstekbir güçlerin kabulleneceği bir durum değildir. Cemaat ise geçmişten beri ortaya koyduğu tavırlarıyla ABD’nin ve uluslararası siyonizmin dünya üzerindeki sultasını kabul etmek bir yana gerekliliğine inanmaktadır. Bu durumda sulta sistemi ister istemez iktidara susamış başka odaklarla Cemaat arasında daha yakın bir koordinasyon ve işbirliği ortamı sağlayarak AKP’yi devre dışı bırakmayı planlamaktadır.
AKP önderlerinin bu duruma hayıflanma hakkı yoktur. Çünkü kendileri de aynı yöntemle iktidara taşındı ve rakiplerini bir bir devre dışı bırakırken sulta sisteminin içteki uzantılarıyla işbirliğinde bulundular. Dış bağlantılı Cemaat’in desteği olmadan ortodoks laikleri ve darbeci generelleri devre dışı bırakmaları mümkün değildi. Başta dostunu-düşmanını tanımamak olmak üzere sulta sisteminin hile ve entrikalarından gafil olan AKP ekibi, aynı taktiklerin günün birinde kendilerine karşı kullanılacağını unuttukları için bugün çırpınıp durmaktadır.
Rakibin zaafından yararlanmak mı?
Belli ilkelerden yoksun oldukları için birbirlerinin zaafından yararlanma yöntemine başvurmaktalar. İslamcılık iddiasında bulunanların rakibi altetmek için İslam’ın kabul etmediği yollara başvurmaları yeni değildir. Bu yöntemlerle rakibe galip gelseler bile kazanacakları birkaç günlük saltanattan başkası değildir. Allah adına , din adına, Kur’an adına halkın inançlarını, dini duygularını istismar edenler kim olursa olsun çoğu defa iktidara ulaşsalar bile sünnetullah gereği rezil rüsva olmaktan kurtulamazlar.
Halbuki takva ve ihlasla İslamcılık ve hakkı savunma iddiasında bulunanlar düşmanın hile, baskı ve entrikaları karşısında sabrettikleri ve direndikleri takdirde Allah onlara mutlaka bir çıkış yolu gösterir. Bunun en açık seçik örneği müstekbirler ve İslam ülkelerindeki uzantılarına karşı direnen ve ilkelerinden taviz vermeyen İslam İnkılabı’dır.
Demagojiyi kendine ilke edinmiş bazı yazarlar ülkede devam eden bu ilkesiz ve dini değerlerden uzak tartışmada sulta sisteminin uzantısı Cemaat’e karşı AKP hükümetini desteklerken vicdanlarını rahatlatmak ve muhataplarını nefsi temayüllerine göre yönlendirmek için İran İslam Cumhuriyeti’nden yalan-yanlış örnekler verme hatasına düşmekteler. Bu tipler muhatabın bilgisizliğinden de yararlanarak meşru temeller üzerine kurulu bir nizamın işleyişdeki aksaklıklarıyla laik bir sistem içinde nereye varacağına, ne yapacağına karar verememiş dini değerlere bağlılık iddiasındaki parti ve grupların davranışlarını karşılaştırma gafletine düşmekteler.
Bunlar adamlarının pisliklerini örtmek için önce İslam İnkılabını karalamakta, İslam Cumhuriyetinde eksiklik ve aksaklıkları gündeme getirmekte ve böylece sanki yolsuzluk yapmak, çalmak, vs kaçınılmaz bir şeymiş gibi sevdikleri ve desteklediklerini savunmaya geçmekteler.
Niçin Velayet-i Fakih Sistemi?
Saltanat kültürünün mirasçıları hala makbuliyetle meşruiyeti karıştırmış görünüyorlar. Halktan daha fazla oy alanın, makbuliyet kazananın, meşruiyet de kazanacağını sanmaktalar. Kişi ve grupların makbuliyeti küçümsenemez elbet, çünkü makbuliyet kazanmadan hükümet edilmesi, topluma liderlik mümkün değildir. Ancak takva ve ihlastan yoksun makbul kişi ve partilerin başarılı olmadıkları çevremizdeki topluluk ve ülkelerde açıkca müşahade edilmektedir.
Allah kendi dini adına ortaya çıkan, din ve ilahi ahkamı uygulama iddiasında bulunanlar, halka kendini dindar, din taraflısı, İslamcı göstererek bir yerlere varmak isteyenlerle gerçek müminlerin bir birinden ayrıdedilmesi için sahtekarları mutlaka rezil rüsva eder, bu sünnetullahtandır. Bunun için geçmişte olduğu gibi bundan sonra da İslam ülkelerinin hemen hepsinde din tüccarlarının ifşa edileceğine kesin gözüyle bakılmalıdır.
AKP-Cemaat savaşı başta olmak üzere İslam ülkelerindeki iç çekişmelerin temelinde iktidar mücadelesi yatmaktadır. Saltanatı, iktidarı her değerin üstünde gören bu anlayış hükümetin kaynağının, hakimiyet hakkının ilahi değil de beşeri olduğuna inanır. Bunun için de hükümet etmek , makbuliyet kazanmak, iktidarını sürdürmek için hiç bir yolu denemekten çekinmezler. Halbuki İslam’da makbuliyetten önce meşruiyyet gelir.
İran’da İslam İnkılabı’nın zaferinden sonra kurulan İslam Cumhuriyeti modelinin niçin “velayet-i fakih” temel ilkesi üzerine oturtulduğu gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır. “İşlerin yürütülmesi, Allah için âlim olan ve O'nun helâl ve haramını bilmede güvenilir kişilerin elindedir” hadisi uyarınca müslüman milletlerin önderliğini ilahi ahkamı bilen, takvalı, basiretli, idare kabiliyeti yüksek ve halkın makbuliyetini kazanmış bir fakih tarafından üstlenilmesi öngörülmüştür. Geçen 35 yıl içinde İran’da bunun bereketleri görüldüğü gibi halkı kıyam etmiş başka İslam ülkelerindeki eksikliği de son yıllarda açıkca hissedilmektedir.
Bir ülkedeki çeşitli kuruluşların, kurumların ve temel organların asli görevlerinden sapmalarının güvence altına alınmasının yolu kendini Allah’ın rızasını kazanmaya adamış, her türlü idari-iktisadi vb fesatlardan arındırmış takvalı bir liderle mümkündür.
Ziya TÜRKYILMAZ
Zarif: İran'ın hiç bir nükleer sitesi kapatılmayacak
Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, 5+1 grubu ile müzakerelerde sadece İran'ın nükleer meselesi görüşülmesi gerektiği konusunda tüm taraflar hemfikir olduğunu vurguladı.
Viyana'da İran ve 5+1 arasında gerçekleşen yeni tur müzakerelerin sonunda İranlı gazetecilere açıklama yapan Zarif, ortak eylem planına göre İran'ın barışçıl nükleer programının devam etmesi ve bu programın barışçıl olduğu konusunda güvence verilmesi üzerine uzlaştıklarını belirtti.
Zarif buna göre yeni tur müzakerelerden sonra nihai programa geçmeyi kararlaştırdıklarını ve nihai müzakerelerin ön anlaşma uygulanmaya başladıktan sonra en geç bir yıla kadar sonucu ulaşması gerektiğini vurguladı.
Zarif, 5+1 grubu ile müzakerelerde sadece İran'ın nükleer meselesi görüşülmesi gerektiği konusunda da tüm taraflar hemfikir olduğunu kaydetti.
İran Dışişleri Bakanı Yardımcısıİran’la 5+1 müzakerelerinde sadece nükleer konu gündemde
Dışişleri Bakanı Yardımcısı ve nükleer müzakere heyeti üyesi Mecid Tahtravançi dün Viyana’da, İran’la 5+1 Grubu arası nükleer müzakerelerin kulisinde Avusturya Dışişleri Bakanı Vekiliyle görüştü.
Bu görüşmede İran’la Avusturya arası ikili ilişkiler, önemli konular ve ayrıca, ülkemizin nükleer müzakereleriyle ilgili son gelişmeler hakkında fikir alışverişi yapıldı.
ABD'li yetkili: Viyana müzakerelerinde ilerleme sağlandı
Amerikalı bir yetkili Viyana müzakereleri hakkında yaptığı açıklamada, müzakerelerde ilerleme sağlandığını belirtti.
Viyana'da İran ve 5+1 grubu arasında gerçekleşen müzakereler hakkında açıklama yapan Amerikalı üst düzey bir yetkili, müzakerelerin amacı, İran'ın nükleer silah elde etmeyeceğinden emin olmaktan ibaret olduğunu belirtti.
Amerikalı yetkili, müzakerelerde bazı ilerlemeler kaydedildiğini, müzakerelerin nasıl ilerleyeceği bağlamında bir yol bulunduğunu ifade etti.
İran ile tüm konularda yapıcı müzakereler gerçekleştirildiğini belirten Amerikalı yetkili, yazılı hiç bir çerçeve veya gündem ortada olmadığını, ancak taraflar neyin gündemde olduğunu bildiğini ve tüm konular masada olacağını kaydetti
Viyana nükleer müzakereleri,Ashton: Üç gün boyunca yapıcı müzakere yaptık
AB Dış Politika Sorumlusu Catherine Ashton, Viyana'da üç gün süren oldukça yapıcı müzakereler gerçekleştirdiklerini açıkladı.
Viyana'da İran ve 5+1 arasında gerçekleşen yeni tur müzakerelerin sonunda gazetecilere açıklama yapan AB Dış Politika Sorumlusu Catherine Ashton, üç gün süren oturumlarda çok yapıcı bir müzakere gerçekleştirdiklerini belirtti.
Ashton, üç günlük müzakerelerde nihai ve geniş kapsamlı çözüme ulaşmak için gerekli olan tüm konuları tartıştıklarını kaydeti.
Daha yapılacak çok iş olduğunu ve bu işlerin de kolay olmadığını belirten Ashton, buna karşın iyi bir başlangıç yaptıklarını, uzmanlar Mart'ta teknik görüşmelere başlayacaklarını, kendisi ile İran Dışişleri Bakanı Zarif de 17 Mart'ta bir araya geleceklerini ifade etti.
İran Cumhurbaşkanı Ruhaniİran’la Türkiye arasındaki ilişkiler bütün alanlarda gelişmekte
İran Cumhurbaşkanı Ruhani, Türkiye Meclis Başkanı Çiçek’le görüşmesinde iki ülke arasındaki ilişkileri olumlu ve giderek gelişen bir ilişki şekli olarak değerlendirdi.
Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Tahran’da düzenlenen İslami İşbirliği Teşkilatı (İİT) üyesi ülkelerin 9. Parlamentolar Birliği toplantısının kulisinde Türkiye Meclis Başkanı Cemil Çiçek’le görüşmesinde İran’la Türkiye arasındaki ilişkileri olumlu ve giderek gelişen bir ilişki şekli olarak değerlendirdi.
Ruhani bu görüşmede, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İran’a yaptığı son ziyaretinde iki ülke arasında iyi anlaşmalar sağlandığını hatırlatarak, bu anlaşmaların iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da iyileştirilmesine yardımcı olması temennisinde bulundu.
Cumhurbaşkanı Ruhani daha sonra, İran’la Türkiye arasındaki uzun ve tarihi dostluk ve komşuluk geçmişine değinerek “Son birkaç ayda İran’la Türkiye arasındaki ilişkiler bütün alanlarda gelişme kaydetti” diye vurguladı.
Türkiye Meclis Başkanı Cemil Çiçek de bu ziyarette yaptığı konuşmada, Cumhurbaşkanı Ruhani’yi Türkiye’de ağırlamaktan büyük memnuniyet duyacaklarını ifade ederek, İran’la Türkiye arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinin bölge ve İslam dünyasında önemli rol oynıyacağının altını çizdi ve “Eğer Müslümanlar İslam dünyasındaki sorunları giderme yolunda gayret göstermezlerse, o zaman başkaları gelip İslam dünyası meselelerine karışır” diye ilave etti.
Suriye Üzerinden İran, Hizbullah ve Şia Düşmanlığı ve “Ahtapotun Kolları”
ABD ve Batılı Emperyalist devletlerce Orta Doğu’da İslam ülkelerini dengelemek ve onları orada kontrol altında tutmak için kurdurulan Siyonist İsrail devleti, kurulduğu günden bu yana Amerika ve Batılı ülkelerin desteği ile İslam ülkelerine savaş açmış ve Filistin, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Mısır topraklarının bir kısmını işgal ederek İslam ve Müslümanlarla aleni bir savaşa girişmiştir. Orta Doğu’da İslam ülkeleri için adeta bir virüs görevi yürüten Siyonist İsrail devleti, tüm Arap ülkeleri ile girdiği tüm savaşları kazanarak yenilmez bir efsane olarak dünyaya adını duyurmuştur. Bu durum, İmam Humeyni’nin (r.a) İran’da Amerikancı Şah yönetimini devirerek İslam İnkılabını kurana kadar sürdü. İmam Humeyni, İran’da gerçekleştirdiği büyük İslam Devriminden sonra İsrail’le tüm ilişkileri keserek İsrail’i tanımadığını ve ortadan kaldırılması gereken bir tümör olduğunu duyurdu.
Bu doğrultuda İsrail zulmü altında bulunan Lübnan’a el atarak Şehit Mustafa Çamran gibi İranlı komutanları Lübnan’a göndererek Lübnan’da İslami Direniş Örgütü “Hizbullah”ı kurdurdu. Böylelikle Siyonist İsrail için her şey tersine dönmeye başladı. Hizbullah hareketi kurulduktan sonra Öz Muhammedi İslam’ın Şii mücahitleri, Siyonistlerin kontrolü altında bulunan bir çok yere saldırarak İsrail’e kurulduğu günden beri tatmadığı acıları yaşattı. İsrail, Hizbullah’ın saldırılarıyla başa çıkamayınca 2000 yılında İşgal etmiş olduğu bazı Lübnan topraklarından geri çekilmek zorunda kalarak, âdeta bölgeden kaçtı. Hizbullah bununla da yetinmeyerek, Filistin’e saldıran İsrail’i durdurmak için 12 Temmuz 2006 gününde, yerel saate göre sabah saat 9.05'de, Lübnan'daki mevzilerinden İsrail askeri birliklerine havan ve füze saldırısında bulundu. Daha sonra İsrail ordusunu bağlı iki Humvee personel taşıyıcılarına da saldıran Hizbullah mücahitleri, sekiz askeri öldürerek iki tanesini de esir aldı. Bunun üzerine İsrail’le bir savaş daha yaşanmış ve İsrail’in yenilgisi ile sonuçlanan bu savaş tam 33 gün sürmüştür. Hizbullah’la giriştiği bu savaşta büyük yara alan İsrail’in yardımına her zamanki gibi Amerika ve Batılı ülkeler yetişerek barış anlaşması imzalatmışlardır. Hizbullah mücahitlerinin İsrail’le savaştığı 33 gün savaşında, başta Suudi Arabistan olmak üzere kukla Arap ülkeleri İsrail’in arkasında yer almış ve İsrail’in Hizbullah’ı yok etmesini istemişlerdir. On yıllardır tüm Arap- İslam ülkelerini bozguna uğratarak Müslümanları her defasında aşağılayan İsrail’le girişilen bu savaşta Arap ülkelerinin, İslam ve Müslümanların yüz akı ve onuru olan Hizbullah’ın yanında yer alması gerekirken, İsrail’in yanında yer almış ve Hizbullah’ın yenilmesi için gerekli tüm yardımları İsrail’e yapacaklarını açıklamışlardır. Hatta radikal Sünni ve selefi şeyler fetvalar vererek Hizbullah’a dua edilmesinin bile haram olduğunu duyurmuşlardı! Sünni Arap ülkelerinin tüm bu ihanet ve kalleşliklerine karşılık Suriye devleti, Hizbullah’ın yanında yer alarak Hizbullah’a destek olan tek Arap ülkesi olmuştur.
Elbette Suriye’nin İsrail ve Amerikan çıkarlarına göre hareket etmediği bu çıkışı ilk değildir. Daha önce de İran’da İslam Devrimi kurulduktan sonra, İran’daki çıkarlarını kaybeden ve İslam rejimini komşu ülkelere de ihraç eder korkusu ile İran İslam Cumhuriyetini ortadan kaldırmaya koyulan Amerika ve Batılı ülkeler, bunun için Irak Saddam rejimini kullanarak İran’a savaş açtırtmış ve bu savaşta İran’a her türlü silah ambargosu konulmuştu. İşte bu sırada Suriye devleti İran’a yardım eden tek İslam ülkesi olmuştur. Dolayısıyla Amerika ve İsrail’in çıkarlarını sarsan tek ülke olan İran İslam Cumhuriyeti, kurulduktan sonra bölgede Amerika ve İsrail’le müttefik olan (gizli ve açık) Arap ve İslam ülkelerinin de desteği ile İran hedef alınmış ve İran’ı, İran yapan ilkeleri ve antiemperyalist düşüncesinin temel kaynağı Öz Muhammedi İslam olan Şiilik de bir numaralı düşman ilan edilmiştir. Bu doğrultuda dünya genelinde karalama çalışmaları yapılmıştır. İslam ülkeleri başta olmak üzere dünyanın her yerinde Şia mektebi karalanmış, kötülenmiş ve insanlardan uzak tutulması için akla hayale gelmeyen iftiralar atılmıştır. İran İslam Devriminden bu yana İran ve Şia mektebi tarihte hiç olmadığı kadar kötülenmiş ve iftiralara maruz kalmıştır. Bu doğrultuda İran’ın dışında İran yönetimine yakın Suriye, Hizbullah, İslami Cihat, Hamas (gerçi son Suriye fitnesinde bazı Hamas mensupları sarsıntı geçirerek mezhebi ve dünyevi kaygılarla hareket ederek Amerika, İsrail ve Selefi müşriklerle birlikte hareket etmiştir.) ve Yemen’deki Amerikan karşıtı Husi hareketi de her platformda karalanmakta ve kötülenmeye başlanmıştır. Son olarak ilkeli ve onurlu bir duruş sergileyerek “Direniş Safında” yer aldığını ortaya koyan Irak hükümeti de ağır iftira ve aleyhte propagandalarla karşı karşıya kalmıştır.
Tüm bu gelişmelere binaen, Amerika ve İsrail başta olmak üzere emperyalist ülkeler, İran ortadan kaldırılmadan çıkarlarının tehlikede olduğunu anlamış ve bu doğrultuda askeri bir seçeneğin İran’ın askeri gücünden dolayı mümkün olmadığından ambargo ve uluslararası toplumdan dışlamayla mümkün olabileceği kanaatine varılmıştır. İran ambargo ve siyasi baskılarla bu şekilde zayıflatılırken hem içeriden halkın İslami rejime isyan edilmesi sağlanmış olacak, hem de İran’la birlikte hareket eden müttefiklerine İran’ın zor durumda olduğu ve kimsenin yanında yer alamayacağı izlenimi verilmeye çalışılacaktı. Tabi bununla yetinilmeyerek İran içeride Sünni radikal gruplar ve ayrılıkçı Pjak tarafından terör saldırılarına uğratılacak, ülke içinde milliyetçilik tohumları atılarak içeride bir iç savaş ortamı hazırlanacaktı…
Amerika’nın bir önceki başkanı George Bush, İran’ı bir şer devleti olarak bir ahtapota benzetmiş ve İran’ın yenilmesinin kolay olmadığını belirterek İran’ı yenmenin tek yolunun öncelikle ahtapotun kollarının kesilmesiyle mümkün olacağını söylemiştir. Ahtapotun kolları olarak Suriye, Hizbullah, İslami Cihat, Hamas olarak belirlenmiştir. Direk ahtapot yenilemediğinden (İran devriminden sonra İran’ın Kürt bölgelerinde çıkartılan iç savaş, Irak’ın İran’a saldırtılması, kimyasal silahların kullanılması…) öncelikle ahtapotun kollarının kesilmesi gerekmekteydi. Bunun için Hizbullah’ın, Filistin halkını İsrail saldırısından kurtarmak için İsrail’e savaş açabileceği varsayılmış ve Hizbullah’ın müdahalesi ile İsrail Hizbullah’a karşı topyekûn bir savaş başlatmıştır. Buradaki asıl hedef ahtapotun bir kolu olan Hizbullah’ın ortadan kaldırılmasıdır. Bu doğrultuda Amerika, İngiltere, Fransa… Suudi Arabistan, Katar gibi kukla Arap rejimleri başta olmak üzere Hizbullah’ın yenilmesi için her şeyi yapmışlardır, ancak ilahi bir güce sahip olan İmam Mehdi’nin askerleri olan Hizbullah mücahitleri tüm bu güçleri yenerek Siyonizm ve Selefizm’e büyük bir darbe vurarak savaştan galip çıkmıştır. Böylelikle ahtapotun önemli bir kolu olan Hizbullah ortadan kaldırılamamıştır.
Bu savaştan sonra ahtapotun diğer bir kolu olan Suriye’nin ortadan kaldırılması için girişimlere başlanmıştır. Öncelikle havuç politikası uygulanarak İsrail’le barış görüşmeleri başlatılmıştır. (Bu görüşmeler daha çok Katar emiri ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yürütülmüştür!) Bunun için Suriye’ye İran’la ilişiklerini kesmesi halinde İsrail’in işgal etmiş olduğu Golon tepelerinin Suriye’ye geri verilmesi sağlanacak, Avrupa ve Amerika ile her türlü ticari ilişkilere izin verileceği vaadinde bulunulmuştur. Suriye, Türkiye ile yakınlaştırılmış, iki ülke arasında bulunan mayınlı arazilerin temizlenmesi bile gündeme gelmiştir. Tüm bu görüşmelerde İran ve direniş hattından kopması için ikna edilemeyen Suriye devleti, Arap Baharı denen olayların başlamasıyla birlikte önceden hazırlamış olduğu planlarını yürürlüğe koyarak içeriden Suriye’yi yıkmaya başlamıştır. Bunun için yıllardır eğiterek hazırladığı selefi, vahhabi, radikal Sünni savaşçıları bölgeye sevk etmeye başlamıştır. Amerika, Suriye’yi içten yıkmak için yine bölgedeki kukla ülkelerini kullanarak kendisini dışarıda tutmuş ve devasa bütçeler harcamaktan kurtulmuştur. Bu bağlamda Suriye rejiminin bir Alevi! Rejimi olduğu dünyaya yayılarak, çoğunluğunu Sünnilerin oluşturmasına rağmen tüm haklardan mahrum bırakıldıkları yalanları atılarak öteki Sünni ülkelerdeki saf Sünni Müslümanlar kandırılarak cihat adıyla bölgeye sürülmüştür. Çünkü Suriye halkının büyük bir çoğunluğu devletinin yanında yer aldığından ve direk olarak dış müdahale yapılamadığından savaşacak elaman sıkıntısı çeken muhalifler adındaki İslam ve vatan hainlerinin, dışarıdan getirilecek radikal Sünni, selefi ve saf Müslümanlarla takviye edilmesi gerekmektedir. Yıllardır Suriye İhvanı Müslim’in saflarında Suriye devletine ve Şia mektebine kinle besletilen radikal unsurlar bu savaşta en büyük rolü üstlenmişlerdir. Özgür Suriye Ordusu ve Tevhit tugayı adı altında kurulan oluşumların çoğunluğunu İhvanul Müslim’in örgütüne bağlı insanlar oluşturmaktadır. Daha sonraları Suudi Arabistan ve Çeçenistan başta olmak üzere dünya genelinden Selefi- Vahhabi katiller getirtilerek Suriye devletine karşı savaştırılacak elaman sayısı olağanüstü rakamlara çıkarılmıştır. Şimdi ahtapotun önemli kollarından olan Suriye devleti selefi, vahhabi, radikal, saf ve aklını kullanmayan Sünni Müslümanlarca yıkılmaya çalışılmaktadır. Bu savaşçıların içinde Suriye rejiminin kötü bir rejim olduğu, Sünnileri katlettiği, haklarını vermediği yalanları ile kandırılmış, cennet vaadi ile aldatılmış, hakla batılı teşhis edemeyen çok sayıda saf Müslümanın da olduğu bilinmektedir. Bu saf Müslümanların bu ülkeye girişine Türkiye ve Ürdün başta olmak üzere bölge ülkeleri yardımcı olmaktadır.
Peki Suriye devletini yıkmak için seferber edilen bu tekfirci katiller ve saf Müslümanlar Suriye’de nasıl yaşamakta ve geçimlerini sağlamaktadır? Sorunun cevabı çok, basit çünkü; tekfirci terör şebekelerinin bir kısmı Suriye’de katlettikleri insanların evlerinde kalarak onlara ait gasp ettikleri yiyecek ve içeceklerden yararlanmakta, bir kısmı ise başta İHA olmak üzere bölge ülkelerinden Suriye halkına yardım bahaneleri ile toplanan yardımlarla geçimlerini sağlamaktadırlar. Ailelerinin geçimini ise Suudi Arabistan ve Katar’dan aldıkları dolarlarla temin etmektedirler. Silah ihtiyaçlarını yine başta Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye olmak üzere Amerika, Avrupa ve İsrail’den temin etmektedirler. Yaralılarını İsrail ve Türkiye’de tedavi ettirmekte, Cinsel ihtiyaçlarını ise Cihat nikahı adı altında kandırılarak bölgeye gönderilen kızlardan ve Suriye’de silah zoruyla nikahladıkları!! çaresiz Suriyeli kızlardan karışlamaktadırlar!
Suriye’ye cihat yalanı ile sokulan bu insanların bir kısmı Şia ve Alevileri kafir bilmekte ve tüm Şia ve Alevilerin öldürülmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Dolayısıyla Suriye’de ele geçirdikleri tüm Şia ve Alevileri asker sivil ayırt etmeden acımasızca katletmektedirler. Ahtapotun önemli bir kolu olan Suriye böylelikle yine sözde Müslümanlar eliyle viraneye çevrilmiş, İsrail’e karşı kullanmak için depolanan silahlar heder edilmiş, ülkenin yer altı ve yer üstü kaynakları yok edilmiş ve ülke on yıllarca geriye itilmiştir. Ülkede şu ana kadar çoğunluğunu asker ve polislerin oluşturduğu 160 binden çok insan katledilmiş ve yüz binlercesi yaralanmıştır. Halkının önemli bir kısmı başka ülkelerde sığınmacı ve mülteci durumuna düşürülmüştür.
Amerika ve İsrail, dünya genelinde hakim olduğu medya yayın organları ile Suriye’de yaşanan gerçekleri dünya kamuoyundan gizlemiş ve kendilerince çoğunluğu stüdyolarda hazırlanan görüntü ve fotoğraflarla kamuoyu yanıltılmıştır. Amerika ve Batılı emperyalist ülkelerle birlikte hareket eden Bölgenin Arap ve İslam ülkeleri de bu doğrultuda Amerika ve İsrail’i bile geride bırakarak tam bir yıkım sergilemişlerdir. Dünya kamuoyunu aldatmak için her türlü yalan ve dezenformasyonu reva gören medya yayın organlarının başında Anadolu Ajansı, El Cezire, El Arabiye, CNN, BBC… gelmektedir. İslami medya dediğimiz medya yayın organları da bunlardan geri kalmamış muhaliflerce hazırlanan her türlü yalan, iftira ve dezenformasyon haberleri yayınlayarak çirkeflikte batılı (kafir dedikleri) medya yayın organlarını bile sollamışlardır.
Evet, Suriye’de Amerika ve İsrail adına vekalet savaşı yürüten ve görüntüde onların düşmanlarıymış gibi hareket eden Selefi, Vahhabilerin düşünce ve amaçları herkesçe bilinmektedir. Ayrıca dünyanın çeşitli ülkelerindeki hapishanelerde müebbet hapis cezasına çarptırılan katiller, hırsızlar, uyuşturucu kaçakçıları vb. gibi insanların özgürlüklerine karşılık Suriye’de savaşmayı kabul etmeleri de anlaşılır bir durumdur, ancak Suriye’de Allah için, din için savaştığını sanan saf Müslümanlar, büyük bir yanılgı içine girerek Amerika ve İsrail’e en büyük katkıda bulunmuş ve ahiretlerini karartmışlardır. Bunlara göre Esad, katil ve zalim bir devlet adamı ve Sünnilere zulüm etmektedir!! Dolayısıyla ona karşı savaşmak farzdır! Ancak bu sözler sözde İslamcı, ama (Amerika düşmanı gibi kendisini gösteren) sapkın Amerikancı medya yayın organlarının uydurmalarıdır. Suriye’deki Müslümanlara verilen hakların bir çoğu başta Türkiye olmak üzere hiçbir Arap ve İslam ülkesinde bulunmamaktadır. Bunun için Birleşmiş Milletlerin verilerine ve beş yıl önceki gazete ve dergi haberlerine bakılması yeterlidir.
Ancak tüm bu tahribata ve dezenformasyona rağmen Suriye devleti halen ayaktadır ve gittikçe güç kazanmaktadır. Yani Amerika ve İsrail’in bu planı da başarısız olmuş ve ahtapotun Suriye kolunu da koparamamışlardır. Özet olarak söylenmesi gerekirse ahtapot olarak adlandırılan İran İslam Cumhuriyetini yıkmak için yapılan tüm girişimler ve savaşlardan başarı elde edilememiş, ardından ahtapotun kolları unvanı ile Hizbullah’a saldırılmış ondan da başarı elde edilmemiştir. En son çeşitli bahanelerle Suriye’ye kandırılmış saf Müslümanlarla azgın selefi katiller sokulmuş ve her türlü silah ve lojistik destek sağlanarak bu katiller aracılığı ile bu kol kesilmeye çalışılmıştır, ancak bundan da başarı elde edilememiştir.
Tüm planları başarısız olan (gerçi Müslümanların birbirilerine kırdırtılması, Müslümanların yer altı ve yer üstü sermayelerinin talan edilmesi, birbirlerine karşı nefret ve kin tohumlarının ekilmesi, İsrail’e karşı Suriye ve Hizbullah’ın zayıflatılmasını saymazsak) Amerika ve İsrail’in yeni hedefi, en azından Suriye devletinin toparlanamaması ve her zaman iç savaşlarla boğuşarak kendisine gelememesinin sağlanması için savaşı uzatma girişimidir. Bu şekilde Müslümanlar arasında giderek artacak kin ve nefret devam edecek, birbirlerine kırdırtılacak, birbirleri eliyle zayıf düşürtülecek, İran ve Hizbullah her daim sözde İslamcı sapkın haber ajansları ve siteleri tarafından hep karalanacak ve aleyhte propaganda yapılarak İran, Hizbullah ve Şiilik, Müslüman kamuoyunda kötülenecektir. Tekfirci teröristlerle meşgul edilerek savaştırılan Hizbullah ve Suriye, İsrail’e karşı zayıflatılarak bu şekilde Siyonist rejim rahatlatılacaktır. İşte bundan dolayı bu savaşın uzun yıllar boyunca devam etmesi şu anda Amerika ve İsrail için en öncelikli şeydir.
Seyyid Nasrallah’ın siyonist İsrail tehlikesi konusundaki analizi
Lübnan Hizbullah hareketi genel sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah siyonist rejim İsrail’i Lübnan ve Filistin için büyük tehlike nitelediği ve İslam ülkeleri kendi iç meseleleri ile uğraşırken katil rejimin tehlikesini unuttuğunu belirtti.
Şehit günü dolaysıyla Beyrut’ta düzenlenen bir törende konuşan Nasrallah, bölgede İslam ülkelerinin içinde bulunduğu durumun Amerika ve siyonist rejimin direniş ekseninin zaferlerinden sonra istediği durum olduğunu, bu ikili Filistin meselesini ve Siyonist düşmanla mücadeleyi önceliklerden silmeye ve kamuoyunu bu önemli konulardan saptırmaya çalıştığını kaydetti.
Nasrallah, eğer direniş olmasaydı, siyonist İsrail hala Lübnan’da olacaktı, çünkü Tel Aviv Lübnan’a yönelik sulta kurma peşinde ve bu ülkede hiç bir etnik veya dini grubun hayır ve maslahatını istememekte, dedi. Tekfirci ve selefi terör örgütlerinin tehlikesine de dikkat çeken Nasrallah, bu tür komplolara karşı uyanık olmak gerektiğini vurguladı. Gerçekte Nasrallah’ın bu aydınlatıcı sözleri kamuoyunun bölgede Siyonist İsrail ve fitneci örgütlerin artan tehlikelerine karşı daha uyanık olması gerektiğini ortaya koyuyor.
Ortadoğu gelişmeleri gözden geçirildiğinde katil rejim İsrail’in 1948 yılında şom varlığını ilan ettiği günden beri bölgenin bir an bile bu rejimi komplolarından kurtulmadığı anlaşılıyor. Tel Aviv bu yıllarda sürekli Ortadoğu bölgesinde sultacı politikalarını güttü ve bölgeye tam musallat olmak istedi ve bu süreçte katil rejimi destekleyen Batılı devletler de kamuoyunu Siyonist İsrail’in tehlikesinden ve komplolarından saptırmaya çalıştı.
Gerçekte Ortadoğu bölgesi Siyonist rejim şom varlığını ilan ettiği günden beri asla huzurlu ve istikrarlı olamadı. Bölgede en çok katil rejimin varlığından olumsuz etkilenen ülke ise Lübnan oldu. Dünya kamuoyu eli kanlı rejim kurulduğu günden beri bölgede başta Lübnan olmak üzere bu rejimin dayattığı savaşlara şahit oldu.
Tel aviv 1980 yılına uzanan yıllarda sürekli Lübnan’a saldırdı ve en son 1982 yılında Lübnan topraklarını işgal etti. Aslında Tel aviv Lübnan topraklarının tamamını işgal etmek istiyordu, ancak Lübnan halkının direnişi bu rejimin esas amacına ulaşmasını engelledi. Korsan İsrail Nasrallah liderliğindeki Hizbullah hareketi ve Lübnan halkına karşı ağır hizmete uğradı ve 2000 yılında Lübnan’dan kaçmak zorunda kaldı.
Katil rejim 2006 yılında da 33 günlük savaş sırasında direnişe karşı fiyasko bir yenilgiye uğradı. Bu savaş Tel aviv’in hala Lübnan’a yönelik şom amaçlarından el çekmediğini ortaya koydu.
Amerika İslam devrimi ile düşman / Müzakerelere ümitli değilim
Nükleer meselesinin bahane olduğunu ifade eden İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamaney, Amerika’nın asıl düşmanlığının İslam devrimi ve İslam ile olduğunu söyledi.
İslam İnkılabı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamaney Tebriz şehri ve doğu Azerbaycan halkının binlercesine hitaben yaptığı konuşmasında İran halkının 22 Behmen (11 Şubat) İslam deviminin 35. zaferinin yıldönümünde düzenlediği kalabalık ve coşkulu yürüyüşlerde Amerikalıların küstahlığı, aç gözlülüğü, yüzsüzlüğü ve edepsizliğine yanıt vererek, ABD zorbalığı ve baskıcı tutumları karşısında teslim olmayacağını bildirdiğini söyledi.
Rehber, 22 Behmen (11 Şubat) yürüyüşlerinde İran halkının dile getirdiği sloganların direniş ve vahdet mesajı taşıdığını konuşmasına ekledi.
ABD’nin gerçek dışı yüzünü tanıtmak için bazı çevrelerin çabasına konuşmasının bir bölümünde işaret eden İslam İnkılabı Rehberi, çirkinlik, vahşet ve şiddetlerle dolu olan Amerika’nın yüzünü makyajla süsleyerek bu ülke devletinin İran halkı ile dost olduğunu göstermek isteyen bazı çevrelerin bu çabasının sonuçsuz kalacağını söyledi.
İslam İnkılabı Rehberi, ABD devletinin son seksen yıldaki kara karnesine işaret ederek, kanlı savaşlar çıkartarak suçsuz insanları öldürmek, dünyanın çeşitli bölgelerinde zalim diktatörlere destek vermek, uluslararası terörizme destek vermek, gasıp ve cani sahte Siyonist rejim gibi devlet terörizmine destek vermek, Irak’a saldırarak on binlerce insanı öldürmek, Black Water gibi şirketler kurarak Afganistan’da insanları öldürmek ve tekfiri gruplar kurarak onlara destek vermenin Amerika’nın kara karnesinin bir kısmı olduğunu belirtti.
Amerika’nın 28 Mordad darbesinden İslam devriminin zaferine ve de 2009 fitnesine kadar İran aleyhinde gösterdiği çabalara işaret eden İmam Hamaney, bunun ABD’nin İran milletine olan borcunun bir kısmı olduğunu ve hala bu gibi girişimleri devam ettiğini hatırlattı.
İmam Hamaney, nükleer konuda Amerika ile müzakere etmeye karşı gelmediğini, fakat daha önce de dediği gibi bu müzakerelere ümitli olmadığını söyledi.
İslam İnkılabı Rehberi, nükleer meselesinin bahane olduğunu, ABD’nin istediği gibi bu sorun çözülse bile bu ülke insan hakları ve İran’ın füze savunma gücü gibi meseleleri ortaya atacağını kaydetti.
Amerika’nın asıl düşmanlığı İslam devrimi ve İslam ile olduğunu söyleyen İslam inkılabı Rehberi, insan hakları konusunda rezil olan Amerika’nın insan hakları ismini bile dile getirmemesi gerektiğini konuşmasına ekledi.
Nükleer müzakereler konusunda İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı ve devlet yetkililerinin faaliyetlerinin devam edeceğinin altını çizen İmam Hamaney, İran'ın başlattığı bu işi bozacağı taraf olmayacağını vurguladı.
İmam Hamaney, İran'ın dik duruşu Amerika'nın gösterdiği inadı yıkacağını söyledi.
İslam devrimi var olduğu sürece tehdit ve yaptırım var olacak
İslam devriminin zaferinin 35. yıldönümünde İran milleti İslam İnkılabı Rehberi ile biat yenilediğini ifade eden Tahran Cuma Hatibi, İslam devrimi var olduğu sürece emperyalist dünyasının askeri ve yumuşak savaşlarının yanısıar tehdit ve yaptırımları da var olacağını söyledi.
Mehr haber ajansı muhabirinin bildirdiğine göre, bu haftanın Tahran Cuma namazı Hüccet’ül İslam Kazım Sıddıki’nin imamlığınsa eda olundu.
Hüccetül’ül İslam Kazım Sıddıki, hutbesinin bir bölümünde İslam devriminin zaferinin 35. yıldönümü kutlamalarına işaret ederek, bu kutlamalar kapsamında İran milleti düzenlediği yürüyüşlerde her yılda olduğu gibi İslam İnkılabı Rehberi ile biat yenilediğini ifade etti.
Emperyalist ile mücedelenin İslam devriminin en önemli ilkesi olduğunu söyleyen Kazım Sıddıki, İslam devriminin temel ilkelerinden olan emperyalistle mücadelenin kerelerce rehmetli İmam Humeyni tarafından vurgulandığını hatırlattı.
Tahran Cuma Hatibi, devrim yapan Mısır ve Bahreyn gibi ülkeler emperyalistten vazgeçmedikleri dolaysıyla devrimleri yeilgiye uğradığını dile getirdi.
Kazım Sıddıki, İslam devrimi var olduğu sürece emperyalist dünyasının askeri ve yumuşak savaşlarının yanısıar tehdit ve yaptırımları da var olacağını söyledi.
“Batıya Hayır Doğuya Hayır” sloganını tecrübe eden İran düzeni ilim, uydu ve ilaç alanlardaki gibi pek çok alanda ilerleme sağladığını ifade eden Tahran Cuma Hatibi, İslam İnkılabı Rehberi'nin beyanatlarında iç imkanlara vurgu yapıldığı gibi yaptırımların kaldırılmasını beklemek ve yabancı ile müzakere etmenin işe yaramayacağını belirtti.
Kazım Sıddıki, İran halkı yaptırımlar dolaysıyla müzakere masasına oturduğu düşüncenin saptırılmış hayali bir tez olduğunu konuşmasına ekledi.
Bazı ABD yetkililerinin İran aleyhinde dile getirdikleri küstahca beyanatlarına işaret eden Tahran Cuma Hatibi, İran milleti 22 Behmen’de (11 Şubat) düzenlediği gösterilerle ABD’ye gerekli cevabı verdiğini kaydetti.
İran'dan gaz ve petrol alımını sürdüreceğiz
Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, bir televizyon programında gündeme ilişkin açıklamalarda bulundu.
Taner Yıldız, İran ve Irak ile olan ticari ilişkileri anlattı. İran ile olan doğalgaz alımına ilişkin Yıldız, "Biz İran'ın Halkbankası'ndaki hesaplarına resmi bir işlem yapıyoruz, faturalı işlem yapıyoruz, önceden de öyle yapıyorduk. Bu gayet meşru bir işlem gayrimeşru bir işlem yapmıyoruz. İran'dan yine doğalgaz alıyoruz ama altınla değil hesaplarına dolar olarak yatıyoruz. En uygun sistem barter sistemdir aslında. Altınla olan ticaret Türkiye'nin karına oluyordu" dedi.
İran'dan petrol ve doğalgaz alımına devam edeceklerini belirten Yıldız, 1996'da Erbakan'ın başbakanlığında iki ülke arasında imzalanan doğalgaz anlaşmasının hayata geçmesiyle iki ülke arasında ticari ve iktisadi ilişkiler dahil bütün alanlarda ilişkilerin ciddi bir şekilde gerçekleştiğini ve bundan dolayı sözkonusu anlaşmaların ilişkilerin gelişmesinde çok önemli rolünün olduğunu söyledi.
Yıldız, iki ülke arasında özellikle ticari ve iktisadi ilişkiler başta olmak üzere bütün alanlarda ilişkilerin daha da gelişmesi gerektiğini dile getirdi.
22 Behmen( 11 şubat), İran milletinin iktidar ve izzetinin tecellisi
İran İslam inkılabı bundan 35 yıl önce 11 Şubat 1979 tarihinde, yani İran takvimine göre 22 Behmen’de zorlu bir süreci geride bıraktıktan sonra zafere ulaştı.
İran milleti 22 Behmen gününü milli iktidar ve izzetinin tecelli günü olarak kutlarken, bugün İslam inkılabı dünyada milletlerin haklarını savunma bağlamında en önemli örnek olduğu ve bu büyük ve kalıcı hareketin bölgede ve dünyada büyük değişimlere zemin oluşturduğu gözleniyor.
İran milleti son 35 yılda emsalsiz bir direnişle zorbalara karşı durmanın sadece bir şiar olmadığını ispatladı ve ayrıca pratik alanda da her türlü yaptırımı ve baskıyı ve kısıtlamayı büyük başarılara imza atmak için birer fırsata dönüştürebileceğini ortaya koydu.
Gerçekte İran’a dayatılan ekonomik kuşatmalar, sabotajlar ve komplolar, her biri kendine özgü zorlukları vardı. İran milleti bu zorlukları ve dayatmaları hiç bir zaman inkar etmedi, ama hepsinden de inkılapçı deneyimlerini geliştirme yolunda değerlendirdi.
İşte bu yüzden İran milleti küresel istikbarın her türlü komplosuna karşı direnmeyi başardı ve İslam inkılabı ilke ve ülkeleri yolunda direnişin derin ve köklü bir direniş olduğunu ortaya koyarak milletlerin küresel güçlere ve sultacılara karşı direnişlerine örnek oluşturdu.
Bir başka ifade ile 22 Behmen İslam inkılabı inkılapçı milletlerin harekete geçmesine vesile oldu. Bugün İran milletinin 22 Behmen zafer yürüyüşüne muhteşem ve coşkulu katılımının mesajı, her türlü sultacılığın reddedilmesi ve sultacı güçlere karşı haklarını savunmasından ibarettir. Bu mesaj, küresel istikbarı öfkelendiren ve çileden çıkaran bir mesajdır.
İran milleti her yıl düzenlenen 22 Behmen zafer yürüyüşlerine coşkulu katılımı ile İslam inkılabı dünyanın en halkçı inkılabı olarak ilk günkü gibi temel hedeflerine doğru ilerlediğini ve ülkülerinden zerre kadar taviz vermediğini ortaya koydu. 22 Behmen günü, İslam inkılabı tarihinde parlak günlerden biridir ve bu tarihi olayın en önemli derslerinden biri direniş ve ileriye dönük hareket etmek için milli irade dersidir.
İslam inkılabının zaferinden sonraki 35 yıllık deneyimler, bir millet izzetini, güvenliğini ve çıkarlarını elde etmek istiyorsa, derinmesi ve kendine güvenmesi gerektiğini ortaya koyuyor. İran milleti 35 yıl önce böyle bir günde büyük zafer kazandı ve bu zaferin altın noktaları direniş, özgüven ve inkılapçı basiret oldu.
Tüm bunlar İran milletini elde ettiği kazanımları derinleştirmek ve İslam inkılabını asla durmayacak şekilde desteklemek ve aynı zamanda ileriye doğru ilerlerken zorlukların karşısında umudunu kesmemek için teşvik etti.
İran milletinin gerçekleştirdiği İslam inkılâbından sonraki yıllarda iki zıt akım sürekli karşı karşıya geldi.
Bu büyük savaşın bir tarafından talepleri üzerinde ısrarla duran büyük bir millet yer alırken, karşı cephede İslam inkılâbının en büyük getirisi olan İslam Cumhuriyeti nizamını teslim olmaya zorlamaya çalışan düşmanlar yer aldı.
Ancak İran milleti 35 yıl önce yaptığı çıkışla padişahlık ve saltanat düzenini İmam Humeyni (ra) önderliğinde yıkarak İslam Cumhuriyeti nizamını kurarken, bu gün yine büyük bir iktidarla düşmanların türlü komplolarına, baskı ve fitnelerine karşı direniyor ve tüm alanlarda tüm haklarını savunuyor.
İran İslam Cumhuriyeti her zaman diyalog ve teamülden yana bir tavır sergilemiştir, ancak aynı zamanda zorba devletlerin siyasi ve iktisadi baskı veya askeri saldırı tehditleri ile İran milletinin ilerleme yolunu engellemesine asla müsaade etmemiştir.
Bu iddianın ispatı, İran’ın çeşitli bilimsel ve teknolojik alanlarda nükleer teknoloji, nano teknoloji, tıp, kök hücre, hava uzay gibi alanlarda kaydettiği göz kamaştırıcı ilerlemeleridir.
İran son yıllarda çok sayıda araştırma amaçlı uydu ve canlı bir hayvanı uzaya göndermeyi başardı ve ayrıca bu uyduları taşıyan füzeleri ve rampalarını tamamen yerli imkânlarla üretti.
İran üç yıl önce Ümit uydusunu uzaya gönderdi ve bu süreç iki uydunun uzaya gönderilmesi ile devam etti.
İran şimdi 36 bin km yükseklikte yörüngeye telekomünikasyon uydusu yerleştirmeyi planlıyor. Bugün İran bilim ve teknolojik gelişme açısından dünyanın önde gelen ülkeleri arasında yer alırken, bilimsel büyüme açısından dünyada ilk sırada yer alıyor ve tüm bunlar Batı’nın yaptırımları ve sabotajlarına karşın elde edilen başarıdır.
Bu başarılar aynı zamanda İran milletinin düşmanlarına verilen en uygun cevaptır. İran İslam Cumhuriyeti son 35 yılda hiç bir zaman Batı ve Doğu’ya karşı boyun eğmedi ve şimdi de geçmişe nazaran daha da kararlı bir şekilde küresel istikbarın komploları ile mücadelesini sürdürüyor ve bu milli irade bölge milletleri için de en güzel örneği oluşturuyor. Bu çerçevede bu yıl 22 Behmen zafer yürüyüşleri Batılı zorbaların tüm tehditleri ve kuruntularına karşın sulta düzenine asla boyun eğmeyen ve basireti ile her türlü komployu etkisiz hale getiren bir milletin iradesini sergiliyor.
İran diplomasi arenasında da inisiyatifi kendi elinde bulunduruyor ve bu alanda da izzeti ve onuru ile sağlam adımlar atıyor. Amerika ve batılı zorbaların İran İslam Cumhuriyeti ile müzakerelerde tavır değiştirmesi de İran milletinin baskılara karşı direnişinin sonucudur.
İran’ın bu tutumu bir yandan dünya müslümanları ve mustazafları arasında umut ve şevk kaynağı olurken, öbür yandan küresel istikbarın tüm siyasi hesaplarını ve dünya üzerindeki sulta planlarını alt üst ediyor. Bu yüzden küresel güçlerin İslam inkılabını ve İran milletinin iktidarını reddetmeye çalışmasına şaşmamak gerekir.
Çünkü bu büyük zafer küresel istikbarla mücadele bağlamında yeni bir model sundu ve dünyanın zayıf ve güçlü kutupları arasındaki ilişkileri yeniden inşa etmeye başladı.
İşte bu iktidar sultacı devletleri İran İslam Cumhuriyeti nizamına karşı açıkça düşmanlık gütmeye yöneltti. Zorba devletler bu çerçevede Saddam rejimi aracılığı ile İran’a 8 yıllık savaş dayattı ve yine İran’a karşı iktisadi kuşatmaya geçti ve türlü yaptırımları dayatmak, inkılap karşıtlarını desteklemek ve hatta teröre baş vurmak sureti ile İslamî nizamı dize getirmeye çalıştı.
Bugün İran İslam inkılabının zaferi üzerinden 35 yıl geçiyor. Dünyanın büyük inkılapları ile ilgilenen uzmanlar İslam inkılabı dünyadaki diğer tüm inkılaplardan farklı olarak dünyanın hür milletlerine önemli mesajlar verdiğini ve bu zaferin küresel sultaya karşı mücadele için iyi bir örnek oluşturduğunu itiraf ediyor.
Gerçekti İran milleti bu inkılabı zafere ulaştırarak attığı büyük adım, sultacı güçlerin İran üzerindeki elini kesmesiydi
Ancak tüm bu gerçeklere karşın batıda bazı medya ve siyaset çevreleri hala İran milletinin azametini itiraf etmek istemiyor. Bu çerçevede Batı medyası ve siyaset çevreleri İran milletinin 22 Behmen zafer yürüyüşlerine milyonluk katılımını görmek istemiyor ve İslam inkılabı 35 yıl sonra nüfuzunu kaybettiğini telkin etmeye çalışıyor. Gerçi bu zümre bu yoruma kendileri bile inanmıyor, çünkü eğer gerçekten inansaydı, İslam inkılabı ve 22 Behmen zafer yürüyüşünü karalama kampanyası yürütmelerine gerek olmazdı.
Gerçek şu ki, İran milleti bugün geçmişe göre daha da güçlü, kararlı ve azim ve iradeleri ile arenada boy gösteriyor. İslam inkılabı rehberi Ayetullah Seyyid Ali Hamanei’nin tabire ile İran milleti iradelerin savaşında basireti ve çabası ile muzaffer oldu.
Bugün dünya kamuoyu İran milletinin azametini sadece 22 Behmen zafer yürüyüşlerinde değil, aynı zamanda tüm alanlarda ilerlemelerini ve başarıları görüyor ve bu da başta Amerika olmak üzere sulta düzenini çıldırtıyor.
İrib