
کارگر
Türk Medyasının Siyonist Rejim Sınavı ve İran Karşıtlığı
Türk medyası son zamanlarda Siyonist İsrail rejimi konusunda yeni bir sınavdan daha geçiyor. Türk medyası, hükümetin politikalarına göre yön belirlerken kafası karışmış bir durumda.
Öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail için “terörist devlet”, “eli kanlı rejim” ve “işgal devleti” gibi ifadeler kullandığında ülke medyası Siyonist rejimi; İslam düşmanı, Filistin işgalcisi ilan ederken tam tersi durumda İsrail güzellemesi yapmakta. Bu durumun bir örneğini işgalci Siyonist rejimin Kudüs saldırısında ve Erdoğan’ın Siyonist Rejim Cumhurbaşkanını Türkiye’ye davet etmesinde gördük. “Kudüs Kılıcı Savaşı’nda” AKP hükümetinin İsrail karşıtı söylemleri Türk basınında geniş yer bulmuş, Erdoğan’ın; "İslam ülkeleri başta olmak üzere tüm dünyayı İsrail’in Mescid-i Aksa’ya, Kudüs’e ve Filistinlilerin evlerine yönelik saldırılarına karşı etkili şekilde harekete geçmeye davet ediyorum" çağrısını, Erdoğan’ın “siz çocuk öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” sözlerini manşetlerine taşımış ve “Kudüs'ün Kılıcı Savaşı işgalcilerin burunlarını yere sürttü” başlıklarına yer vermişti. Ardından değişen politika ile Türk basını da tersine rüzgâr esmeye başlamıştı. Erdoğan 9 Mart 2022’de İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog ile Ankara’da yaptığı görüşmede; Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir “dönüm noktası olacağını” söyledi ve İsrail Devleti’yle ilişkileri geliştirmenin Türkiye için “büyük bir değeri olduğunu” ifade etti. Türk medyası bu defa İsrail ile ilişkilerden övgü ile bahsetmeye başlamış hatta hızını alamayarak Erdoğan Herzog görüşmesi dünya basınında başlıklarına yer vermişti. Türk medyasının bu durumu bir yere kadar kabul edilebilir fakat Türk medyasının İran karşısında Siyonist İsrail savunması akıllara bazı soru işaretleri getirmekte.
Türk medyasında yer alan İran tarih boyunca hiçbir gayrimüslim devletle savaşmamış algı yaratma çabası Siyonist İsrail’e olması gereken düşmanlığı Müslüman İran’a yöneltmektedir. İslam İnkılabının gerçekleştiği günden bugüne Türk medyasında İran karşıtı bir dalga oluşmuş ve bu dalga günümüzde de işgalci Siyonist rejim savunuculuğuna kadar gitmiştir. Bu iddiayı somut örneklerle ortaya koymak oldukça kolaydır. Örneğin Siyonist rejimin en büyük savunucusu ve destekçisi ABD’nin Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Ordusu Komutanı Kasım Süleymani’yi uluslararası yasaları çiğneyerek 3. bir ülkenin davetlisi olarak Irak’a düzenlediği sefer sırasında düzenlediği İHA’lı saldırıda şehit etmesine karşılık, İran’ın 8 Ocak 2020 sabahı ABD’nin Irak’taki Ayn el Esed Askeri Üssüne düzenlediği saldırıyı başarısız göstermeye çalışmış; “İran'a ait füzelerden bazılarının hedefine ulaşamadan düştüğünü”, “İran’ın ABD ile anlaşmalı saldırı düzenlediğini”, “İran’ın boş alanları bombaladığı” haberlerine yer vermişti. Yine Türk basını Türkiye’nin PKK’ya yönelik Kuzey Irak’a düzenlediği saldırıları Türkiye’nin meşru savunma hakkı olduğu yönünde gösterirken İran’ın düzenlediği saldırıyı Irak’ın bağımsızlığına aykırı olduğu yönünde göstermişti.
Aynı şekilde İran’ın Filistinli direniş gruplarına yaptığı yardımları, Filistinli yetkililerin İran’ın Filistin direnişine verdiği desteğe yönelik açıklamalarını manşetlerine taşımazken İran’ın Siyonist rejime hiçbir zaman saldırı düzenlemediği yönündeki haberlerini manşetlerinde eksik etmemekteler. Oysaki Filistinli yetkililer yaptıkları açıklamalarda; İran’ın İslam İnkılabının gerçekleştiği günden itibaren maddi ve manevi olarak Filistin’in yanında yer aldığını, İran İslam Cumhuriyeti’nin Tahran’daki Siyonist Büyükelçiliğini ele geçirerek Filistin Büyükelçiliğine dönüştürdüğünü açıkça beyan etmekteler. Filistinli yetkililer Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Filistin direnişinin en büyük destekçisi olduğunu, Filistin’in altında yer alan tünellerin Kasım Süleymani’nin fikri olduğunu açıklamalarına rağmen Türk basını Kasım Süleymani’yi katil, terörist göstermektedir.
Tüm bunlarla birlikte, İran’ın 13 Mart 2022’de Irak Erbil’deki MOSSAD üssüne düzenlediği saldırı Türk basınında “İran Erbil Havalimanını vurdu”, “İran ABD’nin Erbil Konsolosluğuna Füzeli saldırı düzenledi” “İran boş binaları vurdu” şeklinde aktarılırken Türk Dışişleri Bakanlığı’nın; "Irak'ta barış ve istikrarı bozmaya yönelik eylemler asla kabul edilemez. Saldırıyı kınıyoruz." ifadeleri Türk basınında geniş yer buldu. Irak yerel basını ve dünya medyası İran, Erbil’de MOSSAD üssünü vurması sonrası ABD’ye ait büyük bir kargo uçağının saldırının hemen ardından vurulan MOSSAD üssüne geldiğini ve bir süre sonra Tel Aviv’e uçtuğu haberlerini verirken Türk medyası bu olayı; “İran Devrim Muhafızları, Irak’ın kuzeyindeki Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'nin (IKBY) Erbil şehrinde bulunan ABD Başkonsolosluğu binasını hedef alan füze saldırısını üstlendi” ve saldırı sonucu herhangi bir can kaybı veya yaralanma yaşanmadı şeklinde verdi.
Yine olaydan bir gün sonra 14 Mart 2022’de Siyonist rejim için korkunç bir gece yaşanırken Türk basını olaya sessiz kalmıştı. Hatta Siyonist gazetesi Haaretz dahi İçişleri, Sağlık ve Adalet Bakanlıkları ile Başbakanlık'ın siteleri dahil ülkede birçok site hacklendi haberlerine yer verirken Türk medyası İran hiçbir zaman gayrimüslümlerle, İsrail ile savaşması düsturu doğrultusunda sessizliğe gömülmüştü.
Tüm bunlar göz önüne alındığında güçsüz de olsa gerçekleri dile getiren bazı internet haber siteleri dışında Türk basınının İşgalci Siyonist Rejim İsrail taraftarlığı mı yapıyor değerlendirmesi yine Türk kamuoyuna bırakılmakta.
tasnim
İmam Mehdi ve Hazra Adası
Hz. Mehdi konusunda sözkonusu edilen konulardan birisi de Hazra adasıdır. Hz. Mehdi'nin çocuklarıyla birlikte Hazra adasında yaşadığını söyleyenler vardır. Ama Hazra adası olayı daha çok bir efsaneye benzemektedir. Bu konuda Allame Meclisi Biharu'l Envar'da genişçe bir hikaye nakletmektedir. O hikaye kısaca şöyledir:Irak'ın Necef şehrinde Emire'l Müminin kütüphanesinde "Hazra Adası Olayı" imiyle meşhur olan bir kitap buldum. El yazısıyla yazılmış olan o kitabın yazarı Fazl b. Yahya Tayyibi'dir. Fazl b. Yahya kitabında şöyle yazar:
Hazra adası olayını ben ilk olarak İmam Hüseyin'in türbesinde (699 yılının Şaban ayının 15'inde) Şeyh Şemsuddin ve Şeyh Celaluddin'den duydum. O ikisi olayı Zeynuddin Ali b. Fazil-i Mazanderani'den naklediyorlardı. Bunun üzere ben olayı kendisinden duymak istedim.
Aynı sene Şavval ayının başlarında Şeyh Zeynuddin tesadüfen Hille şehrine gitti ve ben onunla Seyyid Fahruddin'in evinde görüşerek kendisinden olayı bana da nakletmesini rica ettim. Bunun üzerine Şeyh Zeynuddin şöyle dedi: Ben Dimeşk'te Şehy Abdurrahim-i Hanefi ve Şehy Zeynuddin-i Ali Endülüsi'nin yanında ilim tahsil ediyordum. Şeyh Zeynuddin hoş sohpet birisi olup İmamiye Şia'sı alimlerine karşı iyimserdi; onlara saygı gösterirdi. Ben bir müddet kendisinden istifade ettim. Bir gün Mısır'a gitmesi icabet etti. Biz birbirimizi çok severdik, dolayısıyla beni de beraberinde Mısır'a götürmeye karar verdi. Birlikte Mısır'a giderek Kahire'de ikamet ettik. Orada kaldığımız dokuz ay çok güzel geçti. Bir gün babasından bir mektup geldi. O mektupta babası çok hasta olduğunu ve ölmeden önce kendisini görmek istediğini yazmıştı. Üstad mektubu okuyunca ağladı ve Endulos'a gitmeye karar verdi. Ben de yanına takıldım. Adanın ilk şehrine yetişince ben şiddetli bir şekilde hastalandım; hareket etmeye gücüm yoktu. Üstad benim bu halime çok üzüldü; nihayet beni şehrin hatibine bırakarak bana bakmasını rica etti ve kendisi de şehrine doğru hareket etti. Hastalığım üç gün sürdü. Sonra yavaş yavaş iyileşmeye başladım. Evden çıkarak şehrin sokaklarını dolaştım. Bu arada dağlık bölgeden gelmiş olan bir kafileye rastladım. -Satmak için- oradan eşya getirmişlerdi. Oradakilere kafiledekilerin kimler olduğunu ve nereden geldiklerini sorduğumda dediler ki: Bunlar Rafizilerin adalarına yakın olan Barbarlar'ın şehrinden gelmişler.
"Rafizilerin adası" adını duyunca orayı merakla görmek istedim. Oradakiler, o adalara yirmi beş günlük yol olduğunu ve iki günlük yolda ise su ve bayındırlık olmadığını söylediler. Ben o iki gün yolda zorluğa düşmemek için bir binek kiraladım, yolun geriye kalanını da piyade gittim ve nihayet Rafizilerin adalarına ulaştım. Adanın etrafı yüksek ve sağlam burçları olan duvarlarla çevrilmişti. Şehrin merkez camisine girdim, çok büyük bir cami idi. Bu arada Şiiler gibi ezan okuyan müezzinin sesini duydum; ezandan sonra da İmam-ı Zaman'ın (Hz. Mehdi'nin) zuhurunun tacili için dua etti. Sevinçten kendimi tutamayıp ağladım. Millet camiye gelip Şia fıkhına göre abdest aldılar, hoş simalı bir kişi camiye girerek mihraba doğru hareket etti, namaz için gelen insanlar o adamın arkasında camaat namazı kıldılar. Namazdan sonra namz duası okudular ve namaz bitince benim hal-hatırımı sordular. Ben durumu anlattım ve asaleten Iraklı olduğumu söyledim. Benim Şia olduğumu anlayınca saygı gösterdiler, sonra camiye ait olan odaların birinde bana yer verdiler. Cami imamı beni ağırlıyor ve asla yalnız bırakmıyordu. Bir gün ona, bu şehrin ahalisinin yiyecek ve diğer ihtiyaçlarının nereden temin olduğunu sordum. Zira o etrafta tarla namına bir şey yoktu. Bunun üzerine cami imamı, bu şehrin ahalisinin yiyeceklerinin her yıl iki defa gemiyle Akdeniz'de olan Hazra adasından geldiğini söyledi. Geminin gelmesine ne kadar kaldığını sorduğumda, daha dört ay var dedi.
Ben müddetin uzun olmasına üzüldüm, ama tesadüfen gemiler kırk gün sonra geldiler. Yedi gemi arka arkaya iskeleye yanaştı. Büyük gemiden hoş simalı bir kişi inerek, camiye geldi ve Şia fıkhına göre abdest alarak öğle ve ikindi namazını kıldı. Namazdan sonra bana dönerek selam verdi. Benim ve babamın ismini söyledi. Olup bitenlerden hayrete düştüm. Şam'dan Mısır'a veya Mısır'dan Endulos'a yaptığım yolculukta mı ismimi duydun? dedim. Bunun üzerine o hayır, dedi; seni ve babanın ismini, yüz hatlarını ve huyunu bile daha önce söylemişlerdi bana, seni kendimle birlikte Hazra adasına götüreceğim cevabını verdi. O adam bir hafta o adada kaldı ve oradaki işlerini yaptıktan sonra birlikte Hazra adasına doğru hareket ettik. Onaltı gün denizde yolaldık. Onyedinci gün denizin ortasındaki beyaz sular dikkatimi çekti. İsmi Muhammed olan o adam bana, bir şey mi dikkatini çekti, dedi. Ben buranın sularının rengi farklı değil mi? dedim. Adam: Burası Akdeniz'dir ve bu da Hazra adasıdır. Bu sular bir duvar gibi Hazra adasını kuşatmıştır; dolayısıyla Allah'ın hikmeti olacak ki, düşmanlarımızın gemileri bu noktaya yaklaşmak istediklerinde İmam-ı Zaman'ın (a.s) bereketi hürmetine batıverirler. O sudan bir miktar içtim; Fırat suyu gibi serin ve tatlıydı. Ak suları geçtikten sonra Hazra adasına yetiştik. Gemiden inip şehire girdik. Ada meyve ağaçlarıyla dolu bir şehirdi, pazarları eşyalarla dolup taşmaktaydı. Şehrin ahalisinin iyi bir yaşamları vardı. Bu güzel manzaraları görmek oldukça sevindirmişti beni.
Arkadaşım Muhammed beni kendi evine götürdü. Bir müddet dinlendikten sonra oldukça büyük olan merkez camisine gittik. Camideki kalabalık camaatin arasında tavsif edilmeyecek derecede heybetli bir kişi vardı. İsminin Seyyid Şemsuddin Muhammed olduğunu söylediler. Millet ondan arap edebiyatı, Kur'an, fıkıh ve akaid dersleri alıyordu. Huzuruna çıktığımda bana hoş geldin dedi, kendi yanına oturtarak hal-hatırımı sordu, bana Şeyh Muhammed'i benim peşime gönderdiğini söyledi ve sonra camiye ait olan odaların birinde benim için bir yer hazırlamalarını istedi. Orada dinleniyor ve yemekleri de Seyyid Şemsuddin ve arkadaşlarıyla yiyiyorduk. Onsekiz gün böyle geçti. Orada olduğum ilk Cuma namazını Seyyid Şemsüddin'in farz kastıyla kıldığını gördüm. Bu konu çok ilgimi çekti; daha sonra bir fırsatta bu konuyu Seyyid Şemsuddin'e açarak dedim ki:
- Cuma namazı ancak Hz. Mehdi'nin (a.s) huzurunda (zuhurundan sonra) farz kastıyla kılınabilir.
- Seyyid evet, ama ben Hz. Mehdi'nin özel naibiyim.
- Şimdiye kadar Hz. Mehdi'yi (a.s) görmüş müsün?
- Görmüş değilim ama babam sesini duyduğunu söylüyordu, fakat kendisini görmüyormuş. Ama büyük babam hem kendisini görüyormuş hem de sesini duyuyormuş.
- Efendim! Bazıları Hz. Mehdi'yi görürken diğer bazılarının görmemesinin sebebi nedir?
- Bu Allah Teala'nın bazı kullarına olan lütfudur.
Sonra Seyyid elimden tutarak beni şehirin dışına götürdü. Irak ve Şam'da benzerini görmediğim bir çok nehirler, bağ ve bostanları vardı. Gezi sırasında hoş görünümlü bir kişiye rastladık; bize selam verdi. Seyyid'e onun kim olduğunu sorduğumda bana:
- Şu büyük dağı görüyor musun?
- Evet.
- Bu dağın ortasında, ağaçların altında serin suları olan güzel bir yer var. Orada tuğlayla yapılmış bir kubbe var; bu adam da diğer arkadaşıyla birlikte o kubbenin bekçisidir. Ben Cuma sabahları İmam-ı Zaman'ı (a.s) ziyaret için oraya gidiyorum ve iki rekat namaz kıldıktan sonra tüm dini ihtiyaçlarımın cevabının yazılmış olduğu bir kağıt buluyorum. Senin de oraya gidip İmam-ı Zaman'ı ziyaret etmen iyi olur.
Onun bu sözü üzerine ben o dağa doğru hareket ettim. Kubbeyi bana tarif ettiği gibi buldum. O iki hizmetçiyi orada gördüm. Onlara İmam-ı Zaman'la (a.s) görüşmek istediğimi bildirdim. Onlar bunun mümkün olmadığını, bu konuda kendilerine izin verilmediğini söylediler. Ben de, öyleyse hakkımda dua edin, dedim, onlar da bu ricamı kabul ettiler. Sonra dağdan aşağı inerek Seyyid Şemsuddin'in evine gittim. Seyyid evde yoktu. Gemide beraberimde olan Şeyh Muhammed'e giderek dağda olup bitenleri ona anlattım ve o iki hizmetçinin Hz. Mehdi'yle görüşmeme müsade etmediklerini söyledim. Şeyh Muhammed bana, "Seyyid Şemsüddin'den başka hiç kimsenin oraya gitme hakkı yoktur. O Hz. Mehdi'nin (a.s) evlatlarından olup beş göbekten Hz. Mehdi'ye ulaşmaktadır. Ayrıca Hz. Mehdi'nin (a.s) özel naibidir" dedi.
Ondan sonra Seyyid Şemsüddin'den bazı zor dini meseleleri kendisinden nakletmeme müsade etmesini ve Kur'an-ı Kerim'in doğru okunuşunu bana öğretmesini rica ettim. Seyyid Şemsuddin bir sakıncası olmadığını söyledi, ama ilk önce Kur'an'dan başla dedi. Kur'an okurken arada fırsat buldukça Kur'an'ın diğer farklı okunuşlarını da okuyordum.
Seyyid'den izin alarak yaklaşık doksan meseleyi ondan naklettim ve ben muminlerden özel bir grubu dışında hiç kimsenin onları görmesine müsade etmem.
Daha sonra gördüğü diğer bir olayı naklederek şöyle diyor: Ben Seyyid'e Hz. Mehdi'den (a.s) "Büyük gaybette beni gördüğünü iddia eden kimse yalancıdır" tabirindeki hadislerin elimizde olduğunu ve bu hadislerin sizin Hz. Mehdi'yi görmenizle çeliştiğini söyledim.
Seyyid, doğrudur dedi İmam böyle buyurmuştur ama bu o zaman Abbasiler ve diğer düşmanlarının çok olduğu zamana aittir, düşmanlarımızın ümidi kestikleri, şehirlerimizin de onlardan uzak olduğu ve hiç kimsenin elinin bize ulaşmadığı günümüzde Hz. Mehdi'yle (a.s) görüşmenin bir tehlikesi yoktur.
Daha sonra Seyyid'den diğer bir takım şeyleri naklederek şöyle diyor:
Seyyid bana dedi ki:
- Sen de şimdiye kadar Hz. Mehdi'yi görmüşsündür elbette, ama onu tanımamışsın.
Seyyid bana batı şehirlerinde kalmamamı ve çok çabuk Irak'a geri dönmemi emretti ve ben de emrine itaat ederek geri döndüm. [1]
Hazra adası olayı özetle böyledir. Sonuçta şunu söylemek gerekir ki, bu olay hiç bir geçerliliği yoktur ve bu gerçekten daha ziyade efsaneye ve romana benziyor.
Çünkü; herşeyden önce senedi muteber değil. Hikaye, tanınmayan el yazması kitaptan nakledilmiştir ve Allame Meclisi (a.s) de bu hikaye hakkında diyor ki: "Ben bu hikayeyi sağlam kaynaklarda bulamadığımdan (kitaptakilere karışmaması için) onu ayrı bir babda naklettim."
Ayrıca hikayenin kendisinde çelişki görülmektedir. Zira bir taraftan Seyyid Şemsuddin'in raviye, "ben İmam'ın özel naibiyim, ama şimdiye kadar İmam'ı görmüş değilim, babam da O'nu görmemiş ama sesini işitmiş. Ancak büyük babam hem kendisini görmüş ve hem de sesini duymuştur." derken diğer taraftan Seyyid Şemsüddin'in raviye, "Ben her Cuma sabahı İmam'ı ziyaret etmek için o dağa gidiyorum ve senin de gitmen iyi olur." dediğini görüyoruz. Ve Şeyh Muhammed de raviye diyiyor ki: "Ancak Seyyid Şemsuddin ve benzerleri Hz. Mehdi'yle (a.s) görüşebilirler." Gördüğünüz gibi bu hikayede çelişki var.
Dikkat edilmesi gereken diğer nokta da şu ki: Seyyid Şemsüddin kendisinden başka kimseyi oraya bırakmadıklarını bildiği halde niçin raviye Hz. Mehdi'yle görüşmek için o dağa gitmesini öneriyor.
Bu hikaye romantik bir şekilde hazırlanmıştır. Zeynuddin adında bir şahıs ilim okumak için Irakt'an Şam'a gidiyor, oradan üstadıyla birlikte Mısır'a gidiyor, Mısır'dan da yine üstadıyla birlikte Endülüs'e (İspanya'ya) sefer ediyor; bu kadar uzun mesafeti katettikten sonra yolda hastalanıyor, üstadı onu terkediyor, ve iyileştikten sonra o çevrede Rafizi'ler adasının var olduğunu duyunca orayı görmeyliyim derken üstadını unutuyor: Uzun ve tehlikeli bir yolculuktan sonra Rafizilerin adasına varıyor. Adada ziraat yeri olmadığından bu halkın yiyeceğinin nereden karşılandığını merak ediyor. Böylece yiyecek maddelerinin Hazra adasından getirildiğini öğreniyor. Gemilerin dört ay sonra geleceği söylenmişken aniden kırk günden sonra gemiler sahile yanaşıyorlar ve bir hafta bekledikten sonra onu kendileriyle birlikte adaya götürüyorlar. Akdenizin ortasında beyaz serin ve tatlı suları görüyor, sonra o geçilmesi mümkün olmayan noktadan geçip Hazra adasına gidiyor ve ...
İlginç olan nokta şu ki: Iraklı bir kişi bu kadar uzun ve uzak yolu katederek, çeşitli ülkelerde o bölgenin insanlarıyla konuşuyor ve hepsinin dilini de biliyor. Acaba İspanya halkı da arapça mı konuşuyorlardı? Bu hikayeyi dikkat edilirse onun uydurma olduğu malumdur.
Son olarak şunu da söyleyelim ki, daha önce de hatırlattığımız gibi hadislerimizde Hz. Mehdi'nin (a.s) halk arasında kendisini tanıtmayarak yaşadığı, hac merasimlerine katıldığı ve bazı sorunları çözmek için insanlara yardım ettiği kaydedilmiştir.
Hz. Mehdi (a.s) hakkında aklı kurcalayan bir soru da şu ki, acaba Hz. Mehdi'nin (a.s) evlatları var mıdır?
Bu sorunun cevabında şunu söyleyebiliriz ki, Hz. Mehdi'nin (a.s) evlendiğini ve çocuklarının olduğunu ispat veya reddedecek muteber bir delil yoktur elimizde. Elbette maslahat gereği gizlice evlenmiş olması ve evlatlarının olması ama tanınmamaları mümkündür. Gerçi bazı dualarda Hz. Mehdi'nin (a.s) çocukları olduğu veya olacağına işaret edilmiştir. [2]
Ancak ulemanın bildiği gibi, mezkur dualar bir konuyu ispatlayacak derecede sağlam değillerdir, ama bütün bunlarla birlikte yine de Hz. Mehdi'nin (a.s) çocuklarının olması uzak bir ihtimal değildir. İmam Sadık (a.s) bir hadiste şöyle buyuruyor:
"Ben, Kâim'in ailesi ve ehliyle birlikte Mescid-i Sahl'eye inişini görür gibiyim." [3](ehlader)
Ayetullah İbrahim Emini
Kaynaklar
[1]- Bihar-ul Envar, c.52, s.59-174.
[2]- Örneğin şu dua gibi: "Allahım, (Hz. Mehdi'ye) nefsinde, ehlinde, evlatlarında, soyunda, ümmetinde ve emri altında olan herkeste onun gözlerini nurlandıracak şeyi ba?ışla kendisine (Mefatih-ul Cinan); Nahiye ziyaretinde ise şöyle gelmiştir: "Allah'ım; ona kendi nefsinde, soyunda, Şia'sında, emri altında olanlarda, kendisine yakın olanlarda, yakın olmayanlarda, düşmanında ve bütün dünya ehlinde gözlerini aydınlatacak şeyi ba?ışla" ( Mefatih-ul Cinan)
[3]- Bihar-ul Envar, c.5, s.317.
Hz. Mehdi’nin Zuhurunun Tarihin Tekâmül Seyrindeki Yeri
Bu rahmetlerin tüm âlemle vasıtası Allah’ın velisidir. Eğer Allah Teâlâ’nın kendisidir dersek kimse bunu sorun etmiyor. Cebrail ve meleklerdir dersek de kimse bunu sorun etmiyor. Ama bu işleri yapan meleklerin ve melekûtun emiri Allah’ın yüce velisidir dediğimizde bu bazılarına tahammül edilmez geliyor.
Hz. Mehdi’nin Zuhurunun Tarihin Tekâmül Seyrindeki Yeri
GİRİŞ: 19.03.2022 07:25 GÜNCELLEME: 19.03.2022 07:25
Rasthaber - Tarihe tekâmül bahşetmede Allah'ın velisinin eksen rolü
Mübarek Zuhur hadisesi konusundaki bir başka husus da İmam-ı Zaman efendimizin (a.s.) mukaddes varlığının Zuhur Asrındaki gelişmelerde oynadığı roldür. Bildiğimiz gibi Zuhur, insanlığın ve dünyanın en üstün aşamasıdır. Ancak burada temel soru şu: Bu gelişmeler arasında -ki insanın ve dünyanın kemâl noktasıdır- İmam-ı Zaman efendimizin (a.s.) şahsiyetinin rolü nedir? Niçin Hz. İmam Mehdi'nin varlığı olmadan dünyada bu değişim gerçekleşmeyecektir? Ve neden dünya O'nun gelmesini beklemek zorundadır?
Çok güzel bir soru. Çünkü tarih felsefesi ile ilgili bazı düşüncelerde, insanın tarihi gelişmelerdeki varlığı ve Allah'ın insana verdiği rol doğru bir şekilde tanımlanmamıştır. Onlar, bilinen insanın tarihin tekâmül ekseni olduğunu sanmaktadır. Bu düşünce yanlıştır. Aslında tüm kulluklar ve elde edilen nimetler Allah'ın Velisinin ibadeti ve O'nun Allah'a secdelerinin zımnında, boylamındadır. Dolayısıyla Zuhur
Asrında kulluğun ekseni, yüzyıllardır gaybette ve imtihanda olan yüce Veliyyullah'ın kulluğudur. O, “Urvetu'l-Vuska”dır (sapasağlam bir kulp). “O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara: 256) ayetindeki “Urvetu'l-Vuska” ile ilgili rivayetlerde “sapasağlam kulp” Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsı ve O'nun Ehl-i Beyt'i (a.s.) olarak tefsir edilmiştir. Yani Allah'a kullukta tüm âlemdeki sağlamlık, onların varlığıyladır ve kulların kulluğunun sağlamlığı onlarla ilgilidir. Dolayısıyla Zuhur Asrının hakikati, Hz. Mehdi'nin (a.s.) ibadetlerinden bir mertebedir ve tevhidi toplumun gerçekleşmesi de O'nun eseridir.
Diğer bir açıdan İblis'le zulüm önderlerinin Hz. Peygamber (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt'le (a.s.) çatışmasında Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt'in (a.s.) ibadeti, onların şeytanlıklarına galip gelir. Eğer o ibadetler olmasaydı onların karanlığı bizim hepimizi kaplardı. Nitekim “Yahut engin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onun üstünü bir dalga bürümüştür, onun üstünde bir dalga onun üstünde de bir bulut vardır. Üstü üste yığılmış karanlıklar. Elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Allah kime nur vermemişse artık onun için nur yoktur.” (Nur: 40) ayetindeki “karanlıkları” zulüm önderleri olarak tefsir ediyorlar. Emeviler ise “üst üste yığılmış karanlıklar”dır. Buyuruyor ki, batılın velilerinin karanlığı o kadar fazladır ki “Elini kaldırsa göremeyecek gibidir.” Mümin bu dönemde o kadar karanlığa batmıştır ki kendisinin en yakın güçlerini dahi göremiyor, kendisini unutuyor. Ama bu karanlık, Hz. Fatıma (selamullâhi aleyhâ) evladından olan bir imamın nurundan başkasıyla ortadan kaldırılamıyor! Nitekim bu kısmının tefsiriyle ilgili ayette şöyle buyruluyor: “Allah kime nur vermemişse artık onun için nur yoktur.” Bu nurdan nasibi olmayan kimse, sadece bu dünyada karanlıkta değildir, kıyamet gününe kadar karanlıktadır.
Dolayısıyla, karanlık cereyanını ortadan kaldırabilecek olan o nurdur. Dalaleti yok eden, o hidayettir, Hz. Mehdi'nin (a.f.) nuru ve hidayetidir. Ölümü götüren o hayattır, yani hayat-ı tayyibe / temiz hayat Hz. Mehdi'nin hayatıdır. Hz. Mehdi Zuhur Asrında, Allah'ın velayetini ve rahmetini tecelli ettirmeye izinli oluyor. Bizim de görüşlerimizi ıslah etmemiz gerekir ve kendimizi Allah'ın Velisi ile aynı çapta görmememiz gerekir. Elbette tüm kalpler bu bilgiyi kaldıramaz. Hatta bazen sıradan Şiilerin de bunu kaldıracak kapasitesi yoktur. Bu sorun da değildir, herkese bu bilgiyi vermemek gerekir; çünkü onu kaldıramaz ve altında ezilirler. Rivayetlerde de şöyle geçer: “Müminlerin derecelerini gözetiniz. Yüksek derecedekilere söylediklerinizi, aşağı derecelerdekine söylemeyiniz. Ona ezileceği yükü yüklemeyiniz bu durumda ondan siz sorumlu olursunuz!” Özetle Zuhur Asrındaki tüm gelişmelerin ekseni Allah'ın Velisidir, başkalarını da kapsayan, O'nun velayetinin tecellisidir, başkaları O'nun varlığının ışığıdır. O halde Zuhurun anlamı, velayetin zuhurundan başka bir şey değildir.
Allah'ın velisinin velayeti, kendisinin muhtelif tecellilerinde zuhur edince hayat, nur, rahmet, ilim, hikmet ve adalet gelir. Bunların hepsi Allah'ın velisinin eserleridir. Bu meseleyi bir başka şekilde herkes kabul eder ve hiçbir muvahhid onu inkâr etmez. Zuhur Asrında gerçekleşecek olan her şey Allah'ın rahmetinin inmesidir dediğimizde herhangi bir mümin bunu inkâr edebilir mi? İnsanları Allah'ın ortağı yapmıyoruz ki haşa! Biz, Allah'ın velisinin ortağı bile değiliz. Bizim iradelerimiz O'nun velayetinin boylamındadır. Islahımız da O'nun velayetinin boylamındadır. Hz. Mehdi, ıslahtan elini çekerse zulüm önderleri ve İblis kimseyi rahat bırakmaz. Batıl cephenin fitnesi o kadar karanlıktır ki mümin kendisini unutur. İnsanı bu âlemden tüm âlemlere kadar o karanlıklardan kurtaracak olan Allah'ın velisinin nurudur. Zuhur, Allah'ın velisinin toplumsal hayatın tüm alanlarında tecelli asrıdır.
Acaba, Hz. Mehdi (a.f.) Zuhur sırasında yalnızca liderlik rolü oynar ve bu hareketi yaratan yalnızca O'nun maddi varlığıdır denebilir mi?
Onun batıni velayeti, Zuhurun temel ilkesidir. Bu konuyu, ben daha önceki sorularınızı cevaplarken açıkladım. Âlemde var olan çatışma, batıni olarak İblis ve zulüm önderleriyle İmam Mehdi (a.f.) arasındaki çatışmadır. İmam Mehdi, Hakk'ın feyiz vasıtasının en yüksek mertebelerinden biridir. Nitekim O'nun hakkında duada şöyle diyoruz: “Yerle göğü birbirine bağlayan sebep nerede?”… Onun secdelerinin bereketiyle Allah rahmet (salavat) gönderir, bu salavatın tortusu yeryüzünün her yerinde kalır. Belki de duadan önce salavat gönderin denmesinin sebebi budur. Salavat O'na nazil olmadıkça size hiçbir rahmet nazil olmaz.
O, sadece bir fert değildir. O, tüm enbiyanın ve vasilerin varisidir. Onun ziyaret duasında şöyle okuruz: “Selam olsun enbiyanın varisine ve vasilerin sonuncusuna…” Allah Teâlâ'nın nazil ettiği tüm rahmet ve kemâl şu an O'nun elindedir. Buyrulmuştur ki İmam Mehdi (a.s.) zuhur ettiğinde Kâbe'ye yaslanacak, tüm ulu'l-azm peygamberlerin (a.s.), Hz. Peygamber'in (s.a.a.) ve tüm Masum İmamların (a.s.) isimlerini anarak diyecek ki “Her kim onları görmek isterse gelsin ve bana baksın!”
O halde tüm değişimleri meydana getiren, Hz. İmam'ın varlığının kemâlâtıdır.
O'nun varlığının kemâllerinin nazil olmasıdır. Zuhur Asrında gerçekleşen şey, velayetin tecelli izni almasıdır. Onun zuhurunun nazil olması, Zuhur Asrının bereketleridir. Allah'ın kulları kulluk makamına ulaşmak, rahmeti şeytanlık mertebesinde değil, kulluk mertebesinde elde etmek istiyor, öyle değil mi? Bir başka deyişle yalnızca Allah'ın umumi rahmetini kavrama kapasitesine sahipler, Allah'ın rahim rahmetini idrak edip kavrayamıyorlar. Bu rahmetlerin tüm âlemle vasıtası Allah'ın velisidir. Eğer Allah Teâlâ'nın kendisidir dersek kimse bunu sorun etmiyor. Cebrail ve meleklerdir dersek de kimse bunu sorun etmiyor. Ama bu işleri yapan meleklerin ve melekûtun emiri Allah'ın yüce velisidir dediğimizde bu bazılarına tahammül edilmez geliyor.
Yani aslında “Yeryüzü, Rabbinin nuruyla aydınlandı” ayeti tahakkuk ediyor.
Evet, aslında Zuhurun özelliği dünyanın yeni bir hayat bulmasıdır. “Bilin ki Allah, yeryüzünü ölümünden sonra diriltmektedir.” (Hadid: 17) ayetinin tefsirinde Hz. Mehdi'nin (a.f.) zuhuruyla yeryüzündekilerin yeniden hayat bulacağına dair rivayetler nakledilmiştir. İmam (a.s.) “Kâfir ölüdür” buyuruyor. Yani küfrün defteri dürülüyor, herkes mümin oluyor. Mümin olunca hayata kavuşuyorlar. Bu canlı insan rahmeti idrak edip kavrayabilir. Hak kelamını dinleyebilir, öğüt alabilir, yola koyulup nimetleri derk edebilir. Yoksa Hz. Peygamber (s.a.a.) Allah'ın rahmetinin tüm derecelerinden ve cennetin derecelerinden söz etmiştir, ama müşrikler ölü oldukları için O'nu dinlemekten acizdiler. Nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: “Şüphesiz sen ölülere söz dinletemezsin” (Rum: 52) veya “Sen kabirlerdekilere işittiremezsin!” (Fatır: 22) Mezarını kendisiyle birlikte taşıyan birine cennet ve cennetin dereceleri anlatılamaz. O, kendi mezarından başka bir yeri görmez. Ama bu hicap, Veliyyullah'ın nuru ile ortadan kaldırılınca kalplerde rahmetin, nimetin ve kemâlin dereceleri kavranabilir oluyor.
Her şey Allah'ın velisine dönüyor. Çünkü O, Allah'ın mutlak halifesidir. Allah'ın rahmetinin ulu'l-azm peygamberlere bile ulaşma yolu O'nun velayetidir. Nitekim birçok rivayette geçtiği üzere ulu'l-azm peygamberlerden (a.s.) bile O'nun velayetine bağlılık sözü alınmıştır. Zaten bu peygamberlerin dereceleri, velayet misakında azim sahibi olmalarından, misaklarından, misaklarına bağlı kalmalarından, dünyada amel etmelerinden ve kendi ümmetlerini Müminlerin Emiri İmam Ali'nin (a.s.) bayrağı altında toplanmaya hazır hale getirmelerinden dolayıdır. Tüm hakikatlerin esası o taraftan nazil oluyor. Bazen bizim kibrimiz, gizli bir büyüklenme de olsa bu menzilleri idrak etmemize ve kendimizi İmam-ı Zaman'ın (a.s.) olduğu tarafa yerleştirmemize izin vermiyor. Bu, nefsin kibirlenmesidir. O da tahammül eder ve bize bir şey söylemez. Kardeşleri, Hz. Yusuf'a dediler ki: “Hâlbuki biz kalabalık bir cemaatiz. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanlışlık içindedir.” (Yusuf: 8) Hz. Yusuf da onlarla çatışmadı ve onların eziyetlerine katlandı ve tabii tedricen onları doğru yola getirdi. Hatta bir gün gelip ondan buğday istediler. Onlara merhamet etti ve buğday verdi. Daha önce kendisini kuyuya attıklarına dair bir şey söylemedi. Kendisini de hemen onlara tanıtmadı; çünkü henüz onu tanıyamıyor ve kavrayamıyorlardı. Ancak Yusuf'un kendisini onlara tanıtmasının ve onların da bunu kavramasının zorunlu olduğu bir noktaya ulaşınca Hz. Yusuf kendisini onlara tanıttı ve onlar ancak o zaman “Allah'a yemin ederiz, Allah gerçekten seni bizden üstün kılmıştır. Biz gerçekten de büyük hata işledik.” (Yusuf: 91) dediler.
Biz hata yaptık, sen neredesin, biz neredeyiz! Biz hata yaparak seni kendimizden üstün gördük ve seni kuyuya attık. Sen bizden üstün olduğun için kuyunun dibinde de bize lanet etmedin. Şu an yöneticiliğe geçtiğinde de senden rahmetten başka bir şey görmedik… Bunlar ne zaman anladılar? Hem Allah'ın Velisine sorun çıkardılar, hem kendilerini mahrum ettiler, uzun süre boyunca, ömürlerinin büyük bölümünü Yusuf'suz harcadılar; hâlbuki Yusuf'un yanında Allah'a ne kadar da yakın olabilirlerdi! Fakat işin sonunda mecbur oldular ve bu mecburiyetle Allah onları Yusuf'un evine getirdi.
Bizler de bazen böyleyiz, bazen kendimizi Allah'ın Velisi ile aynı seviyede görüyoruz! Bazen de Allah'ın velisinden üstün olduğumuzu sanıyoruz! Bu nasıl bir mukayesedir? Biz âlemin hücreleri bile değiliz, hâlbuki O tüm varlığın ruhudur! Siz örneğin bedeninizin organlarında yaşayan hücrelere deseniz ki sen ve senin gibi milyarlarcası bir bedeni oluşturuyorsunuz ve Allah o bedenin tamamını ruh için yaratmıştır. Bu söz o hücreler için anlaşılabilir ve kavranabilir şeyler değildir. Fakat bu bir gerçekliktir. Yukarıdan baktığımızda görüyoruz ki milyarlarca hücre çalışıyor, ürüyor, savaşıyor, düzene, kurala sahiptir vs… Onların tümü bizim ruhumuz için yaratılmış olan bedenlerdir ve bu ruhun çıkmasıyla hepsi dağılır. Allah'ın velisi de aynı role sahiptir. Bir kimse Allah'ın velisi ile ilgili böyle bir algıya sahip olursa Zuhur Asrının velayetin zuhur asrı olduğunu ve tüm nimetlerin onun velayetinin tecellisi olduğunu anlar. Aynı şekilde cennet nimetleri de böyledir, cennetin dereceleri de onlara olan marifetin dereceleridir.
Tevekkül
Tevekkül, nefsani sıfata yönelik ve insanla Allah arasındaki ilişkiyi belirleyen İslam ahlakının genel kavramlarından biridir. Tevekkül Allah’a yürüyen saliklerin menzillerinden, muvahhidlerin makamalarından biri ve yakin ehlinin en yüksek derecelerindendir.[1]
Tevekkül, kulun bütün işlerinde Allah’a güvenmesi, işlerini Ona havale etmesi, ilahi güç ve kudrete dayanmak demektir.[2]
Resul-i Ekrem (s.a.a) buyuruyor:
‘Cebrail’den ‘Tevekkül nedir?’ diye sorduğumda şöyle cevap verdi: ‘Yaratılmışların, zarar veremeyeceğini, bağışta bulunamayacağını ve engel olamayacağını bilmektir. Gözünü insanların eline dikmemektir. Kul böyle olunca Allah’tan başkasına iş yapmaz ve Ondan başkasına ümidini bağlamaz. Bütün bunlar tevekkülün gerçeği ve sınırlarıdır.’[3]
Bu önemli sıfat, insanın varlık aleminde gerçekleşen bütün işlerin Allah’tan olduğunu bildiği, Onunla birlikte hiçbir gücü kabul etmediği ve Onun dışında kudretin olmadığına inandığı zaman gerçekleşir. Tam manasıyla böyle bir inanca sahip olan kimse, kalbinde Allah’a güvenecek ve Ona dayanacaktır.[4]
Ancak bu tevekkülün en yüksek mertebesidir. Tevekkülün mertebeleri şunlardır:
a) Tevekkülün en düşük mertebesi, insanın Allah’a olan güveni avukatlara olan güveni gibi olan mertebedir. Bu mertebede daha çok işin halledilmesi amaçlanmaktadır.
b) Orta mertebe: Allah’tan başkasını tanımamak ve Ondan başkasına sığınmamak. Bu mertebe çocuğun anneye bağlı olması gibidir.
c) Tevekkülün en üst mertebesi, insanın yüzde yüz Allah’a bağlanmasıdır. Tıpkı ölünün, ölü yıkayıcıya bağlı olması gibi.[5]
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah’a tevekkül etmek, tevessül etmeye engel değildir. Zira maddi alem sebep ve sonuçlar üzerine kuruludur. Olan ve olmayan herşey maddi sebeplerin varlık ve yokluğuna bağlıdır. Ama bütün bu sebepler ilk sebebe dönmekteler. Ve bütün sebepler O’nun istek ve iradesiyle görevlerini yerine getiriler.
Tevhid konusunun bölümlerinden biri, fiillerde tevhid’dir; onun manası şudur: Muvahhid insan, varlık aleminin tümünde bağımsız tek bir sebebe inanır. O sebepte Allah’tır. Diğer sebeplerin hepsi O’na bağımlıdır.
Allah’a tevekkül ve O’ndan yardım dilemek fiilde tevhidin dallarından biri olup tevekül eden her makam ve mekanda gerçek sebebin Allah olduğunu bilir.
Tevekkül, beğenilen bir özellik olarak ayet ve rivayetlerde gelmiştir. Aşağıda onlardan birkaçını örnek olarak getiriyoruz:
‘İmanınız varsa Allah’a tevekkül edin.’[6]
‘Allah tevekkül edenleri sever.’[7]
‘Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona yeter.’[8]
İmam Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: ‘Kim Allah’a tevekkül ederse yenilmez ve kim ona sığınırsa kaybetmez.’[9]
Hz. Ali (a.s)’da buyuruyor: ‘Allah’a tevekkül etmek, her türlü kötülükten kurtulmanın ve her türlü düşmandan korunmanın kaynağıdır.’[10]
[1] -Mehdi Nilipuri, a.g.e. c.1, s.28 ve c.2, s.701.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
[2] -Molla Ahmed Neraki, Mirac-us Saadet, s.758, İntişarat-ı Hicret, 8. Baskı, h.ş.1381.
[3] -99. Dizin (Site: 2385), Kısa Cevap.
[4] -Molla Ahmed Neraki, a.g.e. az bir değişiklikle.
[5] -Molla Ahmed Neraki, a.g.e. s.764-765.
[6] -Maide/23
[7] -Al-i İmran/159.
[8] -Talak/3.
[9] -Mirza Hüseyin Nuri, Müstedrek-ul Vesail, c.2, s.288, Müesseset-u Al-il Beyt Li İhya-it Teras, 1. Baskı, h.k.1408.
[10] -Müntahab-ı Mizan-ul Hikme, Derleyen: Seyid Hamid Hüseyni, Bab-ı Tevekkül, Müessese-i İlmi ve Ferhengi-i Dar-ul Hadis, h.ş.1385.
İmam Hamanei: ABD’nin İran Baskısı Yenilgiye Uğradı
İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei, İran'da yeni yılın başlangıcı olarak kabul edilen Nevruz Bayramı münasebetiyle görüntülü bir mesaj yayınladı.
İran takvimine göre 1401 Hicri Şemsi yılının başlaması nedeniyle bir mesaj yayınlayan İmam Hamanei, Nevruz ile İmam Zaman'ın doğum yıldönümünü büyük İran halkı ile aynı fikirleri paylaşan tüm halklara ve özellikle şehitlerin aileleri, gaziler ve halka; bilim, sağlık, güvenlik ve direniş alanlarındaki çeşitli alanlarda hizmet sunan kişilere tebrik ederek, yeni yılı; 'Bilgi Tabanlı Üretim ve İstihdam Yaratma Yılı' olarak adlandırdı.
İmam Hamanei 1400 yılını (21 Mart 2021- 20 Mart 2022 tarihleri arası) inişli çıkışlı bir yıl olarak değerlendirerek, “Cumhurbaşkanlığı seçimi, geçen yılın en önemli iniş çıkışlarından biriydi, çünkü halk koronanın tehlikeli olduğu dönemde bile seçime katılarak yeni bir hükümet kurdular. Yeni hükümet önceki onurlu hükümetten ayrı bir raya sahip bir halk hükümetidir ve halkta umutları canlandırmıştır” diye belirtti.
Geçen yılı korona ile ciddi mücadele ve aşı bulunmasıyla kayıpların önemli ölçüde azalma yılı olarak gördüklerini kaydeden İnkılap Lideri, “Bilim ve teknolojinin çeşitli alanlarında birçok gelişme yaşandı. Aşı ve uydu fırlatılmasına kadar büyük işler yapıldı. Öte yandan Amerikalıların geçen yıl İran'a karşı yapılan azami baskıda utanç verici yenilgilerini itiraf etmeleri, dünyanın diğer iyi haberlerinden biriydi. Direniş kazanmayı sağladı ve aslında İran milleti kazandı” diye konuştu.
Geçen yıl dünyanın başka yerlerinde meydana gelen sayısız olaya işaret eden İmam Hamanei, “Bütün bu olaylar İran milletinin emperyalizm karşısındaki yolunun doğruluğunu gösterdi” diye açıkladı.
İmam Hamanei mesajının devamında şu ifadeleri kullandı: “Halkın geçim kaynaklarının kıtlığı, enflasyon ve pahalılık meselesi, 1400'ün en acı meselesiydi. Ekonomik sorunlar tedavi edilebilir ve tedavi edilmelidir. Hicri 15. yüzyılın başında yaşadığımız bu sorunların giderilmesini umuyoruz. Yılın sloganının belirlenmesindeki amaç, kamu görevlilerinin ve halkın hareketine yön vermektir. Bazı yıllarda yılın sloganına uygun olarak iyi başarılar elde edildi, ama bazı yıllarda eksiklikler vardı. Elbette “Üretim; Destekler ve Engelleri Gidermek” yılı olan 1400 yılında da devam etmesi gereken güzel işler yapılmıştır.
Ekonomik sorunları çözmenin anahtarı ve ekonomik zorlukları aşmanın temel yolu üretimdir. Ekonomik büyüme, istihdamın artırılması, enflasyonun düşürülmesi, kişi başına düşen gelirin arttırılması, kamu refahının iyileştirilmesi ve milli özgüvenin ve itibarın arttırılması, son yıllarda iyi etkileri olan milli üretim adı verilen bu iksire bağlıdır.
Bu yıl da üretim konusuna, tabii ki üretimin yeni bir katmanına yani 'bilgiye dayalı' ve 'istihdam yaratan' üretimin üzerinde durmaya devam ediyorum.
Bilgiye dayalı ve istihdam yaratan üretimin belirlenmesi kriterini, tüm ekonomik hedeflerde ileriye yönelik ve somut bir adım olarak değerlendiriyorum. Geçen yılki tavsiyesinin sokak tabelalarına, cihazların başlıklarına yılın adını koymak gibi yüzeysel işlerle yetinilmemesi gerektiğini vurgulamak isterim. İnşallah bu sloganda kalmayacak.”
İşgalci ABD'nin Değişmeyen Politikası; İranofobi
Uluslararası terör devleti ABD Merkez Komutanlığı CENTCOM komutanı tekrardan ibaret sözlerinde bir kez daha İran’ı bölgede güvensizlik yaratmakla suçladı.
Centcom, İran’ın füze kabiliyetinden endişe duyduğu için gündeme sürülen boş iddialarla Tahran’ı bölgeyi güvensizleştirmekle suçluyor.
ABD Merkez Komutanlığı (Centcom) komutanı "Kent Mackenzie", Washington'un İranofobik politikalarının devamı olarak ABD Savunma Bakanlığı'nda sanal bir konferansta bu asılsız iddiaları bir kez daha iddia etti: ‘Tahran, bölgenin güvenliği ve istikrarı için en büyük tehdittir. Geçen yıl boyunca İran silahları Hürmüz Boğazı, Umman Körfezi ve kuzey Arap Denizi'ndeki ticaret gemilerine saldırmak ve onları ele geçirmek için kullandı” ifadelerini kullandı.
Yemen’de, Filistin’de, Suriye ve Irak’ta işgali ve terörü besleyen, destekleyen ABD yasadışı varlığını bölgede devam ettirirken sömürü temelli çıkarlarına ters düştüğü ve bölgedeki planlarını engellediği için İran’a yönelik asılsız iddialarını ısrarla sürdürmeye devam ediyor.
Hadislerde İmam Mehdi’nin Gaybeti
Acaba Peygamber Efendimiz (s.a.a) Hz. Mehdi’nin (a.f) gaybet ve kıyamı konusunu açıklamış mıdır?
İslâm dininin ortaya çıkışından beri, mehdeviyet konusu, Müslümanların şek ve şüphe etmeyecekleri bir şekilde açık ve netti. Hz. Resulullah (s.a.a), Hz. Mehdi’nin (a.f) varlığını, onun bazı sıfatlarını, tevhit ve adalet hükümeti kurmasını, zulmün kökünü kazımasını, İslâm dininin bütün dinlere üstün geleceğini ve Hz. Mehdi’nin (a.f) eliyle yapılacak olan bazı düzeltmeleri Müslümanların bütün geneline açıklamıştır ve onları bu gibi müjdelerle bu konuya ısındırmıştır.[1]
Hz. Mehdi’nin (a.f) varlığı, kıyamı ve zuhuru hakkında, Sünnî ve Şia’nın naklettiği Resulullah’ın (s.a.a) birçok hadisi bulunmaktadır. Bu hadisler üzerinde dikkatlice inceleme yapan birisi, Peygamber (s.a.a) zamanında Hz. Mehdi (a.f) konusunun Müslümanlar arasında çok açık olduğunu, Hz. Mehdi’nin (a.f) gelecek bir zamandaki varlığı inancının insanlar arasında yaygın olduğunu, onun hakkında bazı ayrıntıların (örneğin soyu, ismi, künyesi, kıyam zamanı, zuhur alametleri, gaybetin illeti vb.) sorulduğunu ve Allah Resulü’nden (s.a.a) cevap alındığını anlayacaktır. Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Mehdi’nin (a.f) varlığından haber vererek onun hakkında şöyle buyurmaktaydı:
“Vaat edilen Mehdi benim soyumdan ve Hz. Fatıma’nın (s.a) oğlu Hz. Hüseyin’in (a.s) evlatlarından dünyaya gelecektir.”
Onun ismini ve künyesini açıklamış ve başka özellik ve alametlerini beyan etmiştir.[2]
Bu hadisler, Şia kaynaklarına ilave olarak, Ehl-i Sünnet’in muteber kaynaklarında yer almıştır Hz. Mehdi’nin on ikinci imam olduğu ise Ehl-i Sünnet’in “Feraidu’s-Simtayn” “Yenabiu’l-Meveddet” gibi kitaplarında yer alır.
Hz. Resulullah (s.a.a) ve İmamların her birisinden, Hz. Mehdi’nin (a.f) doğumu, gaybeti, zuhuru, evrensel kıyamı ve diğer özellikleri hakkında birçok rivayet nakledilmiştir. Aslında, Hz. Mehdi’nin (a.f) doğumundan yıllar önce, onun Hz. Peygamber’in (s.a.a) ailesinden, Hz. Fatıma’nın (s.a) çocuklarından, İmam Hüseyin’in (a.s) soyundan olduğu, evrensel kıyamıyla yeryüzünü adaletle dolduracağı önceden haber verilmişti. Bu rivayetlerin sayısı o kadar çoktur ki İslâmî konuların çok azı hakkında bu kadar rivayet nakledilmiştir.[3] Öyle ki bu mesele Şia mezhebinin (On iki İmam s.a Şia’sı) gerekliliklerinden sayılmaktadır.[4] Ayetullah Safî Gulpeyganî, bu hadislerin bir kısmını “Muntehabu’l-Eser” adlı değerli eserinde bir araya getirmiştir.
Biz burada, Şia’nın ve Ehl-i Sünnet’in muteber kaynaklarındaki Hz. Resulullah’tan (s.a.a) Hz. Mehdi (a.f) hakkında rivayet edilen hadislere ve konulara ayrı ayrı işaret edeceğiz.
Şia Kaynaklarında İmam Mehdi (a.f)
Hz. Mehdi’nin (a.f) gaybeti ve kıyamı, İslâm dininde öyle kesin ve sabitleşmiş bir konudur ki onun hakkında birçok kitap yazılmış ve bu kitapların bazılarının yazılma tarihi, Hz. Mehdi’nin (a.f) doğumundan yıllar önceye dönmektedir. Örneğin Şia’nın güvenilir hadis yazarlarından biri olan Hasan b. Mahmut Zerrad, “el-Meşihe” kitabını, gaybet-i kübradan (büyük gaybet) yüz yıl önce yazmıştır ve İmam Mehdi’nin (a.f) gaybeti ile ilgili olan rivayetleri bu kitabında nakletmiştir.[5] Aynı şekilde İbrahim Eminî, “Dadgosteriyi Cihan” kitabında “Rical-i Necaşî”den naklen, Hz. Mehdi’nin (a.f) doğumundan önce gaybet hakkında kitap yazmış olan yedi kişinin ismini zikretmiştir.
Allâme Muzaffer (r.a) “Akaidu’l-İmamiyye” kitabında şöyle yazmaktadır: Eğer mehdeviyyet düşüncesi Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından Müslümanlara aşikâr olmasaydı ve söz konusu edilmeseydi, Keysaniyye, Abbasîler gibi birinci devrin yalancı iddiacıları, kendilerinin vaat edilen Hz. Mehdi (a.f) oldukları iddiasında bulunmazlardı.[6]
Aynı şekilde Şeyh Saduk (r.a) “Kemalu’d-Din ve Temamu’n-Nimet” adlı değerli kitabında sadece Hz. Resulullah’tan (s.a.a) (diğer masum imamlardan değil) toplam kırk beş rivayet nakletmiştir ve bu rivayetler, Hz. Mehdi’nin (a.f) var olduğunun yanı sıra onun özelliklerine de işaret etmektedir.[7]
Örneğin Abdullah b. Abbas Hz. Resulullah’tan (s.a.a) şöyle rivayet etmektedir:
“Yüce Allah yeryüzüne baktı ve onların arasından beni seçti ve peygamber yaptı, daha sonra ikinci kez baktı ve Ali’yi seçti ve onu imam karar kıldı, daha sonra bana, onu kendimin kardeşi, velisi, vasisi ve halifesi olarak karar kılmamı emretti. Buna göre Ali, bendendir ve ben de Ali’denim. O, kızım Fatıma’nın eşi ve iki torunum Hasan ve Hüseyin’in babasıdır. Biliniz ki; Yüce Allah beni ve onu kullarına hüccet olarak karar kılmıştır ve Hüseyin’in çocuklarından ise benim risaletimi devam ettirmeleri için (benim getirdiğim dini yürütmeleri ve vasiyetimi korumaları için) imamları karar kılmıştır. Onların dokuzuncusu; şekli, sözleri ve davranışları herkesten bana en çok benzeyen, Ehl-i Beyt’imin kaimi ve ümmetimin hidayet edicisidir. O, uzun bir gaybetten ve sapıklığa sebep olan bir şaşkınlıktan sonra zuhur edecek ve Yüce Allah’ın dinini galip kılacaktır...”[8]
Başka bir yerde İbn Abbas Hz. Resulullah’tan (s.a.a) şöyle rivayet etmektedir:
“Allah’ın yarattıklarına olan halifeleri, vasileri ve hüccetleri benden sonra on iki kişidir. Onların birincisi benim kardeşim ve sonuncusu benim çocuklarımdandır. Hz. Resulullah’a (s.a.a) kardeşinin kim olduğu sorulduğunda, Ali b. Ebi Talip’tir cevabını verdi. Çocuğunun kim olduğu sorulduğunda ise şöyle buyurdu: Mehdi’dir. O, yeryüzünü, zulümle dolduğu sırada adaletle dolduracaktır. Beni hak olarak peygamberliğe seçene yemin olsun ki; eğer dünyanın ömrünün bitmesine bir gün kalsa bile, Yüce Allah o günü oğlum Mehdi (a.f) zuhur edinceye kadar uzatacaktır. O gün İsa b. Meryem gökten yeryüzüne inerek onun arkasında namaza duracaktır ve onun hükümeti bütün batı ve doğuya ulaşacaktır.”[9]
Şunu da söylemek gerekmektedir ki Şia’nın diğer kaynaklarında da bu konuyla ilgili onlarca hadis bulunmaktadır.
Ehl-i Sünnet Kaynaklarında İmam Mehdi (a.f)
Hz. Mehdi’nin (a.f) varlığı ve o hazretin zuhur edeceği konuları, Şia mezhebine has konular değildir. Aksine, Ehl-i Sünnet’in büyük hadis yazarları da Hz. Mehdi’ye (a.f) ait konuları birçok sahabe ve tabiin kanalıyla kendi kitaplarında nakletmişlerdir. Sadece Şia kaynakları değil, aksine diğer İslâmî mezheplerin (Hanefî, Şafiî, Malikî ve Hanbelî) kitap ve eserleri de, Peygamber’den (s.a.a) Hz. Mehdi (a.f) ve onun zuhuru ile ilgili nakledilen hadislerle doludur.[10]
Birçok büyük araştırmacının araştırmalarına göre, Ehl-i Sünnet hadis yazarları Hz. Mehdi (a.f) ile ilgili olan hadisleri, Peygamber’in (s.a.a) otuz üç sahabesi kanalıyla kendi kitaplarında nakletmişlerdir. Ehl-i Sünnet’in meşhur âlimlerinden yüz altı tanesi Hz. Mehdi’nin (a.s) zuhuru ile ilgili olan haberleri ve hadisleri kendi kitaplarında nakletmişlerdir ve onlardan otuz iki tanesi Hz. Mehdi (a.f) hakkında ayrıca kitap yazmışlardır.[11]
Müsned-i Ahmed b. Hanbel (vefat: 241 h.k.) ve Sahih-i Buharî (vefat: 256 h.k.), Hz. Mehdi (a.f) doğmadan önce yazılan ve onun hakkında hadislerin nakledildiği Ehl-i Sünnet’in meşhur kitaplarındandır. Ahmet b. Hanbel’in naklettiği hadislerden birisi şu hadistir: Peygamber (s.a.a) buyurmuştur:
“Eğer dünyanın ömrünün bitmesine bir gün kalsa bile, Yüce Allah kesinlikle o günde bizden –bizim ailemizden- olan birisini ayağa kaldıracaktır ve o yeryüzünü, zulümle dolduğu sırada adaletle dolduracaktır.”[12]
Buharî ve Muslim de kendi Sahih adlı eserlerinde Hz. Mehdi (a.f) hakkında şu hadisi naklederler: Resulullah şöyle buyurdu:
“Sizin durumunuz ne olur o zaman ki Meryem’in oğlu (İsa a.s gökten) iner ve imamınız sizden olur.” [13]
Bu hadis açıkça Hz. Mehdi’nin kıyam edeceği dönemde Hz. İsa’nın da gökten ineceğini ve Hz. Mehdi’ye uyacağına açıklamaktadır. Dikkat edilmesi gereken nokta şu ki bu hadis Hz. Mehdi’nin, Hz. İsa’nın (a.s) hazır bulunduğu bir sırada bile imamlık görevinin üstleneceğini açıklaması ve Hz. İsa’nın ona uyacağını göstermesi yönünden de Hz. Mehdi’nin sıradan bir kişi olmayıp yüce bir makama sahip masum imam olduğunu göstermektedir. Çünkü masum olan birisine gayrı masumun önder olması asla mümkün olamaz.
Mutezile âlimlerinden olan İbn Ebi’l-Hadid, bu konu hakkında şöyle yazmaktadır: Bütün İslâmî fırkalar, dünyanın ömrünün Hz. Mehdi’nin (a.f) zuhuruyla son bulacağı konusunda görüş birliği içerisindedirler.[14]
Ehl-i Sünnet’in meşhur âlimlerinden olan Şeyh Süleyman Kundûzî, “Yenabiu’l-Meveddet” adlı kitabında şöyle nakletmektedir:
Ne’sel adında Yahudi bir adam Peygamber’in (s.a.a) yanına gelerek ona bir takım sorular sordu. Sorularının arasında, ondan sonra kimlerin vasi ve halife olacağını da sordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) onları şöyle tanıttı:
“Benim vasim Ali b. Ebi Talib’tir. Ondan sonra, onun iki oğlu Hasan ve Hüseyin’dir. Hüseyin’den sonra dokuz imam onun neslindendir.” Yahudi adam “Onların isimleri nedir?” diye sordu. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Hüseyin bu dünyadan gittikten sonra onun oğlu Ali gelecektir ve Hüseyin’in oğlu da bu dünyadan gittikten sonra onun oğlu… ve Hasan bu dünyadan gittikten sonra onun oğlu Hüccet Muhammedi’l-Mehdi gelecektir. Bunlar on iki imamlardır.”[15]
Şunu da bilmek gerekmektedir ki Şia’ya en aşırı karşı olan guruplar –Vahhabîler- bile bu konuyu (mehdeviyyet) kabul etmektedirler. Arabistan’ın önemli dinî merkezlerinden biri olan “Rabitatu’l-Alemi’l-İslâmî” adındaki kuruluşu, bu konu hakkında bir beyanname yayımlamıştır. Bu beyannamede şöyle geçmektedir:
“O, Peygamber’in (s.a.a) sahih hadislerde haberini verdiği on iki Hulefa-yı Raşidin’in sonuncusudur ve Hz. Mehdi (a.f) hakkında Peygamber’in (s.a.a) birçok sahabesinden hadis nakledilmiştir… Hadis hafız ve yazarlarından olan bir topluluk açıkça, Hz. Mehdi (a.f) ile ilgili olan hadislerin, hem sahih ve hem de hasen hadis türünden ve bunların toplamının kesinlikle mütevatir olduğunu, Hz. Mehdi’nin (a.f) kıyamına inanmanın vacip olduğunu, bu inancın Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in kesinleşmiş inançlarından olduğunu ve bunun sadece cahil ve bid’at ehli kişiler dışında hiç kimsenin inkâr etmediği bir gerçek olduğunu söylemişlerdir.”[16]
Sonuç olarak bazı İslâmî konular araştırmacıları, bu konu hakkında Ehl-i Sünnet kanalıyla ulaşan rivayetlerin sayısının iki yüz hadis olduğunu tahmin etmektedirler. Oysaki bu konu hakkında Şia kanalıyla ulaşan rivayetlerin sayısı belki 500 hadisten daha fazladır.[17]
Şunu da söylemek gerekmektedir ki; bu konu hakkında Ehl-i Sünnet hadislerinin Şia’nın hadislerinden az olmasının nedenlerinden biri de Şia’nın, Ehl-i Sünnet’in aksine Ehlibeyt İmamlarının rivayetlerini tıpkı Hz. Resulullah’ın (s.a.a) rivayetleri gibi hüccet bilmeleridir. Ancak Ehl-i Sünnet sadece Hz. Resulullah’ın (s.a.a) rivayetlerini muteber bilmektedir.
Yukarıdaki konuların toplamından elde edilen şudur: Hz. Resulullah (s.a.a) mehdeviyyet konusunu tıpkı İmam Ali’nin (a.s) velayeti konusu gibi Gadir-i Hum’da ümmetine açıkça beyan etmiştir. Ancak Ehl-i Sünnet, tıpkı Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ilk halifesi konusunda Şia mezhebiyle ihtilafta oldukları gibi bu konuda da ihtilaftadırlar ve onu başka türlü beyan etmektedirler.
Buna göre, Hz. Mehdi (a.f) konusu, Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından açıkça beyan edilmiştir. Bu da, bu konunun oldukça önemli olmasından kaynaklanmaktadır
ehlader
[1] İbrahim Eminî, Dadgosteriyi Cihan, s. 92.
[2] a.g.e, s. 40.
[3] Pişvayî, Mehdi, Sire-yi Pişvayan, s. 693.
[4] Bkz. Harrazî, Seyyid Muhsin, Bidayetu’l-Mearifu’l-Âlihiyye.
[5] Pişvayî, Mehdi, Sire-yi Pişvayan, s. 695.
[6] İçerikten naklen bkz. Harrazî, Seyyid Muhsin, Bidayetu’l-Mearifu’l-Âlihiyye, Akidetu’l-Tenafî fi’l-Mehdi bâbı.
[7] Şeyh Saduk, Kemalu’d-Din ve Temamu’n-Nimet, 24 ve 25. Bâblar.
[8] a.g.e, 24. bâb, 2. Hadis.
[9] Şargî, Muhammed Ali, Usul-u Vâfi, s. 226.
[10] Pişvayî, Mehdi, Sire-yi Pişvayan, s. 697.
[11] A.g.e.
[12] A.g.e.
[13] Buharî, Kitabu Bedu’l-Halk, c. 4, s. 143; Sahih-i Muslim, Bâb-ı Nuzul-i İsa,c. 1, s. 94.
[14] a.g.e, s. 700.
[15] Mekarim Şirazî, Nâsır, Gençler için 50 Usul-i Akaid dersi, s. 306.
[16] a.g.e, s. 320.
[17] Mekarim Şirazî, Nasır, Hükümet-i Cihani-yi Hazreti Mehdi, s: 151
Hz. Mehdi’nin Zuhurunun Tarihin Tekâmül Seyrindeki Yeri
Bu rahmetlerin tüm âlemle vasıtası Allah’ın velisidir. Eğer Allah Teâlâ’nın kendisidir dersek kimse bunu sorun etmiyor. Cebrail ve meleklerdir dersek de kimse bunu sorun etmiyor. Ama bu işleri yapan meleklerin ve melekûtun emiri Allah’ın yüce velisidir dediğimizde bu bazılarına tahammül edilmez geliyor.
Tarihe tekâmül bahşetmede Allah'ın velisinin eksen rolü
Mübarek Zuhur hadisesi konusundaki bir başka husus da İmam-ı Zaman efendimizin (a.s.) mukaddes varlığının Zuhur Asrındaki gelişmelerde oynadığı roldür. Bildiğimiz gibi Zuhur, insanlığın ve dünyanın en üstün aşamasıdır. Ancak burada temel soru şu: Bu gelişmeler arasında -ki insanın ve dünyanın kemâl noktasıdır- İmam-ı Zaman efendimizin (a.s.) şahsiyetinin rolü nedir? Niçin Hz. İmam Mehdi'nin varlığı olmadan dünyada bu değişim gerçekleşmeyecektir? Ve neden dünya O'nun gelmesini beklemek zorundadır?
Çok güzel bir soru. Çünkü tarih felsefesi ile ilgili bazı düşüncelerde, insanın tarihi gelişmelerdeki varlığı ve Allah'ın insana verdiği rol doğru bir şekilde tanımlanmamıştır. Onlar, bilinen insanın tarihin tekâmül ekseni olduğunu sanmaktadır. Bu düşünce yanlıştır. Aslında tüm kulluklar ve elde edilen nimetler Allah'ın Velisinin ibadeti ve O'nun Allah'a secdelerinin zımnında, boylamındadır. Dolayısıyla Zuhur
Asrında kulluğun ekseni, yüzyıllardır gaybette ve imtihanda olan yüce Veliyyullah'ın kulluğudur. O, “Urvetu'l-Vuska”dır (sapasağlam bir kulp). “O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara: 256) ayetindeki “Urvetu'l-Vuska” ile ilgili rivayetlerde “sapasağlam kulp” Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsı ve O'nun Ehl-i Beyt'i (a.s.) olarak tefsir edilmiştir. Yani Allah'a kullukta tüm âlemdeki sağlamlık, onların varlığıyladır ve kulların kulluğunun sağlamlığı onlarla ilgilidir. Dolayısıyla Zuhur Asrının hakikati, Hz. Mehdi'nin (a.s.) ibadetlerinden bir mertebedir ve tevhidi toplumun gerçekleşmesi de O'nun eseridir.
Diğer bir açıdan İblis'le zulüm önderlerinin Hz. Peygamber (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt'le (a.s.) çatışmasında Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt'in (a.s.) ibadeti, onların şeytanlıklarına galip gelir. Eğer o ibadetler olmasaydı onların karanlığı bizim hepimizi kaplardı. Nitekim “Yahut engin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onun üstünü bir dalga bürümüştür, onun üstünde bir dalga onun üstünde de bir bulut vardır. Üstü üste yığılmış karanlıklar. Elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Allah kime nur vermemişse artık onun için nur yoktur.” (Nur: 40) ayetindeki “karanlıkları” zulüm önderleri olarak tefsir ediyorlar. Emeviler ise “üst üste yığılmış karanlıklar”dır. Buyuruyor ki, batılın velilerinin karanlığı o kadar fazladır ki “Elini kaldırsa göremeyecek gibidir.” Mümin bu dönemde o kadar karanlığa batmıştır ki kendisinin en yakın güçlerini dahi göremiyor, kendisini unutuyor. Ama bu karanlık, Hz. Fatıma (selamullâhi aleyhâ) evladından olan bir imamın nurundan başkasıyla ortadan kaldırılamıyor! Nitekim bu kısmının tefsiriyle ilgili ayette şöyle buyruluyor: “Allah kime nur vermemişse artık onun için nur yoktur.” Bu nurdan nasibi olmayan kimse, sadece bu dünyada karanlıkta değildir, kıyamet gününe kadar karanlıktadır.
Dolayısıyla, karanlık cereyanını ortadan kaldırabilecek olan o nurdur. Dalaleti yok eden, o hidayettir, Hz. Mehdi'nin (a.f.) nuru ve hidayetidir. Ölümü götüren o hayattır, yani hayat-ı tayyibe / temiz hayat Hz. Mehdi'nin hayatıdır. Hz. Mehdi Zuhur Asrında, Allah'ın velayetini ve rahmetini tecelli ettirmeye izinli oluyor. Bizim de görüşlerimizi ıslah etmemiz gerekir ve kendimizi Allah'ın Velisi ile aynı çapta görmememiz gerekir. Elbette tüm kalpler bu bilgiyi kaldıramaz. Hatta bazen sıradan Şiilerin de bunu kaldıracak kapasitesi yoktur. Bu sorun da değildir, herkese bu bilgiyi vermemek gerekir; çünkü onu kaldıramaz ve altında ezilirler. Rivayetlerde de şöyle geçer: “Müminlerin derecelerini gözetiniz. Yüksek derecedekilere söylediklerinizi, aşağı derecelerdekine söylemeyiniz. Ona ezileceği yükü yüklemeyiniz bu durumda ondan siz sorumlu olursunuz!” Özetle Zuhur Asrındaki tüm gelişmelerin ekseni Allah'ın Velisidir, başkalarını da kapsayan, O'nun velayetinin tecellisidir, başkaları O'nun varlığının ışığıdır. O halde Zuhurun anlamı, velayetin zuhurundan başka bir şey değildir.
Allah'ın velisinin velayeti, kendisinin muhtelif tecellilerinde zuhur edince hayat, nur, rahmet, ilim, hikmet ve adalet gelir. Bunların hepsi Allah'ın velisinin eserleridir. Bu meseleyi bir başka şekilde herkes kabul eder ve hiçbir muvahhid onu inkâr etmez. Zuhur Asrında gerçekleşecek olan her şey Allah'ın rahmetinin inmesidir dediğimizde herhangi bir mümin bunu inkâr edebilir mi? İnsanları Allah'ın ortağı yapmıyoruz ki haşa! Biz, Allah'ın velisinin ortağı bile değiliz. Bizim iradelerimiz O'nun velayetinin boylamındadır. Islahımız da O'nun velayetinin boylamındadır. Hz. Mehdi, ıslahtan elini çekerse zulüm önderleri ve İblis kimseyi rahat bırakmaz. Batıl cephenin fitnesi o kadar karanlıktır ki mümin kendisini unutur. İnsanı bu âlemden tüm âlemlere kadar o karanlıklardan kurtaracak olan Allah'ın velisinin nurudur. Zuhur, Allah'ın velisinin toplumsal hayatın tüm alanlarında tecelli asrıdır.
Acaba, Hz. Mehdi (a.f.) Zuhur sırasında yalnızca liderlik rolü oynar ve bu hareketi yaratan yalnızca O'nun maddi varlığıdır denebilir mi?
Onun batıni velayeti, Zuhurun temel ilkesidir. Bu konuyu, ben daha önceki sorularınızı cevaplarken açıkladım. Âlemde var olan çatışma, batıni olarak İblis ve zulüm önderleriyle İmam Mehdi (a.f.) arasındaki çatışmadır. İmam Mehdi, Hakk'ın feyiz vasıtasının en yüksek mertebelerinden biridir. Nitekim O'nun hakkında duada şöyle diyoruz: “Yerle göğü birbirine bağlayan sebep nerede?”… Onun secdelerinin bereketiyle Allah rahmet (salavat) gönderir, bu salavatın tortusu yeryüzünün her yerinde kalır. Belki de duadan önce salavat gönderin denmesinin sebebi budur. Salavat O'na nazil olmadıkça size hiçbir rahmet nazil olmaz.
O, sadece bir fert değildir. O, tüm enbiyanın ve vasilerin varisidir. Onun ziyaret duasında şöyle okuruz: “Selam olsun enbiyanın varisine ve vasilerin sonuncusuna…” Allah Teâlâ'nın nazil ettiği tüm rahmet ve kemâl şu an O'nun elindedir. Buyrulmuştur ki İmam Mehdi (a.s.) zuhur ettiğinde Kâbe'ye yaslanacak, tüm ulu'l-azm peygamberlerin (a.s.), Hz. Peygamber'in (s.a.a.) ve tüm Masum İmamların (a.s.) isimlerini anarak diyecek ki “Her kim onları görmek isterse gelsin ve bana baksın!”
O halde tüm değişimleri meydana getiren, Hz. İmam'ın varlığının kemâlâtıdır.
O'nun varlığının kemâllerinin nazil olmasıdır. Zuhur Asrında gerçekleşen şey, velayetin tecelli izni almasıdır. Onun zuhurunun nazil olması, Zuhur Asrının bereketleridir. Allah'ın kulları kulluk makamına ulaşmak, rahmeti şeytanlık mertebesinde değil, kulluk mertebesinde elde etmek istiyor, öyle değil mi? Bir başka deyişle yalnızca Allah'ın umumi rahmetini kavrama kapasitesine sahipler, Allah'ın rahim rahmetini idrak edip kavrayamıyorlar. Bu rahmetlerin tüm âlemle vasıtası Allah'ın velisidir. Eğer Allah Teâlâ'nın kendisidir dersek kimse bunu sorun etmiyor. Cebrail ve meleklerdir dersek de kimse bunu sorun etmiyor. Ama bu işleri yapan meleklerin ve melekûtun emiri Allah'ın yüce velisidir dediğimizde bu bazılarına tahammül edilmez geliyor.
Yani aslında “Yeryüzü, Rabbinin nuruyla aydınlandı” ayeti tahakkuk ediyor.
Evet, aslında Zuhurun özelliği dünyanın yeni bir hayat bulmasıdır. “Bilin ki Allah, yeryüzünü ölümünden sonra diriltmektedir.” (Hadid: 17) ayetinin tefsirinde Hz. Mehdi'nin (a.f.) zuhuruyla yeryüzündekilerin yeniden hayat bulacağına dair rivayetler nakledilmiştir. İmam (a.s.) “Kâfir ölüdür” buyuruyor. Yani küfrün defteri dürülüyor, herkes mümin oluyor. Mümin olunca hayata kavuşuyorlar. Bu canlı insan rahmeti idrak edip kavrayabilir. Hak kelamını dinleyebilir, öğüt alabilir, yola koyulup nimetleri derk edebilir. Yoksa Hz. Peygamber (s.a.a.) Allah'ın rahmetinin tüm derecelerinden ve cennetin derecelerinden söz etmiştir, ama müşrikler ölü oldukları için O'nu dinlemekten acizdiler. Nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: “Şüphesiz sen ölülere söz dinletemezsin” (Rum: 52) veya “Sen kabirlerdekilere işittiremezsin!” (Fatır: 22) Mezarını kendisiyle birlikte taşıyan birine cennet ve cennetin dereceleri anlatılamaz. O, kendi mezarından başka bir yeri görmez. Ama bu hicap, Veliyyullah'ın nuru ile ortadan kaldırılınca kalplerde rahmetin, nimetin ve kemâlin dereceleri kavranabilir oluyor.
Her şey Allah'ın velisine dönüyor. Çünkü O, Allah'ın mutlak halifesidir. Allah'ın rahmetinin ulu'l-azm peygamberlere bile ulaşma yolu O'nun velayetidir. Nitekim birçok rivayette geçtiği üzere ulu'l-azm peygamberlerden (a.s.) bile O'nun velayetine bağlılık sözü alınmıştır. Zaten bu peygamberlerin dereceleri, velayet misakında azim sahibi olmalarından, misaklarından, misaklarına bağlı kalmalarından, dünyada amel etmelerinden ve kendi ümmetlerini Müminlerin Emiri İmam Ali'nin (a.s.) bayrağı altında toplanmaya hazır hale getirmelerinden dolayıdır. Tüm hakikatlerin esası o taraftan nazil oluyor. Bazen bizim kibrimiz, gizli bir büyüklenme de olsa bu menzilleri idrak etmemize ve kendimizi İmam-ı Zaman'ın (a.s.) olduğu tarafa yerleştirmemize izin vermiyor. Bu, nefsin kibirlenmesidir. O da tahammül eder ve bize bir şey söylemez. Kardeşleri, Hz. Yusuf'a dediler ki: “Hâlbuki biz kalabalık bir cemaatiz. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanlışlık içindedir.” (Yusuf: 8) Hz. Yusuf da onlarla çatışmadı ve onların eziyetlerine katlandı ve tabii tedricen onları doğru yola getirdi. Hatta bir gün gelip ondan buğday istediler. Onlara merhamet etti ve buğday verdi. Daha önce kendisini kuyuya attıklarına dair bir şey söylemedi. Kendisini de hemen onlara tanıtmadı; çünkü henüz onu tanıyamıyor ve kavrayamıyorlardı. Ancak Yusuf'un kendisini onlara tanıtmasının ve onların da bunu kavramasının zorunlu olduğu bir noktaya ulaşınca Hz. Yusuf kendisini onlara tanıttı ve onlar ancak o zaman “Allah'a yemin ederiz, Allah gerçekten seni bizden üstün kılmıştır. Biz gerçekten de büyük hata işledik.” (Yusuf: 91) dediler.
Biz hata yaptık, sen neredesin, biz neredeyiz! Biz hata yaparak seni kendimizden üstün gördük ve seni kuyuya attık. Sen bizden üstün olduğun için kuyunun dibinde de bize lanet etmedin. Şu an yöneticiliğe geçtiğinde de senden rahmetten başka bir şey görmedik… Bunlar ne zaman anladılar? Hem Allah'ın Velisine sorun çıkardılar, hem kendilerini mahrum ettiler, uzun süre boyunca, ömürlerinin büyük bölümünü Yusuf'suz harcadılar; hâlbuki Yusuf'un yanında Allah'a ne kadar da yakın olabilirlerdi! Fakat işin sonunda mecbur oldular ve bu mecburiyetle Allah onları Yusuf'un evine getirdi.
Bizler de bazen böyleyiz, bazen kendimizi Allah'ın Velisi ile aynı seviyede görüyoruz! Bazen de Allah'ın velisinden üstün olduğumuzu sanıyoruz! Bu nasıl bir mukayesedir? Biz âlemin hücreleri bile değiliz, hâlbuki O tüm varlığın ruhudur! Siz örneğin bedeninizin organlarında yaşayan hücrelere deseniz ki sen ve senin gibi milyarlarcası bir bedeni oluşturuyorsunuz ve Allah o bedenin tamamını ruh için yaratmıştır. Bu söz o hücreler için anlaşılabilir ve kavranabilir şeyler değildir. Fakat bu bir gerçekliktir. Yukarıdan baktığımızda görüyoruz ki milyarlarca hücre çalışıyor, ürüyor, savaşıyor, düzene, kurala sahiptir vs… Onların tümü bizim ruhumuz için yaratılmış olan bedenlerdir ve bu ruhun çıkmasıyla hepsi dağılır. Allah'ın velisi de aynı role sahiptir. Bir kimse Allah'ın velisi ile ilgili böyle bir algıya sahip olursa Zuhur Asrının velayetin zuhur asrı olduğunu ve tüm nimetlerin onun velayetinin tecellisi olduğunu anlar. Aynı şekilde cennet nimetleri de böyledir, cennetin dereceleri de onlara olan marifetin dereceleridir.
Hasan Nasrallah İddialara Cevap Verdi: Yalan ve Dedikodudan İbaret
Hizbullah’ın Rusya’ya destek için Ukrayna’ya savaşçı gönderdiği iddiasına yanıt geldi.
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, bazı medya kuruluşlarının Hizbullah'ın Ukrayna'daki varlığına ilişkin söylentilerinin yalan ve dedikodudan ibaret olduğunu kaydetti.
Nasrallah, bu hareketin Ukrayna'da uzmanı veya muharip gücü olmadığını vurguladı ve Lübnan hükümetine bir kriz yönetim merkezi kurma çağrısında bulundu.
Son günlerde ABD yanlısı yanlısı medya kuruluşları, Lübnan Hizbullah güçlerinin Ukrayna'da Rusya'yı desteklemek için askeri varlığını iddia eden asılsız söylentiler yayıyor.
Huzur ve Zuhur Farkı
Keyhan Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin Şeriatmedari "O bizim dönmemizi bekliyor" başlıklı makalesinde şunları yazdı:
1- İmam Humeyni'nin (r.a) şu sözüne dikkat edin!
"Şu an çok hassas bir durumdayız. Bu, tarihin en hassas noktasıdır. Sanki dünya, Mekke ve Kabe ufkundan, mazlumların arzularını ve mazlumların egemenliğini gerçekleştirecek olan velayetin doğuşuna hazırlanıyor.
2- Şimdi, Devrimin Yüce Lideri'nin şu sözünü okuyun!
"Bugün dünya tarihi, insanlık tarihi büyük bir tarihsel dönemeçtedir. Tüm dünyada yeni bir dönem başlıyor. Bu dönemin en büyük ve en açık alameti, Yüce Allah'a teveccüh etmek ve sonsuz ilahi güçten yardım istemek ve vahye dayanmaktır. İnsanlık materyalist mektepleri ve ideolojileri aşmıştır.
3- Çağdaş dönemin önemli ve tanınmış gazetecilerinden, Mısır'ın el-Ahram Gazetesinin Başeditörü Muhammed Hasaneyn Heykel, İmam Huneyni (r.a) hakkında şunları söylüyor: "Humeyni'yi, Resulullah'ın (s.a.a) vizyonunu ve karakterini bu yüzyıla getiren özel sahabelerinden biri olarak görüyorum. O sanki, Ali'nin (a.s) şehadetinden sonra şaşkın ve komutansız kalan Ali'nin (a.s) birliklerini komuta etmek için gelmiş gibi."
4- 1970'lerde Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'nın danışmanı olan Henry Kissinger şöyle diyor: "Ayetullah Humeyni, Batı'yı ciddi bir planlama kriziyle karşı karşıya bıraktı. Onun kararları o kadar şiddetliydi ki, politikacılardan ve teorisyenlerden her türlü düşünme ve planlama fırsatını alıyordu. Onun kararlarını kimse tahmin edemezdi. O, günümüz dünyasında bilinenlerin dışında kriterlere göre konuşur ve hareket ederdi. Sanki başka bir yerden ilham alıyor gibiydi. Ayetullah Humeyni'nin Batı düşmanlığı, onun ilahi öğretilerinden kaynaklanıyordu. O, düşmanlığında da ihlaslıydı."
5- BBC WORLD Tv Kanalı, 21. yüzyılda yaşanabilecek olayları inceleyen "İkinci Yüzyıl" adlı belgesel dizisinde Batılı siyasi liderlerlere şu uyarılarda bulunuluyor:
"İran'da 1979 yılında yaşananlar sadece İranlılar için değil, tüm dünya dinleri için bir dönüm noktasıdır. Dünya çapında milyonlarca insanın kökten dinciliğe dönüşünde bir dönüm noktasıdır. Dünyanın her yerinde Hristiyanlık, Musevilik, Budizm, Hinduizm gibi farklı dinlere mensup kişiler kökten dinciliğe yöneldiler. Yetmiş yıl önce dine karşı savaşan Türkiye'de bile bugün İslami ilkelere dönüş süreci hızlanıyor."
6- Binyamin Netanyahu, 26 Mayıs 2011'de ABD Kongresi'nde yaptığı konuşmasının bir bölümünde şöyle diyor: "Şimdi zaman geçti ve tarihin menteşeleri yakında dönebilir. Suudi Arabistan'daki Hayber Geçidi'nden Fas'taki Cebelitarık Boğazı'na kadar Ortadoğu'da büyük bir dönüşüm yaşanıyor. İran'da 1979'da yaşananlar gibi, arzularımızın alevlerinin söndürülebileceğini unutmamalıyız."
7- Ünlü bir Amerikalı stratejist ve Beyaz Saray'a yakın siyasi şahsiyetlerden olan Alvin Toffler şu itirafta bulunuyor: "İslam'ın artan gücünü hesaba katmadan önümüzdeki yıllardaki dünya gücü oyunu anlaşılmaz."
8- Tanınmış bir Amerikalı sosyolog olan Immanuel Wallerstein endişeyle şunları söylüyor: "Bizim bir dünya düzeni kurmamızın önündeki en büyük engel, İmam Humeyni'nin Velayet-i Fakih doktrinidir. Tüm teoriler zamanla rengini kaybeder, eskir ve tarihe karışır. Ama İmam Humeyni'nin Velayet-i Fakih teorisi giderek daha canlı hale geliyor ve birçok Müslümanı kendine çekiyor."
9- Ünlü İngiliz sosyolog Anthony Giddens, içinde bulunduğumuz yüzyılın temel değişiklikleri hakkında şunları yazıyor: "Geçmişte, üç sosyoloji devi, Marx, Durkheim ve Max Huber, küçük iktilaflarla, dünyanın genel sürecini laikliğe ve dinin marjinalleşmesine doğru ilerlediği yönünde değerlendirdiler. Ancak 1979'dan bu yana ve İran'da İslam İnkılabının ortaya çıkmasıyla birlikte, bu hipotezin tersine doğru ve farklı bir eğilime şahit olduk. Yani dünyanın genel süreci dindarlığa doğru hızlanıyor."
10- İmam'ım! Sana gaybettesin diyorlar. Çünkü zahirde yoksun ama bu hazır bulunmadığın anlamına gelmiyor! Gaybeti hazır bulunmamak olarak tabir etmek, Sana atılan çirkin bir iftiradır ve bu kişiler "Zuhur" ve "Huzur" arasındaki farkı bilmiyorlar. Bekleyişi içerisinde olduğumuz Senin gelişin "Huzur" değil "Zuhurdur". Gece gündüz Seni anan Sana gönül bağlayanlar, Allah'tan Senin hazır bulunmanı değil, zuhur etmeni istemektedir. Sen zuhur ettiğin zaman herkesin şaşkınlıktan ağzı açık kalacak ve "Seni daha önce de görmüştük" diyecekler. Doğru söylüyorlar, çünkü Sen bizim aramızdasın. Çünkü Sen bizim İmamımızsın. Ümmeti arasında bulunmayan ve onların işleriyle ilgilenmeyen hiçbir İmam yoktur.
İmamımız! Ey her kervanın kıblesi, Ey gece yolcularının meşalesi. Hala dünyayı intizarında mı bırakacaksın? Biliyoruz ki Sen de bize döneceğin günü bekliyorsun. Hasretle çırpınıyor, pişmanlıkla haykırıyoruz:
Bir ömür onun huzurundan geride kaldık
Bu soğuk gurbette yalnız kaldık
O, bizim dönmemizi bekliyor
Gaybet-i Kübra'da kalan bizlerdik.