
کارگر
Hz. Hatice'nin (sa) Vefat Yıldönümü
10 Ramazan Hz. Resulullah'ın kıymetli eşi hz. Hatice Kübra'nın (sa) vefat yıldönümüdür. Büyük İslâm kadını, mu’minlerin anası, Allah Resulü’nün değerli zevcesi Hz. Hatice (r.a) hicretten 68 yıl önce, asil bir âilede dünyaya geldi. Babası Huveylid, Kureyş’in büyüklerinden ve servet sahibi birisiydi. Annesi Fâtıma ise Mekke'nin tanınmış ve iffetli kadınlarından sayılırdı.
Cahiliyet zamanında yaşamalarına rağmen böyle değerli âilede yetişen Hz. Hatice, öylesine şeref, haysiyet, iffet ve temizlik dolu bir hayat yaşıyordu ki toplum içerisinde "Tâhira" (temiz) diye meşhur olmuştu.
Hazret-i Hatice’nin (a.s) Faziletleri
1-Hatice’nin (a.s) Peygamberi (s.a.a) Tanıması
Hazret-i Hatice (a.s) Peygamber efendimize (s.a.a) evlenme teklifinde bulunarak (Peygamberlikten önce) onun eşi olma onuruna ulaşmıştır. Hazret-i Hatice (a.s) evlenme teklifinin sırrını şöyle açıklamaktadır: “Bana olan akrabalığın, kavmin arasında büyük şeref sahibi olman, emaneti sahibine vermen, güzel ahlaklı ve doğru sözlü olman nedeniyle seninle evlenmek istiyorum.
Bu sözlerden İslam’ın yüce kadınının Peygamber’e (s.a.a) olan ilgisinin nefsi tutkular ve evlenmeye arzusu nedeniyle kaynaklanmadığı anlaşılmaktadır. Hatice (a.s) Peygamber efendimizin (s.a.a) olağan üstün kişiliğini bilmekteydi. Dolayısıyla Peygamber’in (s.a.a) hedefleri doğrultusunda samimice çaba göstermiştir. O’nun Peygamber’e (s.a.a) olan bağlılığından dolayı yapmış olduğu fedakarlıklar, bütün Kureyş kadınlarının onu terk etmelerine neden olacak bir seviyeye ulaşmıştı. Hatta, hazret-i Fatıma’nın (a.s) doğumunda hiçbirisi Hatice’nin (a.s) yardımına gelmemişti. Ancak bütün bu baskılar, imanından dolayı ona hiç de ağır gelmiyordu.
2-Hazret-i Hatice (a.s) İlk Müslüman Kadındır
“Ey Peygamber hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz.
Bütün tarihçilerin nakline göre, Yüce İslam dinine İman eden ilk Kadın Hazret-i Hatice (a.s)dir. İbn-i Abduved Dur Katade’den şöyle nakletmektedir:
“Allah’a ve Rasulüne (s.a.a) iman eden ilk kişi Hazret-i Hatice (a.s) idi.
İbn-i Abduddur, kendi senediyle babası Ebi Rafi’den şöyle nakletmektedir: “Peygamber (s.a.a) pazartesi günü namaz kıldı. Hatice ise o günün son saatlerinde namaz kıldı.
3-Hazret-i Hatice (a.s) Cennet Kadınlarının En Üstünüdür
İkrime, İbn-i Abbas’dan şöyle nakletmektedir: “Peygamber (s.a.a) yerin üzerine dört çizgi çizerek şöyle buyurdu: Cennetin en üstün kadınları, Huveylid kızı Hatice, Muhammet kızı Fatıma, İmran kızı Meryam ve firavun’un karısı Mezahim kızı Asiye’dir.
İbn-i Esir, kendi senediyle, Enes İbn-i Malik’ten Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Meryem, Asiye, Hatice ve Fatıma, alemin en üstün kadınlarıdır.
4-Hazret-i Hatice (a.s) Peygamber’in (s.a.a) Eşlerinin En Üstünüdür. (Müminlerin Annesi)
“Peygamber’in eşleri, müminlerin annesidirler.
Şeyh Saduk, İmam Sadık’tan (a.s) şöyle nakletmiştir: “Peygamber (s.a.a) on beş kadınla evlenmiştir ve onların, en üstünü Huveylid kızı Hatice’dir.
5-Hazret-i Hatice (a.s) Peygamber’in (s.a.a) Çocuklarının Annesidir
Hazret-i Hatice (a.s) Kur’an ayetine göre bütün müminlerin manevi annesi olmasına karşın, vasıtasız, direkt olarak “Peygamber’in (s.a.a) bütün çocuklarının annesi” ünvanına da sahiptir. Tarihçiler şöyle nakletmektedirler: “Maria-i Kıbtiye’den dünyaya gelen İbrahim dışındaki Peygamber’in (s.a.a) çocuklarının hepsi, Hatice’den (a.s) dünyaya gelmişlerdir. Yalnızca bunun kendisi, Hatice’nin (a.s) maneviyetinin yüceliğini, değerinin üstünlüğünü ve önemi artırmaktadır.”
Hazret-i Hatice’nin (a.s) çocukları şunlardır:
“Kasım, Abdullah, Zeyneb, Ümmü Gülsüm ve Fatıma (a.s). Erkek çocukları küçük yaşta ölmüşlerdir. Kız çocukları ise yaşamışlardır.
Bu yüce kadının erdemlerinin arasında, yalnızca Fatıma’nın (a.s) annesi olması şerefi yeterlidir. Çünkü Hazret-i Fatıma (a.s) Peygamber’den (s.a.a) sonra imamet ve velayet görevini üstlenen kuşağın annesi idi.
Muhaddis Kummi, Muntehel A’mal kitabında, Hazret-i Hatice’den (a.s) şöyle nakletmektedir:
“Fatıma’ya hamile olduğum ilk anlarda, karnımda onun nurunu görmeye başlamıştım”
Buna ilave olarak, Şeyh Saduk, Mufazzal b. Ömer’den İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Hatice-i Kübra (a.s) Fatıma’ya (a.s) hamile olunca Fatıma (a.s) onunla karnındayken konuşuyordu. Onun dostu idi. Ona sabretmesini öğütlüyordu. Hatice (a.s) bu durumu peygamber’den (s.a.a) gizliyordu. Bir gün Peygamber (s.a.a) içeri girdi ve Hatice’nin (a.s) yanında olmayan bir kişiyle sohbet ettiğini duydu. Şöyle buyurdu:
-Ey Hatice, kiminle konuşuyorsun?
Hazret-i Hatice (a.s) şöyle cevap verdi:
-Karnımda olan çocuk benimle konuşuyor.
Sonra Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:
-Şimdi Cebrail, bana bu çocuğun kız olduğunu, tertemiz, kutlu ve bereketli bir soy sahibi olacağını haber verdi. Yüce Allah benim soyumu ondan yaratacak, dinin imamları onun soyundan olacaklardır.” Hazret-i Fatıma’nın (a.s) doğum zamanı yaklaşınca, Hatice (a.s) kendisine yardım etmeleri için Kureyş kadınlarına ve Haşim oğullarının kadınlarına birini gönderdi. Ancak onlar cevap olarak şöyle söylediler: “Sen bizim sözümüzü dinlemedin. Abdulmuttalib’in fakir, yoksul ve yetim oğluyla evlendin. Onun için senin evine gelmeyeceğiz.”
Hazret-i Hatice’ye (a.s) onların cevabını söyledikleri zaman çok üzüldü. Ancak, uzun boylu esmer dört kadının yanında hazır olduğunu gördü. Hatice (a.s) onları görünce korktu. Ancak, onlardan biri şöyle dedi: “Ey Hatice (a.s) korkma. Bizi yüce Allah sana yardım etmemiz için gönderdi.
İlk kadın, “Ben Sare, İbrahim’in karısıyım” dedi.
İkinci kadın, “Ben Asiye, Mezahim’in kızıyım” dedi.
Üçüncü kadın, “Ben Meryem, İmran’ın kızıyım” dedi.
Dördüncü kadın, “Ben Külsüm, İran’ın oğlu Musa’nın kız kardeşiyim” dedi.
Cennetlik olan bu dört kadın, on huri ile birlikte Fatıma’nın (a.s) doğumu için Hatice’ye (a.s) yardım ettiler.
6-Hazret-i Hatice’nin (a.s) Ali b. Ebi Talib’e İmanı
Merhum Meclisi, Bihar’ul-Envar’da Hazret-i Haticece’nin (a.s) Ali’ye (a.s) olan ilgisini ve şefkatini şöyle nakletmiştir: “Hatice (a.s) Peygamber (s.a.a) ile evlendikten sonra Ali (a) dünyaya gözlerini açtı. Allah Resulü (s.a.a) Hatice’ye (a.s) Ali’nin (a) sevgisi ve muhabbeti hakkında birşeyler söyledi. Ondan sonra, Ali’ye (a.s) karşı büyük bir ilgi göstermeye başladı. Ali’yi (a.s) hizmetçileri yardımıyla elbise, süs eşyaları ve ihtiyaç malzemeleri gönderiyordu. Bunu gören insanlar şöyle diyorlardı: “Ali, Hatice’ye göre en sevilen kişi ve onun gözünün nurudur.”
Hatice’nin (a.s) hediyeleri, sabah akşam Ebu Talib’in evine yağıyordu.
Bunlara ilave olarak, Hatice (a.s) o zaman bu görevle sorumlu olmamasına rağmen, Ali (a) ve evlatlarının velayetini kabul etmişti.
Merhum Mahallati, Meclisi’den şöyle nakletmektedir: “Birgün Allah Resulü (s.a.a) Hatice’yi (a.s) yanına çağırarak şöyle buyurdu: “Bu Cebrail’dir ve Müslüman olmak için bazı şartların olduğunu söylüyor. İlki; Allah’ın bir olduğunu söylemektir. İkincisi; Peygamber’in risaletini kabul etmektir. Üçüncüsü; Şeriat’ın emirleri ile amel etmek ve ahirete iman etmektir. Dördüncüsü, O’nun çocuklarından olan masum imamlara ve emir sahiplerine uymak, onların düşmanlarından uzak durmaktır. Hazret-i Hatice (a.s) onların hepsini söyleyerek kabul etti.
7-Hazret-i Hatice’nin (a.s) İslam’a Yardımı
Tarihçiler Hazret-i Hatice’nin 8s) servetini şöyle açıklamışlardır:
1-Onun ticaret mallarını taşıyan binlerce devesi vardı.
2-Evinin çatısına ipek iplerle yeşil ipekten bir kubbe yapılmıştı. Bu onun zenginliğinin göstergesiydi.
3-Onun hizmetini yerine getiren dörtyüz köle ve cariye.
Ebu Cehil ve Ukbe b. Ebi Muit gibi Kureyş’in en zenginlerinin serveti, Hazret-i Hatice’nin mal varlığı karşısında hiç sayılıyordu.
Hatice (a.s) Peygamber efendimizle (s.a.a) evlendikten sonra, bütün mal varlığını, Allah Resulü’nün (s.a.a) kullanımına sundu.
İslam’ın ilerleyişinin önünü ekonomik ambargo ile önlemeye çalışarak “Allah Resulü’nün yanındakilere, dağılıp gidinceye kadar, infak etmeyin şeklinde aptalca sözler söyleyen münafıklar karşısında bütün varlığını İslam’ın yayılması için harcadı. Özellikle, Ebu Talib vadisinde ambargo altında yaşadıkları günlerde, Peygamber (s.a.a) ile birlikte olmasının ve ona manevi olarak büyük destek vermesinin yanısıra bütün mal varlığını da İslam’ı savunmak ve Müslümanlar’ı korumak için harcadı.
Gerçekten O’nun, Bakara suresindeki sakınanların ölçütü olduğunu söylemek gerekir.
Onlar (sakınanlar) gayba inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.
“Ey Peygamber, eşlerine şöyle söyle: Eğer şu dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, haydi gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle serbest bırakayım. Eğer Allah’ı, Resulünü ve ahiret hayatını istiyorsanız, Allah sizin iyileriniz için büyük bir ödül hazırlamıştır.
“Sizden kim, Allah’a ve Resulüne itaat eder, iyilik yaparsa, ona da ödülünü iki kat olarak veririz. Kendisi için bol ve bereketli bir rızık da hazırlamışızdır.
Hazret-i Hatice’nin (a.s) Allah Katındaki Makamı
Zürare, Hamran İbn-i Ayen’den, o da Muhammed b. Müslim yoluyla İmam bakır’dan (a.s) şöyle nakletmişlerdir:
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
Mirac’ta olduğum gece, manevi yokluktan dönüşte Cebrail’e şöyle dedim:
-Ey Cebrail bir ihtiyacın var mı?
Cebrail şöyle cevap verdi:
-Allah’ın ve benim selamımı Hatice’ye (a.s) söylemeni istiyorum.
Peygamber (s.a.a) Cebrail’in haberini Hatice’ye (a.s) ulaştırınca, şöyle cevap verdi:
-Allah selam’dır, selam O’ndandır ve selam O’na dır. Cebrail’e selam olsun.
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hatice (a.s) vefat ettiği zaman, Fatıma (a.s) Peygamber’in (s.a.a) etrafında dönüyor ve şöyle soruyordu:
-Ey Allah Resulü! Annem nerededir?
Allah Resulü (s.a.a) ona cevap vermedi. Ancak, Fatıma (a.s) sorunun cevabını ısrarla istiyordu. Peygamber (s.a.a) Fatıma’ya nasıl bir cevap vereceğini bilmiyordu. Sonra Cebrail inerek şöyle dedi:
Yüce Allah, Fatıma’ya Allah’ın selamını bildirmeni ve şöyle söylemeni buyuruyor:
Annen, duvarları altın, sütunları kırmızı yakut’tan olan zümrüt bir evdedir. O, Firavun eşi Asiye ile İmran kızı Meryem’in arasındadır. Sonra Fatıma (a.s) şöyle dedi: “Kuşkusuz Allah selamdır. Selam O’ndandır ve selam O’nadır.
Aynı şekilde, Peygamber efendimiz (s.a.a) ölüm döşeğinde iken, Fatıma’nın (a.s) annesinin kıyametteki makamı hakkında soru sorduğu da rivayet edilmiştir. O soru şöyle idi: “Annem Hatice-i Kübra, o gün nerede olacaktır?”
Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle cevap verdi: Hatice, dört kapısı cennete açılan bir sarayda olacaktır.
Sefinet’ul-Bihar’da merhum Muhammdis Kummi şöyle söylemektedir:
“Yüce Allah, Hz. İsa’ya Peygamber efendimizin özelliklerini açıklarken “O’nun soyu “mübareke”den olacaktır” şeklinde vahyederek, Hatice’yi “mübareke” olarak açıklamıştır.
Kenz’ul-Ummal’da şöyle nakledilmektedir: A’raf suresinin 46. ayetinde yer alan “Araf üzerinde herkesi yüzlerinden tanıyan adamlar vardır” hakkında “onlar, Peygamber (s.a.a) Hatice (a.s), Ali (a.s), Fatıma (a.s), Hasan (a.s), Hüseyin (a.s)dir” şeklinde rivayet edilmiştir.
Yine, Ebu Müslim Hulayi, Peygamber’e (s.a.a) “Allah; Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini seçip âlemlere üstün kılmıştır” (Al-i İmran/33) ayeti hakkında sorunca Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali, Hasan, Hüseyin, Hamza, Cafer, Fatıma ve Hatice’dir.
Peygamber Efendimizin (s.a.a) Hz. Hatice’ye (a.s) İlgisi
Hazret-i Hatice (a.s) Peygamber efendimizle (s.a.a) birlikte 24 yıl yaşamıştır. Hatice (a.s) hayatta iken Peygamber (s.a.a) başka bir kadınla evlenmedi, Hatice (a.s) vefat ettikten sonra Hatice’nin (a.s) kabrine inerek oraya yerleştirdi.
Abdullah b. Cafer, Ali’den (a.s) Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Ümmetimin kadınlarının en üstünü Hatice’dir. Önceki ümmetlerin en üstün kadını da Meryem idi.
Enes b. Malik’ten Peygamberimize (s.a.a) ne zaman hediye getirilse şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Onu falan kadının evine götürünüz. O kadın, Hatice’nin dostu idi ve Hatice’yi seviyordu.
Peygamberimizin (s.a.a) eşi Ayşe şöyle söylemiştir: “Peygamber, onu andığı zaman duyduğumda, kurban kestiği zaman onu Hatice’nin dostlarına hediye verdiğinde, Hatice’yi kıskandığım kadar, başka bir kadını kıskanmadım.
Aişe şöyle söylemiştir: “Peygamber (s.a.a) Hatice’yi anmadan ve onu için bağışlanma dilemeden evden dışarı çıkmıyordu. Yine bir gün onu andı. Ben de kıskanarak, şöyle dedim:
-O yaşlı bir kadındı. Allah, size onun yerine ondan daha iyisine verdi.
Peygamber öfkelenerek şöyle buyurdu:
-Hayır! Allah’a yemin ederim ki ondan daha iyisini bana vermemiştir. Hatice gibisi nerededir? O, insanlar beni inkar ettiği zaman, iman etti. O, insanlar beni yalanladığı zaman, doğruladı. O, malıyla bana yardım etti. Yüce Allah kadınların arasında, yanlızca ondan çocuk verdi.
Şöyle nakletmişlerdir: Peygamber (s.a.a) ne zaman Hatice’nin (a.s) adını duysa ağlardı.
Yine şöyle nakledilmiştir:
Bir gün yaşlı bir kadın Peygamber’in (s.a.a) yanına geldi. Peygamber (s.a.a) ona çok şefkatli davrandı. O yaşlı kadın gittikten sonra, Aişe nedenini sorunca Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:
“Bu kadın, Hatice (a.s) zamanında bize gelirdi.
Hazret-i Hatice’nin (a.s) Vefatı
Müslümanlar, Ebu Talib vadisinde üç yıl zor şartlar altında yaşadıktan ve Hazret-i Hatice’nin (a.s) mali yardımları sayesinde kurtulduktan sonra, zorluklar Hazret-i Hatice’nin (a.s) direncini kırarak ömrünü kısalttı. Dolayısıyla, ondan sonra hastalandı.
İlk önce, Peygamber’in (s.a.a) büyük koruyucusu Ebu Talip (r.a) vefat etti. Bazı tarihçilerin nakline göre, üç gün sonra da Hazret-i Hatice (a.s) 65 yaşında vefat ederek, “Hücun” bölgesine defnedildi.
Bu yazının sonunda şu olayında antılması gerekir ki; Hazret-i Hatice (a.s) ölüm döşeğinde iken, Esma Binti Umeys’i yanına çağırarak, kızı Fatıma (a.s) hakkında öğütler vermiştir. Sonra Fatıma’yı (a.s) Peygamber’in (s.a.a) yanına göndererek, şefaatçi olması için, elbiselerinden birini kefen olarak vermesini rica etti. Sonra gözlerini dünyaya kapattı.
Bu olay, Peygamber efendimize (s.a.a) çok ağır gelmişti. Onun için, bir kaç gün evden dışarı çıkmadı ve o yılı “hüzün yılı” olarak adlandırdı.
Alib. Ebi Talib (a.s) da bu iki büyük insan hakkında şu şiiri söylemiştir:
“Ey gözlerim! Aferin size!
Artık giden o ikisi gibisine bakmayacaksınız.
Büyük derin ırmağa ve kadınların kadınına,
O ilk namaz kılan kişidir.
Yüce Allah’ın arındırdığı ve üstün kıldığı
O seçkin kadına göz yaşı dökünüz.
Bu ikisinin ölümü gündüzümü geceye çevirdi.
Bundan sonra, geceleri
O iki kişinin üzüntüsüyle geçireceğim.
O ikisi, zalimlere karşı
Muhammed’in (s.a.a) dinine yardım ettiler.
Sözlerini yerine getirdiler.
Dipnotlar
Siyonist Rejim Yine Mescid-i Aksa'ya Saldırdı
Siyonist rejim polisinin Mescid-i Aksa'ya baskın düzenlediği açıklandı.
Görgü tanıklarından alınan bilgiye göre, Siyonist rejim polisi elektrikleri keserek Kıble Mescidi'nde itikafta olan Filistinlileri dışarı çıkmaya zorladı.
Filistinliler ise mescidin kapılarını kapatarak işgal rejimi polisine engel olmaya çalıştı.
Siyonist rejim polisi, 26 Mart'ta da Mescid-i Aksa'ya girmiş, Kıble Mescidi'nde namaz kılan ve itikafta olan Filistinlileri güç kullanarak dışarı çıkarmış ve itikaftakilerden 2 kişiyi gözaltına almıştı.
Siyonist Rejim Saldırmaya Doymuyor; Bu Kez de Stadyumu Bastı
Siyonist rejim, Filistin halkına zulmetmeye doymuyor. Bu rejim güçleri bu kez de bir futbol maçını hedef aldı.
Filistin'de oynanan Yaser Arafat Kupası final maçının oynandığı stadyuma maçın devre arasında baskın gerçekleştirdi ve sahaya çok sayıda gaz bombası attı.
Çok sayıda kişi yoğun gazdan etkilenirken, aralarında çocukların da bulunduğu seyirciler boğulma tehlikesi atlattı.
O sırada soyunma odasında bulunan futbolcular de nefes almakta güçlük çekti, uzaklaşmaya çalıştı.
Öte yandan Siyonist rejim güçleri futbol karşılaşmasında da şiddet uyguladı.
Siyonist Rejimin Tüm Kısıtlamalarına Rağmen 250 Bin Filistinli Mescid-i Aksa’da Namaz Kıldı
Yüzbinlerce Filistinli, işgal rejiminin güvenlik önlemlerine rağmen mübarek Ramazan ayının ikinci Cuma namazını Mescid-i Aksa'da kıldı.
Dün 250 bin Filistinli, Siyonist rejim ordusunun ağır kısıtlamalarına rağmen mübarek Ramazan ayının ikinci Cuma namazını kılmak için Mescid-i Aksa'ya gitti.
Kudüs İslami Vakıflar Dairesi, dün çeyrek milyon Filistinlinin Cuma namazını Mescid-i Aksa'da kıldığını açıkladı.
Filistin haber ajansı Şahap, işgalci rejim askerleri tarafından oluşturulan güvenlik kısıtlamaları hakkında şunları yazdı: ‘Binlerce Filistinlinin mübarek Ramazan ayının ikinci Cuma namazını kılmak için Batı Şeria'dan işgal altındaki Kudüs'e girişine kısıtlamalar getirildi.
Filistinliler bugün şafak vaktinden bu yana, Cuma namazı için Mescid-i Aksa'ya girmek üzere Batı Şeria bölgelerinden Kudüs şehri çevresindeki askeri kontrol noktalarına hareket etti.’
Kısa Link: https://rasthaber.com/A221078
Rasthaber -
Siyonistler, İşgalci Rejimin Bölgede İzole Edilmesinden Korkuyor
Bölgedeki son gelişmelerin ardından birçok Siyonist yorumcu, Netanyahu kabinesinin Filistinlilere yönelik ırkçı tavrının Arap ülkeleriyle normalleşme sürecini etkileyeceğinden endişe duyuyor.
İşgalci rejimin Filistin'in kutsal mekanlarına yönelik saldırganlığının yoğunlaşmasının ardından, durumu değerlendiren birçok Siyonist analist ve uzman, mübarek Ramazan ayında Mescid-i Aksa'da yeni bir gerilimin patlak verme ihtimalinin çok yüksek olduğuna ve bunun İsrail'in Arap ülkeleriyle ilişkilerine gölge düşürebileceğine inanıyor.
Bu bağlamda rejim medyası, çok sayıda Arap ülkesinin İsrail'in Mescid-i Aksa'ya yönelik saldırılarını kınadığını ancak meselenin bununla da bitmediğini ve bu ülkelerin İsrail'e yaptırım uygulayıp büyükelçilerini çağırabileceğini bildirdi.
Siyonist rejim medyasında yayınlanan analizde, “Belki de durum kötüye gider ve ikinci İntifada dönemine benzerse (Tel Aviv’le) uzlaşan Arap ülkeleri İsrail ile diplomatik ilişkilerini kesebilir. Bu durumda İsrail bölgede yeniden yalnız kalacak ve bunun nedeni İsrail makamlarının İsrail'in çıkarlarıyla çatışan ve istikrarını tehdit eden politikalardır.” yorumuna yer verildi.
Siyonist İsrail Kanal 12'nin web sitesinde Eli Fode ve Rui Kaprik imzasıyla yayınlanan yazıda, “Suudi Arabistan ile anlaşmaya varmak için birçok çaba sarf edildi, ancak bazı Arap ülkeleriyle normalleşme anlaşmalarının imzalanmasının ardından Filistin konusunda hiçbir gelişme yaşanmadı. Benyamin Netanyahu liderliğinde aşırı sağcı bir kabinenin kurulmasıyla birlikte Filistinlilere yönelik şiddet arttı ve Mescid-i Aksa'ya yönelik provokasyonların tırmanması ile Filistinlilere karşı ırkçı yasaların çıkarılmasına tanık oluyoruz. Bu, İsrail'in bölgedeki Arap ülkeleriyle ilişkilerine tehlikeli darbe vurabilecek bir konu.
Netanyahu'nun BAE ziyaretinin iptal edilmesi, İsrail'in Batı Şeria'daki eylemlerinin Arap ülkeleri tarafından yaygın bir şekilde kınanması, Hawara bölgesine yapılan baskınların ardından Fars Körfezi’ne kıyısı olan Arap ülkelerinin Filistinlilere yaptığı yardımlar, İsrail heyetlerinin Arap ülkelerine girişlerinin durdurulması, İsrail ile bu ülkeler arasındaki savunma ticaretinin durdurulması normalleşme projesinin zayıfladığının göstergeleri olarak değerlendirilebilir.
Ayrıca Faslı yetkililer, İsrailli bakanlarla görüşmeyi erteledi ve Fas’ta yapılması planlanan ‘El-Nakab’konferansını bilinmeyen bir tarihe kadar erteleme kararı aldı. Ürdün parlamentosu İsrail büyükelçisinin sınır dışı edilmesini talep etti. Suudi Arabistan geçtiğimiz günlerde İsrail makamlarının davranışlarını ve Filistinlilere yönelik saldırılarını şiddetle kınadı.
Bunlar, İsrail'in eylemlerine bölgeden gelen tepkilerin sadece küçük bir örneği ve Arap ülkelerinin İsrail ile normalleşmeyi durdurmaya çalıştığını kanıtlıyor; Tel Aviv'in bölgedeki konumunu ciddi şekilde zedeleyen bir konu, hatta Arap ülkeleri, İsrail ile normalleşme sürecinin devam etmesinin meşruiyetlerini zayıflatacağından endişeli; zira Arap halkları genellikle İsrail ile uzlaşmayı kabul etmiyor.
İç Güvenlik Konseyi ve İsrail Dışişleri Bakanlığı, gerginliğin tırmanmasını engellemek için Ürdün, Mısır ve Filistin Özerk Teşkilatı ile anlaşmaları genişletmeye çalışırken, Netanyahu kabinesindeki bakanlar, kasıtlı olarak bu anlaşmaları ihlal edecek hareketlerde bulunuyorlar. Bu bakanların sergilediği tavırlar normalleşme anlaşmalarının doğasına tamamen aykırıdır ve onların davranışları ABD'yi de kızdırmıştır.” ifadeleri kullanıldı.
Suudi Arabistan İle Normalleştirme Fırsatı Kaçtı
İki Siyonist yorumcu, “Riyad’ın, nükleer teknoloji elde etme gibi taleplerinin ABD tarafından kabul edilmeyeceğini anlamasının ardından İsrail, Suudi Arabistan ile normalleşme fırsatını da kaçırdı. Öte yandan, yeni İsrail kabinesinin benimsediği aşırı politikalarla birlikte İran-Suudi Arabistan ilişkilerinin yeniden tesis edilmesi, Tel Aviv'in Suudilerle normalleşme çabalarına bir başka darbe oldu ve genel olarak Suudi Arabistan ile uzlaşma anlaşması imzalama meselesi artık geride kaldı.” değerlendirmesinde bulundu.
Öte yandan Siyonist Rejim televizyonunun haberine göre, birkaç gün önce ordu komutanı ile İsrail güvenlik servisleri başkanları, Netanyahu’yu Arap ülkeleriyle normalleşme projesinin her geçen gün erozyona uğradığı konusunda uyardı ve kabineden bu tehlikeye karşı koymak için harekete geçmesini istedi./tesnim
Siyonist Rejimin Azerbaycan Üzerindeki Sinsi Planları
Bismillahirrahmanirrahim
Dünyada Siyonist rejimin dostları ve düşmanları vardır. Bunu değerlendirirken halkları ve rejimleri birbirinden ayırmak gerekir.
Dünyada Siyonistlerin en büyük düşmanı halklardır; dünyada Siyonistlere dost olan hiçbir halk yoktur. Bütün halklar Siyonist rejimden nefret etmektedir, Siyonist rejimi şer ve zülüm merkezi olarak görüyor; Müslüman, Hristiyan, Afrikalı, Asyalı hatta Avrupalı halkların Siyonist rejime bakışları bu ülkeler hükümetleri gibi değildir.
Siyonist rejime karşı dost olan ve düşman olan ülkeler vardır. Dostları Siyonist rejimi meşru görüp diplomatik, ekonomik, askeri vs.. alanlarda işbirliği içindedirler. Düşmanları ise Siyonist rejimi meşru görmeyip onlunla hiçbir ilişki kurmayan ülkelerdir ve bu grupta olup direniş cephesindeki ülkeler ise bu işgalci rejimle savaş halindedirler.
Siyonistlerin yeni projesi
Siyonist rejim kurulduğu 1948 yılından beri geçen 74 yıldan beri Batılı devletlerin desteği ve çoğu krallık ve emirlikle yönetilen Arap rejimlerinin ihanetleri veya vurdum duymazlıkları karşısında işgal topraklarını genişletti. Ancak İslam İnkılabının zaferinden sonra başta Batı Asya Müslüman halkları olmak üzere Müslüman halkların uyanışı da başlamış oldu ve oluşan Direniş Cephesi Batılı emperyalistlerin ve özellikle de Siyonist rejimin planlarını bozdu.
Siyonistler İslam İnkılabının İran'da zaferinden sonra Batı Asya’da istediği gibi ilerleyemedi çünkü direniş cephesi Siyonistlerin hedefine ulaşamasın engelledi.
Bu işgalci rejim son yıllarda ise çöküşünü engellemek, direniş cephesi karşısındaki yenilgisini telafi etmek için “Türk dünyası” ile işbirliğini güçlendiriyor. Kafkasya’da nüfuzunu artırmak suretiyle Batı Asya’da kaybettiği gücünü Kafkasya’da telafi etmeye çalışıyor.
Direniş cephesindeki düşmanlarına karşı yeni müttefikler bulmak ve artırmak istiyor. Özellikle de İran İslam Cumhuriyetine karşı bölgede yeni güç ve destek arayışlarına girmiş bulunuyor.
Siyonist ve Bakü Rejimleri Arasındaki İşbirliği
Son zamanlarda Azerbaycan hükümetinin Siyonist rejimle ilişkisi güçlenmiş ve resmen elçilik açma seviyesine gelmiş bulunuyor.
Azerbaycan’ın Tel Aviv’de elçilik açmasını dikkatli okumak gerekir. Konu basit bir diplomatik ilişki değildir. Siyonistler üç alanda Azerbaycan’da nüfuzlarını sürdürmektedir:
- Askeri alanda nüfuz; Azerbaycan'ın silah ihtiyacını karşılayarak Azerbaycan ordusunu kendine bağımlı hale getirmeyi planlıyor.
- Ekonomik nüfuz; 150 Siyonist şirketi Azerbaycan’da iş yapıyor. Ayrıca Siyonistlerin petrol ihtiyacının yüzde 60’ını Bakü rejimi karşılıyor.
- Siyasi nüfuz; Bakü’deki elçiliği aracılığıyla Azerbaycan'ın siyasal gelişmelerine müdahale etmekte ve yöneticileri Müslüman halkın inançlarıyla mücadeleye, ülkede fitneye ve komşularıyla düşmanlığa yönlendirmektedir.
Filistin halkına yüz yıla yakındır kan kusturan bu rejim bölgedeki sorunlarında Azerbaycan'ın yanında olduğunu ileri sürerek sinsi planlarını takip etmektedir. Siyonistler açıkça bu işbirliğinin İran’a karşı bir ittifak olduğunu söylemekten çekinmiyorken Bakü rejimi de bu açıklama karşısında susmaktadır.
- Siyonistler diğer taraftan Türki cumhuriyetlerini özellikle de Azerbaycan’ı Kafkasya’ya açılan bir kapı olarak kullanmak istiyor.
Azerbaycan halkı elbette bu gerçekleri görmektedir ve bu uğursuz işbirliğinin farkındadır.
Her dostluk ve düşmanlığın bir karşılığı vardır. Herkes bedel ödemeye hazır olmalıdır. Halklar uyanınca bu bedeli ödetir.
Siyonistlerden dost olmaz, bunlar tarih boyunca kendileri ile ittifak kuran, kendilerine el uzatan kim olmuşsa güçlendikten sonra onlara da zulmedip hegemonyasına almaya çalışmıştır.
Umulur ki Azerbaycan yöneticileri bu gerçeği anlamakta gecikmez ve başta Azerbaycan halkı olmak üzere bölge halklarını daha çok zahmete sokmaz.
İlahi İnayet Ve Zamanın İmamı
Şii’siyle, Sünni’siyle İslam ümmeti genel olarak, Hz. Mehdi konusunda görüş birliği içerisindedir. Her iki grubun uleması da onu, Resulullah’ın soyundan ve Hz. Fatıma selamullahi aleyha’nın neslinden olduğunu kabul etmektedirler. Muteber kitaplarda bu bağlamda muvassak ve mütevatir hadisler naklolunmuştur. Kur’an-ı Kerim de, diğer semavi kitaplarda olduğu gibi Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın cihanşümul adil hükümetinden ve onun rehberliğinden söz etmektedir. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih ve diğer hidayet imamlarından bu konuda rivayet edilen çok sayıda hadisler, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın oğlu olduğu ve halen hayatta bulunduğu, ancak ilahî hikmet gereği gaybete çekildiği hususunda hiçbir şek ve şüpheye yer bırakmamıştır. Kast ve garazı olmayan hak talibi herkes, eğer meseleye dikkatlice eğilirse, kesinlikle bu hakikate ulaşır ve onu kabul eder.
Yüce Allah’tan, İslam’ın usul ve öğretilerini sağlıklı bir biçimde anlayıp idrak etmekte bizlere yardımcı olmasını ve gerçekleri anlamayı bizlere ve tüm hakikat aşıklarına inayet eylemesini, bizleri hatalardan, yanlış inanç ve anlayışlardan, taassuplardan kurtarmasını niyaz ediyoruz. “Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma; katından bize bir yardım ihsan et. Şüphesiz ki, sen çok bağışlayansın.”
Şunu hatırlatmak gerekir ki, İmam Mehdi aleyhi’s-selâm bir şahıstır; bir sınıf veya grupta mehdilik tecelli etmez. Şiilik tarihi boyunca tüm Şiiler, ayrıca Ehl-i Sünnet’ten bir çok alim İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın, Resulullah’ın çocuklarından olacağını kabul etmektedirler. Ehl-i Sünnet itikadında incelenmesi gereken şey, o İmam’ın doğup doğmadığı ve buna benzer diğer özellikleridir. Biz bu makalede, Allah’ın yardımıyla bu meseleyi ilahi inayet ve toplumsal hayat çerçevesinde ele alacağız.
İnsanın Toplumsal Hayatının Devamı İlahî Hüccetin Varlığının Gerektirir
Nübüvvete imandan sonra en önemli konulardan biri de, asrın imamının imametine inanmaktır. Tüm Müslümanlar bu inancı paylaşmaktadırlar. Allah Resulü’nün “Zamanının imamını tanımadan ölen kimse, cahiliye ölümüyle ölmüştür” hadisi şerifi, bu mevzunun önemini açıkça gözler önüne sermektedir.
İslam kelamcıları ve filozoflarının bu konuda getirdikleri aklî deliller de oldukça çoktur. Biz burada sadece bir delili açıklamakla yetineceğiz. O delil, yüce Allah’ın yaratılış ve din düzeninin korunmasına gösterdiği özeni ifade eden “İnayet Delili”dir. Bir başka deyişle de Allah Teala’nın “Tekvinî ve Teşriî İnayeti” olarak tabir edilen delildir.
İnayet Ne Demektir?
İnayet; bir işin en güzel şekilde gerçekleşmesi ve en küçük noktasının dahi belirsiz kalmaması için azami derecede gayret edip, özen göstermek demektir.
Örneğin; bir mimarın bina yapımındaki inayeti (özen ve titizliği), binanın kolonlarına dikkat etmesini gerektirdiği gibi, kanalizasyona uzanan borularının eğimine dahi dikkat etmesini icap ettirmektedir. Çünkü binanın herhangi bir köşesi veya bahçesinde su toplanması, mimarın binanın bu bölümüne gereken özen ve titizliği göstermediğini yansıtır. Tabii ki, insanın inayet ve özeni, Allah Teala’nın inayet ve özenine kıyas edilemez.
Hikmet Sahibi Olan Allah’ın İnayeti ile İnsanın İnayeti Arasındaki Fark
İnsanın kendi işine gösterdiği inayet ve özen ile Allah Teala’nın, mukaddes zatından sadır olan fiillerine gösterdiği inayet ve özen elbette ki kıyas edilemeyecek kadar farklı farklı şeylerdir. Çünkü kişi kendi işine inayet (özen) göstermekle kendi ihtiyaçlarını temin edip noksanlıklarını giderir. Fakat yüce Allah hiçbir noksanlığı, hiçbir ihtiyacı olmayan, varlığı kendisinden olan, tüm kemallere sahip bulunan yüce bir zattır. Kâinat ve kâinattaki bütün varlıkların ihtiyaçlarının karşılanması ve noksanlıkların giderilmesi, O’nun inayetinin sonuçlarıdır. “Allah onların söylediklerinden münezzeh, yüce ve beridir.”
Allah Teala’nın İlim ve Kudretteki İnayeti
İslam Filozofları, Allah Teala’nın inayetini iki kısma ayırmışlardır.
1- İlimde inayet; buna “ilm-i inaî” de denmektedir.
2- Fiilde inayet; bu ise bir işi sağlam ve muhkem yapmak demektir.
Yukarıdaki iki terimin açıklaması şöyledir:
1) İlm-i İnaî; bu terimi, ilk olarak İbn-i Sina gibi, Meşşa Felsefesi mektebinin mensupları gündeme getirmişlerdir. Bunun anlamı, Allah Teala’nın kendi fiilini önceden bildiğidir. Allah Teala’nın ilmi, O’nun yüce zatıyla varolan, tüm hakikatleri gösteren “öz ilim” şeklindedir. Yüce Allah’ın zatının aynı olan ilmi, varlık âleminin tümünü gösterir ve varlık âlemi görünen ve görünmeyeni ile birlikte, o ilim ile vücuda gelmiştir. Buna göre İlm-i inaî, kâinatın kemalatı ve mükemmel yaratılış nizamına taalluk eden ayrıntılı zati ilimdir.
Allah’ın hikmet ve inayeti, mevcut olan her yaratığın kendi hedef ve gayesine ulaşmasını icap ettirmektedir.
Bu ilmin, kâinata yansıması sonucu kâinattaki tüm varlıkların bir hedefe doğru hareket ettiğini, somut bir gaye ve sonuca varmak için çalıştığını görmekteyiz.
2) Fiilde inayet, bundan maksat, eşyanın yaratılışı ve kâinatın tanzimine taalluk eden inayetidir. Yani, Allah Teala’nın meydana getirdiği Tekvin düzeni, en güzel, en sağlam ve en cazip düzendir. Tekvin (yaratılış) düzeni, en iyi, en güzel ve en sağlam düzen olduğu gibi, Teşrii (yasama) düzeni (Allah’ın, insanların eğitilip yetiştirilmesi için koyduğu kanunlar düzeni) de düşünülebilecek en mükemmel ve en iyi düzendir. Hatta Yüce Allah’ın Teşri düzenine olan inayetinin (özeninin) Tekvin (yaratılış) düzenine olan inayetinden daha fazla olduğu da söylenebilir.
Çünkü insanın, yaratılış hedefi olan manevi miracını ve tekamüle doğru olan seyr-u sülukunu başarıyla sona erdirmesi için yaratılış düzeni, yağmur, rüzgar, bulut, güneş vs. ona hizmet etmektedir.
Bunun için Tekvin düzeni insanların terbiyesi ve tekamülü için bir vesiledir. Yani Tekvin düzeninin mühim hedefi budur. Peygamberler ile vasiler de bu önemli hedefin zaruretine binaen gönderilmişlerdir. Bütün bu evren ve içindekiler, insanların tekamül dersi öğrenmeleri için birer medrese hükmündedir, peygamberler ve belirledikleri vasiler de, insanların öğretmenleridir. Bugün ise Allah’ı tanıma medresesinin en büyük üstadı, Allah’ın en büyük velisi ve Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in son vasisi olan Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’dır. Hepimiz şunu iyi biliyoruz ki; eğer üstat olmazsa sınıf ve medresenin varlığının bir anlamı kalmaz ve tamamen anlamsız olur. Bu konuyu iki yolla açıklayabiliriz:
Birincisi, illet (neden) yoluyla; buna Limmi yol da denilir. İkincisi ise yaratılış yoluyla; buna da İnni yol denilmektedir.
Yüce Allah’ın Yaratılışa Olan İnayeti (Özeni)
Kudret sahibi olan Allah’ın yaratılışa olan inayeti (gösterdiği özeni) “Limmi” yolla, yani illetten (nedenden) yola çıkarak açıklanabilir; yani: Yüce Allah zatı gereği ğanidir ve yaratılışın tüm kemalat ve güzellikleri O’na dönmektedir. O yaratılıştan bir fayda sağlamaz. Halbuki insan, her ne kadar hayır ve güzel işte bulunursa, bu onun tekamülüne yol açar. Diğer yaratıklarda da durum aynıdır.
Bunun için daha önce de değindiğimiz gibi yüce Allah, yaratılış düzenini tam bir güzellik ve sağlamlıkla yaratmıştır; Tekvinî düzene özen gösterdiği gibi terbiye ve din düzeni olan Teşri düzenine de özen göstermiştir. Bir başka tabirle; tekvin âleminin insanların eğitim görüp gelişmeleri için bir araç olduğunu söyleyebiliriz. Âlemlerin Rabbi olan Hikmet sahibi Allah insanların yaratılışında, asıl ve nihai hedefe ulaşmaları için, tüm imkan ve gereçleri hazırlamıştır. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’de çok sayıda ayet vardır.
Tekvin Düzeni
Yaratılış düzeni gerçekten de şaşırtıcı ve ilginçtir. O kadar akıl almaz ve fevkaladedir ki, bilim adamları, her geçen gün muhtelif bilim dallarında yeni sırlar keşfediyor, keşfedilen her yeni şeyde de hayret ve şaşkınlıkları daha da çok artıyor. Söz buraya uzamışken konumuzun daha da bir netlik kazanması ve aydınlanması için burada Korsi Moris’in bir kitabına göz atmak yerinde olacaktır.
O şöyle yazıyor:
“Gerektiğinde hem mikroskobun ve hem de dürbünün görevini yapan gözün ilginç yapısı, kolaylıkla açılıp kapanan ve doğrulup bükülen insan vücudunun eklemlerinin hayret verici özelliği, insanlar ve diğer canlı varlıkların kendi soylarını devam ettirmek için başvurdukları karmaşık ve kapalı döllenme ve üreme yolları, insan vücudunda gerçekleşen ilginç kimyasal aksiyon ve reaksiyonlar, gıda maddesinin kana karışıp hücrelere aktarılması için, sindirim sisteminde gerçekleşen aksiyonların yanı sıra tabiatın yüzlerce diğer ilginç yönü ve güzelliği bilginlerin dikkatini üzerine toplamıştır. Bilginler, bütün bunlar üzerinde yaptıkları inceleme ve araştırmalarla bu dünyanın bir plan ve program üzerine yaratılmış olduğu sonucuna varmışlardır. Yüce Allah’ın varlığının en iyi delillerinden biri, çevre ile mutlak bir uyumun oluşudur. İnsanın yeryüzündeki varlığı ve kendisi ile çevresi için geçerli olan ilginç kurallar, genel plan ve programın bir kısmını oluşturmaktadır.” [1]
Moris, kitabının başka bir bölümünde de şöyle yazıyor:
“Şimdiye kadar sindirim ve sindirim sisteminin çalışma şekli hakkında yüzlerce, belki de binlerce kitap yazılmıştır; fakat her yıl bu alanda yeni keşifler yapılmaktadır. O kadar yeni şeyler yazılmasına rağmen, konu sürekli tazedir ve yeniliğini korumaktadır. Eğer biz sindirim sistemini bir laboratuara ve gıda maddelerini de laboratuara dökülen ham maddeye benzetirsek, sindirme eyleminin ne kadar mükemmel bir şekilde gerçekleştiğine şaşıp kalırız. Gıda maddesini alan her hücre, içteki bir ateşle gıda maddesini yakıp vücutta hareket oluşturuyor. Fakat hepimiz biliyoruz ki; ateş körük olmadan tutuşmaz. Bunun içindir ki, tabiat gıda maddesini hücrelerde yakan, oksijen, hidrojen ve karbonik asidini ayrıştıran ve böylece vücudun ateşini temin eden bazı yanıcı kimyasal bileşimler üretmektedir. Normal ateşte görüldüğü gibi ateşten buhar, su ve karbonik asit yükselir. Bu durum vücuttaki yanma ve yakma olayında da aynıdır. Kan, karbonik asidi ciğerlere ulaştırıyor ve karbonik asidin dışarı atılmasıyla, insan hayatının aslını oluşturan solunum olayı gerçekleşiyor. Bütün bu işler muntazam bir tertip ve düzenle gerçekleşiyor.” [2]
Bu sahada çalışan uzmanlar, vazifesini yapması için, insana gerekli olan her şeyden yeterince verildiğini söylüyorlar. Eğer insan vücudunun yapısını bir binanın yapısıyla karşılaştırırsak, mimarın, tabii afetlere karşı direnmesi için binanın mimarisinde gerekli olan tüm ön tedbirlere yer vermesi gibi, bu âlemin yaratıcısının da insanın yaşamını sürdürüp, kemale ermesi için tüm araç, gereç ve imkanları insanoğlunun emrine verdiğini ve hiçbir şeyi esirgemediğini görürüz.
Bizim vücudumuzun en önemli özelliklerinden biri şudur ki; vücudumuzun çoğu organları çift yaratılmıştır. Halbuki çiftlerden biri, hayatımızın sürmesi için sürekli olarak lazım olmayabilir. Bir başka deyişle çiftlerden birini diğerinin faaliyetini aksatmadan devre dışı bırakabiliriz. Örneğin böbreklerden birini bizim vücudumuzun aksiyon ve reaksiyonunu pek de etkilemeyecek bir şekilde vücuttan alabiliriz. Eğer kalp gibi bazı organlar çift yaratılmamışlarsa, bunlar beklenmedik hadiselere karşı azami bir direniş gösterebilecek bir yapıya sahiptirler.
İnsan vücudundaki hararet sistemi de bunun gibidir. Hiçbir termometre senelerce böylesine güzel ve dakik bir şekilde işleyemez. Öyle dakik bir şekilde işliyor ki, en küçük bir rahatsızlık baş gösterdiğinde uyarı sinyalleri veriyor. Ateşin yükselmesi, bu uyarı sinyallerinden birine örnek olarak gösterilebilir.
Bu ilginç vücut yapısının bir diğer hayret verici mekanizması ise, savunma mekanizmasıdır. Bu mekanizma tecrübeli ve çevik bir komutanın emrindeki bölükler gibi çalışıyor.
Sözün kısası, evrendeki varlıklar hakkında binlerce kitap yazılmıştır. İnsanoğlu, kainatın baştan başa kanun, düzen, uyum, bağımlılık, illet ve malullerle dolu olduğunu, bütün bunların belirli bir hedefe doğru hareket etmekte olduğunu ve insanın işlerliği, faaliyeti ve tekamüle doğru seyri için gerekli olan her şeyin yeterince verildiğini anlamıştır.
Bütün bunlar, Allah Teala’nın kendi yaptıklarına oldukça ehemmiyet verdiğini göstermektedir. Her şeyin varması gereken noktaya doğru hareket etmesi için, oluşumu (tekvini) itibarıyla yüce Allah tarafından yönlendirildiğine göre, mahlukatın en şereflisi ve en mükemmeli olan insanın kılavuzsuz, rehbersiz ve başıboş bırakıldığını söylemek insafsızlık olmaz mı?
Evet, nasıl ki tüm varlıklar müdebbir olan Allah’ın tedbir ve iradesiyle belirli ve hikmetli bir hedefe doğru hareket ediyorlarsa, insan da yüce Allah’ın hüccet ve kılavuzunun rehberliği sayesinde olgunluk ve tekamül yolunu kat edebilir. Toplum düzeni de, adil bir rehber ve mâsum bir İmam olmadan, sarsıntı, kayma ve düzensizlikten korunamaz. Bu sarsıntı, kayma ve düzensizliğin önünün alınması, tüm insanî değerlerin korunması ve insanların iyi bir şekilde terbiye edilip eğitilmesi için, ilahî dinin müfessir ve yorumcuya ihtiyacı vardır. Bu yorumcu, Allah’ın belirlediği kimseden başkası olamaz. Ayrıca, bu dinin hükümlerini de ancak bu şahıs yürürlüğe geçirilebilir.
Yukarıdaki iki nokta, İslam Peygamberinin vefatından sonraki İslam toplumunun, şimdiye kadar geçirmiş olduğu sürecin dikkatlice incelenip mütalaa edilmesiyle iyice anlaşılır. O zamandan bugüne dek, özellikle de günümüzde, insanî değerlerin nasıl çeşitli şekillerde yorumlandığı ve her yerde adalet, demokrasi, özgürlük, insan severlik, barış ve insanlara hizmetten söz edilmekte olduğunu görürüz. Hürriyet deniliyor; ama hangi anlamda bir hürriyet kastediliyor? İslam deniliyor; ama kimin yorum ve anlayışına dayalı bir İslam’dan söz ediliyor? Bu önemlidir.
Hürriyetten maksat, yabancıların hegemonyasından kurtulmak mı? Yoksa tüm nefsî istek ve arzuların temin edilmesi ve hiçbir sınır tanımaz, ipe sapa gelmez, herhangi bir hukuka bağlı kalınmaksızın lakaytça bir yaşam sürdürmek mi? Hangi anlamda adalet? Ve bunu kim belirliyecek?
Toplumun birinde, eşcinsellik, kadının kadınla ve erkeğin erkekle evlenmesi serbest!! Başka yerde ise başka sapıklıklar! Bu gün süper güçler mazlumları korumak, insanoğluna hizmet etmek ve insan haklarını temin etmek bahanesiyle hangi cinayeti işlemekten geri kalıyorlar? Hürriyet ve özgürlük maskesiyle gelip, bizim ve dünyanın diğer mazlumlarının gerçek insanî ve ilahî değerlerini yok ediyorlar ve geniş çaplı propaganda araçlarından yararlanarak, kendi kof ve muhtevasız kültürlerini inançlı gençlerimizin beyinlerine empoze ediyorlar. Bu işi başarıyla gerçekleştirdikten sonra da varımızı yoğumuzu yağmalayıp inanç ve itikadımızda hurafeler ve sapıklıklar oluşturarak, inançlarımızı rotasından çıkarıp ayrı bir yöne kanalize ediyorlar. Acaba bu hürriyet midir? Bu zorbalıklar ve talan etmeler adalet midir?!!
Şuna yakinen inanmak gerekir ki; insanın yönlendiricisi ve kılavuzu yalnız Allah’tır, insan onun kanun ve kurallarına ittiba etmekle menzil-i maksut olan ulvî hakikat ve tekamüle ulaşabilir. Bu kanunların da konuşan dili ve gerçek uygulayıcısı Allah’ın emriyle Mâsum bir İmam’dan başkası olamaz.
Konunun devamında, gündeme getirilmesi mümkün olan sorulara cevap vereceğiz.
Birinci soru:
“İnayet Kanıtı”nı kabul etsek bile biz bu dönemde Hazret-i Mehdi aleyhi’s-selâm’ın özellikleriyle belirlenmesinin, hikmet sahibi Allah’ın inayeti (özeni)’nin bir sonucu olduğunu nereden anlayabiliriz? Bu İmam’ın yeryüzünde hazır olduğu ve amellerimizi müşahede ettiği halde gaybette olduğunu ve gözlerin onu görmediğini nasıl ve nereden bilebiliriz?
Cevap:
Bu sorunun cevabı açıktır; ama yine de meselede herhangi bir gizlilik kalmaması için aşağıdaki noktalara dikkatinizi çekiyoruz.
a) Her zaman ve mekanın dini olan, dinamik bir mektep olarak İslam’ın, ilim ve tekniğin gelişmesiyle her geçen gün daha da artıp karmaşık boyutlar kazanan insanoğlunun yeni meseleleri ve ihtiyaçlarına cevap vermesi gereklidir. Şu bir gerçektir ki, İslam’ın çok yönlü ve doğru bir şekilde beyan edilmesi ancak İmam’ın varlığıyla mümkün olabilir.
b) İslam cihanşümul bir hükümet kurma iddiasındadır. Bu cihanşümul hükümetin idaresini ve rehberliğini, tüm insanların temiz ve pâk fıtratlarıyla kolaylıkla kabul edebilmeleri için, pâk ve mâsum bir insanın üstlenmesi gerekir. Ancak böylelikle hem İslam’ın gerçeklerinin idrakinde bir kayma olmaz, hem de mensuplarının doğru dürüst bir şekilde İslam’ın emirlerini yerine getirip, kanun ve kurallarına uymaları sağlanmış olur. Bu cihanşümul rehber (ruhlar ona feda olsun), vahyin idraki ve beyanı alanında mâsum olan İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’dan başka kim olabilir?
c) Varlık alemi ve onda varolan dakik ve ince düzenin müşahede ve mülahazası tümüyle, her şeyin her zaman ve mekanda, yüce Allah’ın inayetinin kapsamında olduğunu göstermektedir. Durum böyle iken İslam başta olmak üzere tüm semavi dinlerin vaad ettikleri cihanşümul hükümet rehbersiz olabilir mi? Kesinlikle hayır. Halkın ve mukadderatının sarsıntıya uğrayıp zedelenmemesi için bu hükümetin rehberinin, dinin sahibi ve elçisi, yani Allah ve Peygamber tarafından belirlenmesi gerekir. Varlık aleminde insanları yaratıp, mukadderatını meçhule ve belirsizliğe terk etmek, yüce Allah’ın inayet ve şanına yakışmaz. İşte bu delilden dolayı, Zamanın İmamı “Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın varlığı, beşeriyetin hayatını sürdürebilmesinin kaçınılmaz gereklerinden biridir.
İkinci Soru:
İslam dininin mükemmel bir din olması hasebiyle, eğer tüm dünya insanları İslam’ın tüm kanunlarıyla amel ederlerse, günümüz dünyasında insanların maruz ve müptela kaldıkları sorunlar ve dertler baş göstermeyecektir. Çünkü İslam’ın tüm kanun ve prensipleri, yüce İslam Peygamberi tarafından beyan edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de de buyruluyor:
“Yaş kuru ne varsa açıklayıcı olan bu kitapta bulunmaktadır.” [3]
Bu sebeple, İslam’ı açıklaması için mâsum İmamın vücudunun varlığına ne gerek vardır?
Cevap:
İslam Peygamberi’nin kendi programını tam ve mükemmel bir şekilde açıkladığı ve hiçbir şeyi eksik bırakmadığı, şüphe götürmez bir konudur. Fakat bu program, zamanın muhtelif dilimlerinde ve her yerde insanların hayatlarının tüm aşamalarında yürürlüğe geçirilmesi gerekli olan bir program olduğu için, bu programın yorumlamasında çıkan ihtilaflarda, ilimleri vehbî olan ve kendileri ise mâsum olan, yaşayan bir imam ve öndere, yani Peygamber’in vasisine ihtiyaç duyulmaktadır. Bunu şöyle açıklayabiliriz:
a) İslam dünyası Resul-i Ekrem’in vefatından sonra, dinin ahkamı ve öğretileri alanında şiddetli ihtilaflara maruz kaldı. Aşağıdaki tarihî numuneler bu iddianın doğruluğunu ispatlayan en bariz örneklerdir.
Birinci Halife döneminde Müslümanlar arasında cenaze namazında kaç tekbir söyleneceği hususunda ihtilaflar vardı. Bir grup dört tekbir, bir grup ise beş tekbir getiriyorlardı. Bunlardan her biri Peygamber’e uyduklarını söylüyorlardı. Nihayet ikinci halife Ömer b. Hattab, bu ihtilaflar bir kenara itilerek asgari sayı olan dört tekbir kabul edilsin dedi. Bunun için hilafete bağlı çevrelerce cenaze namazı dört tekbirle kılınmaktadır.
Dikkat ederseniz, daha birkaç gün önce kendi aziz rehberini yitiren Müslüman topluluğu, cenaze namazı gibi en basit bir meselede görüş ayrılığına düşüp birkaç gruba ayrılıyor, sonuç olarak da Ehl-i Beyt mektebine göre, [4] Resulullah’tan gelmeyen bir şeyi kabul ediyor. Bu tür ihtilaf ve görüş ayrılıklarına; Allah’ın sıfatları, Allah’ın adaleti, ahiret, peygamberlik, kaza ve kader gibi konular, örnek olarak verilebilecek şeylerdendir.
Bütün bu olumsuzluklar, sorunlar, görüş ayrılıkları, çekişmeler ve tartışmalar, Allah Resulünün vasisi olan, mâsum ve vahye aşina bir öndere (Ehl-i Beyt İmamlarına) uyulmamasından kaynaklanmıştır.
Sözün kısası, İslam dini, vahyin hakikatini hiçbir ipham ve belirsizliğe yer bırakmadan halka açıklayacak ve zihinlerdeki soruları cevaplandıracak bir müfessir ve açıklayıcıya ihtiyaç duymaktadır. Böyle bir insan, ilahî vahiy hakkında sağlıklı ve mükemmel bir bilgiye sahip olmalı, gaybın sırlarını ebedi ilahî kaynaktan alıp, Allah Resulü gibi beyan etmelidir. Böyle bir şahsın Hidayet İmamlarından başka birisi olmadığı ve onların dışında hiçbir kimsenin bu makama layık olmadığı açık olan bir gerçektir. Bu gün ise Resulullah’ın en son vasisi İmam Mehdi aleyhi’s-selâm bu makamı üstlenmiştir. O, vahyin tebliğinde hata etmeyen tek kişidir, dinin ahkamını uygulamakta zerre kadar kaymayan yine odur. Bir başka ifadeyle; ilim, amel, tebliğ ve uygulamada mâsum olan odur.
b) Dinlerin sonuncusu olan İslam’ın, tüm dönemlerde toplumunun sorunlarına cevap vermesi ve tüm olaylar ve gelişmelerde aktif rol oynaması gerekir.
Bunun için dini beyan eden, belirsizlikleri bertaraf eden, ilahî hakikatleri açıklayan kişinin, Allah Resulü gibi olması, onun nuruyla parlaması ve mâsumluk makamın haiz olması gerekmektedir. Zamanımızda ise On iki İmamın sonuncusu ve İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın oğlu İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’dan başka, bu işi yapabilecek birisi yoktur.
Sonuç olarak, İslam’ın temeli ve Resulullah’ın risaleti nasıl yüce Allah’ın inayetinin bir sonucu ise, tüm asırlar ve zamanlarda İslam’ın, zamanın şartlarına göre açıklanması ve bu iş için Resulullah’ın mukaddes varislerden bir Hidayet İmamının varlığı da, yüce Allah’ın kullarına olan inayeti ve teveccühünün en bariz sonuçlarından biridir. Çünkü, ancak böyle bir şahıs cihanşümul bir İslamî hükümet kürsüsüne dayanıp, ilahi vahyi açıklayarak, adalet ve eşitliği dünyaya iade edebilir.
Üçüncü soru:
Eğer Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm bu gün hazır bulunsaydı, İslam ve ahkâmını beşeriyete tebliğ edip beyan etmiş olsaydı, o zaman söyledikleriniz kabul edilebilirdi. Fakat siz, İmam’ın gaib olduğunu söylüyorsunuz. O İmam gaibtir; biz de bu dönemde yaşıyoruz ve onun huzuruna varıp görüşmekten mahrumuz. Bu da gösteriyor ki, İslam ahkamının uygulanması mâsum olmayanların elinde bulunmaktadır. Bu durum sizin daha önceki açıklamalarınızla çelişmiyor mu?
Cevap:
Güneşin ışığının ulaşmasını engelleyen, bizim günahlarımızdır. Bizim durumumuz güneşin önünü kapatan ve yeryüzünün, direkt olarak güneş ışığının bereketlerinden yararlanmasını engelleyen bulutlara benzer. Şu meşhur sözde de beyan edildiği gibi; “Dilenci tembel ise, ev sahibinin suçu ne?”
Evet; o yüce zatı görüp, nurlu yüzünü temaşa etmek liyakat gerektirir ve manevî hazırlık ister. Eğer herhangi birisi, dinin tavsiyelerine ve buyruklarına uymak, emirleriyle amel etmek ve sakındırdığı şeylerden kaçınmak suretiyle gerekli olan liyakati kedisinde oluşturursa, kuşkusuz o Hidayet İmamıyla buluşup, görüşecektir. Zaten Ehl-i Beyt’in adet ve geleneği, ihsan, kerem ve fazilette bulunmaktan başka bir şey değildir.
Akl-ı selim sahibi olan herkes, nasıl verimli bir bahçe ile çorak bir toprağa yağan yağmurun letafet ve tabiatının aynı olduğunu, ama bu yağmur sonucu bahçede çeşitli tat ve renkte meyveler ve güller yetiştiğini, çorak toprakta ise işe yaramaz bitkilerin bittiğini kabul ediyorsa, bu konuda da Allah’ın kendi hikmeti baliğası ve mutlak velayeti gereği, gerekli olan inayeti gösterip, İmam-ı Zaman’ı (Hz. Mehdi’yi) yarattığını ve kendisine yüce ilahî bilgiler verdiğini kolaylıkla kabul eder. Fakat maalesef insanlar maddi dünyada, içinde boğuldukları şehvet, gazap ve çeşitli ferdî ve toplumsal günahlardan dolayı bu liyakati kaybetmişlerdir. Ancak ne zaman bu engelleri kaldırıp zuhuruna ortam hazırlarsak, o İmam gayb perdesinden çıkıp, insanların hidayetini ve mukadderatını eline alacaktır.
İmam-ı Zaman, her ne kadar halkın geneli tarafından görülmüyorsa da bulutun arkasındaki güneş misali, insanlar onun vücudundan yararlanmaktalar. Ayrıca, onun vazifelerinin bir kısmını da, eksik ve noksan da olsa, ilim ve takva açısından yüksek mertebede bulunan, gerçek İslamî bir idrak ve anlayışa sahip olan ve mümkün olduğu kadar siyasi ve sosyal şartları idrak edip anlayan dirayetli alimler yerine getirmektedir.
Dördüncü soru:
Siz, İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın gıyabında İslam ulemasının, İslam ahkâmını açıklayıp uygulamaya koyabileceklerini söylüyorsunuz. Durum böyle iken mâsum imamın varlığına ne gerek var? Bu durumda, artık İmam’ın gaybeti muammasını konuşmak ve çözmek zorunda da kalmayız?
Cevap:
Yüce Allah’ın teşrideki (kanun koymadaki) kasıt ve gayesi, İslam ulemasının önderliğiyle sağlanmıyor. Çünkü, onlar mâsum değillerdir ve onların İslam’ı anlamada sürekli doğruyu bulacakları da beklenemez. Fıkıh tarihinde, müçtehitlerin hata ettiklerine defalarca rastlanmaktadır. Fetva farklılıkları olarak tabir edilebilen bu hata ve yanlışların, İslamî meselelerin gerçeğinin idrak edilememesinden kaynaklandığı ortadadır.
İkincisi, tüm Müslümanların kabul edecekleri İslamî rehberin, kamil bir insan olması gerekir.
İslamî birlik, ancak tüm milletlerin aynı programa uyup, bir rehber ve lidere tabi oldukları takdirde cihanşümul olarak gerçekleşebilir. Fakat bu gün hatta dünya Müslümanları arasında bile bu birliktelik yoktur ve İslam muhtelif şekillerde halk kitlelerine sunulmaktadır. Caferî, Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî, Zeydî ve diğer İslam alimleri farklı metotlar ve kalıplara sahiptirler. Bazen de bir çok meselelerde birbirlerine karşı cepheleşebiliyorlar. Öte yandan gurur, kibir, cehalet ve gericilik, İslam toplumunun rehberliğini yapacak olan adil bir müçtehidin kabul görmesini engelleyen başlıca faktörlerdendir.
Sözün kısası, İslam bir hayat nizamı olarak, ancak sonsuz maneviyata sahip ve gayb âleminden ilham alan kâmil bir insan tarafından insanlık âlemine sunulduğu takdirde, tüm dünyaya yayılır, dünyanın dört bir yanında insanların hayatının tüm boyutlarına hakim olup, pratiğe geçer. Elbette bunun gerçekleşmesi için insanların çeşitli nizamları deneyip hatalarını anlaması ve hakka boyun eğmekten başka bütün yolların çıkmaz olduğunu anlamaları gibi, birçok ön şartların oluşması da gereklidir. İşte o zaman peygamberlerin vaad ettiği cihanşümul adalet ve tek dinî rehberlik şekillenmiş olacaktır. Bu düzenin rehberliğini yapacak olan mukaddes zatın özelliklerini, Peygamber efendimizin mütevatir hadisleri ve mâsum İmamlardan gelen muvassak rivayetlerde görüyoruz. İşte bu cihanşümul rehber, İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın oğlu Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’dır.
Abdullah TURAN
------------------------------
[1] – Korsi Moris, Yaratılışın Sırrı.
[2] – Yaratılışın Sırrı, s. 140-142.
[3] – En’am/59.
[4]– Ehl-i Beyt İmamlarının açıkladığına göre, cenaze namazının tekbirleri beş tekbirdir. Dört tekbir olarak kılmak bid’attır.
Kutsal Bekleyiş
Kara bulutlar güneşin önünü kapattıkları zaman; yeşillikler ve ovalar güneş ışınlarından mahrum kaldıkları zaman; güller ve çiçekler şefkat yağmuru yağmadığı için soldukları zaman; ne yapmak gerekir? Çare nedir?Varlığın özü, güzelliklerin özeti ve iyiliklerin aynası yüzüne gaybet örtüsüyle örttüğü zaman; varlıklar onun lütfünden ve feyzinden nasipsiz kaldıkları zaman; ne yapmak gerek?
Bahçe gülleri, bahçıvanının yolunu gözlemektedir. Onun şefkat elinden hayat suyu içmek istemektedir. Âşıkların kalpleri ayrılıktan dolayı sızlamakta ve sabırsızlıkla onun yolunu gözlemektedir. Onun lütuf ve şefkat elini başlarına sürmelerini istemektedir. İşte “İntizar-Bekleyiş”‘in şekillendiği nokta burasıdır. Evet, herkes mutluluğu, kurtuluşu ve sevinci getirmesi için onun gelmesini beklemektedir.
Eğer lezzetini tadacak kalpler ve güzelliğini görecek gözler olursa, gerçekten de bekleyiş ne kadar güzel ve ne kadar tatlıdır.
Bekleyişin Hakikati ve Makamı
Bekleyiş için birçok muhtelif manalar söylenmiştir. Bu kelimenin manası üzerinde dikkatlice düşünecek olursak, bekleyişin hakikatini daha iyi bir şekilde anlayabiliriz.
Bekleyiş; Gözün (bir şeyin gelmesini ve) yolcuyu gözlemesine denir. Bu bekleyiş; alt yapısına göre değer kazanır ve bazı neticeleri vardır. Sadece ruhî ve batini bir durum değildir. Bu inanç; içerden dışarıya çıkarak hareketi, girişimi ve aktifliği yaratır. Bundan dolayı, rivayetlerde Mehdi'nin (a.f) zuhurunu beklemek bir amel olarak hatta amellerin en iyisi olarak tanıtılmıştır. Bekleyiş, bekleyene şekil verir. İşlerine, çalışmalarına özel bir yön ve cihet kazandırır. Bu cihet; bekleyen kişinin, beklediği şeyin gerçekleşmesi ile son bulan bir yoldur.
Bundan dolayı “Bekleyiş” eli el üstüne koyarak oturmak ile uyuşmaz. Bekleyiş, insanın gözünü kapıya dikmesi ve hasret çekmesiyle de olmaz. Bekleyişin hakikatinde hareket, canlılık, heyecan ve yaratıcılık yatmaktadır.
Saygı değer bir konuk bekleyen kimse ne yapacağını bilmez. Sürekli çalışır çabalar. Etrafını ve çevresini konuk gelecek olmasından dolayı hazırlayarak engelleri kaldırır. Sözümüz; güzellikte ve kemalde sonu olmayan benzersiz bekleyiş hakkındadır. Bekleyiş; geçmiş tarihin hiçbir zamanının güzellikte ve mutlulukta kendisine benzemediği bir vakittir. Dünya, ömrü boyunca böyle bir güzelliği tatmamıştır. Bu rivayetlerde “Kurtuluşu Beklemek” olarak anılan İmam Mehdi'nin (a.f) Evrensel hükümetinin beklentisidir. Amellerin, ibadetlerin en hayırlısı olarak bildirilmiştir. Bununla da yetinilmemiş, bütün amellerin kabulünün sebebi ve destekçisi olarak sayılmıştır.
Peygamber Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:
“Ümmetimin en iyi ameli, zuhuru beklemektir.”[1]
İmam Caferi Sadık (a.s) dostlarına şöyle buyurmuştur:
“Allah azze ve celle'nin onsuz hiçbir ameli kabul etmediği şeyi size bildireyim mi? dedi: ‘Evet buyurun.' dediler. İmam (a.s) şöyle buyurdu: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in (s.a.a) onun kulu (ve resulü) olduğuna şahadet getirmektir. (Sonra) Allah'ın emrettiklerini ve biz Ehl-i Beyt'in (a.s) velâyetini kabul ettiğini söylemektir. (Sonra) Biz imamların düşmanlarından uzaklaşarak bize teslim olmaktır. Takva sahibi olmak ve Kaim'in (a.f) zuhurunu beklemektir.”[2]
Bundan dolayı “Zuhuru Beklemek” kendine has bir takım kuralları, şartları ve özellikleri olan bir bekleyiştir. Bu özelliklerin çok iyi bilinmesi gerekir. Böylelikle fazilet, eser, sır ve sınırlarının aşikâr olması gerekir.
Mehdi'yi (a.f) Beklemenin Özellikleri
“Bekleyiş” konusunun batını bir konu olduğunu söylemiştik. Bütün dinlerde ve kavimlerin hepsinde bekleyiş inancı vardır. Fakat insanların alışılmış yaşamlarında ve toplumda var olan normal bekleyişler; ne kadar büyük ve önemli olursa olsun, Allah tarafından vaat edilmiş evrensel bekleyiş karşısında küçük ve değersiz kalırlar. Çünkü Onun zuhurunu beklemenin bir takım has özellikleri vardır:
Hz. Mehdi (a.f) beklentisi, âlem yaratıldığı andan itibaren bulunmaktadır. Yani; geçmiş zamanlarda enbiya ve evliyalar onun zuhur edeceğinin müjdesini vermişlerdir.
Bütün imamlarımız (a.s) onun devletinin arzusu içinde olmuşlardır.
İmam Caferi Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Eğer onun zamanında yaşasaydım ömrüm boyunca ona hizmet ederdim.”[3]
Mehdi'yi (a.f) beklemek, evrensel kurtarıcıyı ve ıslah ediciyi beklemektir. Evrensel adalet hükümetini beklemektir ve bütün güzelliklerin gerçeğe kavuşmasını beklemektir. Böyle bir bekleyişle, insanlar; temiz ilahi fıtratlarından kaynaklanan ve hiçbir zaman tam manada gerçekleşmeyen arzularına kavuşmak için, onun yolunu gözlemektedirler.
Mehdi (a.f); adaleti, maneviyatı, dostluğu, kardeşliği, barışı, dünyanın maddi ve manevi kalkınmasını, emniyeti, insan aklını ve ilmini tahminlerden uzak bir şekilde ilerlemesini gerçekleştirecek olan büyük kurtarıcıdır. Mehdi (a.f); sömürüyü, insanların köleleştirilmesini, her türlü zulmü yeryüzünden kaldıracak ve toplumları ahlaki bozukluklardan kurtaracak olan hâkim ve önderdir.
Mehdi'yi (a.f) beklemek; onun zuhurunun gerçekleşmesini sağlayacak ortamı hazırlamak demektir. Bu zuhur, bütün insanların ahir zamanın kurtarıcısını bekledikleri ve gelmesini arzu ettikleri bir anda gerçekleşecektir. O gelecektir. Dostları ve sevenlerinin yardımı ile bütün kötülüklerin karşısında kıyam edecektir. Bütün zorluklara mucizevî bir şekilde galip gelip işleri düzeltmeyecektir.
Mehdi'yi (a.f) beklemek; onu bekleyenlerin kalplerinde heyecan ve yardım aşkı yaratır. İnsana hüviyet ve hayat verir. Boşluktan ve hedefsizlikten kurtarır.
Yukarıdaki anlattıklarımız, tarihin bütün boyutlarına ve insanların kalplerine kök salmış olan bekleyişin bazı özellikleridir. Öteki bekleyişler, onun ayağının tozu kadar bile değere sahip değildir. Bundan dolayı İmam Mehdi'yi (a.f) beklemenin eserlerini ve boyutlarını tanımamız gerekir. Onu bekleyenlerin vazifelerine ve alacakları eşsiz mükâfatlara değinmemiz zorunludur.
Bekleyişin Boyutları
İnsan çeşitli açılardan farklı boyutlara sahiptir. Bir taraftan teorik ve pratik boyutu vardır. Başka bir taraftan da bireysel ve toplumsal boyutu vardır. Başka bir açıdan ise bedensel ve ruhsal boyutu bulunmaktadır. Hiç şüphesiz insan içinde olduğu bütün boyutlarda belli bir çerçeveye ve sınıra muhtaçtır. Bu sınırlar vesilesiyle; hayatın gerçek, sahih ve doğru yolunu bulmalıdır. Yanlış yollardan kaçınmalıdır. Sapık yolların kapılarını sonuna kadar kapamalıdır. İşte bu yol, bekleyişin ta kendisidir.
Evrensel vaat edilen kurtarıcıyı beklemek; onu bekleyenlerin hayatlarının bütün boyutlarını etkilemektedir.
Ameller ve davranışlarının temelini oluşturan fikirsel ve teorik boyutta; insan hayatının esasını oluşturan inançları bir sınır ve çizgiyle koruma altına almaktadır. Başka bir tabirle; doğru bir bekleyiş, bekleyenlerinden itikat ve inançlarını sağlamlaştırmalarını istemektedir. Böylelikle yanlış mezhep ve mekteplerin tuzaklarına düşmelerine engel olmakta veya İmamı Asr'ın (a.f) gaybetinin uzamasından dolayı ümitsizliğe kapılmalarını önlemektedir.
İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Bir zaman, insanların imamı kayıp olacaktır. Böyle bir zamanda bizim velayetimiz üzere sabit kalanlara ne mutlu.”[4]
Yani; gaybet döneminde düşmanlar çeşitli şüpheler yaratarak müminlerin sahih inançlarını yok etmeye çalışacaklardır. Fakat kalpleri imanla dolu insanlar, bekleyiş cephesinde yer alarak değer biçilmez inançlarını koruyacaklardır.
Pratik boyut olarak ise; bekleyiş, insanın bütün hal ve davranışına yön vermektedir. Bekleyen kimse, amel meydanında çalışıp çaba göstererek hak devletin zuhur ortamını hazırlamalıdır. Bundan dolayı bekleyen kimsenin, bu sahada kendisini yetiştirmesinin yanı sıra, toplumu da düzeltmeye çalışmalıdır.
Bireysel boyut olarak ise; bekleyiş, insanın ruhi dünyası için ahlaki faziletleri kazanma yoluna gitmesini sağlar. Nur cephesinin becerikli ve iş yapabilir bir bireyi olabilmesi için bedensel boyutuna dikkat etmesini sağlar.
İmam Caferi Sadık (a.s) bu konu hakkında şöyle buyurmuştur:
“Kaim'in (a.s) ashabından olmak isteyenler; onu beklemeli, takva ile amel etmeli ve iyi ahlak sahibi olmalıdırlar.”[5]
“Bekleyiş”‘in özelliklerinden biri de insanı kendi dünyasının ötesine götürmesidir. Bekleyiş inancı, bekleyeni camia bireyleri ile tek tek irtibat içinde olmaya sürükler. Yani; bekleyiş, bekleyenin kendi yaşamı içinde olumlu etki yarattığı gibi, toplum ile olan ilişkisinde de olumlu etkiler yapar. Hak devletinin kurulması ve zuhurun gerçekleşmesi için, toplu bir hazırlık gerekmektedir. Bundan dolayı da herkes kendi gücü miktarınca toplumu ıslah edip düzeltmek için çalışmalıdır. İntizarı bekleyen kimse toplumsal olumsuzluklar karşısında sessiz ve lakayt kalamaz. Çünkü Evrensel ıslahçıyı bekleyen kimse, düşünce ve amel yolunda doğru ve ıslahatçı bir yöntem izlemektedir.
Uzun sözün kısası “Bekleyiş” bereketli bir akım olup, insanların bireysel ve toplumsal sahalarının her noktasında kendisini gösterir. Yaşamın bütün merhalelerinde, insan hayatına ilahi bir renk kazandırır. Acaba Allah'ın renginden daha güzel ve daha kalıcı bir renk olabilir mi?
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Allah'ın verdiği renk. Allah'tan daha güzel renk veren kimdir?”[6]
Yukarıda yaptığımız açıklamaları göz önünde bulunduracak olursak, Evrensel ıslah ediciyi bekleyenlerin vazifesi “İlahi renge” bürünmekten başka bir şey değildir. Bekleyişin bereketi onların bireysel ve toplumsal hayatlarında cilve edecektir. Böyle bir bakış açısı ile olaya baktığımız zaman, böyle vazifeler biz bekleyenlerin omuzlarına ağırlık eden bir yük olmayacaktır. Aksine tatlı bir akım olarak hayatımızın bütün boyutuna mana ve hedef kazandıracaktır.
Hakikaten eğer şefkatli bir komutan ve dostluk kervanının önderi, seni liyakatli bir asker olarak iman çadırına çağırır ve senin hak cephesinde olmanı isterse, ne hissedersin? Sana görev vermeleri mi gerekir? Onu yap bunu yapma diye emir etmeleri mi gerekir? Yoksa sen, bekleyiş yolunu tanıdığın, bu yola âşık olduğun ve bunu hedef olarak bildiğin için kendin adım atan birisi mi olmak istersin? Bu ikisi arasında seçim hakkı sana aittir...
-
[1]- Biharu'l-Envar, c.52, s.122
[2]- Gaybet-i Numanî, bab.11, h.16, s.207
[3]- Gaybet-i Numani, bab.13, h.46, s.252
[4]- Kemaluddin, c.1, h.15, s.602
[5]- Gaybet-i Numani, bab.11, h.16, s.200
[6]- Bakara, 138
ehlader
İmam Mehdi (a.f) ’nin Kutlu Doğumu
Şaban ayının 14'ünü 15'ine bağlayan gece çok kutsal bir gecedir. Kadir gecesinden sonra en mübarek olan gecedir. Muntazar (beklenen) İmam Muhammed Mehdi bu gecede doğmuştur.
Hz. Mehdi (a.f) zamanın karanlık bulutlarının ardından adeta parlayan bir güneş gibi doğacaktır. Beşeriyetin son kurtarıcısını rivayetlerde Hz. Musa’ya benzetmişlerdir. Firavun yandaşları Hz. Musa’nın doğumunu engellemek için gebe kadınlara saldırdı ve erkek bebekleri katlettiler. Abbasi halifeleri de İslam Peygamberi’nin (sav) hanedanından birinin zuhur edeceğini ve onların hükümetini devireceğini duymuştu. Bu yüzden Abbasiler zalim iktidarlarını korumak için Hz. Mehdi’nin (a.f) veladetini engellemeye çalıştılar. Lakin yüce Allah’ın iradesi ile Samerra kentinin güvensiz ortamına karşın o hazret Abbasi hükümetinin adamlarının gözlerinden uzak bir şekilde dünyaya geldi. O gün hicri Kameri 255 yılının şaban ayının 15'iydi. Bu bebeğin doğması ile birlikte imam Hasan Asgeri’nin (a.s) evi sevinç ve nurla doldu.
Hz. Mehdi (a.f), ahir zamanda gönderileceği Peygamber Efendimiz (s.a.a) tarafından müjdelenmiş, Müslümanları zulüm ve sıkıntı ortamından kurtaracak, yeryüzündeki fitneleri ortadan kaldıracak, tüm dünyaya barış, adalet, bolluk, huzur, mutluluk ve refah getirecek kutlu bir şahıstır. Peygamberimizden (s.a.a) aktarılan sahih rivayetlere göre Hz. Mehdi (a.f), çeşitli hurafelerle, batıl inanç ve uygulamalarla aslından uzaklaştırılmış olan dini özüne döndürecek, Hz. İsa (a.s) ile buluşacak, Allah'ın izniyle yegâne hak din olan İslam ahlakının yeryüzüne hâkim olmasına vesile olacaktır.
Emir Abdullahiyan Türkiye'de
"Depremin İlk Saatlerinden İtibaren İmam Hamanei Türk Halkına Yardım Edilmesini Emretti"
Depremzedelere geçmiş olsun dileklerini iletmek ve Dışişleri Bakanı ile görüşmek üzere Türkiye’ye gelen İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile bir araya geldi.
Bu görüşmede Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ile Ankara'da ortak basın toplantısı düzenledi.
Çavuşoğlu basın toplantısında şu ifadelerde bulundu: Bugün İran Dışişleri Bakanı Abdullahiyan'ı Ankara'da bir kez daha ağırlamaktan memnuniyet duyuyoruz. Kendilerine bu destek ziyareti için teşekkür ediyoruz.
İran Cumhurbaşkanı Sayın Reisi'nin Türkiye'ye yapacağı ziyaret ertelenmişti. O ziyaretin tekrar gerçekleşmesi için bugün konuştuk.
Bugün ikili konuları bölgesel meseleleri değerlendirdik. Enerji konusunda işbirliğimizi daha da geliştirmek istiyoruz. Nükleer anlaşmanın bir an önce imzalanmasında fayda görüyoruz. Türkiye ve İran olarak var olan sorunları gidermek, ilişkilerimizi geliştirmek ve var olan sınamalar konusunda işbirliği yapmak için kararlıyız.
Cilvegözü Sınır Kapımıza ulaşan yollar deprem sebebiyle zarar görmüştü. Bunların tamir dilmesi için gerekli adımlar atıldı. 475 yardım tırı geçti. Kilis’te açılan iki tane sınır kapımız da insani yardımlar için kullanılabileceğini söylemiştik. Kilis tarafından da Suriyelilere yardım ulaştırıldı. BM’nin yardımları kesintisiz şekilde devam ediyor. İnsani yardım için hava sahamızı da açtık.
Dışişleri bakanlarının toplantısı için çalışmalar devam ediyor. 4'lü bir şekilde yapmayı planlıyoruz. Rusya'dan gelecek hafta Moskova'da teknik toplantı için davet aldık. Bakan yardımcımızı da Moskova'ya göndereceğiz. Bu toplantıya İran tarafı da katılacak. Daha sonraki aşamada hepimizin uygun gördüğü bir tarihte dışişleri bakanları toplanabilir.
Emir Abdullahiyan da bu görüşmede şunları söyledi: ‘Türkiye'de meydana gelen depremden etkilenen aziz Türk halkına, dost ve kardeş Türkiye Cumhuriyeti'nin hükümetine ve milletine başsağlığı diliyor ve onlarla dayanışma içinde olduğumuzu ifade ediyoruz.
Başta Türkiye olmak üzere dünyadaki tüm kadınların ve burada bulunan hanımefendilerin Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun. İran'da Hz. Fatıma Zehra'nın (s.a) doğum gününü Dünya Kadınlar Günü olarak adlandırdık ve geçtiğimiz haftalarda İranlı kadınlar bu günü kutladılar. Dünyanın neresinde olursa olsun tüm dünya kadınlarının, Türkiye'nin ve İran'ın Dünya Kadınlar Günü'nü kutluyorum. İran'da kadınlar, Türkiye’de de olduğu gibi toplumumuzun en güçlü parçasıdır.
Depremin ilk saatlerinden itibaren İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamanei ve Cumhurbaşkanı, Türk halkına yardım edilmesi için kesin emirler verdi. İran'daki ilgili kurumlar depreme yardım sağlanmasında görev alırken, aynı zamanda İran Kızılayı, İran İslam Cumhuriyeti Ordusu ve Devrim Muhafızları da değerli kardeşim Mevlüt Çavuşoğlu ile koordinasyon halinde depremden etkilenen bölgelere girdi ve barınma, ilaç ve diğer konularda hizmet sundu.
Bu acı felakette Türkiye'nin yasını ve acısını kendimizin yası olarak görüyoruz. Bu felakette hayatını kaybedenlere Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar, yakınlarında da sabırlar diliyoruz.
Bugün ikili meseleleri konuştuk, ekonomik ve ticari ilişkileri geliştirmenin önemine dair önemli görüşmelerimiz oldu. İki ülke arasındaki ticaret hacminin artırılması, son bir buçuk yıldır her zamankinden daha fazla gerçekleşen konulardan biridir. Bu, başta İran'ın yeni hükümeti olmak üzere iki ülke liderlerinin iradesinden kaynaklanmaktadır. Mevcut engellerin nasıl kaldırılacağını değerlendirdik.
İki ülkenin gümrük ve transit ilişkilerini görüştük. İran ve Türkiye arasındaki koridorlar da dahil olmak üzere bölgesel ulaşım koridorlarında bölgesel rekabet yerine bölgesel ortaklığı ön plana çıkarıyoruz. Ana kaygılarımızdan biri çevre ve su sorunlarıdır ve İran'ın ve ülkenin batı bölgelerindeki insanların Aras Nehri'ne sürekli erişiminin önemi konusunda hemfikiriz. Ortak çalışma grubu bir yıl önce kuruldu ve işbirliğine devam etmeleri gerektiğine inanıyoruz.
Bu görüşmede, terörle mücadeleyi konuştuk. Irak'ın Kürdistan bölgesinden kaynaklanan terör ve Afganistan'dan kaynaklanan IŞİD ortak endişelerimiz arasında yer alıyor. Terörle mücadele konusunda iki ülke arasındaki işbirliği en üst düzeydedir. İran ve Türkiye'nin, uluslararası hukuk çerçevesinde, herhangi bir yönden ve herhangi bir grup tarafından gerçekleştirilen herhangi bir terör eylemine karşı meşru müdafaa hakkı mahfuzdur.
Türkiye'nin güvenliğini İran'ın güvenliği olarak görüyoruz. İran İslam Cumhuriyeti, Afganistan'daki geçici hükümet ile görüşmelerine devam ediyor. Biz onları resmi olarak tanımıyoruz. Umarız ki önümüzdeki günlerde hükümet kurulur.'
Siyonistlerin Kafkasya'da yayılmasına da değinen Emir Abdullahiyan şu ifadelerde bulundu: ‘Siyonistlerin bölgedeki varlığını bölge istikrarı ve barışı için ciddi bir tehdit olarak görüyoruz.’
İranofobinin Ana Nedeni İran'ın Filistin'e Verdiği Destektir
İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei Meb'es Bayramı münasebetiyle bugün bir grup hükümet yetkilisi, İslam ülkelerinin temsilcileri, büyükelçileri ve uluslararası Kur’an yarışmalarına katılan konuklar ile bir araya geldi.
İmam Hamanei bu görüşmede, Meb'es Bayramı'nı tebrik ederek, Hz. Muhammed'in (SAV) bi'setini Yüce Allah'ın insanlığa verdiği en büyük hediye olarak nitelendirdi.
İmam Hamanei'nin bu görüşmede yaptığı konuşmasından satı başları şöyle:
- Bi'setin bize sunduğu bu hazinelere istinaden İslam dünyasının zaaflarını giderebiliriz.
- Bugün en önemli meselelerimizden biri Filistin meselesidir. Bir millet, bir ülke tamamen sıradan insanların değil, vahşi, kötü niyetli, fasık insanların kontrolünde ve İslam alemi de bunu seyrediyor.
- Bu, İslam dünyasının kendisine de darbe vurmuştur; İslam devletleri ve İslam ülkeleri, kendilerine yönelik, İslam ümmetine yönelik bir saldırı olan böyle bir saldırganlık karşısında sessiz kalmışlar ve bazı durumlarda, özellikle son zamanlarda ne yazık ki buna eşlik etmişlerdir; Bu da bu ülkeleri zayıflatmıştır.
- Bugün dünyanın gelişmiş ülkeleri artık İslam ülkelerine müdahale etme konusunda kendilerini haklı buluyorlar. Bunlar kendi ülkelerinde kendi sorunlarını çözemiyorlar ancak gelip kendi iddialarına göre İslam ülkelerinin sorunlarını çözmek istiyorlar.
- İslam ülkeleri daha ilk günden Filistin meselesinde kararlı olsalardı; Batı Asya bölgesinin durumu farklı olurdu.
- Filistin milletini elimizden gelen her şekilde savunuyoruz. Bundan dolayı düşmanlar İranofobi projesine odaklanmıştır. Bütün bu sorunların çözümü, kelimenin tam anlamıyla İslami hükümetlerin dayanışma ve işbirliğine geri dönmesidir./mehr
İran’da hesap tutmadı
ABD’nin klasik taktiği.Ekonomik yaptırımlar…
Yerli paraların değer kaybetmesi.
Enflasyonun yükselmesi.
Halkta hoşnutsuzluk yaratılması.
Arkasından iç kargaşa için fırsat kollanması.
Bunun için her olayın kullanılması…
İRAN’DA OLANLAR
İran’da olanlar da aynı.
Nükleer enerji santrali bahane edildi.
“Atom bombası yapacak.” dendi.
Yaptırımlar devreye sokuldu.
Petrol satışı engellendi.
Ülkeler kabul etmeyince bankalar uyarıldı.
İhracatçı firmalar tehdit edildi.
Belli oranda başarılı da oldular.
İran milli parası riyal değer kaybetti.
Ülkede enflasyon arttı.
Halkta tepkiler yükselmeye başladı.
BAŞÖRTÜSÜ BAHANE
ABD ve İsrail pusudaydı.
Mehsa Emini’nin ölümünü fırsat bildi.
PKK’nın İran kolu PJAK.
CIA’nın denetimindeki Kürt örgütler…
Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK),
İran Kürdistan Demokrat Partisi (İKDP),
İran Kürdistanı Devrimci Emekçiler Topluluğu (KOMELE)…
DEAŞ da İran’a gönderildi.
Uyuyanlar uyandırıldı.
İçerideki, dışarıdaki tüm ajanlar devreye sokuldu.
Halkın genel rahatsızlığı kullanıldı.
“Başörtüsü isyanına” dönüştürülmeye çalışıldı.
YİNE BAŞARAMADILAR
İran bu tür kışkırtmalara alışıktı.
Geçmişte de yaşandı.
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton…
Açıkça, “destek verdiklerini” söyledi.
Çok sayıda internet televizyonu…
Sosyal medya hesapları…
Zarar vermesine verdi.
Ama sonuç alamadı.
“Başörtüsü isyanı” planı da tutmadı.
İTİRAF
İtiraf Foreıgn Affairs’ten geldi.
Özetle şunları yazdı:
“Ayaklanma ivme kaybetti.
Protestolar dağınık ve nispeten sığ.
Rejim çok kararlı…
Eylemler sokaklarda bir devrim için yetersiz kaldı.”
PLAN TUTMAYINCA
ABD ve İsrail…
Başörtüsü planı tutmayınca çılgına döndü.
Doğrudan saldırıya geçti.
SİHA’larla İran’da hedefleri vurdu.
Bu yolla iç kışkırtmaya destek vermeye çalıştı.
ABD ve İsrail saldırıları,
Suriye’deki İran güçlerini de hedef aldı.
Ama etkisiz kaldı.
AZERBAYCAN
ABD ve İsrail yeni bir taktik peşinde.
Azerbaycan’da üsleniyor.
“Büyük Azerbaycan” hayali yayıyor.
Oradan adam devşiriyor.
Özellikle Azerbaycan’ı seçiyor.
Şiraz’daki saldırıyı planlayanların,
Bakü-Tahran hattını kullanması dikkat çekici.
ABD ve İsrail, bir taşla birkaç kuş vurma peşinde.
Hem bölgeyi karıştıracaklar.
Hem İran’la Azerbaycan’ı kapıştıracaklar…
Hem de Türkiye ile İran’ı…
Hedeflerinde Türkiye de olduğu çok açık.
BAKÜ TUZAĞI GÖRMELİ
Bu süreçte Bakü yönetimine de görev düşüyor.
ABD ve İsrail’in faaliyetlerini engellemeli.
Kumpası görmeli, tuzağa düşmemeli.
Bu arada bir nokta daha var.
ABD ve İsrail’in Azerbaycan’da yetiştirdikleri…
Bölge ülkelerinin de başına bela…
Buna Türkiye de dahil.
ÖNCE ERDOĞAN, SONRA LAVROV
Cumhurbaşkanı Erdoğan,
“Suriye’de PKK/PYD terörüne karşı,
Suriye-Türkiye-Rusya üçlü adım atalım istiyoruz.” dedi.
“Birileri” hemen atladı.
“İran dışlanıyor” bilgisini yaydı.
Erdoğan 29 Ocak’ta heveslerini kursaklarında bıraktı.
Türkiye, Rusya, Suriye işbirliğine İran’ı da ekledi.
Arkasından Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov açıklama yaptı.
Türkiye-Rusya-Suriye üçlü formatına,
İran'ın da dahil edildiğini duyurdu.
ABD’nin planları bir kez daha suya düştü.
İRAN’A
Bu arada, bir hatırlatma da İran’a…
ABD ve İsrail…
Başörtüsünü yumuşak karın görüyor.
Onlara fırsat vermemeli.
Bölge sorunlarında büyük fotoğrafa bakmalı.
Küçük ayrıntılara takılmamalı…
Bütün bölge ülkeleri…
Güven sarsıcı hareketlerden kaçınmalı…
Düşmanların planlarını boşa çıkarmalı.
AYDINLIK