
کارگر
AB'den doğan boşluğu dolduracağız
İran, AB'nin ambargosunun İran için önemli olmadığını, petrol ihraç edecekleri yeni ülkelerle müzakere ettiklerini açıkladı
İran, petrol ihracatında AB ülkelerinin yerini alacak ülkelerle müzakere edildiğini bildirdi.
İran'ın resmi haber ajansı IRNA'nın haberine göre, Petrol Bakanı Rüstem Kasımi, AB'nin petrol ambargosunun ihracatta önemli bir etkisinin olmayacağını söyledi.
Petrol dahil İran'a yönelik yaptırımların yeni başlamadığını kaydeden Kasımi, petrol sanayinin bu yaptırımlardan olumsuz etkilenmeyeceğini belirtti. Yaptırımlara karşı koyabilmek için alternatifler olduğunu belirten Kasımi, ''AB'nin yerine yeni müşterilerimiz var ve onlarla müzakerelerimiz sürüyor'' dedi. Kasımi, ''İran petrolünün, uluslararası piyasalardaki satışı sürüyor. Zaten AB'nin yaptırımları başlamadan biz bu ülkelere petrol satışını durdurmuştuk'' diye konuştu.
Yaptırımlar öncesi AB'ye yapılan petrol ihracatının toplam ihracatın sadece yüzde 18'ini oluşturduğunu hatırlatan Kasımi, bunun telafisinin çok da zor olmadığını bildirdi.
Petrolün siyasileştirilmemesi gerektiğini defalarca karşı tarafa söylediklerini anlatan Kasımi, en çok zararı petrol ithal eden ülkelerin göreceğini, faturanın da o ülkelerin vatandaşlarına kesileceğini vurguladı.
Kasımi, uluslararası petrol piyasasının da bu durumdan etkileneceğini kaydetti.
AB ülkeleri bugünden itibaren geçerli olmak üzere İran'dan petrol ithalatını yasaklama kararı almıştı.
İran İslam Cumhuriyeti Savunma Bakanı, İran’ın ele geçirdiği RQ-170 Amerikan İHA uçağının yeni bilgilerini deşifre ettikl
RQ-170 Amerikan İHA uçağının deşifre işlemleri devam ettiğini ifade eden Savunma Bakanı Tuğgeneral Ahmed Vahidi, bu uçaktan yeni bilgiler elde edildiğinin bilgisini verdi.
Tuğgeneral Vahidi, ele geçirilen bilgilerin paylaşılamayacağını konuşmasına ekledi.
S-300 füze savunma sistemleri dolaysıyla Rusya’yı şikayet eden İran’ın şikayetinin hangi aşamada olduğu sorusuna Tuğgeneral Vahidi, uluslararası toplumlar nezdinde incelenmekte olan bu konunun uzun sürmesinin olağan olduğunu dile getirdi.
İran Savunma Bakanı, Hürmüz Boğazı ve bölge güvenliği hususunda da değerlendirme yaparak, “Hürmüz Boğazı’nın güvenliğini temin eden İran İslam Cumhuriyeti, bu stratejik Boğaz’ın güvenliğini tehlikeye atmak isteyen her kimseye karşılık verecektir” diye konıştu.
İran menfaatleri için Hürmüz Boğaz’nın öneme vurgu yapan Tuğgeneral Ahmed Vahidi, bu Boğaz'da cereyan eden bütün gelişmeleri dikkatla izlediklerini kaydetti.
İmam Hamanei: Şii ve Sünni Müslümanlar birlik ve dayanışma yapmalıdır
İslam Devrimi Lideri İmam Hamenei Zişan peygamber efendimiz Hz. Muhammed Mustafa sav’nin Bie’sat günü( Mirac Kandili) kutlamalarında yaptığı konuşmada, Bie’sat ve Risalet Nurunun peygamber efendimize indirilmesiyle birlikte Allah cc’nin beşeri toplumun düşünme gücünü yükseltme ve Ahlaki arındırma ve takva’yı zirveye ulaştırma amacını güdüğünü söyledi.
İranlı yetkililerle İslam ülkelerinin elçi ve temsilcilerini kabul eden İmam Hamenei, Müslüman milletlerin yaşadıkları tecrübeler sayesinde batılı ve doğulu ekollerden yüz çevirip, Muhammedi İslam’a yöneldiklerini, bunu bir kurtuluş yolu olarak nitelendirdiklerini, çünkü sadece İslam dininin beşeri toplumu saadet ve yüceliğe kavuşturabileceğini sözlerine ekledi. Hürriyet ve adaletle eşitlik, Takva ile ahlak dini olan İslam, asla zülüm ve fesadı kabul etmez. İslam inkılabı rehberi İmam Hamenei’nin vurguladığı gibi günümüzde büyük ve tekelci sermaye sahipleri, büyük bankalarla uluslararası tekelci şirketler ve kapitalist sistem, dünya toplumuna karalık bir diktatörlüğü egemen kılıp, İnsan varlığına ve temel haklarına hiçbir önem vermemektedirler.
Günümüzde sultacı ve sömürgeci cephenin karşısında sömürgeciliğe teslim olan cephe söz konusudur. Fakat bu karanlık ve insanlık dışı hegemonyacı sistemden kurtuluşun tek yolu, milletlerin düşünme ve tahlil gücünü yükseltmek, sömürgeci güçlerin fitne ve komplolarına karşı Kuranı kerimin öğretileri sayesinde birlik ve dayanışma içinde olmaktır. İslam inkılabı rehberi İmam Hamenei ayrıca bölgedeki milletlerin sömürgecilerin işbirlikçisi ve dikta rejimlere karşı kıyamlarına değinerek, sömürgeci güçlerin halk devrimlerini saptırıp yönlendirmeye çalıştıklarını, fakat kıyamcı milletlerin akılcı davranıp düşünme ve tahlil güçlerini arttırarak ve Allah’ın Nusretine inanarak zorba ve sömürgeci güçlerin fitnelerini etkisiz hale getirebileceklerini, bu bağlamda İran halkının tecrübelerinden istifade etmeleri gerektiğini söyledi.
Amerika ile müttefikleri batılı güçler ve onların bölgedeki yerli işbirlikçileri ve kuklaları Şii ekseninden söz ediyor ve Sünni Müslümanları korkutarak tuzağa düşürmeye çalışıyorlar. İslam inkılabı rehberi de bu konuda uyarıda bulunarak İslam düşmanlarının Şii ve Sünni Müslümanların birlik ve kardeşlik ruhundan dolayı dehşete kapıldıklarını ve iki Müslüman kardeş arasında tefrika ve çatışma çıkarmaya çalıştıklarını, sömürgeci ve emperyalist güçlerin gizli servisleriyle işbirlikçilerinin Şii gücünün yükselişe geçtiğini ileri sürerek mezhep savaş çıkarmaya çalıştıklarını, fakat Şii ile Sünniliğin özünden bile habersiz olduklarını ve hiç birini tanımadıklarını belirtti. İslam inkılabı rehberi Ayetullah Seyid Ali Hamenei’nin özenle vurguladığı gibi, bütün Müslüman milletler Bie’set’i Resullullah sav’nin yüce ilahi değerleriyle ilkelerine bağlı kalarak İslam ümmetinin İslam düşmanlarına ve sömürgeci güçlere karşı zaferini mutlaka gerçekleştireceklerdir.
İmam Humeyni 'İran'ın Duruşu Müslüman Halkların Bağımsızlık Arzularını Kamçıladı
İslam İnkılabı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamenei Yargı Gücü Başkanı ve çok sayıda hukukçuyu kabulü sırasında yaptığı konuşmada toplumda adaletin hakimiyeti için Yargı Gücü'ndeki faaliyet sisteminin daha da geliştirilmesi gerektiğini vurguladı ve bu hedefe ulaşılabilmesi için de Yasama ve Yürütme güçlerinin katkılarına ihtiyaç olduğunu belirterek; bu yüzden hükümet, meclis ve yargı mekanizmasının mevcut şartlarda tam bir dayanışma içerisinde İslam'ın, İran halkının ve ülke bağımsızlığı ile kimliğinin savunulabilmesi için ortak bir cephede yer aldıklarını söyledi.
27 Haziran 1981 tarihindeki bir patlamaya kurban giden Ayetullah Beheşti ve İslam İnkılabı'nın öncü kadrolarından 72 kişinin şehadet yıldönümü münasebetiyle gerçekleştirilen bu ziyaret sırasında konuşan İmam Hamenei, Yargı Gücü'nü hapis cezalarını minimuma indirmeye çağırarak, hapis ve zindan olgusunun istenmeyen sonuçlara da yol açtığını ve hatta bizzat mahpuslar, aileleri ve iş çevresi açısından sakıncalar meydana getirdiğini kaydetti.
İnkılap Rehberi ayrıca yargı süreci boyunca insanların haysiyetinin korunması konusunun çok hassas ve önemli meselelerden biri olduğunun altını çizdi.
Konuşmasının bir başka bölümünde İslam dünyasındaki uyanış ve halk kitlelerinin İslami ideallere yönelişine değinen İmam Hamenei, bu durumun İran İslam Cumhuriyeti'nin sürmekte olan şanlı hareketinin İslam dünyasındaki kamuoyunda yankılanmasından etkilendiğini belirterek şöyle konuştu: 'İslam nizamındaki bilimsel ilerlemeler, coşkun seçimler gibi dev sosyal hareketler ve İslam Cumhuriyeti'nin emperyalist zorbalar karşısındaki duruşu ve direnişi, diğer halkları İslam'a dayanarak bağımsızlığa kavuşma özlemlerini kamçılamaktadır. Bu yüzden zorba kudretler olanca güçleriyle İran milleti üzerinde baskılarını arttırmakta ve böylelikle bu temel merkezin etkisini kırabilmeyi ummaktadırlar.'
İslam İnkılabı Rehberi, bu çerçevede özellikle insan hakları ve nükleer enerji gibi konularda İslam Cumhuriyeti aleyhinde sürdürülen çeşitli sansasyonlara değinerek şu değerlendirmede bulundu: 'Kendilerini dünya toplumu sayan bu zorba güçler çeşitli yalanlarla İran İslam Cumhuriyeti'ni güya kendi halkının desteğinden yoksun kılabileceklerini sanmaktadırlar. Emperyalist güçlerin İran aleyhindeki yaptırımlarının hedefi halkı baskılar altında bıkkınlığa sürüklemek ve İslam düzeninden koparmaktır. Ancak, Allah'ın izniyle bu entrikada da başarısız kalacaklardır. Zira onlar İran halkı ve yetkililerini hala tanımamışlardır.'
İmam Hamenei konuşmasının devamında Amerika'nın İran İslam Cumhuriyeti'ni ablukaya alabilmek için sürdürdüğü çabalara işaretle şunları söyledi: 'Onların bizzat kendileri ciddi ve çözümlenemeyecek problemler arasında abluka altındadırlar. Oysa İran, Allah'ın lütfu sayesinde ihtiyaç duyduğu tüm imkanlara sahip bulunmaktadır. Yerli servet ve imkanlar, iyi bir halk, zengin insan kaynakları, dış borçların bulunmaması gibi konular, İran'ın kuvvet noktaları arasındadır. Mevcut şartlar altında düşman tüm gücünü devreye sokarak, İslam Cumhuriyeti'nin bu kaynaklara erişimini ve kuvvet noktalarını zayıflatmak amacındadır. Ancak, İran'lı yetkililer bu komployu suya düşürmek için tüm güçleriyle çalışmaktadırlar.'
Türkiye, kimin yanında ve kime karşı Suriye'ye müdahale etsin?
Suriye'de sürmekte olan iç savaşın rejimle ilgili boyutu olduğu kadar bölgesel ve küresel boyutları da var. Bu ülkede meydana gelecek bir yönetim değişikliği bu ülkenin eksi eksende mi kalacağı, yoksa eksen mi değiştireceği konusunu kilit soru haline getirdi. Bölgesel resme bakalım:
Tunus ve Mısır'da başlayan sivil muhalefeti militarize edip sonunda ülkeyi iç savaşa sürükleyen en önemli faktör petrol zengini Körfez ülkeleri oldu. Zira apaçık ortadaydı, eğer Suriye'deki rejim de Tunus ve Mısır'daki gibi değişseydi, sıra onlara gelecekti ve hiçbiri istisna olmamak üzere domino taşları gibi devrilecekti. Umman gibi sakin bir ülkede dahi bir anda gösterilerin baş göstermesi bunun işaretiydi. Körfez ülkeleri şiddet yanlısı ve silahtan başka yöntem bilmeyen grupları organize ederek Irak, Ürdün ve Lübnan üzerinden Suriye'ye soktular, sivil muhalefeti militarize ettiler, dışarıdan gelen unsurlar asker ve polise karşı silah kullanınca sivil muhalefet silahlı mücadeleye dönüştü. Arkasından Türkiye üzerinden Libya'dan silahlı unsurlar bu gruplara dâhil edildi. Bu bize gösteriyor ki, Körfez ülkeleri ilk günden Suriye iç savaşına müdahildirler, ABD'nin muhalefetin finansman işini bu ülkelere havale ettiği ise sır değil.
İran, Esed yönetimi yanında yer aldı. İlk zamanlarda Müslüman Kardeşler'in kuracağı bir hükümet formülüne paralel olarak Türkiye'nin 1946 yılı benzeri seçimlerin yapılması ve Esed'in bir dönem daha yönetimde kalması seçeneği üzerinde duruldu. Fakat muhalefet liderleri hem silahlı mücadeleyi bırakmadı hem deklare ettikleri Esed sonrası Suriye fikriyle İran'ı ve Hizbullah'ı kararlı bir biçimde Esed'in yanına çekti. Birkaç örnek verelim:
Suriye Ulusal Konseyi'nin önde gelen ismi Burhan Kalyon, Esed'i devirdikten sonra ilk yapacakları işin "İran'ı bölgeden kovup İsrail'le barış anlaşması imzalayacaklarını" açıkladı. Eski Başbakanlardan Ma'ruf Devalibi'nin oğlu Nevfel Devalibi İsrail gazetesi Ma'ariv'e verdiği demeçte "Yeni Suriye'nin İsrail'le barış müzakerelerini yapacağını" söylüyordu (Yeni Şafak, 30 Nisan 2012). Daha ilginç ve elbette dramatik olanı Hasan el Benna sempozyumu dolayısıyla Türkiye'ye gelen Suriye Müslüman Kardeşler Başkanı Riyad El Şakfa'nın verdiği demeçti: "Suriye'deki devrimin başarısı bütün bölgede ciddi değişikliklere yol açacaktır. Bu sayede İran, Irak, Suriye üzerindeki Hizbullah ittifakının beli kırılacak ve bölge böyle bir beladan kurtulmuş olacaktır." (TimeTürk, 7 Mayıs 2012). Şakfa'nın temennisi, "Arap baharı"nın "İslam baharı"na dönüşüp İran rejimini silip süpürmesidir.
Kalyon, Devalibi, Şakfa vd.nin deklare ettikleri "Esed sonrası yeni Suriye" elbette İran ve Hizbullah için bir tehdittir. Nihayet bunu İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres de dile getirmiştir: "Suriye'deki yönetimin yıkılması Hizbullah için öldürücü bir darbe olacaktır" (Yedioth Ahronoth, 4 Nisan 2012).
İsrail açısından Suriye, İran'ın bölgedeki kolu kanadıdır, Hizbullah Suriye ile vardır. İsrail, bir yandan İran'ı nükleer programını tamamlayamadan vurup etkisiz hale getirmek istiyor, öte yandan 2006 yenilgisinin intikamını alıp Hizbullah'ı Lübnan'dan silmek istiyor. Ama bugünkü Suriye durdukça bu mümkün olmayacak, dolayısıyla her ne olursa olsun mevcut yönetimin devrilmesini ve ona bu fırsatı kullanmaya göz yumacak yeni bir yönetimin gelmesini istiyor. Bunun karşılığında Golan'ı bile devretmeye hazır, çünkü Peres "Hem Hizbullah hem Golan tepeleri olmaz, ikisinden birini tercih etmeliyiz." diyor.
Tabii ki bu resme yeni Irak'ı eklemek gerekir. Saddam dönemi Irak, İran'a hasımdı; yeni Irak müttefik. Dolayısıyla Suriye, arkasında İran, Irak ve Lübnan Hizbullah'ı olan bölgesel koruma altında olan bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Bu kombinezonda Türkiye eğer fiili adım atacaksa, İsrail'e ve ABD'ye karşı öfke içinde olan Arap kamuoyundan başka bu dört bölge ülkesini de hesaba katmalı. Suriye'ye müdahale Suriye'den ibaret kalmaz, bölgesel bir savaşa döner. Elbette bunun küresel boyutuna Rusya ve Çin'i de ilave etmeliyiz.
YAZININ DEVAMI İÇİN...
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1311332&title=bir-bolgesel-sorun-olarak-suriye
Takiyesiz, sabit görüşler: Ehli sünnet ve Şia Mezhebine Göre Kimler Kafirdir
Şii ve Ehli sünnet fakihlerine göre her kim İslam dininin zaruretlerinden birini inkar ederse kafirdir ve dininin dışındadır.
Müslümanlar arasında meşhur ve maruf olan, İsna Aşeri (12 İmam) Şiilerine muhalif olan fırkaların ve muhaliflerin “tahir” ve “temiz” olduğudur.”
İmam Malik şöyle demektedir: Eğer birisinin kafirliğine % 99 ve imanına sadece % 1 ihtimal versem, Müslüman’a hüsnü zandan dolayı onun amelini müminliğe yormak gerekir.”
Şii ve ehli sünnet fakihlerine göre her kim İslam dininin zaruretlerinden birini inkar ederse kafirdir ve dininin dışındadır.
Hiçbir Müslüman Allah’ı, Peygamberi, Kıyamet gününü ve İslam’ın emirlerini inkar etmemektedir. Eğer İslam mezhepleri arasında tevhit, nübüvvet ve bunun dışındaki bazı konular hakkında bazı görüşler dile getirilmiş olsa da bunlar dinin zorunluluklarından değildir, bilakis bunlar nazari görüşler olup bunları inkar etmek insanı dinden çıkarmaz. Zira sahih içtihatla gündeme getirilen zaruri ve zorunlu olmayan konuları inkar etmek insanı İslam dairesinin dışına çıkarmaz.
Elbette Vahabiler, Müslümanların Peygamber efendimizin (s.a.a) ve evliyaların kabirlerine ihtiram göstermesini, istiğase ve Allah dışındakilerden talepte bulunmayı şirk bilmektedirler! Halbuki hiçbir Müslüman Hz. Peygamber Ekrem’e (s.a.s) ve evliyalara tapmamaktadır. Onlara ihtiramda bulunmaları ve onları ziyaret etmek için türbeler inşa etmelerinin şirke sebep olacağına inanmamaktadırlar. Çünkü sadece Allah’tan başkasından bir şey istemek ve istiğase şirk olsaydı, yeryüzünde bir tane bile muvahhit kalmazdı! Zira tüm insanlar yaşamlarında bir çok sorun ve problemlerle karşı karşıya kaldıklarında Allah’ın dışında başkalarından yardım dilemektedirler. Allah Teala insanları başkalarına ihtiyaç duyacak şekilde yaratmıştır, ihtiyaç duymak ise başkalarından yardım istemeyi ve dilemeği gerektirmektedir. Dolayısıyla Vahabilerin görüşüne göre kendileri de müşriktir. Halbuki doğru görüş Allah’tan başkasını müstakil ve direkt olarak çağırırsak ve onları Allah’ın yerinde veya mukabilinde karar kılacak olursak ve bu kişiler ister ölü olsun ister diri olsun Allah’ın izni olmadan bu işlerimizi (dilek ve isteklerimizi) yerine getirirler dersek işte bu şirktir.
Dolayısıyla Allah, sorunların bertaraf edilmesi ve ihtiyaçların karşılanması için sebepler vasıtası karar kılmıştır. Bu şirk olmadığı gibi, tevhidin özü ve kendisidir. Bu sebepten dolayı kendilerine muhalif olan tüm İslam mezheplerinin takipçilerini kafir, müşrik ve bidat ehli bilen Vahabilerin iddiası Kur’an, sünnet, akıl ve örfe muhaliftir.
Şia’nın büyük ulemalarından Allame Seyyid Kazım Tabatabai Yezdi, şöyle demektedir:
“Uluhiyeti inkar eden veya tevhidi inkar eden veya risalet (nübüvvet) veya dinin zaruretlerinden birini inkar eden kişiye kafir denir. Elbette dinin zaruretini inkar etmek demek dinin zaruriyetinden olduğuna teveccüh ederse kafirliğine sebep olur. Şöyle ki onun inkar edilmesi, risaletin (nübüvvetin) inkarına dönmelidir.”
Şia’nın bir diğer büyük alimi Muhakkik Kereki şöyle yazmaktadır:
“Şia uleması, havariç (hariciler), Gulat (Peygamber ve Ehlibeyt imamlarının sıfatları konusunda aşırıya kaçanlar), Nasibi (Peygamber ve Ehlibeytine düşmanlık güdenler) ve tecsim (Allah’ı cisim olarak bilenler) ehlini necis bilmektedir, ama öteki fırkaları eğer dinin zaruretlerinden birini inkar etmezlerse Müslüman saymaktadır.”
Ayetullah Hoi ise şöyle yazmaktadır:
“İslam’ın tahakkuku, taharet, mal, can ve bunlara bağlantılı şeylerin ihtiramı için dehaleti olan şeyler: Allah’ın vahdaniyetine inanmak, nübüvvet ve İslam fırkalarının inandığı mead’dır.”
Başka bir yerde ise şöyle yazmaktadır:
“المعروف المشهور بین المسلمین،طهارة اهل الخلاف و غیرهم من الفرق المخالفة للشیعة الاثنی عشریة”
Müslümanlar arasında meşhur ve maruf olan, İsna Aşeri Şiilerine muhalif olan fırkaların ve hilaf ehlinin “tahir” olduğudur.”
Bu büyük Şii alimi başka bir yerde ise şöyle yazmaktadır:
“Velayeti inkar eden kimse, her ne zaman şahadeteyni (Allah’ın vahdaniyetini ve Resulullah’ın nübüvvetini) ağzında cari ederse, İslam’ın zahiri hükmüne sahip olur. Aynı şekilde Ehlibeyt İmamlarının kesin siyresi de Ehli sünnetin taharetine delalet etmektedir.”
Şia ulemalarına göre taharet ve Müslüman olmak arasında bir ilinti ve bağ vardır. Yani her Müslüman’ın tahir ve temizliğine hüküm verilir. Halbuki Şii fakihlerine göre Müslüman olmayanlar necistirler.
Muhakkik Hoi Şia fırkaları hakkında şöyle demektedir:
“Zeydiye, İsmailiye ve bunun dışındakilerin hükmü Ehli sünnetin hükmüyle taharet ve İslam açısından aynıdır.”
Dolayısıyla Şii ulemalar asla kendi muhaliflerini ve hatta İsna Aşeri (12 imam) Şiilerinin dışındaki fırkaları tekfir etmemektedirler.
İmam Humeyni (k.s) bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır:
“İsna Aşeri Şiilerinin dışındaki Şia fırkaları, imamlıklarına inanmadıkları imamlara düşmanlık, adavet ve sabbetmeyi zahir etmeseler paktırlar. Ama eğer onlardan biri imamlara karşı zuhur ederse nasibiler gibi olurlar.”
Rivayetlerde ve büyük Şii alimlerin fetvalarında velayet veya imameti inkar etmek küfre sebep olmaktadır denmektedir.
Açıklama:
Ehlibeytin (a.s) muhabbeti İslam dininin zaruretlerindendir. Ehli sünnette buna inanmakta ve bunu imanın kısımlarından bilmektedir. Bundan dolayı eğer (düşmanlık ve adavet anlamında) inkar edilirse küfre sebep olur.
İmametin inkarına gelince: Şia açısından imamet dinin zaruretlerindedir, ancak ehli sünnet gerçi imametin aslını kabul etmekte, ama mısdak açısından bazı yönlerden bu inancı kabul etmemektedirler. Dolayısıyla bunun inkar edilmesi “delil” ve “şüphe” üzerine olursa “tevili küfre” sebep olur. Tenzili küfre sebep olmaz. Yani dinden çıkmak anlamında değildir. başka bir ifadeyle söylenecek olursa nasıl ki İslam’ın farklı derece ve mertebeleri var, küfründe farklı mertebe ve dereceleri vardır. Bu konuyu Şia ulamalar kabul ettiği gibi ehli sünnet ulamaları da kabul etmektedir. ve hatta Vahabiler bile kabul etmektedirler.
İslam şahadeteynle başlar, Allah’ın ve dinin emirleri karşısında teslim olmak demektir. Küfürde İslam dininin zaruretini inkarla başlar ve mertebe ve dereceleri vardır. Onun derecelerinden birisi tevil ve şüpheden dolayı inkar etmektir. Dolayısıyla Şii fakihlerin fetvalarında imam Ali’nin (aleyhi selam) imametini inkar edenlere küfür sıfatını yakıştırmak demek Hz. İmam Ali’nin (aleyhi selam) imametini inkar etmek demek olup mezhepten çıkmak anlamındadır, dinden çıkmak anlamında değil. Bundan dolayı Şii fakihlerin görüşüne göre dinin zaruretlerini inkar etmeyen fırkalar Müslüman’dır ve onlar için İslam hükümleri cari olmaktadır.
***
Ehli Sünnetin Görüşü
İmam Nevevi, Müslim şerhinde şöyle yazmaktadır:
اعلم انّ مذهب أهل الحق: انّه للایکفر أحد من اهل القبلة بذنب و لایکفر اهل الاهواء و البدع الخوارج و المعتزله و غیرهم، و انّ من جحد ما یعلم من دین الاسلام ضرورة حکم بردتّه و کفره
“Bil ki tekfir hakkındaki doğru ve sahih görüş hiçbir kıble ehlinin günahından dolayı tekfir edilemediğidir. Aynı şekilde Heva ehli, bidat, havariç, mutezile ve diğerleri tekfir edilemez. Ve her kim İslam dininin zaruretlerinden olduğunu bildiği bir şeyi inkar ederse onun irtidat ve küfrüne karar verilir.”
Aynı şekilde Mısırlı alim İbni Necim şöyle yazmaktadır:
“Mezhebin görüşü, Dinin zaruretlerinden olan bedihi usullerin muhalifler tarafından inkar edilmesinin dışında tekfir edilmemesidir.”
Aynı şekilde “Cemu’l Cevami”den şöyle nakledilmektedir:
Bizler, ehli kıble olan hiç kimseyi bidat yaptığı için tekfir etmiyoruz. Örneğin Allah’ın sıfatlarını inkar eden, kulların fiillerinin yaratılması, kıyamet gününde Allah’ın görülmesinin cevazı gibi. Ancak eğer birisi bidatiyle birlikte hudus-u alem, diriliş, haşır, Allah için cüzi şeylerin bilinmesi gibi Peygamberin (s.a.a) getirdiği bazı dinin zaruretlerini inkar ederse o kişinin küfründe ihtilaf yoktur.
Ve yine şöyle yazmaktadır: “Mezhepler arasında tekfir hakkında çok şeyler konuşuldu, ancak mezhep müçtehitleri kimseyi tekfir etmemektedir. müçtehitlerin mezheplerini başkalarından daha çok bilen İbni Munzir gibi ve Muhammed bin Hasan’ın Hazremi hadisinden naklettiğine göre havariç’in tekfir edilmeyeceğine delalet etmektedir.
Dolayısıyla Peygamberin sahabelerini tekfir eden Havariç, Ehli sünnet müçtehitlerine göre tekfir edilemez.
Şervani, sahabeye küfür etmeyi büyük günahlardan saydıktan sonra “Er- Ruze” kitabından şöyle nakletmektedir: Tüm bidat ehlinin şehadet ve tanıklığı kabul edilmektedir. Hatta sahabeye küfredenlerin bile. Zira küfreden kişi inat ve düşmanlıktan kötü söz söylememektedir, bilakis elde ettiği inanç ve itikada göre bunu yapmaktadır.”
İbni Mukri’nin açıklamasından da anlaşılan eğer birisi delil veya şüpheden dolayı geçmiştekilere kötü söz söylerse onun fasıklığına hüküm verilemez.
Dolayısıyla fetva kaynağına göre, zaruretlerin inkarı veya dinin zaruretine dönen bir şeyin inkar edilmesi küfürdür.
İbni Abidin, kıble ehlinin kafir olmadığını açıkladıktan sonra şöyle yazmaktadır:
ان الرافضی ان کان ممن یعتقد الالوهیة فی علیّ، او انّ جبرئیل غلط فی الوحی، او کان ینکر صحبة الصدیق، او یقذف السیدة الصدیقة فهو کافر لمخالفته القواطع المعلومة من الدین بالضرورة، بخلاف ما اذا کان یفضل علیّاً او یسبّ الصحابه فانّه مبتدع لا کافر
İbni Abidinin sözlerinden anlaşılan dinin zaruretini inkar etmek küfre sebep olmaktır. Örneğin Hz. Ali’nin uluhiyetine inanmak, Cebrail’in (a.s) vahyi ulaştırmada hata etmesi… ama Hz. Ali’nin ilk üç halifeye üstünlüğüne inanmak veya sahabeye kötü söz söylemek küfür değildir.
Eğer İbni Abidin’in “rafizi”den kastı Şia ise, Şia hiçbir zaman Allah Teala dışında kimsenin uluhiyetine inanmamakta, Hz. Cebrail’in hata yaptığına inanmamakta, sahabe olmak veya ifk olayına inanmadığı aşikar bir gerçektir. Burada ilginç ve şaşırtıcı olan İbni Abidin denen bu çok önemli ehli sünnet aliminin fetva makamındayken Şia kitaplarına müracaat etmemiş ve onların bu konudaki görüşlerinin ne olduğunu bilmeden, araştırmadan Şia’ya iftira atma boyutlarında imayla Şia’nın zihninden geçmeyen şeyleri Şia inanıyormuş gibi yansıtması utanç verici ve art niyetli bir durumdur.
O da öteki bir çok Ehli sünnet alimi gibi öncekileri taklit ederek böyle iddialarda bulunmuştur. eğer mezhep imamları bu kadar önemli olan bir konuda fetva makamındayken mezheplerin kabul ettiği kitaplara başvururlarsa asla hataya düşmezler. Maalesef tarih buyunca insaflı bir yaklaşım gösterip Şiilerin kitaplarına başvurarak fetva veren neredeyse hiçbir ehli sünnet alimi bulunmamaktadır!!!
Ahmet bin Hanbel, Cehmiye fırkası imamlarına hitaben şöyle demekte: “Sizin inandıklarınız şeylere eğer ben inanacak olursam kafir olurum. Ama ben sizleri tekfir etmiyorum. Çünkü sizler bana göre cahilsiniz.”
Yakın doğu Ehli sünnet alimleri, Vahabiliği eleştirerek şöyle demektedirler: “Vahabiler, Havariçler gibi baği (zamanın imamına karşı başkaldıranlar) ehlidir ve baği hükümleri onlar için sadıktır. Allame Şami şöyle demektedir: Hariciler tevillerle zamanın imamına başkaldırmışlardır. Onlara göre imam eğer batıla mürtekip olursa; ister küfür olsun, ister günah olsun onunla savaşmak farzdır. Bundan dolayı can ve malımızı helal bilmekte ve kadınları esir almaktadırlar. Onların hükmü bağilerin hükmüyle aynıdır. Her ne olursa olsun biz onları batıl tevillerinden dolayı tekfir etmiyoruz.” Allame Şami şöyle devam etmektedir: Zamanımızda Muhammed bin Abdulvvahab’ın takipçileri huruç etmiş ve Necd’den dışarı çıkmışlardır. Haremeyn-i Şerifeyne galebe çalmışlardır. Vahabiler kendilerini Ahmed Bin Hambel’in takipçisi olarak tanıtmaktadırlar, ancak sadece kendilerinin Müslüman olduklarına inanmaktadırlar. Onların inançlarına karşı gelenler müşriktirler. Bu tasavvurla Ehli sünneti ve ulemayı öldürmeği mubah bilmektedirler. Şöyle ki Allah onların bu güçlerini ellerinden aldı. Bundan dolayı açıkça diyorum ki Muhammed bin Abdulvahhab ve takipçileri ilmi, fıkhi, hadis, tefsir ve tasavvufta bizim şeyhlerimizden değillerdir. Müslümanların kan, namus ve mallarını helal saymak ya haktır, yada nahaktır. Eğer nahak olursa ya tevilsizdir ki bu durumda dinden çıkmaya sebep olur veya mukaddes şeriatın izin vermediği tevilledir. Bu durumda da fasıklığa sebep olur. Ve eğer hak olursa caizdir, belki de farz, ancak geçmiş Müslümanları tekfir etmek demek, biz asla kimseyi tekfir etmeyiz. Her kim tekfir ederse bidat etmiştir ve yaptığı iş dinden çıkmasına sebep olur. Bidatçi de olsa kıble ehlini dinin zaruretlerinden birini inkar etmedikçe tekfir etmeyiz.
Selefiye, on ikinci yüzyıl ve sonraki yıllarda yaşamış Müslümanları büyüklerin (kabir) ziyaretlerine gittikleri için tekfir etmektedirler. Halbuki ziyaret İslam’ın emirlerindendir. Onlara sormak gerekir: acaba İslam şirke mi emretmiştir? Acaba Müslümanları müşrik saymak Kur’an ve hadislere açıkça muhalefet etmek demek değil midir? Her kim şahadeteyni söylerse Müslüman’dır ve can ve malı güvende değil midir?
Acaba Peygamberimizin (s.a.a) şahdeteyni söyleyen birini öldüren sahabeye ne söylediğini unuttular mı? efendimiz ne demişti: “Meğer sen onun kalbinde miydin Allah’a inancı olmadığını anladın?! Acaba sizler Müslümanların kalbinde misiniz ki din büyüklerinin (kabrini) ziyaret etmekle onlara tapıyorsunuz diyorsunuz? Meğer ibadet kalbi işlerden değil midir? Acaba Allah’a inanmak kalbi değil midir?
Bu anlatılanlar ışığında Ehli sünnet fakih ve mütekellimlerinin de kıble ehlinin tekfir edilemeyeceği yönündeki görüşü ortaya çıkmış oldu.
Şeyh Ebu’l Hasan Eş’ari, “Makalatu’l İslamin” kitabının başında şöyle yazmaktadır:
“Müslümanlar Peygamberlerinden sonra bazı şeyler hakkında ihtilafa düştüler. Öyle ki birbirlerini delalette olmakla suçladılar ve birbirlerinden beri olduklarını açıkladılar. Halbuki İslam onların tümünü bir araya getirmiş ve kendi örtüsü altına almıştır. Bu ashabımızın bir çoklarının mezhep ve görüşüdür.”
Zehebi, Ebu’l Hasan Eş’ari’nin sözünü naklettikten sonra şöyle demektedir: Ebu’l Hasan’ın sözü sabittir. Zehebi daha sonra Zahir Serehsi’den şöyle nakletmektedir: “Ebu’l Hasan, Bağdat’ta ölüm döşeğinde beni yanına çağırdı. Yanına gittiğimde bana şöyle dedi: “Bana şahit ol ki ben ehli kıbleden hiç kimseyi tekfir etmiyorum. Zira tüm kıble ehli bir mabuda tapmaktadır. İhtilaflar lafzidir.”
Zehebi şöyle demektedir: Ben onun bu sözüne inanıyorum. Üstadımız İbni Teymiye ömrünün sonunda şöyle demiştir: “Ben ümmetten kimseyi tekfir etmiyorum. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Müminden başka kimse abdestini korumaz. Dolayısıyla her kim namaz sırasında abdestini korursa Müslüman’dır.”
Ebu’l İshak şöyle demektedir: “Her kim bizi tekfir ederse bizde onu tekfir ederiz. Bunun dışında onu tekfir etmeyiz. Bizim iddiamızın delili şudur: Peygamber (s.a.a) Müslüman oldukları sabit olanların Allah’ın ilmi, insani fiillerin yaratılması, Allah’ın yönünün olmaması, kıyamette Allah’ın görülmesi… gibi konularda kimseyi araştırmazdı. Sahabe ve tabiin de bu şekilde idi. İnsanların bu gibi konulardaki hataları onların İslamlıklarına bir halel getirmemektedir.”
Tahavi’nin akaidinde şöyle yazılmıştır:
“Kıble ehli Peygamberin (s.a.a) emirlerine mümin ve muterif oldukları sürece Müslüman ve mümindirler. Zira Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Her kim namazımızı kılar, kıblemizi kabul eder ve helal saydığımız kestiğimiz şeyleri yerse İslam’dan dışarı çıkmaz.”
Aynı şekilde Vabahi muhaddislerinden Albani, “El- Fetava” kitabında İbni Kayyum Cezvi’den bidat ehlinin şahadeti hakkında şöyle nakletmektedir:
Fasık birinin şahadeti kabul edilmektedir. Rafizi, havariç ve mutezile gibi bidat ehli olanların da.
Albani, İbni Teymiye’den şöyle nakletmektedir:
“Ebu Hanife, Şafii ve bu ikisinden başkaları Ehli hevanın şahadetini kabul etmektedirler. Onların imametinde namazı sahih bilmektedirler… ve içtihatlarında ister ilmi ister ameli konularda olsun hata etmiş öteki imamları tekfir etmiyorlardı. Ehli sünnet içtihat edip hataya düşenleri tekfir etmemektedir.”
Albani yine şöyle demektedir:
“Şia veya Rafizileri tekfir edemeyiz, meğer onların inançlarını çok iyi öğrenmiş olalım!”
Vahabi ulemalardan Şeyh Salih Es-Sadelan şöyle demektedir:
“Namaz kılınan, ilahi hudutların icra edildiği, emri bil maruf ve nahyi anil münkerin uygulandığı İslam toplumlarını cahiliyet toplumu diye vasıflandırmak caiz değildir.” cahiliyet toplumundan maksat küfür ve şirk içinde yaşayan toplumlardır.
Başka bir yerde ise şöyle yazmaktadır:
“Tekfir etmek haricilerin yöntemidir. Bu, vaad ve vaid ayetlerini iyi anlamadıklarından kaynaklanmıştır. Kafirler için nazil olan ayetleri Müslümanlara tatbik etmişlerdir.”
Şeyh Salih Es-Sadelan’ın hariciler hakkındaki bu açıklamaları kendisi ve tabi olduğu vahabilik içinde geçerlidir. Zira Vahabiler, Sadri İslam’da müşrikler için nazil olan ayetleri Müslümanlara tatbik etmektedirler! Vahabi yazarlar kendi sözlerinde nasıl çelişkiye düştüklerinin farkında bile değillerdir.
Vahabi alim Albani’ye Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen yöneticileri neden kafir bilmiyorsunuz halbuki Kur’an şöyle buyurmaktadır:
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُولٰئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
“Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. (Maide Suresi, 44. Ayet)”
Sorusunun cevabında şöyle demektedir: “Bu ayetteki küfürden maksat, dinden çıkmak anlamına gelen dinde küfür değildir, bilakis ameli küfürdür.” Albani, bu şekilde ayeti tevil etmektedir. halbuki kendi temel inançlarıyla burada çelişmektedir. Çünkü Albani tevile inanmamaktadır! Albani ve diğer Vahabi yazarlar Sadri İslam’da müşrikler için nazil olan ayetleri örneğin: “فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللّٰهِ اَحَدًا; “O halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın (dua etmeyin) (Cin Suresi, 18. Ayet)” ve bunun gibi bir çok ayeti sahih bir tefsir olmadan Müslümanlara tatbik etmektedirler!! Peygamber ve Ehlibeytine tevessül edenlere çok rahat bir şekilde müşrik demektedirler!! Halbuki bu ayetler başka hakikatleri açıklamaktadır.
Şeyh Abdullah bin Cibrin “Mecmu Feteva c.6” kitabında şöyle yazmaktadır:
“… İmam Malik şöyle diyor: Eğer birisinin kafirliğine % 99 ve imanına sadece % 1 ihtimal versem, Müslüman’a hüsnü zandan dolayı onun amelini mümin olduğuna yorarım.”
Ayetler, hadisler ve Şia ve Sünni mezheplerinin büyüklerinin fetvalarından sonra şu soru akla gelmektedir: Neden tekfir içerikli fetvalar bazı Vahabiler tarafından sadır olmakta ve Müslümanların katlini mubah saymaktadırlar? Tüm Sünni ve Şii Müslümanları tanıklığa çağırarak şöyle diyoruz: acaba böyle fetvalar Kur’an’a, sünnete ve mezheplere mutabık mıdır, yoksa onlara muhalif midir? Eğer muhalifse hangi sebeple bu tür fetvalar yayınlanmaktadırlar? Acaba tekfir fetvalarının yayınlanması Kur’an ve sünnetin bir kenara bırakılması değil midir? Acaba bu fetvalar, fetva verenlerin lehine midir, zararına mı? kimler bu fetvalardan yararlanmaktadır, dostlar mı düşmanlar mı? acaba bu tür fetvaları yayınlayanlar cahil midir, yoksa alim mi? acaba bu kişiler müçtehitler mi yoksa mukalitler mi? acaba İslam, Kur’an ve sünneti bilen ve Müslümanların yararını düşünen bir müçtehit böyle fetvalar verir mi?
Bu soruların cevabını siz değerli okuyucuların vicdanlarına bırakıyoruz.
Hz. Ali’nin İlk Üç Halifenin Hatalarını Düzelttiği Hükümleri
Peygamber’in (s.a.v), ashabı huzurunda Hz. Ali hakkında söylediği sözler, Peygamber’in ölümünden sonra Hz. Ali'nin ümmetin fikri ve ilmi mercii olarak tanınmasına sebep oldu. Hatta Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali’yi hilafet sahnesinden uzaklaştıranlar bile ilmi, dini ve siyasi problemlerle karşılaştıklarında hemen İmam’a koşuyorlar ve ondan yardım istiyorlardı. Halifelerin İmam’dan (a.s) yardım istemeleri pek çok güvenilir belge ile, tarihin kesin ve mutlak meselelerinden biridir ve bunu adaletli olan hiç kimse inkar edemez. Bu durum açıkça Hz. Ali'nin ümmet içinde Kitap, sünnet, usul, furu ve siyasi konulara en alim şahıs olduğunu göstermektedir.
Hz. Ali (a.s) ve1.halife Ebu Bekir’in İlmi ve Siyasi Müşkülatları
Tarihin şahitliğine göre 1. Halife siyasi mesellerde ve maarif, akaid, Kur’an tefsiri ve İslam ahkamı gibi konularda Hz. Aliye başvuruyor ve onun yardımlarından faydalanıyordu.Şimdi bunun bir örneğini zikrediyoruz.
Rumlar ile Savaş
Yeni kurulmuş İslam devletinin en azılı düşmanlarından biri olan Rum İmparatorluğu sürekli İslam hükümetinin merkezini kuzeyden tehdit ediyordu. Yüce Peygamber (s.a.v) ömrünün son anlarında bile Rum tehlikesinden gafil olmamıştır. Hicretin yedinci yılında Peygamber (s.a.v) başlarında Cafer İbn-i Ebu Talib’in bulunduğu bir orduyu Şam’ın sınırlarına göndermişti, fakat İslam ordusu bir netice alamadan aynı zamanda üç büyük komutanını da orada kaybederek Medine’ye dönmüştü. Peygamber (s.a.v) bu yenilgiyi telafi etmek için hicretin dokuzuncu yılında Tebük’e doğru askeriyle hareket etti fakat düşman ordularıyla çarpışmadan Medine’ye döndü Bu seferin parlak ve olumlu neticeleri tarihte mezkurdur. Buna rağmen yine de Rum tehlikesi her zaman için Peygamber’in (s.a.v) zihnini meşgul ediyordu. Bu yüzden o Hazret ömrünün son anlarında, hasta yatağında iken Muhacir ve Ensar’dan oluşan bir ordu teşkil edip, onları Şam’ın sınırlarına gönderdi, fakat bu ordu bazı sebeplerden Medine’yi terk etmedi ve Peygamber (s.a.v)vefat ettiğinde İslam ordusu Medine’nin birkaç kilometre yakınlarında ordugah kurmuştu.Peygamber’in ölümünden ve Ebu Bekir’in halife seçilmesinden sonra, Ebu Bekir Rumlarla savaşılması için Peygamber’in (s.a.v) verdiği emir karşısında mütereddit idi. Zira o, sahabeden olan bazı kimseler ile meşveret etmiş ve onların her birinden değişik fikirler çıkmıştı. Bu yüzden halife ne yapacağını şaşırdı ve sonunda Hz. Ali’ye danıştı. İmam (a.s) ise Peygamber’in (s.a.v) verdiği emri icra etmesi için onu teşvik etti ve ona eğer Rumlarla savaşırsa muzaffer olacağını müjdeledi. Halife İmam’ın teşvikinden hoşnut oldu ve ona şöyle dedi: “Bana gelecekten iyi haberler verdin ve beni hayır ile müjdeledin.”[1]
Yahudilerin Büyük Alimleri ile Münazara
Peygamber’in ölümünden sonra Hıristiyan ve Yahudilerin büyük alimleri Müslümanların ruhiyelerini zayıflatmak için akın akın İslam’ın merkezine geliyor ve suallerde bulunuyorlardı. Örneğin, Yahudilerin büyük alimleri Medine’ye gelip halifeden şöyle bir soru sordular: “Biz Tevrat’ta şöyle okuyoruz. Peygamberlerin halifeleri ve vekilleri onların ümmetlerinin en alim kimseleridir. Şimdi ise Peygamber’in halifesi sensin öyle ise şuna cevap ver: Allah nerededir? O yerde midir yoksa gökyüzünde mi?” Ebu Bekir buna cevap verdi. Fakat Yahudi alimleri bu cevap ile kani olmadılar. O Allah’ın gökyüzündeki tabakalarda olduğunu söyleyince, Yahudi alimlerinin eleştirileri ile karşı karşıya kaldı ve bir Yahudi alimi bunun üzerine şöyle dedi: “O halde yeryüzünde Allah yok!”
İşte böylesine hassas bir durumda Hz. Ali İslam’ın feryadına yetişti ve İslam camiasının şerefini ve arını korudu. O Hazret şöyle buyurdu:
“Mekanları Allah yarattı, hiçbir mekan o’nu kapsayamaz ve O bundan yücedir. Allah her yerdedir. Fakat asla onun yaratıklar ile teması ve mücavirliği yoktur. O’nun ilmi her şeyi kapsar ve hiçbir şey onun ilmi dışında değildir”[2] İmam (a.s) bu cevabıyla, Allah’ın bir mekan ile çevrili olmadığını ve onun bundan yüce olduğunu açıkça göstermiş oldu. Yahudi alim İmam’dan (a.s) duyduğu sözünün hakkaniyetini ve onun hilafet makamına olan liyakatini itiraf etti. İmam (a.s) ilk sözünde 1Mekanları Allah yarattı” diyerek tevhid kanıtından istifade etti ve cihanda Allah’tan başka bizahiti ezeli bir varlığın olmaması ve onun dışındaki her şeyin onun mahluku olması hükmü ile Allah’ın bir mekanı olmadığını açıkladı. Zira eğer Allah’ın bir mekanı olsaydı, bu mekanın önceden onunla birlikte olması gerekirdi. Oysa ki cihanda olan her şey onun mahlukudur, tüm mekanlar da buna dahildir. Bu yüzden hiçbir şey o’nun zatı ile birlikte olamaz. Daha açık bir tabir ile: Eğer Allah’ın bir mekanı olduğu farz edilse, bu mekanın ya tıpkı Allah’ın zatı gibi kadim olması ya da onun mahluku olması gerekmektedir. Bu mekanın Allah’ın zatı gibi kadim olması farzı, tevhid ve Allah’tan başka bir kadimin bulunmaması delili ile yanlıştır ve mekanın Allah’ın mahluku olması ise o’nun hiçbir mekana ihtiyacı olmadığını gösterir. Zira Allah vardı, fakat mekan yoktu ve sonra Allah mekanı yarattı.
İmam (a.s) ikinci cümlesinde ise (Asla onun yaratıklar ile temas ve mücavirliği yoktur) Allah’ın bir sıfatını açıklamıştır. Bu sıfat ise şudur: Allah’ın varlığı sınırlı değildir ve bu sınırsızlık içinde o’nun her yerde olması ve her şey hakkında ilmi bulunması gerekmektedir. Allah’ın cisim olmaması sebebiyle de onun yaratıklar ile yüzeysel bir teması yoktur ve o’nun hiçbir şeye mücavirliği (yani yakınlığı) yoktur. Bu kısa ve anlamlı sözler Hz. Ali (a.s.)’ın ilminin genişliğinin ve onun ilahi ilimden nasibli olduğunun nişanesi değil midir? Hz. Ali sadece yukarıda zikredilen hadisede değil, tüm halifeler ve kendi halifelik döneminde de pek çok defa Yahudi ve Hıristiyan alimleri ile Allah’ın sıfatları hakkında münazara yapmıştır. Ebu Naim İsfehani İmam (a.s)’ın 40 Yahudi alimi ile yaptığı müzakereyi nakletmiştir; fakat bunu nakletmemiz için ayrı bir kitaba ihtiyaç vardır. Hz. Ali (a.s.)’ın münazara tarzı, münazara yaptığı insanların ilim ve malumatlarına göre idi. O bazen çok dakik ve hassas delilleri öne sürüyor, bazen de bazı benzetmeler ile konuya açıklık getiriyordu.
Hıristiyan Alimlerine İkna Edici bir Cevap
Salman diyor ki:
“Peygamber’in ölümünden sonra başlarında piskoposun olduğu bir Hıristiyan grubu Medine’ye geldiler ve halifeden sorularının cevaplarını istediler. Halife ise onları Hz. Ali (a.s.)’ın yanına gönderdi. Onların İmam (a.s) (a.s) sordukları sorulardan biri de “Allah nerededir?” Sorusu idi. İmam (a.s) önce bir ateş yaktı ve sonar onlardan sordu: “Bu ateşin yüzü neresidir?” Hıristiyan alimleri şöyle dediler: “Onun her tarafı ateşin yüzü sayılır ve asla ateşin önü ve arkası olmaz” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Allah’ın bir mahluku olan ateşin yüzü yoksa, nasıl olur da ateşin yaratıcısının önü ve arkası olabilir.O bundan yücedir. Doğu ve batı Allah’a aittir ve nereye bakarsanız o taraf Allah’ın yüzüdür ve hiçbir şey ondan gizli değildir.”[3]
İmam (a.s) sadece fikri ve dini meselelerde İslam ve Müslümanlara neticede halifeye yardım etmekle kalmıyor, halifeler Kur’an’daki kelimeler ve tefsirleri hakkında aciz kalınca İmam hemen onların feryadına yetişiyordu. Mesela bir şahıs Ebu Bekir’den Abese Suresi’nin 31. Ve 32. Ayetindeki “Ebbe” kelimesinin manasını sorunca o hayretle şöyle demişti: “Allah’ın kelamını bu konuda bilgim olmadan nasıl tefsir edebilirim” Bu haber Hz. Ali’ye yetişince o şöyle buyurdu: “Ebbe kelimesinin maksadı saman ve otlaktır.” Arapçada Ebbe kelimesi ot ve saman anlamındadır. Bu ayet de bunun en açık delilidir. Zira ayette “meyveler ve otlaklar” buyurulduktan sonra, hemen “sizin ve hayvanlarınızın faydası için” denilmiştir. İnsanlar için faydası olan şey meyveler olduğuna göre, hayvanlar için de “Ebbe”yani ot ve otlaklar yaratılmış olacaktır.
Hz. Ali (a.s.)’ın İçkici bir adam Hakkındaki Hakemliği
Birinci halife sadece Kur’an’ın mefahimi hakkında bilgi sahibi olmak için değil, furu-i din ve ahkam meseleleri hakkında da Hz. Ali (a.s)dan yardım istiyordu.
Halife’nin memurları şarap içmiş olan bir adam hakkında hüküm vermesi için halifenin yanına gittiler. O adam, o ana dek şarabın haram olduğunu bilmediğini iddia ediyor ve şarabı helal bilen kimselerin içinde büyüdüğünü söylüyordu. Halife bu durumda ne yapacağını şaşırınca, hemen İmam (a.s)’ın yanına bir şahısı gönderip ondan bu müşkülü halletmesini istedi. Hz. Ali ise şöyle buyurdu:
“Güvenilir olan iki şahıs, bu adamın elinden tutup onu Muhacir ve Ensar’ın meclislerine götürsünler ve oradakilerden şimdiye kadar o adama şarabın haram olduğu ayetini okuyup okumadıklarını sorsunlar. Eğer onlar bu ayeti o adama okuduklarını söylerlerse onun hakkında gerekli olan ceza verilsin, ama bunun tam tersini söylerlerse bu içkici adam tevbe ettirilsin ve hayatının sonuna dek şaraba ağzını sürmeyeceği hakkında ondan söz alınsın ve sonra da serbest bırakılsın.”Halife İmam’ın sözüne uydu ve sonunda da o adam serbest bırakıldı[4]
Halifeler zamanında İmam Ali (a.s) sükut etmiş ve hiçbir mesuliyeti kabul etmemiştir, ama İslam ve Müslümanların maslahatları için hiçbir fedakarlıktan da kaçınmamıştır. Ra’sul-Calut (Yahudilerin rehberi) Ebu Bekir’den aşağıda zikredilecek şeyler hakkında kur’an’ın görüşünün ne olduğunu sormuşu.
1-Hayatın ve canlıların aslı nedir?
2-Bir şekilde konuşmuş olan cansız kimdir?
3-Sürekli azalıp çoğalma halinde bulunan şey nedir?
İmama bu haber yetişince şöyle buyurdu:
“Kur’an’ın nazarında hayatın aslı şudur: “O inkar edenler görmüyorlar mı k, göklerle yer birbirine bitişik iken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık[5].[6].[7]. Bu ayetten de aşikar olduğu gibi İmam (a.s) sözünü ispat etmek için genelde Kur’an’dan ayetler getiriyordu ve bu onun sözünü daha da sağlamlaştırıyordu.”[8]
Hz. Ali ve İkinci Halifenin Siyasi Müşavereleri
İslam’ın yayılması ve Müslümanların korunması Hz. Ali (a.s.)’ın büyük hedefi idi. Gerçi İmam (a.s) kendisini açık ve kesin dini hükümler gereğince Peygamber’in veli ve vasii olarak biliyordu ve onun liyakat ve üstünlüğü herkes için çok aşikardı. Buna rağmen o, ne zaman hilafet makamı bir sorunla karşılaşsa sahip olduğu geniş ilim ve nafiz fikri ile bu sorunları hallediyordu. Bu nedenle ikinci halife zamanında da Hz. Ali (a.s.)’ın pek çok siyasi, toplumsal ve ilmi meselelerde hilafet makamına yardım ettiğini görmekteyiz. Şimdi bunun bazı örneklerini zikrediyoruz:
İran’ın Fethindeki Meşveret
Hicretin on dördüncü yılında Kadisiye toprakları üzerinde İslam ve İran orduları arasında büyük bir savaş oldu. Ve bu savaş Müslümanların galibiyeti ile sonuçlandı. Aynı zamanda İran’daki tüm kuvvetlerin Rüstem Ferahzad ve onun askerlerinin pek çoğu da bu savaşta öldürüldü. Irak toprakları baştan başa Müslümanların siyasi ve nizami müdahalesine maruz kaldı ve Sasani şahlarının devletlerine ait olan şehirler Müslümanların eline geçti. Bunun üzerine İran ordusunun kumandanları da ülkenin içine doğru geri çekildiler. İran’ın nizami kuvvetlerinin başındakiler ve müşavirler Müslümanların yavaş yavaş ilerleyerek tüm ülkeye sahip olmalarından endişe ettiler. Böylesine tehlikeli bir saldırıya mukabele edebilmek içinde İran padişahı 3. Yezdgerd, başlarında Firuzan’ın bulunduğu yüz elli bin kişilik ordu teşkil etti. Bu ordu her türlü saldırının önünü almak ve ortam müsait olduğunda da Müslümanlara karşı hücumda bulunmakla görevlenmişti.
Tüm İslam kuvvetlerinin kumandanı olan Saad b. Ebi Vakkas (Bir rivayete göre Ammar Yasir), Kufe’nin valisiydi ve bu durumu ikinci halifeye yazıp onu bundan haberdar etti ve Kufe askerlerinin savaşa hazır olduğunu ve düşman onlara saldırmadan Müslümanların (düşmanı korkutmak için) savaşı başlatmaları gerektiğini bildirdi. Bunun üzerine halife mescide gitti ve sahabenin büyüklerini toplayarak onları Mekke’yi terk edip Basra ve Kufe arasındaki bir yere gitmek ve orada İslam ordusunun rehberliğini eline almak istediğinden haberdar etti. Bu sırada Talha ayağa kalktı ve halifeyi bu işe teşvik eden konuşmalar yaptı. Osman ise halifeyi Medine’yi terk etmekle teşvik etmekle kalmayarak şunları da ekledi: “Şam ve Yemen’deki askerlere yaz ki onlar da sana katılsınlar, böylece sen kalabalık bir ordu ile düşman ordusunun karşısına çıkasın.” Bunun üzerine Hz. Ali ayağa kalktı ve o ikisinin görüşlerini eleştirerek şöyle buyurdu: “Bu işte kazanmanın veya kaybetmenin azlıkla ve çoklukla hiçbir ilgisi yoktur. Bu din, Allah’ın ortaya koyduğu dini; bu ordu da onu hazırlayıp yardım ettiği ordusudur. Böylece varacağı yere varmış, doğduğu yerden doğmuştur. Biz Allah’ın vaadine güvenmekteyiz; Allah vaadini yerine getirir, ordusuna yardım eder. Halifenin konumu boncuk dizilen ipin konumu gibidir; boncuklar ona dizilir ve boncukları da ip bir araya getirir. İp koparsa düzen bozulur, boncuklar dağılır gider, hiçbir zaman aslına uygun olarak dizilemezler. Araplar bugün azıklıktır ama, İslam’ın kuvveti, birbirini destekleme ve birlik olmadaki üstünlükleri onları güçlü kılmaktadır. Sen kutup ol, değirmeni Araplar vasıtasıyla döndür ve onları savaş ateşine sok. Ama senin gitmen doğru değildir. Eğer sen bu topraklardan çıkarsan, etraftaki Araplar ahdini bozar, böylece ardına attığın şey önündekinden daha önemli olur.
Acemler yarın seni görünce; “bu Arabın aslı, onu kestiğiniz zaman rahata erersiniz” derler. Bu düşünce, sana en şiddetli saldıranların yapılmasına, seni ortadan kaldırma arzusuyla hareket etmelerine sebep olur. Müslümanların üzerine gelmelerini işitemezsin, onların böyle yapmalarını noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah daha çok istemez. İstemediğini değiştirmeye en çok muktedir olan da o’dur sayılarının çokluğunu söylemene gelince, biz geçmişte çoklukla savaşmadık. Aksine, Allah’ın nusretine, yardımına güvenerek savaşırdık.”[9] Halife Hz. Ali (a.s.)’ın sözlerini duyduktan sonra bizzat savaşa katılmaktan vazgeçti ve şöyle dedi: “Fikir, Ali (a.s.)’ın fikridir, ben onun görüşüne uymayı tercih ediyorum.[10]
Beyt’ül-Mukaddesin Fethindeki Meşveret
Beytü’l-Mukaddes’in fethinde de Ömer Hz. Ali ile meşverette bulundu ve onun görüşüne göre amel etti. Müslümanlar Şam’ı fethedeli bir ay olmuştu ve onlar şimdi de Beytü’l-Mukaddes’e doğru hareket etme arzusundaydılar. İslam kuvvetlerin kumandaları ise Ebu Ubeyde Cerrah ve Muaz İbn-i Cebel idi. Muaz, Ebu Ubeyde’ye şöyle dedi:
“Halifeye bir mektup yaz ve ondan Beytü’l-Mukaddes’e hareket etmemiz hakkında bilgi al.” Ebu ubeyde Muaz’ın kendisine söylediğiyle amel etti. Bu mektup halifenin eline geçince o buna Müslümanlara okudu ve onların bu konudaki fikrini sordu. Hz. Ali (a.s) Ömer’i ordunun kumandanına bir mektup yazıp, onlara beytü’l-Mukaddes’e doğru ilerlemelerini, orayı fethettikten sonra da Kayser’e girmelerini ve Peygamber’in önceden müjdelediği gibi kesinlikle muzaffer olacaktır. Bunun üzerine halife hemen bir kalem ve kağıt istedi ve Ebu Ubeyde’ye bir mektup yazdı. O bu mektubunda Ebu Ubeyde’ye bir mektup yazdı. O bu mektubunda Ebu Ubeyde’den savaşa devam ederek Beytü’l-Mukaddes’e doğru hareket etmesini istedi ve şunu ekledi: “Peygamber’in (s.a.v) amcasının oğlu, Beyt’ül-Mukaddes’in senin tarafından fethedileceği hakkında bizi müjdeledi.”[11]
İslam Tarihinin Başlangıcının Tayini
Her asil milletin tarihinin bir başlangıcı vardır ki o milletin tüm hadise ve vakaları bu tarihe göre karşılaştırılır. Mesela Hıristiyan millet için tarihin başlangıcı Hz. İsa’nın doğumudur ve İslam’dan önce Araplar için ise tarih başlangıcı Ammu’l-Fil olayı sayılıyordu. Bazı milletlerin umumi tarih başlangıçları vardır ve bazı milletlerin umumi tarih başlangıçları vardır ve bazı milletler ise hadiseleri, göz alıcı ve önemli olaylar ile karşılaştırırlar; örneğin kıtlık yılı, savaş yılı ve ... Ömer’in hilafetinin üçüncü yılına kadar, Müslümanların mektupları, anlaşmaları ve devlet belgeleri tarihlendirebilecekleri bir tarih başlangıçları yoktu. Bu yüzden askeri kuvvetlerin kumandalarına yazılan mektuplar da sadece o mektubun yazıldığı ay belirtiliyor ve yıl hakkında bir şey o mektubun yazıldığı ay belirtiliyor ve yıl hakkında bir şey yazılmıyordu. Bu durum İslam’ın düzeninde bir noksanlık yaratmakla kalmayıp mektubu alanlar için de bir takım sorunlar icad ediyordu. Zira bir kumandanın veya hakimin eline geçen iki mütenakız mektubun hangisi önce yazıldığı belli olmuyordu. Yolun uzun olması ve tarihin kaydedilmemiş olması ise işte böyle sorunlar ortaya çıkarıyordu. Bunun üzerine halife İslam tarihinin başlangıcının tayin edilmesi için Peygamber’in (s.a.v) sahabesini topladı. Fakat onların her birinin değişik bir görüşü vardı. Bazıları tarihin başlangıcını Peygamber (s.a.v)’in doğum günü olarak belirlemek isterken bazıları da tarihin başlangıcının Hz. Muhammed’in Peygamber (s.a.v)olarak görevlendirildiği gün olması teklifinde bulunuyorlardı.Hz. Ali ise Peygamber’in müşrik topraklarını terk edip İslam topraklarına ayak bastığı günün tarihin başlangıcı olarak alınması teklifinde bulundu. Ömer İmam’ın görüşünü diğerlerine oranla daha çok beğendi ve Peygamber’in hicretinin tarihin başlangıcı olarak belirledi. O günden sonra tüm mektuplar, belgeler ve devlet senetleri hicri yıla göre yazışı.[12]
Elbette ki Peygamber’in doğduğu gün ve o hazretin Peygamber (s.a.v)olduğu gün büyük hadiselerdendir. Fakat o günlerde İslam’ın göz alıcı bir parlaklığı yoktu. Zira o Peygamber’in doğum gününde henüz İslam dini diye bir şey mevcut değildi ve o hazretin Peygamber (s.a.v)olarak gönderildiği günde ise İslam’ın bir hükümeti ve nizamı bulunmuyordu. Ancak hicret günü İslam’ın küfre karşı başarısının başlangıcıydı ve o gün İslam hükümetinin temellerinin atıldığı ilk günde. O günde aziz Peygamber (s.a.v)(S9 müşriklerin topraklarını terk ederek Müslümanlar için islami bir düzen kurdu.
Ali (a.s) İkinci Halife Zamanında Yegane Fetva Mercii İdi
Peygamber’in ölümünden sonra İslam’ın değişik milletler ve kavimler arasında yayılmasıyla Müslümanlar yeni hadisler ile karşı karşıya kaldılar ki, bu hadislerin hükmü ne Kur’an’da ne de Peygamber’in hadislerinde belirtilmemişti. Zira furu’ ve ahkam ile ilgili olan ayetler sınırlıdır ve haramlar ve farzlar hakkında Müslümanların elinde bulunan hadisler ise dört yüz hadisi geçmemekte idi.[13]
Bu yüzden Müslümanlar hakkında Kur’an’da ayet ve Peygamber (s.a.v)’den hadis bulunmayan meselelerin halledilmesinde büyük zorluklar ile karşı karşıya kalıyorlardı. Bu tür meseleleri bazı kimseler akıl ve kendi görüşlerine dayanarak halletme yoluna gittiler ve sahih olmayan ölçüler ile hadiseye hüküm getirme girişiminde bulundular. Böyle kimselere tarihte “Ashab-ı Rey” deniliyordu. Onlar kitap ve sünnetten istifade edecekleri yerde konuları mefasid ya da mesalih olmalarıyla değerlendiriyor ve zan ve tahmin üzerine Allah’ın hükmünü tayin ederek fetva veriyorlardı. Halife bazı konularda hakkında açık hüküm bulunmasına rağmen kendi görüşüne göre amel ediyorduysa da, o Ahbaba-ı Rey hakkında şöyle demiştir: “Ashab-ı Rey Peygamber’in sünnetlerini ezberleyemedikleri için kendi görüşleri ile fetva vermişlerdir. Onlar gafil olmuşlar ve gaflete düşmüşlerdir. Bilin ki biz takip ediyoruz, yeniden başlamıyoruz. Tabiiyiz ve bid’at etmiyoruz. Biz Peygamber’in (s.a.v) hadislerine sarılacak ve gafil olmayacağız.
Önceden de zikrettiğimiz gibi ikinci halife, hakkında açık hüküm bulunan bazı konulardan kendi görüşüne göre amel edip, delil olmaması sebebiyle bazı mesellerde kendisinden fetva vermesine rağmen pek çok konuda O Peygamber’in (s.a.v) ilim kapısı olan Hz. Ali’ye danışıyordu. Emir’el-Mü’minin, Peygamber’in (s.a.v) deyimiyle nebi ilminin hazinesi, ilahi ahkamın varisi ve ümmetin ahiret gününe dek muhtaç olduğu her şeyin alimi idi. Ümmet arasında ondan daha bilgili olduğu her şeyin alimi idi. Ümmet arasında ondan daha bilgili olan bir şahıs yoktu. Bu yüzden tarihte kaydedilmiş olduğu gibi 2. Halife pek çok konuda İmam ‘ın (a.s) ilminden istifade etmiş ve onun hakkında şöyle demişti: “Kadınlar asla Ali gibi bir şahsı dünyaya getiremezler, “Allah’ım, Ebu Talib oğlu olmadan beni bir müşkül ile karşı karşıya getirme.”
2.halifenın İmam’a danıştığı konulardan bazılarını zikrediyoruz:
1-Bir adam Ömer’in yanına gelerek ona karısını şikayet eti ve evliliklerinin üzerinden altı ay geçmişken karısının doğum yaptığını söyledi. Kadın ise bunu doğruluyor fakat önceden kimse ile bir ilişkisi olmadığını izhar ediyordu. Bunun üzerine halife zina ettiği gerekçesiyle o kadının öldürülmesi hükmünü verdi. Fakat İmam bu hükmün yürürlüğe konmasına engel oldu ve şöyle söyledi: “Kur’an’a göre kadın altı aylık iken bile çok dünyaya getirebilir. Zira Kur’an’da hamilelik ve süt verme dönemi dokuz ay olarak muayyen edilmiştir.”[14] Diğer bir ayette ise süt verme dönemi iki yol olarak zikredilmiştir.”[15]
Eğer iki yılı otuz aydan çıkarırsak doğum için geriye kalan müddet altı ay olur. Ömer İmam (a.s)’ın sözünü duyunca şöyle dedi: “Eğer Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu.”[16]
2-Halifenin adli makamında beş kişinin iffetsizlik günahına bulaştıkları ispat edildi. Halife ise onların hepsi hakkında aynı hükmü verdi. Fakat İmam (a.s) onun kararını doğru bulmadı ve onların her birinin durumunun araştırılmasını istedi. Eğer onların durumları birbirlerinden farklıysa onlar hakkında verilecek olan Allah’ın hükmü de farklı olacaktı. Bu araştırmadan sonra İmam şöyle buyurdu: “Onlardan birincisinin başı kesilsin, ikinci recmedilsin, üçüncüsüne yüz kırbaç vurulsun, dördüncüsüne elli kırbaç vurulsun, beşincisi ise terbiye edilsin.”Halife İmam’ın bu hükmüne çok şaşırdı ve İmam’dan (a.s) bunun sebebini sordu. Hz. Ali ise şöyle buyurdu: “Onlardan birincisi zımmi kafir idi. Zımmi kafirler zimmet ahkamıyla amel etmedikleri takdirde öldürülürler. İkinci şahıs evliyken zina yaptığı için İslam’ın hükmüne göre recmedilmelidir. Üçüncü şahıs ise bekar olup zinada bulunduğu için ona yüz kırbaç vurulmalıdır. Dördüncü şahıs bir köledir. Kölelerin cezası azatların cezasının yarısı kadardır. Beşinci şahıs ise delidir ve onun terbiye edilmesi gerekir.” (Ali ve halifeler)
Bunun üzerine halife şöyle dedi:
“Aralarında sen Ebu’l-Hasan’ın olmadığı bir grupta olmak istemem.”
3-Bir köle ayağında zincir olmasına rağmen yolda yürüyordu. Bunu gören iki kişi o zincirin ağırlığı konusunda görüş ayrılığına düştüler ve onların her ikisi de eğer tahminleri yanlış olursa karılarını boşayacaklarını söylediler. Bunun üzerine o iki kişi kölenin sahibinin yanına gidip ondan kölenin ayağındaki zinciri çıkarmasını istediler ki zincirleri tartıp kimin tahminin doğru olduğu bulabilsinler. Fakat kölenin sahibi onlara şöyle söyledi: “ben zincirlerin ağırlığı hakkında bir bilgiye sahip değilim. Ancak önceden eğer bu zincirleri açarsam onun ağırlığı kadar sadaka vereceğimi nezrettim.” Bunun üzerine onlar halifenin yanına gidip bu hadiseyi ona anlattılar. Halife ise şöyle dedi: “Kölenin sahibi zincirleri açmakta mazeretli olduğu için o iki şahıs karılarını boşasınlar!!” Onlar halifeden bu davayı Hz. Ali (a.s)dan de bir sormasını rica ettiler. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “O zincirin ağırlığını saptamanın başka bir yolu daha var.” Sonra İmam bir leğen getirilmesini ve kölenin bu leğen içinde ayakta durmasını istedi. Bunlar yapıldıktan sonra İmam zinciri iyice aşağı indirdi ve bu zincire bir ip bağladıktan sonra leğenin içini su ile doldurdu. Sonra bu ip sayesinde zinciri sudan çıkarıncaya dek yukarı çekti ve yanındakilerden leğendeki ilk su miktarına gelinceye kadar leğenin içinin demir parçaları ile doldurmalarını istedi. Sonra İmam parçaların ağırlığının kölenin ayağındaki zincirin ağırlığı kadar olduğunu söyledi. Böylece o kimselerin meseleleri halledilmiş oldu. [17]
4-Bir kadın çölde şiddetli susuzluk ile karşı karşıya kaldı ve orada rastladığı bir çobandan çaresizlikle su istedi. Fakat çoban, kadına kendi isteklerine teslim olması halinde ona su verebileceğini söyledi. Halife bu hadiseye hüküm yerebilmek için Hz. Ali’ye danıştı. İmam ise şöyle buyurdu: “Kadın çaresizce ve mecbur olarak bu işe bulaşmıştır. Bu durumda ona bir vebal yoktur” [18]
Nakledilen bunun benzeri hadiseler bize Kur’an ve hadislerde açıklanmış olmasına rağmen halifenin gafil olduğu İslam kanunlarına Hz. Ali (a.s.)’ın aşinalığını göstermektedir.
5-Deli bir kadın iffetsizlik günahına bulaşmıştı. Halife bu kadını mahkum edince İmam (a.s) Peygamber’den naklettiği bir hadis ile bu mahkumiyeti kaldırdı. Hadis şöyle idi: “Üç topluluk mükellef değildir. Bu gruptan birisi de delilerdir.” [19]
6-Hamile bir kadın zina ettiğini itiraf etti. Halife ise onun hemen recmedilmesi emrini verdi. Fakat İmam bu cezanın icra edilmesine izin vermeyerek şöyle buyurdu: “Sen bu hükmü sadece o kadına verebilirsin, onun karnında olan çocuğa değil.” [20]
7-Bir kadın kendi çocuğunu kabul etmeyerek onun annesi olduğunu inkar ediyor ve henüz bekar olduğunu söylüyordu. Buna rağmen o genç, onun annesi olduğu konusunda ısrar ediyordu. Halife ise o gencin böyle bir iftirada bulunduğu için dövülmesi emrini verdi. İmam (a.s) bu olayı duyunca bahsedilen kadından ve onu ailesinden kadını istediği bir kimse ile evlendirme izni aldı, onlar da bu konuda İmam’ı vekil tayin ettiler. Sonra İmam o gence dönerek şöyle dedi: “Ben bu kadını sana nikahlıyorum ve onun mihriyesi ise 480 dirhemdir.” Sonra İmam içinde 480 dirhem olan bir keseyi o kadına verdi ve gence şöyle dedi: “Bu kadının elinden tutup git ve evlilik seni düzene sokmayıncaya dek benim yanıma gelme.” Kadın bu sözü duyunca şöyle dedi: “Allah’a sığınırım, Allah’a sığınırım bu işin sonu ateş olur. Allah şahit olsun ki bu benim oğlumdur” sonra kadın bu inkarının sebebini açıkladı. [21]
3.halife Osman ve Muaviye’nin İlmi Meselelerinin Halledilmesi
İmam (a.s)’ın fikri ve ilmi yardımları sadece Ebu Bekir ve Ömer’in hilafet dönemine özgü değildi. O tüm halifelerin hilafet dönemlerinde İslam’ın müşfiki, rehberi ve yardımcısı ünvanıyla İslam ve Müslümanların siyasi ve ilmi müşkülatlarını bertaraf ediyordu. Örneğin 3. Halifelerin de pek çok konuda İmam’ın dahiyane ve yüce yol göstericiliğinden faydalanması acayip ve tuhaf değildir. Ama İmam’a karşı kalbinde buğz ve düşmanlık taşıyan Muaviye’nin ilmi ve fikri meselelerinin çözümlenmesinde İmam’a koşması ve bazı kimseleri İmam’ın huzuruna gönderip ondan meselelerin cevabını istemesi çok tuhaftır. Örneğin bazen Rum hükümdarı bir takım sorular soruyor ve kendisini Müslümanların halifesi diye ilan eden Muaviye’den bu sorulara cevap vermesini istiyordu. Muaviye ise itibarını koruyabilmek için bazı kimseleri Hz. Ali (a.s.)’ın yanına gönderiyor ve onları, bir yolla bu soruların cevaplarını İmam’dan öğrenip kendisine ulaştırmakla görevlendiriyordu.
3.halife Osman ve Muaviye’nin İmam’a danıştıkları bazı meseleleri zikrediyoruz:
1-İslam kanunlarında bir adam karısını boşar ve karısının iddet süresini tamamlamadan önce ölürse, o kadın kocasından miras alabilir. Zira kadının iddet süresi tamamlanıncaya kadar evlilik bağı devam eder.
Osman’ın hilafet döneminde bir şahsın, biri Ensar’dan diğeri de Beni Haşim’den olan iki karısı vardı. Bu şahıs Ensar’dan olan karısını boşadı ve kısa bir müddet sonda da öldü. O kadın ise halifenin yanına giderek şöyle dedi: “Benim iddet sürem henüz dolmadı, bu yüzden ben hakkım olan mirası istiyorum.. “Halife bu hadiseye bir çözüm getiremeyince olayı Hz. Ali’ye ulaştırdı. İmam (a.s) ise şöyle buyurdu: “Eğer Ensar’dan olan kadın kocasının ölümünden sonra üç defa hayız olmadığına yemin ederse kocasından miras alabilir.” Osman Beni Haşim’den olan kadına şöyle dedi: “Bu hüküm halanın oğlu Ali (a.s.)’ın vermiş olduğu bir hükümdür, ben bu konuda bir karar almadım.” Kadın ise şöyle dedi: “Ben Ali (a.s.)’ın hükmüne razı oldum. O, yemin ederek miras alabilir.” Bu hadiseyi Ehl-i Sünnet alimleri, Şii fakihlerinin fetvalarına uymayan değişik şekillerde nakletmişlerdi.[22]
2-Hac ya da umre farizesini yerine getirmek için ihram giymiş olan bir şahıs karada yaşayan hayvanları avlayamaz. Kur’an-ı Kerim bu konuda şöyle buyuruyor: “***”[23] Ancak ihram giymemiş olan bir şahıs bir hayvanı avlarsa, ihram giyinmiş olan kimse bu hayvanın etinden yiyebilir mi? İşte halife de bu sorunun cevabını alabilmek için İmam’a (a.s) danıştı. Ama bundan önce halife ihram giymemiş olan kimsenin avladığı hayvanı ihram giymiş olan şahsın yiyebileceği görüşüne sahipti. Zira tesadüfen halife de muhrim idi ve o, kendisini bu tür yemekleri yemek için çağıran kimselerin davetini kabul etmek istiyordu. Fakat halife İmam’ın bu konudaki muhalefeti ile karşı karşıya kalınca bu hadise ile halifeyi kani etti. Bu hadise şöyle idi: Peygamber (s.a.v) muhrim iken ona böyle bir yemek getirildi. O Hazret ise şöyle buyurdu: “Biz muhrimiz. Bu yemeği siz, ihram giymemiş olan kimselere götürün.”
Hz. Ali bu hadiseyi anlattıktan sonra on iki kişi de İmam’ın bu naklini teyid ettiler. Sonra imam şunu ekledi: “Resulullah sadece bizi bu tür hayvanların etini yemekten menetmekle kalmayarak, avlamış olan kuşların yumurtalarını bile yemekten bizi menetti.”[24]
3-İslam’ın kesin hükümlerinden biri de kafirin ölümden sonra azaba düçar olacağıdır. Osman’ın hilafeti döneminde bir şahıs bu hükme itiraz ünvanıyla bir kafirin kafatasında kabirden çıkarıp halifenin yanına götürdü ve ona şöyle dedi: “Eğer kafir ölümden sonra ateşe yanacaksa bu kafatasının sıcak olması gerekir. Oysa ki ben bu kafatasına dokunuyorum, ama bir sıcaklık hissetmiyorum.” Halife bu soruya cevap getirmekte aciz kalınca hemen İmam’a (a.s) danıştı. İmam ise o şahsın itirazına münasib bir cevap getirdi. O hazret bir çakmaktaşı ve tutuşturucu getirilmesini istedi. Sonra İmam (a.s) bu ikisini ateş kıvılcımı çıkıncaya dek birbirine sürdü ve şöye4l buyurdu: “Çakmaktaşı ve tutuşturucuya dokunduğumuzda bir sıcaklık hissetmiyoruz. Ama bu ikisi öyle bir sıcaklığa sahip ki biz bunu ancak bazı şartlar altında hissedebiliriz. O halde kafirin kabir azabının da böyle olmasının ne sakıncası var? İmam’ın verdiği bu cevap üzerine halife şöyle dedi: “Eğer ali olmasaydı Osman helak olurdu.”[25] Şimdi Muaviye’nin İmam’a (a.s) danıştığı meseleleri zikrediyoruz:
İslam tarihinde Muaviye’nin İmam’a el açtığı ve İmam’ın ilmi sayesinde utanç ve cahilliğini bertaraf ettiği yedi hadise zikredilmiştir:
Uzeyne diyor ki: “Bir şahıs Muaviye’ye bir soru yöneltti. Muaviye ise onun bu soruyu Hz. Ali (a.s)dan sormasını istedi. O şahıs dedi: “Ben bu soruyu Hz. Ali’ye sormak istemiyorum, istiyorum ki bu surumu sen cevaplayasın.” Bunun üzerine Muaviye şöyle dedi: “Neden Peygamber’in “Ali (a.s.)’ın bana olan menzili Harun’un Musa’ya olan menzili gibidir. Ancak benden sonra Peygamber (s.a.v)yok” derken kastettiği kişiden bu sorunun cevabını almak istemiyorsun? Ömer de müşkülatlarını onun sayesinde hallediyordu.”[26]
İmam (a.s)’ın şahadet haberi Muaviye’ye ulaştığı zaman o şöyle dedi: “Fıkıh ve ilim öldü.” Muaviye’nin kardeşi bu sözü ondan duyunca şöyle dedi: “Sakın Şam ehli senin bu sözünü duymasınlar.”[27]
Şimdi Muaviye’nin Hz. Ali’ye danıştığı konuları zikrediyoruz:
1-Kabirleri açıp ölüler üzerindeki kefenleri çalan kişinin hükmü.
2-Bir şahsı öldürmüş olan ve öldürdüğü şahsı karısıyla zina ederken yakalandığını iddia eden bir kişinin hükmü.
3-İki kişi bir elbise hakkında ihtilaf ettiler. Onlardan birisi elbisenin kendi malı olduğunu ispat etmek için iki şahit getirdi. Diğeri ise bu elbiseyi tanımadığı bir kimseden aldığını iddia ediyordu.
4-Bir adam bir kızla evlenmişti. Ama gelinin babası onun yerine başka bir kızını o adamın yanına göndermişti.
5-Rum imparatoru samanyolu, gökkuşağı v. Hakkında Muaviye’ye sorular yöneltince o, meçhul bir kişiyi bu surların cevabını öğrenmesi için Hz. Ali (a.s.)’ın yanına Irak’a gönderdi.
6-Rum imparatoru önceden zikredilmiş sorulan benzerlerini yeniden Muaviye’den sordu ve vergileri bu sorulardan alacağı sahih cevaplara göre ayarlayacağını şart koştu.
7-Üçüncü kez Rum hükümdarlarından soru yöneltildi. Amr ibn-i As ise sahtekarlık ile bu sorunun cevabını İmam’dan aldı.[28]
Ayetullah uzma Cafer Subhani
dıpnotlar ***********************************************************************************************
[1] Tarih-i Yakubi, c. 2, s. 123 Necef bakısı
[2] İrşad-i müfid s. 107
[3] Kaza-i Emire’l-Müminin Necef baskısı, 1369 s. 96
[4] Kafi, c. 2 hadis: 16; İrşad-i müfid s. 106;Menakıb-ı İbn-i Şehr Aşub c. 1, s. 489
[5] Enbiya/30
[6] Fussilet 11
[7] Lokman/29
[8] Bihar’ül_Envar, c. 40, s. 224
[9] Nehcü’l-Belağa 146. hutbe
[10] Tarih-i Taberi, c. 4 s. 237-238; Tarih-i Kamil, c. 3, s. 3; Tarih-i İbn-i Kesir, c. 7, s. 107;Bihar’ül-Envar, c. 9, s. 501
[11] Semerü’l-Evrak/Negariş-i Takiyüddin Hamevi, c. 2, s. 15 Mısır, H. 1368 Bakısı
[12] Tarih-i Yakubi, c. 1, s. 123; Tarih-i Taberi, c. 2, s. 253; Kenzü’l-Ummal,c. 5, s. 244; Şerh-i Nehc’ül-Belağa İbn-i Ebil Hadid, c. 3, s. 113 Mısır bakısı
[13] El-Vahyi’l-Muhammedi s. 225
[14] Ahkaf/15
[15] Lokman/14
[16] Menakıb-i İbn-i Şehr Aşub, c. 1, s. 496; Bihar c. 40, s. 332
[17] Akziye-i Ali ibni Ebu Talib
[18] Sünen-i Beyhaki c. 7, s. 236; Zehair el-Ukba s. 81; el-Gadir c. 6, s. 120
[19] Müstedrek-i Hakim c. 2, s. 95; Gadir, c. 6, s. 102
[20] Zehair el-Ukba s. 80; el-Gadir c. 6, s. 110
[21] Keşf’ul Gumme c. 1, s. 33; Bihar c. 40, s. 277
[22] Kenzu’l-Ummal c. 3, s. 178; Zehairü’l-Ukba s. 80
[23] Maide/96
[24] Kenzü’l-Ummal, c. 3, s. 53; Müstedrek el-Vesail, c. 2, s. 119
[25] Ali ve Halifeler Revaihu’l-Kur’an, s. 51’den nakledilmiştir.
[26] Zehairu’l-Ukba, s. 79
[27] el-İstiab c. 2, s. 426
[28] Ali ve Halifeler s. 316-324
İran’da Kaç Milyon Sünni Yaşamakta ve Sünni Camii Sayısı Kaç?
İran İslam devriminden önce Tahran’da Sünnilere ait cami bulunmamaktaydı. Tahran’da Sünni camilerinin yapılması için Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da Şiilere ait caminin açılmasına izin verilme şartı koşulmaktaydı. Ama görüldüğü gibi İran İslam Cumhuriyeti kurulduktan sonra bu şarttan vazgeçilmiş ve bugüne kadar sayıları oldukça az olmasına rağmen Tahran’da 9 Sünni camisinin açılmasına izin verilmiştir. Tahran’da Sünni camisinin olmasına karşı çıkanların ileri sürdükleri gerekçeler de öyle yabana atılır cinsten değildir.* Peki İran genelinde iddia edildiği gibi 20 milyon sünni yaşamakta mıdır?
Bazıları Sünnilerin İran’da devlet dairelerinde görevlendirilmeklerini iddia etmektedirler. Halbuki İran Parlamentosunda Sünni milletvekilleri bulunmaktadır. Belediye meclislerinde, valiliklerde, belediye başkanlıklarında, emniyet ve orduda Sünniler görev yapmaktadır.
İran İslam cumhuriyetini karalayanlar İran’ın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar Sünnilere ait camilerin olduğunu bilmemekte veya bilerek İran İslam Cumhuriyetini kötülemektedirler. Sünnilere ait okullar ve medreselerin dışında (Sünnilerin yaşadığı) İran’ın her bölgesinde Sünnilere ait camiler bulunmaktadır.
İran genelinde eğer ince bir hesaplama yapılırsa Ehlibeyt mensubu Müslümanların öteki din ve mezheplere göre çok daha mahrum oldukları görülecektir.
İran İslam Cumhuriyeti genelinde 70 bin dolayında cami bulunmaktadır. Bu camilerden 60 bini Şiilere 10 bini Sünnilere aittir.
Halbuki İran İslam Cumhuriyeti nüfus sayımına göre (beş yıl önceki sayım) İran’da 72 milyon insan yaşamaktadır. Bunun % 99’u Müslümanlardan oluşmaktadır. Bunun da % 7’sini Sünniler teşkil etmektedir. Bu sayıma göre ülke genelinde 5 milyon kadar Sünni yaşamaktadır.** Ve ülkede bulunan Sünni camii sayısı 10 bin dolayındadır. Bu istatistiğe göre her 500 Sünni’ye bir cami düşmektedir. (Türkiye'de her 900 kişiye bir cami düşmektedir.)
Eğer ülkedeki % 7 olan Sünni nüfusu Şiilerden çıkarırsak geriye 66 milyon Şii Müslüman kalmaktadır. (bir milyon kadar öteki dinler) 66 Milyon Şii nüfusa göre camii sayısını hesapladığımız zaman her 1100 Şii Müslüman’a bir camii düşmektedir.
Gayri resmi rakamlara göre ise ülkede bulunan Şii camilerin % 40’ı cami imamından yoksun bulunmaktadır. Yani her yüz camiden 40’ının imamı bulunmamaktadır. Ve bu camilerin büyük bir kısmı tamire ihtiyaç duymaktadır.***
İran İslam Cumhuriyetinde yaşayan Ermeni Hıristiyan sayısı ise 150 bin dolayındadır. Ülkede Ermenilere ait kilise sayısı ise 300’dür. Buna göre her 500 Ermeni’ye bir kilise düşmektedir.
Dikkat edildiği gibi İran İslam Cumhuriyeti bir İslam ülkesi olmasına ve Şii mezhebi fıkhına göre yönetilmesine rağmen öteki din ve mezhepler Şiilerden çok daha fazla imkana ve ibadethaneye sahiptirler.
İran İslam Cumhuriyeti Şehirlerine Göre Cami Sayısı:
Batı Azerbaycan Eyaleti (Urumiye bölgesi): Sünnilere ait camii sayısı 1465
Buşehr: Sünnilere ait camii Sayısı 106
Tahran: Sünnilere ait camii sayısı 9 (ve sayısı bilinmeyen bir çok mescit)
Horasan: Sünnilere ait camii sayısı 746.
Sistan – Beluçistan: Sünnilere ait cami sayısı 3546. Sistan – Beluçistan eyaletinde yaşayan Sünni sayısı: 824.395 kişi olmasına rağmen cami sayısı 3546. Burada yaşayan Şii sayısı ise 898.184. Şiilerin cami sayısı ise sadece 322. Resmi rakamlara göre Sünni Şii sayısı neredeyse aynı olmasına rağmen Sünnilerin cami sayısı Şiilerin cami sayısından kat be kat daha fazladır!
Fars: Sünnilere ait camii sayısı 212.
Kürdistan: Sünnilere ait camii sayısı 1768.
Kerman: Sünnilere ait camii sayısı 21.
Kermanşah: Sünnilere ait camii sayısı 341.
Gulistan: Sünnilere ait camii sayısı 1017.
Gilan: Sünnilere ait camii sayısı 89.
Hurmuzgan: Sünnilere ait cami sayısı 1032.
İran Genelindeki Sünnilere ait camii sayısı toplam: 10344.
İran Parlamentosundaki Sünni Milletvekillerinin Listesiİran parlamentosunda görev yapan toplam milletvekili sayısı 290’dır. Bu milletvekillerinin 19’u Ehli sünnete, 12’side öteki dini azınlıklara aittir. Şimdi şu anda parlamentoda görev yapan Ehli sünnet ve dini azınlıkların milletvekillerinin isimleriyle birlikte tam listesini veriyoruz. (böylelikle hiçbir şüpheye mahal verilmemiş olunsun)
Kürdistan Bölgesinden Meclise Giren Ehli Sünnet Milletvekilleri
1- Muhsin Bigleri
2- Hamit Kadir Marzi
3- Ümit Kerimiyan
4- Emin Şabani
5- Abdul Cabbar Keremi
Batı Azerbaycan Eyaletinden Meclise Giren Ehli Sünnet Milletvekilleri
6- Abid Fettahi
7- Osman Ahmedi
8- Muhammed Kasım Osmani
9- Resul Hazari
10- Abdul Kerim Hüseyin Zade
Beluçistan Eyaletinden Meclise Giren Ehli Sünnet Milletvekilleri
11- Nasır Kaşani
12- Hamit Rıza Peşeng
13- Hidayetullah Mir Murad Zehi
14- Yakup Çenkal
15- Said Erbabi
Gulistan’dan Meclise Giren Ehli Sünnet Milletvekilleri
16- Abdul Kerim Recebi
Kermanşah’dan Meclise Giren Ehli Sünnet Milletvekilleri
17- Nimet Menuçehri
Horasan’dan Meclise Giren Ehli Sünnet Milletvekilleri
18- Mahmut Nigehban Selami
Hurmuzgan’dan Meclise Giren Ehli Sünnet Milletvekilleri
19- Ahmet Cabbari
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
* Tahran’da Sünni camisinin olmamasını savunanların görüşlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
Tahran’da Sünni camisinin yarattığı endişelerden bir kaçı
Tahran’da Sünni bir cami yani, Suudi Arabistan, BAE, Katar, Kuveyt… gibi ülkelerin Şii bir ülke olan İran İslam Cumhuriyetinin başkentinde nüfuzlarını arttırmak anlamına gelmektedir. (buda aynı zamanda İran’ın başkenti Tahran’da Amerika ve Siyonist rejimin varlığı demektir) Suudi Arabistan ve öteki kukla rejimler İran İslam Cumhuriyetinde nüfuzlarını arttırmak için ülkede yaşayan Sünnileri kullanmaktadırlar. Burada bir Sünni camisi demek siyasi olarak İran’ın kalbinde gövde gösterisi yapmak anlamına gelmektedir… bu kukla rejimler başta Sistan – Beluçistan eyaleti olmak üzere ülkede yaşayan Sünnilerin bir kısmı bu ülkelerden her yıl düzenli olarak (gizli olarak) yüklü miktarlarda maddi yardım almaktadırlar. İran İslam Cumhuriyetinin Sistan bölgesinde yaşanan terör saldırıları, uyuşturucu kaçakçılığı bunun en bariz örneğidir. İran’ın sistan – Beluçistan eyaleti İran’ın en güvensiz bölgesi unvanını taşımaktadır. Bu bölgede şu ana kadar yüzlerce asker, polis ve sivil vatandaş silahlı ve bombalı saldırılar sonucu hayatını kaybetti. Bir çok Şii vatandaş kaçırılarak başları kesilmiş ve bedenlerine işkence edilmiş olarak bulundu. Bölgede Sünnilerin sayısının artması için çok evlilikler bilinçli olarak yaptırılmaktadır. Bu bağlamda ülkede çok eşli evlilikler başta bu bölge olmak üzere öteki Sünni bölgelerinde yaygın bir şekilde devam etmektedir. bir çok Sünni dört evlilik yapması için teşvik edilmekte ve bunun için yüklü miktarlarda para yardımları almaktadırlar. Şu anda Sünni bölgelerindeki dört eşlilik oldukça yaygındır. Her bir Sünni ailenin ortalama sayısı son yıllarda 40 kişiyi bile geçmektedir!! Şiiler ise genel olarak bir evlilik yapmakta ve en fazla üç çocuk sahibi olmaktadırlar.
Tahran’da Sünni camisi demek, Sistan – Beliçistan bölgesindeki düşüncenin Tahran’a da yayılması anlamına gelmektedir. Tahran’da güçlenmek demek artık Tahran’ın da Sistan – Beluçistan gibi emniyetsiz bir yer olacağı ve her gün Tahran’ın değişik yerlerinde bombalama ve intihar saldırılarının olacağı anlamına gelmektedir.
** İran’da ne kadar Ehli sünnet mensubu Müslüman’ın yaşadığını anlamanın bir başka yolu da yıllık Sünni hacı sayısıdır. İran İslam Cumhuriyetinden hacca giden hacı sayısı yıllık olarak 100 binin üzerindedir. Bunun altı ila sekiz binini Ehli sünnet Müslümanları oluşturmaktadır. Bu sayıdan da İran’da (şu anki ramaklara göre) altı ila yedi milyon arasında Ehli sünnet mensubunun yaşadığı anlaşılmaktadır.
*** İran İslam Cumhuriyetinde camilerin yapımı, tamiri, bakımı halka aittir. Devlet eliyle camiler açılmaz. Buralara camii imamı atamaz. İmamların camide görev yapması da tamamen halka bağlıdır. halk istediği alimi getirir cami imamı olarak atayabilir. Cami imamının maaşı da halka aittir. Devlet karışmaz.
İran’daki Dini Azınlıkların Milletvekili Listesi
İran İslam Cumhuriyetinde dini azınlık olarak Hıristiyanlar (Ermeni, Asuri, Keldani) Yahudiler, Zerdüştler, Sabiiler… yaşamaktadır.
İran İslam Cumhuriyetinin anayasasının 13. ve 64. maddeleri azinlıklar konusunda deyiniyor
m.13: Yalnızca; Musevi Zerdüşt ve Hıristiyanlar dini azınlık olarak tanınırlar.
Bunlar; kanunlar dâhilinde kendi dini merasimlerini uygulamakta serbesttirler.
Şahıs ve aile hukukunda ve dini eğitimde kendi usullerince (kültürlerince) hareket ederler.
m.64: Zerdüştiler 1; Yahudiler 1; Asurî Hıristiyanlar ve Keldani Hıristiyanlar toplam 1; güney ve kuzey Keldani Hıristiyanlarının her biri 1 temsilci seçerler.
Bu maddelere göre dini azınlıklar nüfus oranlarına göre 12 milletvekili hakkı tanımıştır.
Musevi Dinine Mensup Milletvekillerinin Listesi
1- Siyamek Mirsedek
2- Mesud David
Zerdüşt Dinine Mensup Milletvekillerinin Listesi
1- Kuvruş Azer Guştasebi
2- Ferşid İhtiyari
3- İsfendiyar İhtiyari Kesneviye Yezd
Hıristiyan (Ermeni) Dinine Mensup Milletvekillerinin Listesi
1- Sarkis İsraili İstpaniyan
2- Armin Hayirpetyan
3- Karen Khanleri
Hıristiyan (Keldani Ve Asuri) Dinine Mensup Milletvekili Listesi
1- Edward Serkizzade
2- Lurens Enviye Tekiye
3- Yunten Bot Kulia
4- Franklin Binyamin Feki Biklu
Laricani: Batının Moskova müzakerelerine yaklaşımı yeni bir oyun
İslami Şura Meclis Başkanı Ali Laricani, Batı'nın Moskova müzakerelerini son şans olarak nitelemesini acemice oynanan yeni bir oyun olarak yorumladı.
Laricani: Batının Moskova müzakerelerine yaklaşımı yeni bir oyunEhlibeyt Haber Ajansı ABNA- Bu sabah meclis genel kurul oturumunun açılışında konuşan Laricani, İran ile 5+1 arasında Moskova'da düzenlenecek müzakereleri değerlendirdi.
Müzakerelere iki hafta kaldığı bir sırada Batı'nın Moskova müzakerelerini son şans olarak değerlendirmesini eleştiren Laricani, Amerika'nın İran aleyhinde yeni bir kararname hazırladığı tehdidi da acemice oynanan bir oyun olduğunu vurguladı.
Amerika ve Batı'yı eleştiren Laricani, bu zümrenin sorunların çözümü için müzakere masasına oturduklarını iddia etmelerine karşın müzakerelerin sonucunu önceden belirlediklerini ifade etti.